Mete Tuncay Eleştirel Tarih Yazıları



Yüklə 1,08 Mb.
səhifə13/19
tarix03.01.2019
ölçüsü1,08 Mb.
#88854
növüYazı
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   19

Batıcılık ve Tepkileri

Cumhuriyetin ilk yıllarında Batıcılık ılımlı bir biçimde ve ulusal geleneklerle uzlaşıcı olarak savunulurken, Takrir-i Sükûn döne­minden itibaren ödünsüz ve katıksız bir Batıcı tutum benimsen­miştir. Ne var ki, Batıcılık düz bir çizgi boyunca izlenmemiş, Özünde Batılı gibi olmak için neyin daha bağımsız, neyin daha bağımlı değişken (ya da neyin "neden", neyin "sonuç") olduğu konusundaki değişik tanımlamalardan ötürü, çeşitli Batılılaşma taktikleri arasında yalpalanmıştır. (Bu arada, "sosyalizm"! genel Batıcılıktan ayıran başlıca özelliğin, strateji düzeyinde, çağdaş-

Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (İletişim Yay., İstanbul, 1983), cilt 7, s. 1924-28.

194


Eleştirel Tarih Yazılan

laşma çabalarının öncelikle maddî temele yöneltilmesi üstündeki ısrarı olduğu belirtilebilir.)

Batıcılık, 19. yüzyıl Rusyası’ndan başlayarak başka birçok geri kalmış ülkede olduğu gibi, Türkiye'de de çağdaşlaşma, hatta uy­garlaşma ile özdeş sayılan bir gelişme kavramıdır. Aslında bu anlayış, kuramsal açıdan tartışmalı bir varsayıma dayanır: Tarihte birçok uygarlık gelmiş geçmiş ve bazılarının kalıntıları hâlâ yaşıyor olsa bile, Batı artık bir çeşit "standart uygarlık"tır; dün­yanın her yerinde kendisini kabul ettirmekte, evrenselleşmektedir.

Dünya tarihini eski, orta ve yeniçağlara bölen yaygın anlayış, Yunan-Roma ile Ortaçağı, İS 1000 yılı dolaylarında başladığı kabul edilen Batı uygarlığının bir girizgâhı saymaktadır. Batı, ta­rih felsefecilerinin yaptığı çeşitli uygarlık sınıflamalarının hep­sinde bir birim olarak yer alır. Fakat, Türkler Batılılaşmaya baş­lamadan önce, elbette "uygarlıksız" olmamışlardır. Örneğin Arnold Toynbee, otuz kadar uygarlık ayrımlayan kalabalık sı­nıflamasında, "durdurulmuş" bir birim olarak Osmanlı uygarlı­ğından söz eder. Özgün bir Türk uygarlığı hiç varolmamışsa bile, Orta Asya'dayken Çin uygarlığının etkisi altında kalan Türkler, Anadolu'ya gelince, kendilerinden önce bu topraklarda serpilen Hitit-Yunan gibi daha eski uygarlıklardan dolaylı ola­rak, Bizans ve ayrıca İslâmlık yoluyla da Arap-İran uygarlıklarından doğrudan doğruya etkilenmişlerdir. Öyleyse, Batılılaşma gerçek anlamında bir uygarlaşma sorunu değil, bir uygarlık de­ğiştirme sorunudur.

Batılılaşma hareketleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerileme döneminde başlamıştır. (Bazı çağdaş düşünürlerimiz, o zaman bir kurtuluş süreci olarak tutulan bu yolun gerçekte gerilemenin nedeni olduğunu da iddia edeceklerdir.) Batılılaşmanın, 19. yüz­yılda siyasal bakımdan belli başlı köşetaşları, 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Tanzimat), 1856 Islahat Fermanı ve 1876 Meşrutiyeti'dir. Aynı yönelişin 20. yüzyılda da 1908 İkinci Meş­rutiyeti, 1923 Cumhuriyet, ve 1946'da çok-partili yaşama geçil­mesi gibi hamlelerle sürdürüldüğünü söylemek yanlış olmaz. Bu siyasal çerçeve içinde, askerlik ve eğitimden ekonomik ve top-

195


Mele Tuncay

lumsal konulara kadar çeşitli alanlarda Batı'yı örnek alan düzel-timler yapılmıştır.

