(İkinci Olarak : Disânîlerin118 Sözleri Ve Sözlerinin Fasit Olduğunun Açıklanması)
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Disânîlerin sözleri, esasta me-nânîlerin sözleri gibidir. Fakat onlar, diyorlar ki : Ziyanın hepsi beyazdır, karanlığın tümü de siyahtır. Ziya, diridir. O, ölü' olan karanlığa imtizaç edendir. Çünkü119 karanlığa kavuştuğu yönde onda katılık120 bulmuştur da onu yumuşatmak için kendisi ile imtizaç etmeyi murad etmiştir. Bazen katı olan yumuşar. Tıpkı eğe ile bazısı, bazısından naklolunduğu zaman testeredeki demir, katı olduğu gibi, yarık olan121 giderilip cüzleri düzenlediği vakitte yumuşar.
Bazıları dediler ki; hayır, öyle değil, bilakis, ziya, karanlıktan eziyet görür ve onu kendisinden defeder. Ve bunun için ona imtizaç etmiş olur. Tıpkı bu, toprakta çürüyen kimse gibidir. Gerçekten çıkmayı teklif ettiği zaman kendisinde girme ziyadeleşir. Hareket, ziyadan olur. Hareketsizlik de onun zıtündan. Çünkü her ikisi de birbirine zıt olanlardır. Onlar, ziya ve karanlık olarak iki asim bulunmasını vacip kıldıkları gibi iki de fer'in bulunmasını gerektirdiler : Biri, ziyanın hareket etmesi ve hissi. İkincisi ise karanlığın hareketsiz ve hissiz olması. Bunları ziya ile karanlıktan başka hiç bir şeyi açıklamaksızın ifade etmişlerdir.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, onların sözlerini, Allah-u Teâlâ'nm kendisine düşman olmayı tercih eden ve dağıtımdan uzaklaşan kimseye olan öfkesini bilmeniz için zikrettik. O kimse ki Allah'a itaatten kaçınmış, ona düşman olmayı tercih etmiştir, kendi yaratılışım Allah'a boyun eğerek düşünmemiş, ona hak kapısını açmak ve dinine hidayet etmek ve muvaffak kılmak için yalvarıp niyazda bulunmamıştır. Fakat o, dünyaya meyil edip dünyaya kapanmış ve şehevî, nefsânî isteklerine rağbet etmiş olduğundan kendi nefsine havale etmiş olup kendisini düşmanından korumamiştır. Çünkü o, Allah'a niyazda bulunmamış ve kendisine meylettiği dünyanın gayrine rağbet etmemiştir. Allah'tan^ yardım talep ederiz.
Asıî olan şudur : Gerçekten Allah-u Teâlâ kulunun helakini, kulun kendisini Allah'a itaatten alakoyup, onu inkâr etmeğe sevk ettiği şeyle gerçekleştirir. Bunu, kendisine emrettiği şeyin, onu helak etmesinden korktuğu, ondan kurtulmayı arzuladığı şeyin lüzumunu ona hissettirmesi ile Allah'ı inkâra sevketmiş olur. işte onlarda, kendisinden hayır sadır olandan şerrin sudur etmesi muhtemel olmadığı zannma kapıldıkları için iki ilâhın var olduğunu ve her birinin aslmm diğerinin aslından başkası olduğunu söylemeğe koyuldular. Sonra kendilerince hayrın aslı olanı, şerrin nihayeti, şerrin aslı olanı da hayrın