BATI, ÇİÇEK AŞISINI BİZDEN Mİ ÖĞRENDİ?
Mehmet DİKMEN
Çiçek aşısını ilk olarak İngiliz Dr. Edward Jenner'in bulduğu o kadar çok söylenip yazılmıştır ki, gerçeğin başka türlü olacağı kimsenin aklından geçmez olmuştur. Oysa ki Jenner'den bir asır kadar önce, Osmanlı Türkiye'sinde çiçek aşısı biliniyor ve uygulanıyordu.
Çiçek, en az kolera, veba kadar korkunç hastalıktı bir zamanlar. Ünlü İngiliz tarihçisi büyük Operatör Kenneth Warker 1954'de yayınlanmış Tıp Tarihi adlı eserinde 18. yüzyıl Avrupası'nda çiçek salgınından 60 milyon kişinin öldüğünü söyler. Her ülke halkından % 80'i ergeç çiçeğe yakalanıyor ve halkın dörtte biri de yakalandığı bu hastalıktan ya ölüyor, ya kör oluyor, yahut da çiçek bozuğuna yakalanıyordu.
Avrupa'nın çiçek salgınlarından büyük teleflere uğradığı, harplerde ölenlerden fazla insan kaybettiği o yıllarda, Osmanlı Türkiyesi'nde durumun nasıl olduğuna bir göz atalım:
1717 yılında İngiltere'nin İstanbul büyükelçiliğine "Sor Edward Montagü" adlı bir sefir tayin edilir. Tahtta III. Ahmed bulunmaktadır (1703-1730).212
Lady Montagü Türkiye'de
Sör Montagü, hanımı Lady Mary Montagü ve 3 yaşındaki oğlu ile birlikte Mayıs 1717'de yurdumuza gelmiş, Temmuz 1718'e kadar 15 ay kalmıştır.
Bayan Montagü kocasının âdeta sağ kolu gibi çalışıyordu. Türk kadını gibi giyiniyor, Türk mahallelerini geziyor, her sınıftan Türk kadını ile dostluk kuruyordu. Halkın durumunu, örf ve âdetlerini bu yolla öğrenip gördüklerini kocasına aktarıyordu.
Vaktinin büyük bir bölümünü, İngiltere'deki yakınlarına İstanbul'daki hayatı anlatan mektuplar yazarak geçiriyordu. Dünya Edebiyat Tarihine "Montagü'nün Mektupları" adıyla geçen bu yazılar, birçok bakımdan medeniyet tarihine ışık tutmaktadır.
Bayan Montagü, yaptığı inceleme ve gözlemleri sırasında ülkemizde çiçek hastalığına karşı aşılama yapıldığını da görmüş, öğrenmişti. Bu müşahedelerini, İngiltere'deki dostlarına yazdığı mektuplarla bildirdi.213
Çiçek Aşısı Yaptıran İlk İngiliz
Lady Montagü ayrıca İstanbul'da iken oğlunu, Londra'ya dönüşünde de kızını çiçeğe karşı aşılattı. Böylece çiçek aşısı yaptıran ilk İngiliz olarak tarihe geçti.
Lady Montagü'nün amacı, bu korkunç hastalığın aşısını bütün İngiltere'de yaygınlaştırmaktı. Bu yüzden İngiltere'ye döndüğü zaman elçilik doktoru Maitland'ın da yardımıyla çiçek aşısı üzerine ilk denemelerini yaptı. O günlerin ünlü bir gazetecisi Steele, bu soylu kadın sayesinde pek çok kişinin hayatının kurtulduğunu yazar. Ünlü Volter de "Felsefî Mektuplar" adlı kitabının 11. mektubunda Montagü'nün İngiltere'deki çiçek aşısının yaygınlaştırılması ile ilgili faaliyetlerine geniş yer verir.214
İngiliz İlim ve Din Adamları Çiçek Aşısına Karşı Çıkıyor
Ne var ki Lady Montagü'nün bu gayretleri fazla bir netice vermeyecektir. Zira bazı Tıp Fakültesi hocaları, bazı papazlar, bayan Montagü'nün bu çalışmalarına karşı çıkmakta gecikmemişlerdi. Bilhasa papazlar çiçek hastalığının Allah'tan günahkârlara gelen bir ceza olduğunu, onunla uğraşmamak gerektiğini söylüyorlardı.
