GÖRMEDİĞİMİZ ALLAH'A NASIL İNANACAĞIZ?
Doç.Dr. İrfan KÜFREVİOĞLU
Fakülteden mezun olduktan sonra birkaç yıl öğretmenlik yapmıştım. Doğu Anadolu'nun şirin bir kazasında, lisenin kimya derslerine giriyordum. Çevre ile münasebetlerim sıcaktı. öğrenci, öğretmen, idareci, veli, halk... Her kesimden insanla gayet iyi diyalogumuz vardı.
Hele öğrencilerime iyice ısınmıştım. Onlara gösterdiğim yakınlıktan cesaret alarak bana rahatlıkla açılabiliyor, her türlü problemlerini serbestçe sorabiliyorlardı.
O yıllarda ülkemizde anarşi kol geziyordu. Hele doğuda daha korkunç boyutlardaydı. Görev yaptığım lisede, sınıfına göre yaşı bir hayli büyük, hattâ benden daha yaşlı öğrenciler vardı. İri yarı, babayiğit delikanlılardı. Onların bu yapılarından istifade eden bazı mihraklar, temiz kalbli delikanlılarımızın beyinlerini zararlı fikirlerle doldurmuş, çoğunu anarşist yapmışlardı. Kalblerindeki mukaddes imanlarını ve onunla birlikte birçok insanî hasletlerini de çalmışlardı
İşte bunlardan biri de ZİYA idi. Lise son sınıftaydı ve yaşı sınıfına göre büyüktü. Babayiğitti, yağız bir delikanlıydı. Birçok mânevi duygularını çalmışlardı ama "hoca saygı"sı henüz tamamen kaybolmamıştı.
Bir gün utana sıkıla söz hakkı istedi:
Hocam, izin verirseniz birşey sormak istiyorum", dedi.
İç dünyasında fırtınalar koptuğu, kafasının karmakarışık olduğu belli oluyordu. Kafasındaki sorunun ağırlığı altında eziliyordu. Ben durumu gayet iyi anlıyordum. Elimden geldiğince onu rahatlatmak, zihnindeki problemi samimî bir şekilde ve bütün açıklığı ile ifade etmesini te'min için:
O da ne demek Ziya, ben sizin sorularınıza cevap vermek için burada bulunuyorum, tabiî sorabilirsin, seni dinliyorum," dedim.
Fakat hocam, sorum Kimya ile ilgili değil.
Hiç farketmez, sen sorunu samimiyetle ve açıkça sor.."
Hocam! Görmediğimiz şeye inanmayız. Allah'ı da görmüyoruz, o halde O'na nasıl inanacağız? diyorlar.
Böyle soruların gayet normal olduğunu, çok kişinin aklına takıldığını, hattâ çok sorulan bir soru olduğunu anlatıp onu rahatlattıktan sonra dedim ki:
Bak Ziya, herşey gözle görülmez, diğer bir ifadeyle herşeye gözle bakılmaz. Bazı şeylere dil ile, kulak ile, burun ile veya akıl ile bakılır."
Bu ifadelerim sınıfta bir şaşkınlık havası uyandırmıştı. Kulakla veya dile bakmak ne demek, soruları gözlerinden okunuyordu. Devam ettim:
Meselâ, güzel bir yemek pişirsem ve "Ziya gel şu yemeğin tadına bak" desem ve sen de "Hocam, ben gözümle görmediğime inanmam, yemeğin tadına gözümle bakacağım" desen ve gözünü yemeğin içine soksan, gözün de yemekle beraber pişer ve kör olursun. Demek yemeğin tadına dille bakılır. Aynı şekilde "şu esansın kokusuna bakın" dediğimde gözünüzle esansı aramazsınız, veya "şu musikînin güzelligine bakın" dediğimde kulağınızla bakarsınız. Bir de akılla bakmak vardır. Madem ki san'atlı eser ortada vardır, o halde bu eserin bir mühendisi olacaktır, diye aklınızla anlarsınız. İşte Ziya, biz de Allah'ı aklımızla görüyoruz."
Daha sonra sınıfa yönelerek konuşmaya devam ettim:
"Arkadaşlar, konuya bir fenci gözüyle hep birlikte bakalım. Selimiye gibi hârika bir eser mimarsiz olabilir mi? Peki vücudumuz bu mimarî yapıdan daha mı aşağı? Muazzam bir şehir görünümünde olan vücudumuzda 70 trilyon kadar hücre var. 150 bin kilometreye yakın bir damar sistemi bütün vücudumuzu kaplamış. Bir uzvumuzda olan en küçük bir aksaklık, hayatımızın sonu olabiliyor. İç âlemimiz öyle hârika olduğu gibi ve bütün insanlar esas azalarda ortak olduğu halde, hiçbir insan diğerine benzemiyor. Sima, ses, ahlâk vs. özelliklerimiz hep farklı. Bu hâdiseleri tesadüfe verebilir miyiz?