nihayeti yaptılar. Çünkü, onlar ziyayı, vardığı yerden habersiz olup, ondan bir şey bilmez bir hale, hatta iki şeyden birine göre ona yapılan eziyeti red edip kendisinde devamla kalmayı istemiştir. Onun üzerine kadir olmadığını bilmediği gibi, onu reddetmeyi kasdettiği müddetçe orada kalacağım da bilmez. Kurtulmaya da gücü ve kudreti yoktur. Zira onunla yok olmuştur. İlki onun ezasını reddetmek ve sertliğini yumuşatmak için ona varmış olur. Çünkü onun üzerine kadir olmadığını bilmez. Ondan kurtulmadan da acizdir. Mani'nin sözüne göre de durum böyledir122. Zira onun sözüne göre karanlık, ziyaya başkaldırmış, onu kendi hapishanesine atmış ve kendi zinciri üe123 onu sımsıkı bağlamıştır. Hatta o, geldiği yeri bilememiş, kurtulmaktan da aciz kalmıştır. Her hayrın başlangıcı, ilmin nihayeti, her hayrı ihata etmek ve ona ulaşılması ancak ve ancak onun üzerine olan kudretle hasıl olur. Bunun için ziyadan her iki hususu giderdiler. Ve onları karanlığa gerçekleştirdiler. Böylece ortaya atıp pekiştirdikleri şeyin hepsini nakzedip yıkmağa vardılar. Zira onlar şöyle derler : Gerçekten hayrın hepsi, onların hepsi içindir. Böylece ziyayı hayrın ekserisinin dışında; karanlığı da şerrin ekserisinin dışında kıldılar. Sonra her iki hususu bire gerçekleştirdiler. Her zümrenin kendisi ile kurtulmayı zannettiği şeyle helak olacağını bilmesi için o birin iki varlık olduğunu söylediler. Tevfik Allah'tandır.
Bununla beraber eğer o iki vecihten dolayı iki ilâhın vacip olduğunu söylemek gerekseydi, tabiatler için dört ilâhm bulunduğunu söylemek vacip olurdu. Çünkü tabiatler birbirlerine zıttır. Hepsi, birbirine zarar vermektedir. Eğer dört ilâhm var olduğunu söylemek vacip olsaydı, şeyin kâim olması altı cihetten hâli kalmaz. Bunun için altı ilâhın olduğunu söylemek vacip olurdu. Bu da yedi ilâhın var olduğunu söylemek icabet-tirirdi. Çünkü o cihetler kendisinde bulunan, daha önce geçmiş olan cihetle vasfolunmaz. Veyahut kendisinde toplanan tabiatler7 beşinci olmasıyla beş ilâhın bulunduğunu söylemek gerekirdi ki, bu beşincisi ne sıcaklık ve ne de soğukluk ile vasfolunur. Eğer senviyelerin dedikleri gibi iki aslın var olduğu kabul edilmiş olsaydı, üçüncü varlığın bulunduğunu söylemek vacip olurdu. Çünkü o iki asıl var iken ne âlem vardı ve ne de hayır ve şer. Bir şeyin kendi nefsinde mütebayin olması ve aynı zamanda içtima ve tenakuzu icabettirmiyecek şekilde kendi nefsi ile imtizaç etmesi mümkün değildir. Öyle ise, onun her ikisinin gayri ile var olduğu sabit olmuştur ki, onunla da her hayır ve şer var olur. Böylece onların ispat etmesini kasdetmeleri bakımından söyledikleri sözler batıl olur.