Çiçek aşısının yaygınlaşmasında ve bütün dünyaya tanıtılmasında hiç şüphesiz İngiliz Dr. Edward Jenner'in büyük rolü olmuştur. Bu bakımdan çiçek aşısı deyince ilk olarak onun ismi akla gelmekte; aşıyı ilk olarak O'nun bulduğu zannedilmektedir.
Aslında Jenner, bu işi ilmî olarak ele alan ve bu konuda ilk eser veren bir araştırmacıdır. Bu konuda yazdığı eser, "Çiçek aşısının sebebi ve etkileri üzerine bir araştırma" adını taşımaktadır. Ve Lady Montagü'nün çiçek aşısından bahsetmesinden 80 yıl sonra, 1798'de yayınlanmıştır.
Ancak aradan 80 yıl geçmesine rağmen Jenner de batıl inançlarla, cahilce korkularla mücadele vermek zorunda kalmıştı. Kimileri aşılamanın büyük salgınlara yol açacağını ileri sürüyor, kimileri aşı olanların inekte olduğu gibi boynuz ve kuyruklarının çıkacağını iddia ediyordu. Hattâ Jenner'in kitabı çıktığı 1789 yılında, bir de Aşı Düşmanları Derneği (Anti Vaccanation Society) kurulmuştu. Amacı Jenner'le mücadele idi.
Jenner (1749-1823), İngiltere'nin Sadbury köyünün doktoru idi. Çiçek aşısını ilk defa 1796 yılının 14 Mayıs günü, James Philipps adında 8 yaşındaki bir çocuğa uygulamıştı.215
Modern Dünyaya Müslümanlardan Miras Kalan 3 Müessese: Hastahane, Rasathane, Üniversite...
İLK ÜNİVERSİTEYİ KİM KURDU?
Le Monde'dan Tere: Prof.Dr. İbrahim CANAN
Charles Seignebos: "Şarklılarla temas ile batılılar medenîleştiler. Bu medenîleşmenin meydana gelişi tamamen malûm değilse de, biz Avrupalıların Müslümanlara borçlu olduğumuz şeylerin hesabı çok uzundur," der. Haksız da değildir. Çünkü İslâm Medeniyeti, modern büyük müesseselerden en azından, ikisinin temelinde yatmaktadır. Biri hastane, diğeri rasathanedir. Bir diğeri ve üçüncüsünü de ona borçlu olmamız kuvvetle muhtemeldir ki, o da üniversitedir.
Aşağıdaki satırlarda, İngiltere'nin Leeds Üniversitesi'nde hocalık yapan M.R.Y, EBRIED (Sâmîler'le ilgili araştırmacı) ile M.J.L. YOUNG'un (Arablar'la ilgili araştırmacı) bu husustaki beyanlarını bulacaksınız.
Ortaçağ, modern dünyaya üç mühim müessese miras bıraktı: Hastahane, Rasathane ve Üniversite. Çoktandır biliyoruz ki, bunlardan ikisi İslâm Medeniyeti'nden intikal etmiştir. Birçok astronomik âletler, Yunanlılar tarafından icat edilmiş de olsa, Rasathane Müslüman halifelerin, bir başka deyişle İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a.v.) takipçilerinin himayesinde dâimi bir müessese halini almıştır. Bize kadar ulaşan vesikalara nazaran, yeryüzünde ilk daimî Rasathane, Halife Me'mûn, (Milâdî 813-832) tarafından, devlet merkezi olan Bağdat'ta 830 yıllarında kurulmuştur. Müslümanların tıbba en mühim hizmetleri, pek çok hastahaneleri kurmaları ve bunların bakımını yürütmeleri olmuştur. Onlar hastahaneyi, bir müessese olarak icat etmemiş olsalar bile, hastahanelerin teşkilâtlanma, mâlî imkânlarını sağlama ve bakımları konularında pek çok yeni gayret ve itinâ getirmişlerdir. Bu konulardaki fikirlerinden pek çoğu, bugünkü hastahanelerde, hâlâ gözle görülecek şekilde, te'sirlerini devam ettirmektedir.
