İLK ROKETİ, İLK TELGRAF HATTINI, İLK DENİZALTIYÎ KİM KULLANDI?
Nezih ÖZOKUR
Tarihi okuyanın hafızası çoğalır derler ama sadece okumak yetmiyor. Bir de, harfler arasındaki boşluğu bile çözebilecek dikkat gerekiyor. Çünkü, bugün olduğu gibi dün de, hain eller oralara kadar uzanmıştır.
Daha yakın tarihte gemiler dolusu arşivimiz, yok bahasına Bulgaristan'a satılmıştır. Buna rağmen yine de elde kalan vesikalar, araştırmalarımız için kâfi gelmektedir.
Nelerin bize ait olduğunu ve nasıl alındığını, tarihin derinliklerine indikçe daha iyi anlıyoruz.
Müslümanlar daha 12. asırda barutun formülünü kesin şekilde tespit etmiş, barut fabrikaları kurmuşlardır. Ve bunu 13. asrın yarısında da roketler için itici madde olarak kullanmışlardır.
O devre âit kitaplarda "Alev püskürterek hareket eden, işleyen ve yanan yumurtalar", "Gök gürlemesi gibi gürültü" yapan roketlerden söz edilmekte ve ilk defa "füze ile harekete geçen torpillerin" şekillerine varıncaya kadar detaylı bilgiler verilmektedir. İşte bunlardan biri, Hasanü'r Rahman adlı Müslüman bilginin 1275 yılında kaleme aldığı "Harp Tarihi" adlı eserdir. Bu asırda ilim adamlarının destekleyicisi, bizzat Sultanlar olmuş, "Güherçile" denilen kimyevî maddenin, tahrip gücünü araştırmak üzere kimyagerler görevlendirilmiştir, lâboratuvarda geceli gündüzlü süren çalışmalar sonunda, birçok kimyevî keşiflerde bulunulmuştur. Bu keşiflerden Avrupa ancak 2 asır sonra haberdar olabilmiştir. O da çok kötü kopyalama usulleri ve İtalyanca tercümeler vasıtasıyle...
Endülüslü Müslümanlar 1325'de İngilizlerle tutuştukları savaşta düşmanlarına toplarla karşı koymuşlardır. Yine 1329'da Fransızlara karşı mermiler ve namlular konuşurken şaşkına dönen Fransa kralının yaptığı tek şey: "Sevgili İsa, beni ve halkımı kurtar!" diye, inlemek olmuştur.
Bunu biz değil onlar söylüyor. Fransız Tarihçisinin savaş meydanındaki hâtıralarından alınmadır.
Yıl 1847. İstanbul Beylerbeyi Sarayı'nda o gün her zamankinden farklı bir canlılık vardı. Salonlar, koridorlar ve merdivenlerdeki bir takım kimseler, ellerindeki tel bobinleri sağa sola seriyorlardı. Devrin Padişahı Abdülmecid (1823-1861) ve saray halkı, merak ve heyecan içinde onların bu hareketini seyretmekteydi.
İnsanların çok uzak mesafeden birbirleri ile temas ve haberleşmesini sağlayacağı söylenen bir âletin tecrübesi yapılacaktı o gün. Amerikalı bir araştırmacı olan Samuel Mors'un bulduğu bu âletin değerini, ne anavatanı olan Amerika'da ve ne de Avrupa'da anlayacak kimse çıkmamıştı. Çaresiz kalan Mors, Müslümanların ilme ve ilim adamlarına verdikleri kıymeti duyarak şansını denemek için İstanbul'a kadar gelmişti.
Eksik olan parçalardan bir kısmım İstanbul'dan te'min etti ve saraya telgraf hatları çekti.
Herşeyin hazır olduğu söylendiği zaman Sultan Abdülmecid'e "Emredin yazalım" denilmiş, Padişah da, "Beklenen gemi geldi mi, Avrupa ne hâl içindedir?" sözlerini verici cihaza yazdırmıştı. Alıcı cihaza kaydedilen bu sözler bir kâğıda yazılıp Padişah'a getirilince, Sultan Abdülmecid hayretler içinde "Maşaallah, maşaallah" diyerek, Samuel Mors'u elmaslı bir madalya ve üzerinde kendi imzası olan bir ihtira belgesi (Patent) ile taltif etmiştir. Yine dünyada ilk telgraf hattı 9 Eylül 1855'te İstanbul Edirne Varna Kırım arasında kurulmuştur.
Tarih 3 Aralık 1719. Lâle devri. Padişah III. Ahmed (1673-1736), şehzadelerinin sünnet düğününü yaptırtıyor. Günlerce süren eğlencelerin 13, günü, deniz rengârenk kayıklarla dolu. Sahil sarayında eğlenceleri seyredenler, birdenbire denizden koca bir timsahın çıktığını görerek şaşkınlık ve hayretler içinde kaçışıyorlar.
Sarayın sahiline yaklaşan dev timsah sahile varınca ağzını açıyor ve içinden, ellerinde pilâv ve zerde taşıyan adamlar dışarı çıkarak Padişah'a yemek ikram ediyorlar.