Sonra bir ilâhın varlığını söyliyen kimseyi, o sözü her hangi bir ve-cihle başka bir söz söylemiye mecbur kılmaz. Esasen bu husus şöyle izah edilir. Gerçekten onlar, öyle bir kavimdir ki, onların akılları eşyada, Allah'ın hikmetini idrak edecek dereceye ulaşmamıştır. Ve onlar, Rabb'in her türlü belâ ve musibet şaibesi, âfetlerin muhtemel olması, şehevî istekler ve ihtiyaçtan kendilerinin bulunduğu sıfat üzere olduğunu sandılar. Allah'ın fiillerini, kendilerinin fiilleri ile bilmiş oldukları hikmetle takdir ettiler. Onlar, eğer eşyayı kuşatmaktan meneden zarurî perdelerden ve kendilerinin meşakkatlerinin hepsinin içinde bulunduğu ve kendi maslahatlarına olan şeyleri düşünmüş olup çalışmış olsalardı, bunlardaki hikmeti idrak etmekten onları alakoyan şeyin cehalet olduğunu ve buna da insanlardan kendilerinin daha lâyık olduklarını bilirlerdi. Çünkü onlar, iddia ediyorlardı ki, gerçekten âlem, ancak ziya ile karanlığın birbiriyle imtizaç etmesinden ibarettir. Ziyanın cüzlerinden hiç bir cüz yoktur ki karanlığın cüzlerinden biri ile bağlı bulunmasın. Karanlığın kendisi bir perdedir. Sonra O, ziyaya hakimdir. Ziyadan meydana gelmesi istenen hiç bir hayır yoktur ki karanlık onu hükmü altına alıp mezhep ehline tecelli etmesini124 engelleyip örtmesin. Öyle ise onlar için ilim ve hikmetin yoluna vukuf bulma nereden gelir ki, onlar, diğeri hakkında beşerin davası ile iddiada bulunsunlar? Sonra şu hususa da taaccüp edilir ki, onların ziyası kendi nefsi ile kaim olması ve zulmetin şaibelerinden kurtulması ile beraber kendisinde darlıktan, sıkışıklıktan ve acz ve cehaletten imtizaç125 ettiği şeyi bilmiyor. Sonra126 onun cüz'ünden, cevherinden çektiği ve düşmanının eline düştüğü zaman düşmanının kendisini tamamına ulaşması mümkün oîmıyan hikmete binaen serbest bırakması umulmaktadır127. Hikmeti iddia etmiyen ve hikmet ehli ile münazarada bulunmayan, hikmeti niyet etmeye de başlamıyan kimse için daha gerçektir. Çünkü o, kendi nefsindeki şer ve hayırdan ibaret olan iki cevhere rücu eder. Yanında bulunan herkes de böyledir.
Amma hikmet hakkında teşebbüste bulunmak, ziyanın cevheri ile olursa hikmet hakkında kendisi ile konuşan kimse de böyledir her ikisi de onların katında kendilerine bir gey gizli olmayan hikmet sahibi olanlardır. O vakit ikisinin birlikte olmasının manâsı yoktur. Her ikisi de kendi nefisleri ile orada bulunmaktadır. Yahut karanhk cevheri ile girişimde bulunur ki, her ikisinin hikmete muhtemel olması mümkün değildir. Yahut ikiden birisi ziya cevheri, diğeri de karanlık cevheri ile olur. Bu surette olduğu vakit birinde cehaletin bulunması, diğerinde de ilmin bulunmasının ihtimali yoktur. Öyle ise bu hususta konuşmak abes ve manasızdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra bu mevzuda asıl olan odur ki; gerçekten kim ki bir iş işleyip onun helak olup yok olmasından onunla faydalanmazsa o, kimse kendini boşu boşuna yormuş olur. Ai-lah-u Teâlâ ise, başkasına muhtaç olmaktan yüce ve kendi nefsi ile gayrinden müstağni, ve ihtiyaçlardan berî ve yüce olduğu içindir ki, yarattığı şey ile faydalanması için onu yaratmamıştır. Bu suretle fi'li ile bizzat kendisinin faydalanması batıl olur. Sonra yarattıklarını sırf yok etmek için yaratmış olsaydı yaratmasında hiç bir manâ bulunmazdı. ÖyIe İse gerçekten âlemin yaratılması sonuçları için olduğu sabit olur. Sonra Allah~u Teâlâ, mahlûkatı yarattı ve fakat kendisine işin akıbetlerini idrâk etme ve ayırt etmeyi bilme halinde kılmadı. Bununla sabit olur ki Allah-u Teâlâ, mahlûkatı yarattı fakat kendi nefisleri için değil. Mahlûkatı, kendilerinin yaratılmış olduğunu bilmeleri için yaratmıştır ki, onlar; kendilerinde bulunan bütün sanat eseri ile kendilerini yaratanı bilirler ve ondan sonuçların yararlı olmasını isterler. Hatta fi'li bu hususların dışına çıkan bile. Çünkü o, yani Allah, bütün başkalarının kendisine muhtaç olan ve fi'linde hikmet sahibi olandır. Bunun içindir ki sonuçları idrâk etmelerine sebeb olan akıllarından kendilerinde yaratmış olduğu nimetleri yoketmemesi için onu yani Allah'ı sevmeleri ge~ rekmektedİF. Çünkü onlar, tedbir ve idareleri ile başbaşa bırakılmış 128olsalardı sonucu beğenilmeyen ve menfaat eseri bulunmayan şeyde kendilerinin böyle bir şeyi meydana getirmelerine razı olmazlardı. Bunun gibisini alıp kabul eden kimse, cahil ve aptalın tâ kendisidir. Bu zikrettiğimiz hususlar lâzım olunca, zararlı ve menfaatli olanların yaratılması ve elem ve lezzette ihtimali bulunan ve elem ve lezzetleri meydana getirmeğe vesile olan cevherin yaratılmasında bir hikmetin bulunması gerekmektedir.