Aynı şekilde Ortaçağ'ın üçüncü müessesesi olan Üniversitenin de varlığını büyük ölçüde İslâm Medeniyeti'ne borçlu olduğu, dolaylı şekilde ispat edilebilir.
Üniversitelerde asırlarca okutulan tıbbî, felsefî ders kitaplarının müellifleri arasında Avicenne (İbn-i Sina), Averroes (İbn-i Rüşd), Albategnius (Mehmed İbn-i Câbir, İbn-i Sinan el-Harrâm), Avempace (İbn-i Bâcce), Avenzoar (Ebû Mervan Ab-dül' Melik bin Ebi'1-Alâ), Albucasis (Ebû Kaasım Hallâf İbn-i Abbâs) ve Alpetraglus (Ebû İshâk el-Batrûcî) gibi İslâm müellifleri baş köşeyi şereflendirirler.
İslâm ve Hıristiyan dünyası arasındaki büyük husûmete rağmen, Avrupa üniversitelerinin bu ders kitaplarından istifâde etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Fakat gitgide artan pek çok deliller, bizzat üniversitenin menşeini Ortaçağ İslâm Dünyası'nda aramamız gerektiğini ifâde etmektedir.
Avrupa'da ilk üniversiteler kurulduğu zaman, en büyük İslâmî ilim ve irfan merkezleri, bir asrı çoktan aşan bir müddetten beri faaliyet göstermekte idi. Fas'taki Karaviyyîn Camii Medresesi 859'da kuruldu. Kurtuba Medresesi onuncu asrın bidayetinde, Kahire'deki el-Ezher Camii Medresesi 972'de, yine aynı şehirde Dâru'l-Hikmet, onbirinci asırda kurulmuş oldular.
İlk yüksek tahsil merkezleri Avrupa'da çok daha sonraları ortaya çıktılar. Bologne, Paris, Montpelliler üniversiteleri onikinci asırdan daha evvel kesin olarak mevcut değildiler. Bu üniversiteler Hıristiyan Avrupa'da zuhur ettikleri vakit, İslâmî benzerleri ile aralarında pek çok ortak vasıflar vardı. Talebeler, çoklukla, "milletler" hâlinde düzenlenmişlerdir. Yâni, ikametgâhları itibariyle geldikleri memleketlere göre gruplar teşkil ediyorlardı. Kahire'de el-Ezher Üniversitesi'nde Faslı, Yukarı Mısırlı, Iraklı., talebeler için müstakil yurtlar vardı... Paris Üniversitesi'nde talebe cemaati İngiltereli, Hollandalı ve diğer milletlerden talebeler ihtiva ediyordu. Talebelerin bu coğrafî esasa göre tanzimi Lincoln, Worcester ve Hereford Kollejleri'nde olduğu üzere Oxford'un bazı kollejlerinde de te'sir bırakmıştır.
Bir diğer benzerlik noktası, kendini, üniversite hocalarının hususî bir kıyafet taşımalarında gösterir: Resmî merasimlerde ve derslerde giyilen hususî cübbeler gibi. Hıristiyan Avrupa'da giyilmekte olana benzeyen geniş cübbeleri giyme âdeti, İslâm'ın ilim ve irfan merkezlerinde çok eskiden beri mevcuttu.