Mes'eleyi isterseniz biraz daha açalım: Bildiğiniz gibi canlılar âleminin kâinatta ayrı bir yeri vardır. Cansızlarda görülen san'at hârikaları canlılar yanında çok geride kalır. En basit canlılar da bakterilerdir. Bunlar arasında ilim adamlarının en fazla araştırma yaptıklarından biri de Escherichia Coli bakterisidir. Mikroskop altında binlerce defa büyüttükten sonra görülen bu canlının ağırlığı gramın beşyüzmilyarda biri kadar, çapı ise santimin yüzbinde biri kadardır. Bu kadar küçük bir sahaya tam beşbin tane madde yerleştirilmiştir. Ayrıca her bakteri gerekli ortamını bulduğunda, su, amonyak ve şekeri gıda maddesi olarak kullanmakta ve 20 dakika içinde bölünerek içindeki madde sayısı 10 bine çıkmaktadır. Bu hâdise, mükemmel bir kimyacının rüyasında bile göremiyeceği bir durumdur. Zira bir kimyacı bir kapta ancak bir reaksiyonu yapabilir. Aynı zamanda ilmin bu kadar ilerlediği bir devrede, ancak çok uzun zaman almaktadır. Hal böyle iken, E.Coli bakterisi içinde aynı kapta 20 dakika zarfında 5 bin madde sentezlenmektedir.
En basit canlıda durum böyle hârika ise, diğer canlılardaki olayları kıyaslayabilirsiniz.
Konuya bir başka açıdan da bakılabilir.
İnsan gözü herşeyi görebilir mi dersiniz? Herşeyimiz sınırlı olduğu halde gözümüz mü sınırsız acaba? Nasıl ki kulağımız frekansı 20 ile 20.000 arasındaki sesleri işitebiliyorsa, gözümüz de dalga boyu 450 ile 800 nanometre arasında olan ışınları görebiliyor. Bu ışınların ötesini ve berisini göremiyoruz. Röntgen ışınlarını, ultraviyole ışınları, infrared ışınları., vs.'nin varlığı sabit olduğu halde, gözlerimizle göremiyoruz. O zaman bunların varlığını inkâr etmek mi gerekir?
Arkadaşlar, aslında biz kâinata anahtar deliğinden bakıyoruz. Yani görme sınırımız bu kadar dar. Bunu bildikten sonra "görmediğim şeye inanmam" demek ne kadar saçma, değil mi?"
Ders boyunca Ziya dalgın ve durgundu, iç âleminde fırtınalar koptuğu anlaşılıyordu. Elleri şakaklarında devamlı düşünüyordu. Dersin sonuna kadar onu kendi hâline bıraktım.
Aradan 3-4 gün geçmişti. Bir akşam Ziya bir arkadaşıyla evime geldi.
Hocam, içeri girebilir miyim?
Elbette Ziya, evimiz herkese açıktır.
Oturdular, hazır olan çaydan ikram ettim. Ziya çayı yudumlarken konuşmaya başladı:
Hocam, buraya bir maksatla geldim.
Hayrola Ziya, hayırdır inşâallah.
Hocam, Müslüman olmak için geldim.
Doğrusu şaşırmış ve irkilmiştim:
O nasıl söz Ziya, sen zaten Müslümansın.
Vallahi Hocam, sizin konuşmalarınızdan evvel kafamda bir sürü soru ve şüphe vardı. Okuduğum bazı kitaplar ve bazı insanlar kafamı tamamen karıştırmıştı. Büyük bir bunalım içinde idim. Sizin sohbetinizden sonra günlerce düşündüm ve birçok geceler uyuyamadım. Fakat kararımı verdim , ben artık Müslümanım. Aklıma, vicdanıma en uygun gelen fikirler İslâmî fikirlerdir. İnançsız olarak yaşamanın hayvani hayattan farkı yok.
12 Eylül geldi elimden silâhı aldı, siz geldiniz kalbimdeki küfrü çekip çıkardınız, size minnet ve şükran borçluyum. Artık insanlık yoluna ilk adımımı atmış bulunuyorum. Allah sizden razı olsun.
Evet Ziya, kâinatta en büyük hakikat Allah'a imandır. Aynı zamanda en çok şaşılacak şey de Yaratanın inkâr edilmesidir. Kararın beni çok sevindirdi. İnşâallah bundan sonra Hak yolundan ayrılmazsın...
İnanmak konusunda tek kaynak duygularımız değildir, akıl ve nakil de önemli roller üstlenir. Biz, Mesnevi isimli kitabın mutlaka bir yazarının olacağına, olması gerektiğine aklımızla hükmederiz. Ama yazarın isminin Mevlânâ olduğunu bilemeyiz. O zaman nakil devreye girer ve o zâtın Mevlânâ olduğunu söyler, biz de inanırız. Nitekim inanıyoruz.
Akıl, "her eserin bir ustası vardır, kâinatın da bir sanatkârı olmalı" hükmünü verirken; nakil, "O sanatkâr zât Allah'tır" derken; göz, şaşkınlık içinde, "Nerde, ben göremiyorum" diye sızlanmakta. Hangisine güveneceğiz? Benzeri hayvanlarda da bulunan göze mi, yoksa insanı diğer varlıklardan üstün kılan akla mı? İşte konunun can alıcı noktası! "Görmediğime inanmam" demekle, "Ben gözlerimle düşünürüm" demek arasında fark yok. Şu halde akıl ne işe yarayacak?...
Ömer Sevinçgül158
Dostları ilə paylaş: |