Bunları Allah-u Teâlâ, nefislerinin kendisi istedikleri §eyi ve kendisini istemeyip kaçındıkları hususu bilmeleri için yaratmıştır ki, imtihana tutulmuş oldukları şeyde kendi mislini, yani istediklerini istesinler ve istemediklerinden de kaçınıp korunsunlar, yine zararla menfaati bilsinler ki, eğer onlar olmamış olsaydı kendilerinin yaratılmasında hiç bir manâ bulunmazdı diye Alalh-u Teâlâ, onları bu iki sebebe binaen muhtelif bir şekilde yaratmıştır. Sonra kendi lûtfu keremi ile her cevheri fayda ve zarara ihtimali bulunmak suretiyle yaratmıştır ki onunla başkasına sirayet etmiş olur. Ve yine her cevherin menfaatini kendilerinde zararlı unsur bulunan cevherlerden gayrisine ulaştırdı ki bakıp gören kimseler onların hepsinin müdebbirinin gerçekten bir olduğunu bilsinler. Ve eğer onlar bir çok ve muhtelif olanlardan meydana gelmiş olsaydı, nıahlûkat birbirlerine girip birbirlerini yok ederlerdi. Çünkü hayır cevherinden hayırdan başka bir şey gelmez. Şer cevherinden de serden başka bir şey gelmez. Bunlardan her birerlerinin yaptığı, diğerinin yaptığının bazısı olur. Ve bunun benzeri ile kaim olan şey de âlemin fesada uğramasına sebeb olur. Öyle ise âlemin beraberce bulunması ve bir kısmının menfaatlerinin diğer bir kısmına bağlı olması bu görüşün fasid olduğuna delâlet etmektedir. Gerçekten biz, âlemin hepsini yaratanın bir olduğunu söylemezsek birden fazla sayıları söylememiz mümkün olmaz. Çünkü onlardan biri, onun üzerine delâlet edeni, kendisinde helak olanı" ayırmasına kadir olmaz. Kendisine delâlet edecek bir ilmi de bildirmiş değildir. Kendi mislini hakkıyla bilmek ve onun halini anlamak vacip değildir. Böylece bütün ilim çeşitlerinin aslı ve furûu bilinmediği için ilim tüm olarak fasid olurdu.