Hıristiyan Avrupa'nın ilk irfan müesseselerinde kullanılmakta olan tâbirler de İslâmî tabirlerle bir benzerlik arzetmektedir. Üniversiteyi ifâde etmek üzere kullanılan ilk tâbir "Studium Generale " tâbiridir ki, bu Arapça'daki "Dersleri takip için umûmî meclis" mânâsına gelen ve Arapça akademik bir tâbir olan "Meclis-i Amm" tâbirinin bir tercümesine benziyor.
Diğer bir müşterek nokta: Geniş bir şekilde her tarafa yayılmış olan talebelere ücretsiz eğitim sunma âdetidir. Keza, İslâm memleketlerinde bir diyardan diğerine giden seyyah talebe geleneği, Hıristiyan memleketlerinde kendini tahsil hayatının bir vasfı olarak ortaya koymadan çok önce, meşhur olmuştu. Müslüman talebeler, bir mes'ele üzerinde, herşeyi bir hocanın bileceğini kabul etmiyorlardı. Bu sebeple, bir tahsil merkezinden diğerine seyahat, bu talebelerin tahsil hayatında yer etmişti. Bu devamlı seyahatler, İslâmî terbiyenin en bariz vasıflarından biri olan İcâzef'in, yani "tedris müsaadesinin menşeinde yer alır. İcazet, bir hoca tarafından belli bir eğitim programının sonunda talebeye verilen diploma idi ki, bu, talebeye tahsil ettiği mevzularda ders verme hakkını tanıyordu. Bu müsaade daha dokuzuncu asırda mevcuttu. Daha geniş bilgi elde etmek gayesiyle bir akademik merkezden diğerine seyahat eden talebeler için, bu "tedris etme müsaadeleri " bir nev'i pasaport ve hususî mevzularda bir nev'i selâhiyet vesikası mahiyetini taşıyordu.
Burada enteresan bir hususu kaydetmeden geçemeyeceğiz: Bugün üniversite ile ilgili ilmî bir seviyeyi ifâde için kullanılan lisans (licence) tâbiri, "tedris müsaadesi" mânâsına gelen Lâtince'deki "Licentia doçenti" tâbirinden gelir ki, bu tâbir, bidayetten beri, Hıristiyan üniversitelerde, talebelere verilen diplomalara denilirdi.
Ortaçağ İslâm üniversitelerinde profesörler, tedris ettikleri şeylerde, ilk Hıristiyan üniversitelerindekilerden daha hürdüler. Binâenaleyh, Avrupa'da diploma verilmesi hakkı rektöre has iken Müslümanlarda her hocanın "tedris müsaadesi" verme hakkına sahip olması, bizi hayrete düşürmemelidir. Bu farktan sarf-ı nazar edecek olsak, "İcazet" ve "licentia doçenti" üniversite hayatında birbirinin aynı olan iki vasıta idi.
İslâm Üniversitesi tatbikatı ile Hıristiyan dünyasının üniversite tatbikatı arasında bu benzerlik, İspanya'da birbiri ile temasa imkân veren müesseselerin oynamış olduğu rolle izah edilir. Müslüman İspanya, Ortaçağ’ın en büyük akademik merkezlerinden biriydi. Tuleytula'nın Hıristiyanlar tarafından zabtından (1085) sonra, bu memleket, İslâm irfan meyvelerinin Hıristiyan Avrupa'ya geçtiği ana yol oldu. Tuleytula'da Rahip Raymond (ölümü: M. 1251) Arapça eserleri Lâtince'ye tercüme etmek ve böylece bunları Hıristiyan ilim âleminin istifadesine arz etmek için hususî bir mektep açtı.
Müslümanların felsefî, ilmî ve tıbbî eserlerinin teşkil ettiği hazineler, Hıristiyan profesör ve talebelerin istifâdeleri için Lâtince'ye tercüme edildiler. Şu halde Hıristiyan talebelerin, üniversitelerin teşkilâtlanmasıyla ilgili fikirleri, bu kitaplar vasıtasıyla İspanya'dan götürmüş olmaları kesindir.216
Uluğ Bey ve Semerkant Rasathanesi...
Dostları ilə paylaş: |