NEDEN HASTA OLMUYORUZ?
Meşhur bir doktor şöyle demiştir:
"Hasta olduğumuz zaman neden hasta olduğumuza şaşarız. Halbuki şaşılacak şey hasta olmamız değil, nasıl olup da sıhhatli olduğumuzdur."
Sıhhatli halimiz bunun en güzel misâlidir. Zira vücudumuz her gün milyonlarca hastalık mikrobunun hücumuna maruzdur. Buna rağmen hastalanmayız. Yediğimiz gıdalar vasıtasıyla olsun, teneffüs ettiğimiz havayla olsun, veyahut da derimizdeki çatlakların, kesiklerin arasından olsun durmadan vücudumuza sayısız mikroplar girer. Buna rağmen hastalanmayız.
Burada akla derhal bir soru gelmektedir: Nasıl oluyor da bu kadar mikrop arasında sıhhatli kalabiliyoruz? Bizi hastalıklara karşı koruyan nedir?
Özellikle son 70-80 sene içinde yapılan araştırmalar neticesi ilim adamları bu sorunun cevabını vermiş bulunmaktadırlar. Bilginlerin vardıkları netice şudur: Vücudumuz mikroplara karşı kademe kademe savunma araçları ile mücehhez kılınmıştır.
Mikroplu bir toz tanesinin gözümüze kaçtığını farzedelim. Hattâ böyle bir durumu farzetmeye lüzum yok. Bu her gün olmaktadır. Fakat buna rağmen gözümüz hastalanmaz. Zira göz, giren bu mikroba karşı hazırlıklıdır. Evvelâ gözümüzün üst tarafından alt tarafına daimî bir yaş yağmuru vardır. Bu maddenin mikrop öldürme hassası o kadar kuvvetlidir ki, iki litre su içinde eritilecek bir damla gözyaşı, milyarlarca mikrobu öldürebilir.
Tükürüğümüzde ve vücudumuz tarafından imâl edilen diğer koruyucu maddelerde de, bu şekilde mikrop öldürücü kimyevî maddeler bulunmaktadır.
Hattâ bütün vücudumuzu kaplayan deride bile, mikropları öldürme hassası vardır. Meselâ dizanteri mikrobu ile dolu bir damla sıvı, bir cam parçası üzerine konsa saatlerce yaşar, fakat temiz bir elin avuç derisi üzerine konacak bu mikroplar, 20 dakika içinde ölür.
Burnumuzdan giren mikroplar, evvelâ burnumuzun içindeki kıllara takılırlar. Sonra burun içindeki boruların iç yanakları ıslak ve yapışkan bir madde ile kaplıdır. Bu madde sinek kâğıtlarının sinekleri yakalaması gibi mikroplan yakalar. Mikroplar fazla olur da bunu kaşındırırsa, buna karşı vücut aksırma ile karşı koyar. Aksırma ile mikroplar dışarı atılmış olur. Bu da olmazsa burnumuz akmaya başlar. Mikroplar bu yolla da dışarı atılırlar.
Buruna giren mikropların bütün bu engelleri aşarak ciğerlere girdiğini düşünelim. Vücut buna karşı da müdafaasız değildir. Zira ciğerlerin kalın, ince bütün borularının içi tıpkı burun gibi yapışkan bir sıvı ile kaplıdır. Bu sıvılara yapışan mikroplar da öksürük yoluyla dışarı çıkarılır.
Bazı mikropların derimizde kesiklerden, çatlaklardan ve yahut da burnun içindeki yapışkan maddelerden kurtularak vücudun içine sızdıklarını farzedelim. Bu yolla vücudumuza giren mikroplar, ilk anda yani 20 dakika sonra, iki misli çoğalırlar. İkinci 20 dakika sonunda 4 misli artarlar. Ve bu artış, böylece gittikçe çoğalmaya devam eder.
Bu duruma karşı vücut hareketsiz kalsaydı, bir iki saat içinde mikroplar milyonları bulurdu. Hattâ bir günde milyarları, trilyonları aşardı. Bunun bir sonucu olarak da hastalık başlardı.
Fakat iş bu safhaya girmeden önce, vücut derece derece tedbirler almaya koyulur. İlk tedbir, vücutta ateşin yükselmesidir. Vücuda mikrop girdiğini hisseden bünye derhal birtakım kimyevî maddeler çıkarmaya başlarlar. Bu maddeler bütün istikametlere yayılır.
Bilindiği üzere kan bir kısmı beyaz, bir kısmı kırmızı, milyarlarca yuvarlakçıkların biraraya gelmesiyle teşekkül eder. Bu yuvarlakçıklar gözle değil ancak mikroskopla görülebilir. İşte mikropların vücuda girmesi üzerine bünyenin çıkardığı kimyevî maddeler, bu alyuvarların dış zarlarının gevşemesine sebep olur. Gevşeyen bu zarlardan, alyuvarların içindeki su dışarıya çıkar. Bu suya plâzma adı verilir. Alyuvarların suları böylece dışarı çıkadursun, bünye bir yandan da lökosit adı verilen akyuvarlarla mikrop öldüren diğer bazı maddeleri de harekete geçirir.
Vücudun savunma tedbirleri içinde en enteresan ve te'sirli olanı, bu lökositlerdir. İşte bu lökositler, mıknatısla çekilmişçesine hızla giderek mikroplara yapışırlar ve onları yemeye başlarlar.