Bununla beraber iki cevherden birinin menfaat vermesi, diğerine zarar verir, işte orada zararla menfaat birleşir. Ve onunla menfaatin sağlanması kendisiyle beraber menfaati meneden bulunduğu için kesinlikle batıl olur. Âlemin bulunması ve âlemin her birinde faydanın var olmasında onların yaratıcısı ve idarecisinin gerçekten bir olduğuna delil vardır. Çünkü her zararlıyı lûtfu ile zararlı olduğu yönden amelini hapsetmiştir. Bunu da menfaati murad ettiği kimseye ulaştırması için129 menfaatten neyi murad ettiği ise onu kabullenmesi için yapar. İşte kim, onun zararını murad eden kimse hakkında bu konu böylece izah edilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bununla beraber bilinmektedir ki, gerçekten akıllar, yemek ve içmek için yaratılmamışlardır. Bu hususta aklı olanla aklı olmayan birdir. Bir zümre vardır ki onlar, yemezler içmezler. îşte onların bir zümrenin kalbinde tazim ve hürmetleri vardır130; o yemiyen, içmiyenler de meleklerdir. Bununla sabit olur ki onlar, bakmak ve ibret alınmak için yaratılmışlardır. Çünkü kendisinde övülecek ve güzel görülüp benimsenecek husus vardır. Böyle olunca da hikmette cevherlerin muhtelif olarak yaratılması lâzım gelir ki, tam bir ibret alma yolu ile ve tam bir bakma hakkının verilmesi husule gelmiş olsun. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Gerçekten görünen âlemde bilinen şudur ki, her iki işi birden yapan131 kimse daha tamam bir iş yapmıştır. Hatta onu bilmediği zaman kendisine zarar verecek şeyden korunmasına hiç bir kimse kadir olamaz. Buna göre iki hususun hikmete binâen birden yaratılması ikiden birinin yaratılmasından daha tamam ve daha gereklidir. Bununla beraber onun yaratılmasmda failin gani olmasına ve her şeyin olduğu gibi lâyık olduğu ile yaratmasına ilminin ve kuvvetinin tam manâsı ile bulunduğuna delâlet eder. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Tevhid ehlinin üzerinde durduğu şey için delil olarak Allah'a davet edenlerin doğruluğuna delâlet eden hususlardan ve onlarla beraber bulunan açık seçik ve kuvvetli olan delillerden başka bir şey bulunmasaydı —ki kendileri ile kuvvetli deliller bulunan peygamberlerdir— ve bir olan yaratıcıyı inkâr edenler için onlardan başka bir şey bulunmasaydı sırf bunlar, yani mahlûkat olmuş olsaydı Allah'ın varlığına ve âlemin mucidi olduğuna kâfi derecede delil olurlardı. Nasıl hayır denir ki, âlemden bir şey yoktur ki, o132 kendi cevheri ile hadis olduğuna ve onun hakim olan bir muhdis tarafından var edilmiş olduğuna şahadet etmiş olmasın? Dinsizlerin mahlûkatra kadim olması hususunda iddia ettikleri şey ile inat-iaşıp kendisine dönecekleri bir yere varmaları için bir yol bulamadıklarından kendisinde delil olmayan kimseyi taklid etme zorunda kaldılar. Veyahut da onları aptallıkları bu hale sokmuştur. O da âlemin bir şey olmaksızın bir şeyden var olmasına delil getirmeğe vakıf ve kadir olmadıklarından dolayı acz içinde olmalarıdır. Hiç şüphe yoktur ki, onlardan herkes kendisinin eşyayı bilmediğini bilir. Sonra eşyayı bilir ve eşyadan aciz kalır, eşyanın üzerine kadir olur, eşyaya yönelmeğe mecbur kalır, sonra eşyadan zengin olur. Vasfı bu olan kimsenin kendi reyine güvenmemeğe hakkı vardır. Ve kendi aklından olduğuna işaret edilen hususu görmesinden faydalanmaz.
Bununla beraber onları kendisinden doğan ve kendisine varan şeyleri bilmiyen tabiatlara yönelten kimseler bulunur. Yıldızlar da böyledir. Veyahut da öyle kimseler ortaya çıkar ki, işlerinin körlük ve cehaletten başlamış olan şeylerden bir çok yaratıcılara havale ederler. Veyahut da birbiriyle zıt ve tenakuz halinde olan şeylerden eşyanın bulunduğu hal üzere kadîm olduğunu söyliyenleri taklid ederler. Bu bilinmeyen asıllarla beraber onlar için akıl nasıl düşünülür ki, kendileri bu bilinmiyen asılların ferlerini teşkil etmektedirler! Veyahut da eşyanın hakikatleri üzerinde dururlar; hatta her şeyde bir hikmet133 olduğunu veyahut olmadığını iddia ederler. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Gerçekten senviyeleri bir şeyin bir §ey olmaksızın var olmasını inkâr etmeye sevkeden husus, akıllarda tasavvur edilmesinin dışma çıkandır. Veyahut da hikmeti bilmek için kendi aralarında gördükleri şeyi akılda takdir etmelerinden ileri gelmektedir. Eğer onlar inkâr ettikleri gibi aklen düşünülenin dışında kabul edip kendi katlarında bulunan şey üzere âlemin mebadii hakkında sözlerini veyahut kendilerinde bulunan şeyin akıl, ruh ve duyu organlarının dışına çıkma olduğunu veyahut ta verdikleri hükmün zihinde tasavvur edilmesinin dışında olduğunu bilmiş olsalardı muhakkak inkârda bulunmazlardı.