Türk düşünce akımlarını, Batılılaşmadan yana olanlar ve karşı çıkanlar; Batılılaşmacıları da toptancılar ve ancak bazı bakımlar­dan Batılılaşmayı isteyenler gibi sınıflara ayırmak oldukça yapay kalmaktadır. Çünkü, Batılılaşmaya en uzak görünen gelenekçi-İslamcı akımlar bile, Batı'dan birçok şeylerin alınmasını savun­muşlar, ancak (Mehmet Akif gibi) taklitçiliğin, (Sait Halim Paşa gibi) telifçiliğin sakıncalarına işaret etmişlerdir. Öte yandan, ke­sinlikle toptan Batılılaşmayı istemek de pek zordur. Belki, İkinci Meşrutiyetteki İçtihat dergisinin başyazarı Dr. Abdullah Cev­det'in böyle bir bütüncülüğe yaklaştığı söylenebilir. Fakat, uy­garlığın bölüne-mezliğinden tutturarak bütüncü denebilecek tu­tumları savunan başkaları da görülmüştür. Örneğin, Prens Saba­hattin'in Meslek-i İçtimaî'si (science sociale) bu yolda yorumla­nabilir; Türkçü hatip Hamdullah Suphi de, bir döneminde Batı­lılaşmayı böyle anlamıştır; daha yakınlarda, Yücel, Yeni Ufuklar gibi dergi çevrelerinin hümanizmacılığı da bu anlama gelebilir.

Fakat "toptan" bir başka uygarlığa geçilmesini istemek, geniş ölçüde bir mecaz olmak zorundadır; yoksa eskiden kalan maddi-manevî her şeyi silmek, ortadan kaldırmak gerekir. Bu nedenle­dir ki, Türkiye'de de hemen hemen bütün düşünce akımları Batı'dan bazı şeylerin alınmasını veya alınabileceğini, bazı şey­lerin ise alınmamasını ya da zaten alınamayacağını ileri sürmüş­lerdir. Türkçü ideolog Ziya Gökalp bir Hars (culture) - Medeni­yet (civilisation) ayrımı yapmıştır. Bu görüş, Batı'nın manevî ta­raflarını almak gerekmeksizin, millî nitelik taşımayan maddî ta­raflarının alınabileceğini belirtir. Ondan önce, Celâl Nuri (İleri) Bey'in yaptığı Teknik Medeniyet-Hakiki Medeniyet (ahlâkiyat) ayrımı da buna benzer. Celâl Nuri, Osmanlı toplumu için Ja­ponya'yı örnek göstermiş, Türklerin de onlar gibi hakiki mede­niyetlerini değiştirmeden Batı'nın teknik medeniyetini benim­semesini savunmuştu.

Bu yaklaşım, ana çizgilerinde, İslamcı ve sosyalist akımları da nitelendirmektedir. Gelenekçiler yüksek değer verdikleri İs-

196


Eleştirel Tarih Yazıları

lâm maneviyatına ilişilmemesini istedikleri için (hatta onu ko­rumak amacıyla) Batı tekniğini kazanmak gereği üstünde dur­dular. Sosyalistler ise, tam tersi bir nedenle benzer bir sonuca varmaktadırlar. Onlara göre, geniş anlamında Batı değerleri öze­nilecek ülkülerdir, fakat bunlar hep maddî bir temele dayanırlar. O temel olmadan, akılcılık, özgürlük, eşitlik, gibi değerler iğreti kalır. Değişime üstyapıdan başlamak yanlıştır. Önce, ya burjuva­zinin egemenliği altında ya da devlet eliyle kapitalist teknoloji­nin yerleşmesi gerçekleştirilmelidir.

Gelenekçi-İslâmcı olmayan asıl sağcı görüş de, karşıt bir yaklaşımla Batılılaşmadan yanadır ve Batılılaşmaktaki başarısız­lığımızın nedenini Batı uygarlığının ilkelerinin anlaşılmama-sında görmektedir. Böyle düşünenlere göre, önce bir zihniyet değişikliği gerekir. Garplılaşmanın Neresindeyiz? adlı kitabında (İstanbul, 1958) bu bakışı temsil eden Prof. Mümtaz Turhan, bir sentezin kaçınılmazlığını vurgulamakla birlikte, çözüm yolu ola­rak "birinci sınıf uzmanlardan kurulu bir kadro kullanmak ve köyü kalkınmanın "esas âmili" kabul etmek gibi tutarsız Öneri­lerde bulun-maktan ileri geçememiştir.

Atatürk döneminde yapılan devrimlerin hepsi Batılılaşma yö­nünde hareketlerdir. Fakat özellikle Batı yasalarının benimsen­mesi anlamına gelen Hukuk Devrimi (İsviçre kanununa göre evlenmek, Alman kanununa göre yargılanmak, İtalyan kanununa göre cezalandırılmak... diye yarı-şaka özetlenen durum), en çok tartışılan konu olmuştur.

