Merhamet nedir deseler, biz de sözlüğü açıp baksak ne anlama gelir diye, görürüz ki bir başkasının zor durumda olmasının etkisiyle duyulan üzüntü, acımadır sadece. Hatta açıp bakmaya gerek bile duymayız, merhamet bu, zaten bildiğimiz şey, herkes bilir merhameti diye düşünürüz. Peki ya sözlük anlamı dışında merhamet kavramı ne ifade eder bizlere? Acımakla ya da üzülmekle merhamet etmiş olunur mu, yoksa merhamet, fedakarlıkla bir araya geldiğinde mi anlam kazanır? Kolay yolu seçmek her zaman elimizdeki alternatiftir aslında, çoğu zaman göz ardı etmeyip de memnuniyetle tercih ettiğimiz bir alternatif. Bu yüzden olsa gerek karşımızdakinin zor durumuna üzülmenin bizi merhametli bir insan yapmaya yeteceğine inanırız. Kolayı budur çünkü, biraz üzülmek bizi daha iyi, daha merhametli bir insan kılar, biz de böylece üzerimize düşeni yapmış ve vicdanımızı rahatlatmış oluruz. Oysa gerçekten üzülmek daha fazlasını gerektirmez mi? Gerçekten üzüldüysek, merhamet ettiysek bir şeyleri değiştirmeye çalışmamız, değiştiremesek bile en azından çaba sarf etmemiz gerekmez mi? Bu noktada devreye giren kavram ise fedakarlıktır. O seçmekten çekindiğimiz, zor olan yol da merhameti cesaret ve fedakarlıkla yoldaş olarak tanımlamak ve bu şekilde içselleştirmektir.
Merhametli olmayı yaptığı fedakarlıkla ölçen ne kadar az insan var çevremizde. Kime sorsak, merhametli olduğunu söylüyor, ama ne kadarı gerçekten merhametli bilemiyoruz. Oysa zor durumda olanın haline acımak zaten insani bir içgüdü, bize “ merhametli “ sıfatını kazandıracak bir eylem değil ki! Üstelik, birçoğumuzun sandığının aksine merhametli olmak zaaflara sahip olmak, çabuk aldanmak demek de değil; fedakar olmak ve güçlü olmak demek. Çünkü fedakar olabilmenin ön koşulu güçlü olmak. Hani, merhametten maraz doğar derler ya, o doğabilecek marazlara rağmen yapabiliyorsak bir şeyler, işte o zaman gerçekten icra etmiş oluruz merhamet denen sanatı. Yoksa elimizi taşın altına koymadıktan, kendimizden bir parça da olsa ödün vermedikten, bir şeyleri karşımıza almadıktan sonra merhamet kuru bir kavram olarak kalacaktır hepimiz için. Gerçekten merhametli olduğuna inandığım bir insanın hikayesi belki de her şeyi açıklığa kavuşturacak, merhameti yalnızca sözlüklerde anlam ifade etmekten çıkarıp yüreğimizde de anlamlandıracak olan. İki çocuk annesi bir kadının hikayesi... Üstelik, iki çocuk annesi olmayı on beş sene bekleyen bir kadının. Hikayemizin kahramanı, bu on beş sene boyunca her türlü tedaviyi denedi, bir bebek sahibi olmak için göze alamayacağı şey de yoktu aslında. Bebek sahibi olma kararı ve tedavi sürecinden on sene sonra bir karar daha verdi, bir bebek evlat edinmekti kararı. Elbette ki çok farklı tepkilerle karşılaştı, destekleyenler de oldu, kendi çocuğunu doğurmakla aynı şey olmayacağına ikna etmeye çalışanlar da. Dünyanın en zor işiydi anne olmak, bir başkasının çocuğunu öylece sahiplenmekle olacak bir şey değildi çünkü; fakat bu telkinler bir şeyi değiştirmedi, annemiz verdiği karardan vazgeçmedi. Bununla beraber, kendi bebeğini doğurma isteğinden ve her türlü tedaviyi denemekten de vazgeçmedi. Böyle karmaşık ve dengesiz tepkilerle, beklentilerle, umutla ve bazen de umutsuzlukla geçip giden senelerin ardından