Sonra gerçekten onlar, cahil ve zayıf olan kimselerin kendi nefislerine yaptıklarına şahit olduklarını, onların haberle bildikleri şey sonradan var olduklarını bilmiş olsalardı muhakkak bilirlerdi ki, gerçekten bir şeyden olmaksızın eşyanın var olmasının Allah'a isnad edilmesi daha doğru ve gerçektir. Âlem de o şeyin cümlesindendir. Sonra Allah-u Teâlâ'nm mahlûkatm sıfatından berî ve münezzeh olduğunu ve herşeye kadir ve herşeyden müstağni olduğunu bilselerdi, Allah'ın mahlûkatım yaratmasındaki hikmeti idrak etmekte kalbleri daralip kusur etmezlerdi. Biz, Allah'a tevekkül ederiz ve ondan yardım dileriz.
Ca'fer bin Harp134 anlatıyor : O, Seneviyelerden dirine soruyor; diyor ki : Birisi, diğerini haksız olarak öldürüyor; sonra kendisine özür dilemesini teklif ediyorlar, o da yapmış olduğu kötülüğü ikrar ediyor. Sen ikinci iş olan kötülüğü ikrarın hayır olduğunu söylüyorsun. Eğer başkasından ilk iş vukubulmuş olsaydı ziyadan meydana gelen yalan olurdu ki o da serdir. Böyle sorunca o kimse de bu soruyu kendilerinin reisleri olana bildirince reisleri cevabî mektubunda şöyle yazıyordu : Gerçekten o, hayvanına eziyet veren135 ve ondan özür dileyen kimse gibidir.
Bunun üzerine Ca'fer, ona der ki : Onun zikrettiği husus ancak hayvana acımasıdır. Eğer hakikatte Özür dilemiş olsaydı cahil olurdu. Ancak onun özür dilemesi hayvanı kendisine yaklaştırmasından dolayı olması müstesna. Bu sözü üzerine Seneviyelerden olan adam Islâmiyeti kabul etti. Ve onun müslüman olması da hakkıdır. Ibni Harb'ın zikrettiği husus da gerçek ve gereklidir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra mu'tezilelerin sözüne göre bu mesele yanlıştır. Çünkü onların mezhebince Allah'ın yarattıklarında şer olan yoktur. Şer olana ancak mecaz yolu ile şer ismi verilmektedir. Onların Seneviyelerle münazara etmeleri ancak seneviyelerin şer zannettikleri şeyin şer olmasını izale etme hakkındadır. Amma, ancak seneviyelere teslim olmaları ve her iki yönden Allah-u Teâlâ'nm gayrinde bulunan yönden bir Halık'in bulunduğunun söylenmesi kendilerine gerekmesi ve onun da bir yaratıcıya hasredilmesi hususunda onları nefyettiklerini ve böyle söylediklerini görürsün, O ise mümkün değildir, fasiddir. Çünkü kendisinde şerri ve hayrı yaratanın bir olduğunu ve bilindiğini tesbit etme vardır. Sonra gerçekte bunlardan birini nefyeder ve seneviyeîerin sözüne rücu' eder ki, gerçekten, hakikatte kendisinden şer yaratılan şey, kendisinden hayrın yaratıldığının gayridir. O zaman iki olanı136 birlemesi lâzım gelir.