Türkiye'nin Cumhuriyet öncesinden beri, Batı Avrupa yasala­rını kendisine örnek alması, Kıta Avrupası'nda Yakınçağın başın-da Roma Hukuku'nun canlandırılması (reception) olayına benzemektedir. Fakat orada, nasıl Romacıîara karşı bir Tarihçi-Okul ortaya çıkmış ve hukukun dışarıdan getirilebilecek bir nesne olmadığını, ancak toplumun içinde yaşayan kuralların yasalaştırılabileceğinı savunmuşsa, bizde de (İslâmî tutuculukla ka­rışık olarak) bunlara koşut görüşler öne sürülmüştür. Laiklik ko­nusu, Hukuk Devrimi'yle yakından ilişkilidir. Din ve devlet işle­rinin ayrılması diye tanımlanan bu ilkenin ne ölçüde Hıristiyan

197


Mete Tuncay

öğretisinden geldiği ve İslâmlık'la ne kadar bağdaşabileceği sorunu, çeşitli yazarlarca ele alınmıştır. Bu arada, resmî laiklik ideolojimizin, Avrupa'da 1789 Fransız Devrimi'yle yüzeye çı­kan özel bir din adamı-düşmanlığından (anti-clericalisme) esin­lendiği de iddia edilmiştir.

Cumhuriyet döneminde, anlatım olanağı bulan çevrelerce ge­nellikle övülmeye değer bir program sayılan Batılılaşma, 1960'lara gelindiğinde, hemen hemen bütün köktenci düşünürle­rin eleştirilerine uğramıştır. Bu çevrelerin kanısınca, Batılılaşma isteği masum bir özentiden ibaret değildir; Osmanlı İmparator-luğu'ndan beri egemen sınıfların kendi çıkarlarını güçlendirmek için bilinçli olarak yürüttükleri, toplum açısından büyük zararlar yaratan bir politikadır. Batılılaşma adı altında Türkiye'ye bur­juva kapitalizminin maddeciliği, "bırakın yapsın bırakın geç-sin"!iği, aşırı bireyciliği sokulmuştur. Üstelik, bizde bu süreç, emperyalizm olgusu nedeniyle, Batı'dakinden çok farklı geliş­miştir. Özel mülkiyet altında kendiliğinden sermaye birikimi ol­madığı için, burjuva kapitalizmi devlet desteğiyle yapay olarak yaratılmaya çalışılmıştır. Buysa, kapitalizmin Batı'daki "soy­guncu1' dönemini bile bastıran bir kamusal ahlâksızlık doğur­muştur. Ayrıca, Batılılaşmanın yol açtığı kültÜr ikiliği, aydınlarla halk arasında onulmaz bir uçurum meydana getirmiştir.

Bu tür eleştirileri aşmaya çalışanlarsa, Batılılaşmayı böyle salt olumsuz gözlerle görmenin sakatlığına işaret etmektedirler. Onlara göre, bugün Türkiye'de Batılılaşma (yalnız üstyapı ku­rumlarıyla değil, burjuva-kapitalistleşme anlamıyla da) gerçek­leşme yoluna girmiştir. Dolayısıyla artık başa dönerek yeniden bir gelişme çizgisi aramak olanağı yoktur. Kaldı ki, Batılılaşma­nın yarattığı düşünülen sakıncaların birçoğu, bu süreç başlatıl­madan önce de Türk toplumunda zaten vardı. Örneğin, kültür ikileşmesi, Osmanlı "havas-nas" ayrımından süregelmektedir. Türk aydınının Batılılaşması, bu ayırımın Özünü değiştirmemiş­tir; halkın gelenekçi kaldığı ise kolay kolay savunulamaz. Üste­lik Batılılaşma, bütün bu sorunları insanca çözümlere ulaştırma olanağını da içinde taşımaktadır.

198

Eleştirel Tarih Yazılan

Şurasını da unutmamak gerekir ki, Batılılaşmaya karşı yük­selen tepkiler, aynı zamanda, geniş bir bakışla Batılılaşma süre­cinin kendisinin sağlıklı ürünleridir de.