Yukarıda alyuvarların içindeki plâzma denen suların dışarıya sızdıklarını söylemiştik. Bu plâzmanın içinde fibrinojen denen bir madde vardır. Bu maddenin özelliği, derhal pıhtılaşmasıdır. Akyuvarlar mikropları imha ederken, bu fibrinojen de ciltteki kesikliğin etrafında pıhtılaşarak mikropların muayyen bir yerden öteye gidememelerine sebep olur. Bu takdirde mikrop giren yer şişer, kızarır ve cerahat toplar. Böylece mikroplarla vücudun diğer kısımlarının ilgisi kesilmiş ve araya âdeta bir duvar örülmüş olur.
Lökositlerin mücadelesi başarı ile sonuçlanmazsa vücut bu sefer dev lökositleri seferber eder. Bu dev lökositler, hem mikropları, hem de bazan onlarla boğuşan lökositleri yerler.
Bir lökositin veya dev lökositin yediği mikrop, her zaman ölmez. Lökositin içinde canlı olarak durur. Bu gibi mikroplar vücut için çok tehlikelidir. Zira bu gibi mikroplar bir sığınağa saklanmış gibidirler. Vücudun çıkardığı öldürücü maddeler artık bunlara te'sir etmez. Ancak vücudun buna karşı da bir mücadele vasıtası vardır. Bu mücadele vasıtası da lenf damarlarıdır. Lenf damarları vücuttaki et dokularının âdeta kanalizasyon borularıdır. Küçük lökositler olsun, dev lökositler olsun, mikroplar olsun bu lenf damarlarına girerek lenf suyu vasıtasiyle en yakın lenf guddelerine sürüklenirler. Bu lenf guddeleri vücudun stratejik yerlerinde bulunur. Lenf guddeleri mikroplar için süzgeç vazifesini görürler. Lenf suyu bir guddeden diğerine geçmek suretiyle, bütün mikropları temizler ve en sonunda boyun guddelerine gelir. Oradan da kana karışır. İşte bu safhada mikropların hemen hepsi temizlenmiştir. Boyun guddeleri mikroplar için dışarı çıkış kapılarının en sonuncusudur. Mikropların bütün bu engelleri aşarak vücuda girdiklerini kabul edelim. Vücut elleri bağlı seyirci mi kalacaktır? Hayır. Bu şekilde vücuda giren mikroplar bu sefer de kemiklerimizin içindeki iliklerimizin, karaciğerimizin, dalağımızın ve diğer bazı daha küçük organlarımızın müdafaa hattı ile karşılaşırlar. Bütün bu organlar da, mikropların temizlenmesinde süzgeç vazifesi görürler.
Burada akla bir soru gelmektedir: "Lökositler nasıl oluyor da, sadece mikroplara hücum ediyorlar? Nasıl oluyor da vücudumuzdaki diğer hücrelere saldırmıyorlar?"
Vücutta antikor adı verilen birtakım maddeler vardır. Bu maddeler kana karışan mikroplara yapışır. İşte küçük lökositlerle dev lökositler, antikorların bu şekilde damgaladıkları mikropları kolaylıkla keşfederek üstlerine saldırırlar.
Bir hastalıktan iyileşmek için antikorların vücutta bol miktarda olmaları icap eder. Meselâ çiçek hastalığına hiç yakalanmamış bir insanda çiçek mikropları ile mücadele edebilecek antikor bulunmaz. Vücuda bir çiçek mikrobu girdiği anda, bünyedeki antikor fabrikası derhal faaliyete geçerek bu mikrobu alt edecek antikorları sür'atle yapmaya başlar. Bu arada çiçek mikrobu da gittikçe çoğalır ve vücut hasta düşer. Fakat hastalık ilerlerken, antikorlar da sayısız denecek derecede artarlar. Bu artan antikorlar giderek çiçek mikroplarının üzerlerine yapışır ve lökositlerin kendilerini tanımalarını kolaylaştırır. Göğsümüze taktığımız rozetler nasıl bize aynı müesseseye mensup olduğumuzu kolaylıkla anlatıyorlarsa, antikorlar da aynen bu vazifeyi görürler.
Birçok hastalıklara ikinci defa yakalanmayışımızın sebebi, o hastalıklara karşı vücutta antikorların teşekkül etmiş olmasıdır. Zira bir hastalığa yakalanan vücut derhal o hastalığın mikropları ile mücadele edecek antikorları imal etmesini sür'atle öğrenir. Sonradan giren aynı mikroba karşı vücut artık hazırlıklıdır.
Aşıların vazifesi, muayyen bir hastalığa karşı, antikorların nasıl imâl edileceğini vücuda öğretmektedir.
Meselâ çocuk felci aşısı elde etmek için evvelâ, çocuk felci mikropları formaldehit denilen madde ile öldürülür. Sonra bu ölü mikroplar vücuda iğne ile aşılanır. Vücut bu ölü mikropları canlı zannettiği için, derhal antikor yapmaya başlar. Bu antikorlar, sonradan girebilecek canlı felç mikroplarını yok eder.
İşte bizi her an her taraftan saran trilyonlarca mikroba rağmen sağ ve sıhhatte kalışımızın tek sebebi, Rabbimizin vücudumuzda mikroplara karşı böylece çeşitli müdafaa imkânlarını yaratmış bulunmasıdır.183
Hastalığı Yenmede İki Büyük Etken: Tedaviye İnanç, İyi Olma Arzusu...
Dostları ilə paylaş: |