Bu mevzuda Mu'tezile mezhebinin görüşü şöyledir : Onlar, serler, ma'siyet ve kötülükler dahil olmak üzere kulların fiillerinin yaratılmasını inkâr ettiler. Fakat kendilerine cevherlerden serlerin yaratılması ile itiraz olundu. Ona ne serin ismi verilir ve ne de kötünün. Eşyayı ifsad edene de mufsid denmez, ger ve fesad fiillerin yaratılması da böyledir. Onlarla Allah'a isim verilmez. Bu hususta onların şu cevabı vermeleri icabeder. Gerçekten cevherlere hakikat yönünden değil, mecazi olarak şer ismi verilir. Serler, hakikatte ger değildir.
Amma bizce ise, biz şöyle deriz : Gerçekten Allah-u Cellecelâluh, şer ve hayrın cevherinin yaratıcısıdır. Mahlûkatm fiili şer olsun veyahut hayır olsun, onun da yaratıcısı Allah'tır. Onun hükmü ve saltanatında var olan şeyin kendisinin yaratmaması caiz değildir. Böyle olmasaydı kendisinin saltanatında ve hükmünde şeriki, mahlûkatını yaratmasında da bir benzeri ve misli olurdu. Allah-u Teâlâ, bu gibi şeylerden yücedir ve beridir. Ve yine deriz ki: Mahlûkatm yaratılması, Allah'ın yaratma sıfatının kendisi değildir. Allah'ın fi'li de böyledir. Allah'ın fi'li şer ve hayırla vas-folunmaz. Allah'ın fi'li vasfolunup o hayırdır ve serdir denmez. Çünkü ö, kendi fili ile mevsuftur. O, kendisi hayırlıdır ve şer sahibidir denmez. Kim ki hakikatte o fiili islerse ona o isim verilir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Hikmet hakkında vacip olan şudur ki, zararlı cevherlerin ve çirkin görünenlerin yaratılması duyu organlarındaki âfetlerin yaratılması -srer-çekten beşerin hepsi bir şeye inanmışlardır ki o, kendi duyu organlarından gaip olmuştur- ya menfidir veyahut da müsbet. Onlardan gerçeğe yanaşanlar vardır, insanlardan bazıları da, cahil olup şehevî isteklerine râm olan vardır. Zikrettiğimiz şeylerden havas üzerine vaki olan şey, ya- i ratıîmamış olsaydı onlar güzelden çirkini ve menfaat verenden de eziyet vereni ayırt edip bilemezdiler. Onu anhyamadikları zaman akıllarının, güzelden çirkini, lezzet verenden de elem vereni ayırt edip idrak etmelerinin ihtimali olmazdı. Üzerine havassın vaki olmadığı şey, hasselerin kendi üzerine vaki olduğu şey ile temsil olunmaları için böylece yaratmıştır. Çünkü her mu'tekid olan müşahede ettiği şeyden bilinenin bulunduğu şey üzere görmesinden gaip olsun diye böyle yaratmıştır Allah. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Sonra Seneviyelerle ihtilâfa düştükleri hususları nakzederek onların söylediğinin hepsi hakkında ittifak etmişlerdir. Onlar, ziya cevherinin var olduğunu söylerler ve onunla hareket ederler. Bunun üzerine eğer onlar sözlerinde sadık olurlarsa bütün ihtilâfları bununla olmuş olur. Eğer yalan söylerlerse bütün yalan bununla olur. Onların bazıları sadık olup bazıları da yalancı olursa karanlık cevherini ziya cevherinin üstünde olanların sözü sadık olur. Tâ ki karanlık cevherine değil, ziya cevherine intisap etmeyi seçmiştir. Faziletli olanı tercih etmek ise akılların şahadet etmesiyle hayırdır. Öyle ise kendisinden başka bir şey sadır olmayan şerrin asıl olduğunu söylemek ve kendisinden başka bir şey gelmiyen hayırın da bir asıl olduğunu ifade etmenin batıl olması lâzım gelir. Kuvvet ancak Allah'tandır. 137
Dostları ilə paylaş: |