İslamcılık, Türkçülük ve Sosyalistlik

1960'lara varıncaya dek İslamcılık, Türkçülük ve sosyalistlik yı­kıcı akımlar sayılarak yasadışı tutulmuşlardır. Ama bu durum, onların alttan alta varlıklarını sürdürmelerine engel olmamıştır. 1920'lerde ve 1930'larda en fazla baskı yapılan akım, İslamcılıktır. Buna karşılık, 1940'ların ikinci yarısında demokra­siye geçiş başladığında, kendisine ilk ödün verilen de, yine İs­lamcılık olmuştur.

Türkçülüğün bazı kültürel öğeleri Türk Ocakları’ndan ödünç alınıp Türk Tarih ve Dil Devrimleri içinde özümlenirken, dış Türklerle birleşmeyi ve Türk soyundan gelmeyenleri ülke yö­netiminden ayıklamayı amaçlayan asıl Türkçüler, İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar herhangi bir etkinlikte bulunamamışlardır. Nazi ideolojisine doğal bir yakınlık duyan bu Türkçü akım, Alman-Sovyet savaşından umuda kapılmış, -tıpkı birinci Dünya Savaşı'nda hayal ettiği gibi- Rus egemenliği yıkılırsa Pan-Türkist (Pan-Turanizm terimi, Pan-Türkizm'in özdeşi olarak kullanılmakla birlikte, aslında, yalnızca Türk dilini konuşan halkların değil, Moğol, Fin, Macar vb. akrabalarının da birleş­mesini isteyen çok daha aşırı bir hayaldir) ülkülerinin gerçekle­şebileceğini sanmıştır. Savaş sırasında tarafsız kalan, ama için­den Rusya'nın yenilmesini arzulayan Türk hükümeti, tam tersi bir sonuç doğacağı belli oluncaya kadar, bu gizil (potansiyel) Alman işbirlikçilerini hoşgörmüş, sonra da aleyhlerinde sert bir kovuşturmaya girişmiştir. Türkçüler, tasarı ve eylemleri askerî mahkemece ortaya konulup mahkum edilmişlerken, Yargıtay aşamasına gelindiğinde, Rus tehlikesinin yeniden hissedilmesi ve ileride çıkabilecek bir Batı-Sovyet çatışmasında, yakın geç­mişteki Alman-Sovyet karşıtlığında olduğu gibi, işe yarayabile­ceklerinin düşünülmesi ucuz kurtulmalarını sağlamıştır.

199


Mele Tuncay

Türkçüler her türlü düşünceye ırk terimleriyle yaklaştıkları için, komünizmi Slav ırkının emperyalizminin kılıfı saydıkları gibi, başlangıçta İslâmiyet! de Arap ırkının yayılmacı ideolojisi olarak görmekte, İslamcılar ise onları "kavmıyetçi" diye küçüm­semektedirler. Evrensel bir din olan İslâm'ın gözünde soya sopa dayanan bir siyasal görüş, elbette makul olamaz. Kaldı ki, Türkçe konuşan Müslüman Anadolu ve Rumeli halkının ara­sında ırk saflığı bulmak hiç de kolay değildir. Türkçülerle giriş­tikleri polemiklerde, onları kendi silahlarıyla vurabileceklerini anlayan İslamcılar, hasımlarından birçoklarının ırkça karışıklı­ğını keşfedince, "Arabacı nasıl araba değilse, Türkçü de öylece Türk değildir" diye alaya başlamışlardır.

DP iktidarı döneminde, soğuk savaş nedeniyle sert bir komü­nizm aleyhtarlığı politikasının sürdürülmesi, Türkçülerin eğitim gibi belli birtakım alanlarda hayli etkili olmalarını mümkün kıl­mıştır.

Militarizm, Türkçü değerlerin arasında bulunduğu için, birçok subay Türkçülüğe yatkın olarak yetişmiştir. 27 Mayıs 1960 mü­dahalesini gerçekleştiren cuntanın içinde de bazı Türkçülerin yer almış olmasını, bu bakımdan doğal karşılamak gerekir. Darbe­den sonra, kısa sürede siyasete dönülmesinin iktidarı CHP'ye teslim etmek anlamına geleceğini hesaplayan bu Türkçü grup, böyle bir çizgiye karşı çıktığı için, nüfuzlu baskı gruplarının ağırlıklarını koymaları sonucunda, 13 Kasım 1960 günü Milli Birlik Komitesi'nden tasfiye edilmiştir. Alparslan Türkeş ve ar­kadaşlarının yurt dışındaki sürgünlükleri, başka etkinlik model­lerini tanımalarını sağlamıştır. Bu arada, İspanya'daki Franco diktatörlüğünün dayandığı Ordu-Kilise-Parti üçlüsünü incele­mişlerdir. Türkeşçilerin Türkiye'ye dönüp CKMP'ye el koy­duktan sonra İslâm'la uzlaşmaya girmelerinde, bu esinlenme açıkça belli olmaktadır. Eski pagan-Türkçü çizgilerini değiştir-meyenlerse, böylelikle oluşturulan Müslüman-Türkçü hareketten kopmuşlardır. CKMP'nin adı Milliyetçi Hareket Partisı'ne dö­nüştürüldükten sonra, solcuların silahlı eylemlerini engellemek bahanesiyle, Türkçü militanların Ülkü Ocakları örgütünü vb. ku-