mucize dedikleri şey sonunda kendini gösterdi. Annemiz, bebek beklediği haberini aldı aynı anda iki yerden; biri hastane, ötekiyse Çocuk Esirgeme Kurumu. Büyük bir heyecan kapladı yüreğini, tüm benliğini, elbette ki biraz da korku. Karnındaki bebeğe bir şey olursa ne yapardı bilmiyordu çünkü. Öte yandan evlat edinme kararını tekrar sorgulamasını isteyenler de oldu, nasılsa kendi bebeği doğacaktı artık, ötekine ne gerek vardı ki? Üstelik o anne olmadığı için bilmiyordu ama, bir başkasının çocuğunu kendi evladı gibi sevmesi mümkün değildi. Bu noktada bir iç hesaplaşma yaşadı belki annemiz, doğru olabilir miydi söylenenler? Doğru olsa dahi, kendi bebeğine sahip olabilecek diye, yuvada ona anne demek için bekleyen minicik bir cana nasıl sırt çevirsindi ki? Kısa bir çalkantılı dönemin ardından anladı ki çeviremezdi de zaten, kim ne derse desin o iki bebeğinden de vazgeçmeyecekti, hem bunca zaman gelmediklerine göre onlar da birbirlerini beklemişti demek ki. Cesaretiyle, kararlılığıyla, endişeleriyle ve ne olursa olsun kaybetmemeye çalıştığı umuduyla yaşadığı bu sürecin, bu bekleyişin sonu geldiğinde biri kız biri erkek iki bebeğin annesi olarak buldu kendini. Yakın zamanlarda, farklı insanlardan, farklı yerlerde dünyaya gelmiş, ama bir annede, bir babada, bir yuvada buluşmuş iki bebeğin, birbirlerine anne karnında değil de dünyada kavuşmuş ikizlerin annesi... İkizleri artık altı yaşında olan söz konusu annemiz, esas merhamet sahibi olan insan değil midir? Tepkilerle başa çıkabilme cesaretine, bir başkasının doğurduğu çocuğa anne olabilecek, onu yalnız bırakmayacak merhamete, onu dünyaya getirdiği bebeğiyle hiçbir fark gözetmeksizin, sonsuz kadar sevebilecek kocaman bir yüreğe sahip olduğu için merhametli sıfatını ona bahşetmek gerekmez mi? Peki ya bu durumda basit olaylarda bile işin kolayına kaçan bizlerin de kendimizi merhametli bireyler olarak tanımlaması ne kadar gerçekçi? Görüyoruz ki onun bizlere fedakarlığın ve cesaretin sentezini merhamet olarak sunmuş olan hikayesi, biraz da kendimizi sorgulamamız gerektiğini ima etmekte, o çok yoğun, koşuşturmacalı hayatlarımızda “ merhamet ettim ”, deyip geçtiğimiz birçok durum için şapkayı önümüze koyup da düşünmemiz gerektiğini anlatmakta. Elimizden gelen birçok şey varken, pasif ama merhametli insan olmayı sorgusuz sualsiz tercih ettiğimiz gerçeğiyle yüzleştirmekte bizi.
Otoyolda son hızla giderken arabanın penceresinden dışarıya dalıp gideriz ya hani, ne kadar hızlı gittiğimizi hissetmez ama yine de önünden geçip gittiklerimizi istediğimiz kadar seyredemeyiz, başımızı arkaya çevirip uzaklaşmasına bakakalırız öylece, sonra da unutup devam ederiz sırayla önümüzden geçenleri izlemeye... İşte hayatı da böyle ıskalar olmuşuz farkında değiliz; diğerlerini sollayalım, bir yerlere yetişelim, en iyisi olalım derken esas görmek istediklerimizin, merak ettiklerimizin de önünden hızlıca geçip gitmişiz, onlardan uzaklaşmışız. Durmaya ya da geri dönmeye ise ne cesaretimiz var, ne de zamanımız. Bu yüzden sorgulamadan, anlık düşüncelerle yaşar olmuşuz, tıpkı merhamet kavramını birazcık üzülmek, merhamet etmeyi hızlıca bir “tüh” demek zannedip, fazlasına çabalamadan, hiç yavaşlamayacakmışçasına yolumuza devam etmemiz gibi...