Eğlence olsun diye yapılan bu timsah, denizaltı gemisinin ilk şeklinden başka birşey değildi. Tersane Başmimarı İbrahim Efendi'nin yaptığı bu denizaltı, Topkapı Sarayı müzesi kitaplığında "Surnâme-i Vehbi" adıyla bilinen (Seyyid Ahmed Vehbi)'nin kitabında kayıtlı olup dünyada denizaltıcılığın başlama noktasına ait ilk vesikadır.264
Peygamberimiz İstikbalde Ortaya Çıkacak Meselelere de Işık Tutmuştur.
KUTUPLARDA NAMAZ VE ORUÇ NASIL YERİNE GETİRİLİR?
Mehmet DİKMEN
Dünyamızın her tarafında gece ve gündüz süresi 24 saat olarak cereyan etmemektedir. Yeryüzünde, gece ve gündüzlerin aylarca, haftalarca sürdüğü kutup mıntıkaları yanısıra, güneşin batmadan yeniden doğduğu, yani, gecenin hiç bulunmadığı bölgeler de vardır. Buralarda oturanlar her gün 5 vakit namazlarını nasıl kılacaklardır? Oruçlarını nasıl tutacaklardır?
Bu gibi yerlerde namaz kılma mes'elesinde, biri fetva, diğeri ihtiyat ve takva diyebileceğimiz iki görüş vardır.
Birinci görüşe göre: Namazın sıhhati için vakit şarttır. Vakit girmedikçe, namaz mükellefiyeti, tahakkuk etmez. Çünkü fıkıh usûlünün umumî kaidesine göre: "Namazın sebebi vaktin girmesidir. Vakit girmeyince, sebeb yoktur. Sebeb olmayınca da müsebbeb (namaz) olmaz."
Bu hükümden dolayı, kutuplarda ve diğer anormal vakitli yerlerde yaşayan kimseler, hangi vakte rastlarsa o vakit namazım kılarlar. Tahakkuk etmeyen vakit namazını kılmak zorunda değildirler. Kılmadıkları için hiçbir mes'uliyetleri de yoktur. Bu, tıpkı, ayakları kesik bir kimseden, abdestte ayaklarını yıkama mecburiyetinin ortadan kalkması gibidir. Vakti olmayan namaz da mükellefin omuzlarından düşer.
İkinci Görüş: Kutuplar gibi gece ve gündüzlerin anormal uzunlukta olduğu yerlerde, namaz ve oruç gibi ibâdetlerin ifası hususunda, bâzı âlimler, Müslümanları ibâdetlerin feyzinden mahrum etmemek için, ihtiyat ve temkin yolunu benimsemişler, takva cihetini tercih etmişlerdir.
Buna göre, kutuplar gibi anormal vakitli yerlerde oturan kimseler, namazlarını aynı meridyen üzerinde kendilerine en yakın bulunan normal vakitli yerlerin takvimlerine uymak suretiyle kılarlar. Oruçlarını da aynı şekilde ifa ederler.
Bu şekilde düşünen İslâm âlimleri, "Ancak bir sene kadar uzun sürecek Deccal günlerinde namaz vakitleri takdir edilir..." mealindeki hadîs-i şerifin işaretine dayanmaktadırlar. 265
Görüldüğü gibi hadîs-i şerifte, 1 gün, bir sene kadar uzadığı takdirde 5 vakit namazın normal 24 saatlik vakit üzerinden takdir yoluyla kılınabileceğine ima edilmektedir. Demek ki kutuplarda vakit yok diye namazı terk yerine, takdir yoluyla, namazları 5 vakit kılmak mümkündür. Ve bu daha ihtiyata uygundur. Böylelikle Müslümanlar ibâdetlerin feyz ve nurundan nasibsiz kalmamış olurlar. Kutuplarda takdir yoluyla günde beş vakit namazın kılınabileceğini söyleyenler; güneşin batıp hemen doğması sebebiyle sabah veya yatsı ve vitir namazlarının vaktinin olmadığı yerlerde ise, bu namazların sakıt olmayacağını, kazasının gerektiğini söylerler. Çünkü, her ne kadar namazın sebebi vakitse de, asıl sebeb ve illet, emr-i İlâhîdir. Allah'ın "namaz kılınız" şeklindeki emir ve hitabıdır. Bu cihetle her Müslüman 5 vakit namazla mükelleftir. Vakti olmayan namazlar ise, kaza edilir. İmam-ı Şafiî'nin de içtihadı bu şekildedir.
Oruç ibadetinde de aynı durum vardır. Orucun, sebebi olan ayı görmek mümkün olduğu halde, imsak ve iftar vakitleri taayyün etmemektedir. Bu sebeble, oruç ibadetinin de mükelleften sakıt olacağını söyleyen âlimler olduğu gibi, namazda olduğu şekilde takdir yoluyla oruçların tutulması gerektiğini söyleyenler de vardır.266
Kuran da, İkindi Namazından Bahsedilmesindeki Sır...
Dostları ilə paylaş: |