200

Eleştirel Tarih Yazdan

rarak yaptıkları hareketler, henüz sonuçlanmamış bir dava ko­nusu olduğu için, bunlardan söz etmeyeceğiz. Ancak kanımızca, seçmenlerinin AP'ye kayacağı endişesiyle, CHP'nin iktidarda bulunduğu zaman bu partiyi yasal yollardan kapatmak olanağı olduğu halde böyle yapmaması, çok dikkate değer bir politik ka­rar olarak tarihe geçecektir.

İslamcılık akımını 1960'ların sonlarıyla 1970'Ierdeki MNP ve MSP hareketlerinden ibaret saymamak gerekir. Erbakan'dan daha ılımlı İslamcılar, AP'den CHP'ye kadar bütün öteki parti­lere dağıtılmışlardır. Hatta bazıları yukarıda değindiğimiz Türk­çülerle bağdaşmışlardır. Fakat daha sofu İslamcılara göre, MNP-MSP de dahil olmak üzere bütün bunlar özünde "bâtıl" olan bîr sistemle bütünleşmek demektir. Şurasını da unutmamak gerekir ki, İslamcılar "milliyetçilik" sözünü ulusçuluk anlamında değil, kelimenin Arapça aslına uygun olarak, "din" karşılığında kul­lanmaktadırlar. Dolayısıyla, onlarınki İslâm Milliyetçiliğidir.

Türkiye'de sosyalizmin tarihi de, İkinci Meşrutiyet'e kadar da­yanmaktadır. Kurtuluş Savaşı'yla erken Cumhuriyet yıllarında da üye sayıları önemli olmasa bile, düşünce içeriği bakımından zengin sol akımlar vardır. 1925 ilkbaharında Takrir-i Sükun Kanunu'yla başlayan baskıcı dönemde her türlü aykırı siyasal düşünce yasak­lanmıştır. Bu ortamda sosyalizm de yeraltına kaymıştır.

1961 Anayasası döneminde sosyalistlik bazı aydınlar arasında yayılmaya başlamıştır. Emekçi sınıfının içinden doğan TİP de kısa sürede bu aydınların eline geçmiş ve sendikacılığın siyasal uzantısı olmak yerine ideolojik bir Örgüt haline gelmiştir. Yine de, sosyalist eğilimli aydınların çoğu, böyle bir harekete katıl-maktansa, araççı (enstrümantalist) bir anlayışla, orduyu ya da egemen sınıfların partilerini etkilemeyi yeğlemişlerdir.

Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisf-nde bu yazı, genel bir Giriş niteliğinde olup, arkasından Halkçılık (İlhan Tekeli), İs­lamcılık (Şerif Mardin), Türk Ulusçuluğu (Sina Aksin), Milliyet­çilik ideolojisi (Gencay Şayian) ve Türkiye Cumhuriyeti'nde Sosyalizm (1960'a kadar Mete Tuncay, 1960'tan sonra Murat Belge) bölümleri gelmektedir.]

201


İstanbul Adaları [Rumlara Dair]*

Yunan Olimpik Havayolları organı Kinesis-Motion (Hare­ket/Devinim) dergisinin, geçtiğimiz (1992-93) Kış sayısı, bizim adalara ayrılmıştı.

[Vortanos kayalıklarını saymazsak, bunlar 9 tanedir: Büyü-kada (Prinkipos), Heybeliada (Halki), Burgaz (Antıgone), Kınalı (Proti), Kaşık (Pita), Sedef (Antirobmtho), Sivri/Hayırsız (Oksia), Yas-sıada (Plati).

Biz bunlara eskiden "Kızıl adalar" ya da "Papaz adaları" der­dik; sonra, Batı dillerinden esinlenerek Prens, hatta Prenses de­meye başladık. Bu söz, Büyükada'nın Yunancasındandır. Ama doğrusu, Prens -Machiavellî'deki gibi, Principe- daha genel bir anlama geldiği için, Hükümdar adaları olmalıydı. Devrik Bizans imparatorlarının bazan hayalarını burarak, bazan gözlerini oya­rak buradaki manastırlara sürmelerinden ötürü! Fazla bilgi için, Pars Tuğlacı'nın iki büyük cilt Tarih Boyunca İstanbul Adaları eserine başvurulabilir.]

İstanbul'un Ekümenik Patriği, Bartholomaios cenapları da, dergiye 26 Kasım 1992 tarihli bir sunuş yazısı göndermiş: ha­zırlanan makale ve resimlerin biran önce yayınlanması, "cenab-ı Hakkın bizleri mirasçı ve bekçi yaptığı ata hazinelerimizin her­kese tanıtılması" için dualar ediyor.

Kinesis'te, bazılarını sayfalarımıza aktardığımız resimlerle bezeli iki yazıdan biri, Yunanlı arkeolog Yorgo Mastopulos im­zalı "Prens Adaları" (s. 8-22); diğeri (anonim) "Heybeli Aya Triada Manastırı" (s. 26-70: arada bol ilan-reklam olduğu için, aslında yazılar bu kadar uzun değil).

Mastopulos, makalesinde 1955 (6-7 Eylül) ve 1964 (Yunan uyruklarının oturma izinlerinin kaldırılması) olaylarından sonra, İstanbul Rumlarının "asırlardır midye gibi yapıştıkları kayalar­dan sökülüp atıldıklarına değinerek, "Tuhaf bir rastlantı" diyor,

* Tarih ve Toplum, sayı 116 (Ağustos 1993), s. 27-37.

202


Eleştirel Tarih yazıları

"Rumlar gideli, metropolün kirletilmesi sonucu, deniz öldü: Canlı denizle Rum halkı öylesine özdeşleşmişti ki, zahir biri ol­madan öteki yaşamıyor."

Bu yazının ortasından ve sonunda iki paragraf daha çevire­yim:

"Bol bitkili serin yeşilliklere bürünmüş bu şirin adalar, günümüzde İstanbul yüksek sosyetesinin başlıca yazlık me­kanını oluşturuyor. Adaların, geçen yüzyılda çoğu Rumların olan görkemli köşkleri, çam korularıyla kaplı yamaçları, alımlı faytonları ve dingin deniz gerçek bir peri masalı ortamıdır. Çevrenin sükûneti, buradaki insanlara da yansır. Düzenli iş­leyen şehir hatları gemileri, İstanbul'da çalışan birçoklarını her gün işe götürür, getirir: Sade, aklı başında, fakir, nazik, dosl canlısı ve terbiyeli insanlar. Ama bunların kaçı, Marmara Denizı'ndekı bu adaların çocuğudur? Aralarında 80 yıl önce dedesı-ninesi burada yaşamış olanlar var mıdır?"...

"Sorunlara her iki yandan bakalım. Türkiye'de birçok Bizans anıtı bulunduğu gibi, Yunanistan'da da pek çok Türk camisi vardır. Bütün bunlar, madde olarak bir ülkeye, ama manen ötekine aittir. Açıkçası: Tarafların gerçek niteliği, bir­birlerinin saygın tarihi eserlerine nasıl davrandıklarıyla ölçülür. Ancak, karşılıklı olarak ülkelerimizin arkeologları, eğer anla­dıkları ve değer verdikleri kendi kültür miraslarının anıtları üzerinde çalışabilirlerse, en iyi sonuçlara erişilecektir."

203


Heybeliada'daki Hagia Triada Kilisesi ve Ruhban Mektebi

Heybeli'nin Ümit Tepesinde (eski adıyla, Papaz Dağı) şimdi ki­lise dışındaki işlevlerini yitirmiş bir Rum Ortodoks kurumu var. Buranın tarihi, Bizans döneminin ortalarına, 9'uncu yüzyıl başla­rına kadar geri gidiyor. Burada, önce Sion adını taşıyan, sonra Kutsal Üçleme adını alan bir manastır kilisesi varmış. Çeşitli zamanlarda yıkılmış ve tekrar tekrar yapılmış.

Hıristiyanlıktaki Tanrı anlayışı. Üçün Birliği kavramına daya­nır. Tanrı hem Üçtür, hem Bir. Baba-Oğul (Hz. İsa) ve Kutsal Ruh'un oluşturduğu bu üçlemeye Yunanca Hagia Triada, Os­manlıca Ekanim-i Selâse, Frenkçede de Triniıe denir. İşte ora­daki küçük kilisenin adı bu. Onu iç avlusuna alıp bir amali biçi­minde kuşatan, Ruhban Mektebi binası ise, 1844'te kurulmuş. Büyük İstanbul depreminin ardından 1896'da yeniden yapılmış. Şimdi, bir kanadı (Lozan yükümlülükleri gereği) resmen açık, gerçekteyse (öğrenci kalmadığı için) kapalı olan yatılı bir Özel Rum lisesi. Öteki kanadı, manastır. Aynı zamanda, Fener'deki Ekümenik Patriğin yazlık ikametgahı. 1971 yazına kadar, burası yüksek Öğrenim veren Ruhban Mektebini de içinde barındırı­yordu. Birinci Dünya Savaşı'nın son yılında, Osmanlı Bahriye Nezareti bu binaya el koymuş ve Deniz Harp Okulu'nun ilk sı­nıflarını buraya taşımıştı. Ama birkaç ay sonra mütareke yapılınca, boşaltıldı. Kısa bir süre, ülkelerine geri gönderilmeyi bekle­yen Alman askerleri burada iskan edildi. Onların ardından da, 1920'lerin başlarında Beyaz Rus göçmenler, Ruhban Mektebi binasında kaldılar. (Şunu belirtmeliyim ki, bu gibi uygulamalar Osmanlı'nın son dönemine Özgü değildi. Örneğin, 820 yılında Bizans'ın Suriye Ermeni hanedanı alaşağı edilince, eski Aya Triada manastırından bütün keşişler çıkarılmış, sürgün edilen ımparatoriçe Theodora ile kızları buraya yerleştirilmişti. Hatta o sıralar manastıra ton Despoton deniyordu.) Daha sonra, normal duruma dönülmüş ve okul dört yıl lise, üç yıl yüksek kısım ola­rak çalışmış (daha ileride lise 3, yüksek okuî 4 yıl olmuş). Fakat 1930'larda Türkiye dışından Öğretmen gelmesi engellenince,

204


Eleştirel Tarik Yazılan

eğitimin kalitesi düşmüş. O sıralar (3'ü Türk) 15 öğretmen ve 65 öğrenci varmış. 1950'lerde öğretmen sayısı (5'i Türk olmak üzere) 25'e, öğrenci sayısı da 70'e çıkmış. Bunların 29'u Yu­nanlı, 6'sı Etiyopyalı, 5'i Kıbrıslı, 2'si İngiliz, 2'si Suriyeli, biri Mısırlı, biri Güney Afrikalı, biri Lübnanlı imiş. 47 yabancı uy­rukluya karşılık, 16'sı İstanbullu, 6'sı İmrozlu, 1'i de Bozcaadalı olmak üzere 23 Türk uyruklu Öğrenci varmış. Fakat 1963-64 ders yılından başlayarak yabancı öğrencilere izin verilmeyince, Ruhban Mektebi çökmüş. 1971 Temmuzunda Anayasa Mahke­mesi Özel Yüksek Okulları yasaklayınca, bu kuralın Ruhban Mektebi'ne de uygulanması, bir coup de grace olmuş. Ruhban Mektebi'nde eskiden ne dersler okutulduğunu merak ederseniz: bir kere diller var - Türkçe, Elence, Latince, Slavca, Fransızca. Sonra, Matematik, Fizik, Tarih, Coğrafya, Arkeoloji, Müzik, Psikoloji. Daha sonra Mantık, Felsefe, Teoloji, Hukuk ve meslek dersleri olarak Kitab-ı Mukaddes şerhi ve tefsiri gibi konular. Ayrıca, Türk öğretmenlerince verilen, Türk Edebiyatı, Tarih-Coğrafya, Sosyoloji, Yurttaşlık Bilgisi ve Askerlik,

Bugün bir Ortodoks gencin, kilise hiyerarşisinde episko-posluğa yükselecek kadar Türkiye içinde eğitim görmesi ola­naksız. Yurtdışına gidip orada okuması gerekiyor. Şimdi, ül­kemizde özel üniversitelerin kurulması gündemde olunca, Ruh­ban Mektebi'nin de yeniden açılması mümkün olacak. Fakat, bunu kilise istiyor mu? TC hükümeti ise, Fender'dekı Patriği yalnız Türk uyruğundaki Rum Ortodoks Hıristiyanların ruhani önderi olarak mı tanımaya devam edecek, yoksa onun resmî sa-nındaki Ekümenik (meskûn dünyaya dair, yani evrensel sıfatın­dan yararlanmayı mı seçecek? Sanıyorum, mesele burada dü-ğüm-leniyor.

Etnik Türdeşleşme Akıllıca Bir Amaç Olmaz!

Türkiye nüfusu din, dil, ırk vb. açılardan hâlâ türdeş (yani homo­jen) değil. Ama İkinci Meşrutiyette İttihatçıların başlattığı şo­vence politikaları sürdüren Cumhuriyet hükümetleri yüzünden, kültür mirasımızın mozaiği hızla yeknesaklaşıyor.

205


Mele Tuncay

Bütün imparatorluklar gibi, Osmanlı'nın da çok-dilli ve çok-dinli halkları vardı. Hem de bunlar, yüzyılımızın ortalarına kadar gelen İngiliz ve Fransız imparatorluklarının çoğu uyrukları gibi vahşiler ve ilkeller değil, geçmişte büyük uygarlıklar yaratmış insan topluluklarıydı.

Osmanlı'nın kültür zenginliği, anasırının (unsurlarının) çeşit­liliğinden kaynaklanmaktaydı. Yükselen Türk Milliyetçiliği ise, anadilleri ve dinsel inançları farklı olan yurttaşlara, varlıklarına zor katlanılan geçici konuklar, hatta yabancı devletlerin beşinci kolları, potansiyel casus ve ajanları gözüyle bakmaya başladı. Elbette onları kendi çıkarları için kullanmaya çalışan ülkeler vardı. Fakat biz de, bu toplulukların devlete sadık kalmaları için gerekenleri yapmadık. Oysa, Türkiye'nin çağdaşlaşma süre­cinde, gayr-i Müslim yurttaşlarımızın çok yararlı hizmetleri ol­muştu. Birçok konuda, Batılılığı onlardan öğrendik.

Önce, İslamcı bir toparlanmayla, Müslüman olmayan halklar he­def alındı. Havb-i Umumîde Ermeniler kıyıma uğratıldı. Millî Mücadelede {Öteden beri İstanbullu olanları dışındaki) Rumlar Yu­nanistan'a sürüldü. Yine de, Cumhuriyetin ilk nüfus sayımında anadillerinin Rumca olduğunu söyleyenlerin oranı, onbinde 88'di (13,5 milyonluk toplam içinde 135 bin kişi). Rum-Ortodoks kilise­sine bağlı olanların sayısı daha da yüksekti. Fakat, bu ilk oran bile sürdürülebilseydi, bugünkü 60 milyonluk nüfusumuzun içinde yarım milyondan fazla Rum vatandaşımız olması gerekirdi. Gelin gö­rün ki, şimdi Türkiye'de ancak 2-3 bin Rum kaldı.

Gayr-i Müslim azınlıklar Ermeni ve Rumlardan ibaret değil el­bette. 1942'de onların yanı sıra, Varlık Vergisiyle ürkütülüp İsrail devleti kurulunca birçoğunu kaçırdığımız Yahudiler var. Hıristiyan-lardan Süryaniler, Keldaniler vb. Ayrıca Yezidiler.

Bugün başlıca sorunumuz, Müslüman azınlıklardan Kürtler. Ama geride Çerkezler, Lâzlar, Hemşinliler, Boşnaklar, Arnavutlar vb. duruyor. Müslümanların da Sünnisi var, Alevisi var. Bütün bunları, ekonomik ve toplumsal gelişme sağlanmadan, türdeş hale getirmeye çalışmak, bence muzır bir hayal. Günün birinde ekonomik ve top-

206

Eleştirel Tarih Yazılan

lumsal kalkınma sağlanınca da, bu çeşitlilikten yoksun kalmak, akıl kârı değil.

Rumlara karşı, ileride utanç ve pişmanlıkla anacağımızdan hiç kuşkum olmayan 6-7 Eylülcü (1955) tutumumuz için tek avuntu, Yunan hükümetlerinin de en az bizimkiler kadar şoven olması. Zaten biz Rumlarımıza ne yaptıksa, Batı Trakya ve Kıbrıs'ta Yunanlıların tutum ve davranışlarına karşılık olarak yaptık. Durumu, Herkül Millas'ın bu konudaki kitabının başlığı pek güzel özetliyor: 'Tencere Dibin Kara, Seninki Benden Kara." Fakat bizim, başka bir sözümüz de var: "Sui misâl emsal olamaz" (Kötü örnek, Örnek alınmaz). Me-celle'deki "Bâtıl, makusun aleyh olamaz" kuralı. Keşke, bunu daha sık hatırlasak.


Yüklə 1,08 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin