35
Ayaşlı bu sene de o daireyi tutabilseydi, üç ay daha
eşyamı orada bırakacaktım. Çünkü ben izin alıyorum, üç
ay gezeceğiz. Ayvalık'a uğramak istiyorum, Karadeniz
kenarında bir köyde, bir zaman kalacağız. Ormanlarda
gezeceğiz. Ancak dönüşte bir ev tutmayı düşünüyoruz.
Ayaşlı orayı tutamadı. Başkaları birkaç daireyi birden
tutmak için konuşmaya başlamışlar. Bu konuşmak uzadı.
Tek tek daire tutmak isteyenlere beklemek düştü. Sonunda
da ne olacağı belli değil! E, herkes parasını bağlayıp,
bekler mi, tek daire tutanlar, kendilerine yer bulup,
taşındılar. Bunlar arasında Ayaşlı da yukarı şehirde bir
ev bulmuş. Oraya taşınacak. Gene Faika, Ayaşlının yanında
oturacak. Fuat, Faika'yı bırakıp kaçmış. Nereye
savuştuğunu bilen yok. Eğer yerini öğrenebilseler, mahkemeye
verecekler.
Ayaşlı, yeni tuttuğu eve taşındığı gün bana, otele
gelmişti. Eşyamı kaldırmak için dairenin anahtarını getirAncak
mısranın sonuna geldiğinde Armanuş'un birkaç dakika
evvel sorduğu soruya hâlâ ayrıntılı bir cevap beklediğini fark
edebildi.
"Zeliha Teyze'yle Aram'ın ne zamandır birlikte olduklarını
Allah bilir. 'Üvey baba' diyebilirim herhalde ona, ya da daha tutarlılı
olsun diye 'üvey enişte'... öyle bir şey işte."
"Neden evlenmiyorlar?"
"Evlenmek mi?" Asya bu kelimeyi dişlerinin arasına sıkışmış
bir yemek artığı gibi tükürüverdi. Tam o esnada çöp toplayıcılarının
yanından geçiyorlardı ve rol modellerini daha yakından incelediğinde
onlann oğlan değil kız olduklarını gördü hayretle. Bu
daha da hoşuna gitti. Çöp toplayıcı olmak için bir başka sebep de
cinsiyet sınırlarını bulanıklaştırmak olabilirdi pekâlâ. Dudaklarının
arasına bir sigara koydu ama yakmak yerine, çikolata çubuğuymuş
gibi bir müddet ucunu emdi. Sonra bir düşüncesini açığa
vurdu: "Aram'ın evlenmekten yana derdi olduğunu sanmam da,
Zeliha Teyze'nin hiç işi olmaz o taraklarda."
"İyi ama neden?" diye sordu Armanuş.
Rüzgârın yönünün aniden değişmesiyle Armanuş keskin bir
deniz kokusu çekti içine. Tam anlamıyla bir esanslar hercümerciydi
bu şehir; bazısı kesif, fena kokular, bazısı araba parfümleri
kadar tatlımsı ve baygın. Hangisi olursa olsun aldığı her koku bir
yiyeceği hatırlatıyordu Armanuş'a. Öyle ki biraz daha kalsa burada,
galiba hepten yenebilecek bir şey gibi algılamaya başlayacaktı
İstanbul'u. Bir peynirli pastaydı bu şehir; aralarda katman katman
tarih, bolca Batılılaşma kreması sıvanmış üzerine, bohem
süslemeler serpiştirilmiş orasına burasına, kenarlarına Doğulu sos
bulaşmış ve rendelenmiş modemiteyle tamamlanmış. Sekiz gündür
buradaydı ve süre uzadıkça İstanbul ilk günkünden çok daha
karmaşık'görünüyordu. Şehre henüz alışmamış olsa da bu şehirde
yabancı olmaya alışıyordu belki.
* Sabahın köründe işe koyulur/Köpek gibi çalışının bir maaş için. /Oysa şu
şanslı güneş hiçbir şey yapmadan/Dolanır durur gökyüzünde.
"Babam her kimse Zeliha Teyze'nin onunla tecrübesinden sonra
evlilik fikrinden soğuduğunu tahmin ediyorum," diye devam etti
Asya. "Erkeklere itimat etmekte güçlük çekiyor galiba." "Onu
anlayabiliyorum," dedi Armanuş. "Peki bir ilişkiden sonra
toparlanmak söz konusu olduğunda iki cins arasında büyük fark
olduğunu düşünmüyor musun sen de? Yani kadınlar berbat bir
evlilik ya da ilişki, işte her ne boksa, yaşadıktan sonra genelde
uzunca bir süre başka bir ilişkiden kaçıyorlar. Erkekler içinse tam
aksi geçerli; bir felaketi atlatır atlatmaz derhal yenisini aramaya
başlıyorlar. Erkekler yalnız yaşayamıyor."
Armanuş başının tek bir hareketiyle onu onayladı ama kendi
anne babasının durumu bu şablona uymuyordu. Onun annesi ilk
evliliği biter bitmez evlenmiş, babasıysa bugüne kadar bekâr kalmıştı.
Yine de bu karşı örneği vermek yerine bir soru sordu. "Şu
Aram... nereli?"
"Buralı, bizim gibi," dedi Asya düşünmeden ama duraladı daha
lafını bitirmeden. Neyin sorulduğunu anladı birden. Kendi gafletine
kendi de şaşarak bir süredir emdiği sigarayı yakıp, bir nefes
çekti. Nasıl olmuş da bu bağlantıyı kuramamıştı? Aram, İstanbullu
Ermeni bir ailenin çocuğuydu. Teorik olarak Ermeni'ydi.
Yine de Aram, ne Ermeni ne Türk ne de başka bir milliyetten
olabilirmiş hissini veriyordu. Aram ancak Aram olabilirdi, nevi
şahsına münhasır. Kendine has bir türün kendine has bir üyesiydi.
Büyücüydü o; iflah olmaz bir romantik. Siyaset bilimi profesörü
olacağı yerde Akdeniz kıyısında yan metruk bir köyde balıkçılık
yapmaya meyyal olduğunu sık sık itiraf eden bir entelektüeldi;
kırılgan bir kalp, billur bir ruh, ayaklı bir vicdan; mülayim
bir ütopyacı, halim bir vatandaş, potansiyel bir kaçaktı bu toplumda.
Zeki ve onurlu bir adam. Aram buydu - ne bir eksik ne bir
fazla. Asya onu asla kolektif bir kimlik içre düşünmemişti. Bu
minval üzre bir şeyler söylemek içinden gelse de kendini tuttu ve
usulca "Aslında Ermeni'dir," dedi.
"Tahmin etmiştim," dedi Armanuş hafifçe gülerek.
Hanım da odasının duvarlarına ipekli, işlemeli örtüler
germişti; bu çivilerin çoğu onlardan kalmıştır. Bu lekeler
de yağ lekesidir. Ayaşh, bu duvarın kenarında yemek pişirirdi.
Bu parmak izleri, Ayaşlının oğlunun parmak izleridir.
Pencere kenarındaki parmak izleri de Abdülkerim
ile ikisinindir.
Bak, benim odamda, şu ikinci cam çatlaktır, bunu
Turan dirseğiyle vurup çatlattı. Nasıl olup da dirseği buraya
geldiğinin hikâyesini sormayınız!
Arasam, benim odamda Cavide'nin de bir izini bulurum.
Turan, bu daireden çıkıncaya kadar arasıra Cavide'nin
haberini alıyorduk. Benim yolladığım yerde iki aydan
fazla kalmamıştı. Bir tüccarın yanında çalıştığını
söylüyorlardı. Sonra ne oldu. Bilmem!
Faika'nın odasında bu eski çorap bağı, belki Fuat'tan
kalmıştır!
Eski bir kadın korsasının yarısı buruşmuş, atılmış,
pis mendiller, kurumuş, büzülmüş, tek bir çocuk patiği,
boş pudra kutuları, ilaç şişeleri, kopuk lastik borular, kâğıt
parçaları, bunlar Faika'dan, iffet Hanımdan kalmış
şeylerdir.
Banyo odasının tam ortasına atılmış duran bu eski,
kopuk kasıkbağı Şefik Bey zavallısından kalmıştır. O öldürüldüğü
zaman odası aranmış, toplanmış, nesi varsa
çıkarılmıştı. Bu kasıkbağı nasılsa bir köşede sıkışmış,
kalmış. Şimdi herkes- çıkıp giderken ortaya atılmış, Şefik
Beyi andırıp duruyor;!
Mutfak masasının bir köşesinde, bir deste eski yağlı
iskambil kâğıdı bırakmışlar. Bunlar Ziynet'in fal kâğıtları
idi. Faika ile Ziynet ne zaman biraz boş kalsalar, hemen
oturup fala bakarlardı..
Bu döküntü, süprüntü içinde gözüme her ne ilişse,
bana bu evde komşuluğunu ettiğimiz adamlardan birini
hatırlatıyordu. Bizim gibi bir evde rast gele toplanmış insanların
ayrılmaları hiç güç olmadı. Birbirimizi tezce
unuttuk. Yalnız Ayaşlı bizi bırakmadı. Arada bir uğrar,
beni evde bulursa bir kahvemizi içer, bulamazsa saygı
eder, hanımın yanına çıkmaz, giderdi.
Ayaşlı, bir kere olsun, Selime'yi Faika ile Faikanın
anası ile görüştürmek istemedi, Selime'nin yanında onların,
Turan'ın, Iffet'in adlarını bile anmadı. Ayaşlı bizi
köydeki evine çağırır, dururdu.
- Hanım, ne zaman isterse; şimdi otomobil, dört saatte
gidiyor. Bizim oralar çekilir. Bir hava değiştirmiş
olursunuz, derdi.
Bir fırsat bulup da gidemedik. Evlendikten sonra,
izin alıp gezmeye çıkmak için Fahri'nin düğünü olmasını
beklemiştik. Düğün oldu, ertesi gün, havaların biraz kışlaşmış
olmasına aldırmayarak yola çıktık. İnebolu kıyılarında
bir köyde, bir hafta bizi kar kapadı. Çam kütüklerini
yaktık, oturduk. Yeri yosunlu, dökülmüş yaprakları
yaş, dalları çıplak ormanlarda gezdik. Üç ay süren bu
gezintimizden döndüğümüz zaman, bizi bir ev bulmak,
oraya yerleşmek düşüncesi aldı. Ev bulmakta, eşya bulmakta
Ayaşlının bize çok yardımı dokundu. O günlerde
Ayaşlı bir yandan bize bir yer bulmaya çalışırken bir
yandan da İskender'in davasını İstanbul'a kaldırmak istemişler;
burada bakılmasına yardım etmesi için Ayaşlı,
Turan Hanıma gitmiş, yalvarmış. Turan, Ayaşlının yanına
çıkmamış, Süsen Hanımı yollamış, "Misafirleri var,
bırakıp gelemeyecek" dedirtmiş. Ayaşlı bana, ev için sıvacı,
camcı, sobacı bulduğu günlerde Turan'ın evini nasıl
bulduğunu da anlatıyordu. Yanına çıkmadı, diye Turan'a
darılmış, fakat onu gene beğeniyordu.
bu yüzden de ilk seferinde yanlış yeri deldim. Çok kanadı. Ama
sonra tekniği kaptım."
"Sahi mi?" dedi Armanuş tekrar ama bu sefer söylenenlere
inanmazmış gibi bir hali vardı.
"Hihi!" diye gururla burnunu okşadı Zeliha Teyze. "Bir halka
taktığım gibi banyodan çıktım. O zamanlar annemi delirtmeye
bayılırdım."
Oturduğu köşeden bu sözleri duyan Asya annesine imalı imalı
baktı.
"Ama esas şunu söylemek istiyorum, burnumu yasak olduğu
için deldim. Ne demek istediğimi anlıyor musun? Geleneksel bir
aileden gelmişsin, piercing filan hak getire, madem öyle, ben de
kendi işimi kendim gördüm. Ama artık devir değişti. Bunun için
buradayız. Bu dükkânda müşterilerimize salık verir, öneriler getiririz;
an gelir, isteklerini reddederiz ama onlan asla yargılamayız.
Asla neden diye sormayız. Hayatta çok erken öğrendiğim bir
şey varsa budur. İnsanları yargılarsan eğer, onlar da gidip inadına
bildikleri gibi yaparlar."
Deminden beri annesiyle vitrinlerdeki çeşitlere bakan genç
çocuk Zeliha Teyze'yi çağırdı: "Bu ejderin kuyruğunu bütün kolumu
kaplayacak kadar uzun yapabilir misiniz? Dirseğimden bileğime
kadar uzanmasını istiyorum, hani kolumda sürünüyormuş
gibi olabilir mi?"
Daha Zeliha Teyze cevap veremeden annesi araya girdi: "Aaaa
delirdin mi? Olmaz öyle şey! Küçük ve basit bir şey yaptıracaktık,
kuş ya da kelebek. Ejder kuyruğuna izin vermedim..."
Tartışa tartışa ayrıldı ana oğul dükkândan. Başkaları uğradı
ardından. Asya'yla Armanuş kenardan izlediler gelen gideni. Zeliha
Teyze delme işlerini yapıyor, yardımcısı da dövmeleri bitiriyordu;
her ikisi de seanslardan önce ve sonra ellerini sabunlayıp
ilaçlıyorlardı. Bir ara kaşlarını deldirmek istediklerini söyleyen
beş lise öğrencisi geldi ama ilk gönüllünün kaşına iğne batar batmaz
geri kalanlar fikirlerini değiştirip topukladı. Derken takımının
armasını göğsüne kazıtmak isteyen bir taraftar uğradı. Parmak
ucuna Türk bayrağı dövmesi yaptırmak isteyen biri damladı
sonra, böylece ne zaman birilerine parmağını sallasa, bayrak sallamış
olacaktı aynı anda. Nihayet sansın bomba bir travesti çıkageldi;
sevgilisinin ismini parmak eklemlerine yazdırmak istiyordu.
Tek mesele sevgilisinin adının yedi harfli olmasıydı; Zeliha
Teyze'yle travesti kafa kafaya verip harflerin on parmağa nasıl
dağılacağını ve kalan üç parmağa ne yapılacağını tartıştılar. Sonunda
sol elden başlayarak her ekleme bir harf yazmaya, kalan
eklemlere de üç papatya yapmaya karar verdiler.
Nihayet hava karardığında, dövme dükkânının olağan müşterilerine
benzemeyecek kadar normal görünen orta yaşlarında bir
adam girdi kapıdan içeri. Dosdoğru Zeliha Teyze'ye odaklandı zaten
ondan gayrisini görmeyen gözleri. Armanuş hiç zorlanmadı
adamın kim olduğunu tahmin etmekte.
Aram Martirossiyan uzun boylu, yapılı, yakışıklıca bir adamdı.
Dingin bir yüzü, koyu küt bir sakalı, dağınık gür saçları ve her
tebessümünde belirginleşen derin gamzeleri vardı. Miyop gözleri
çerçevesiz gözlüğünün ardında zekâyla parlıyordu. Zeliha Teyze'
ye bakışlarındaki beğeni ve sevgi fark edilmeyecek gibi değildi.
O bir şeyler anlatmaya koyulunca Zeliha Teyze tamamlıyor, Zeliha
Teyze bir saptamada bulunduğunda açıklamasını Aram yapıyordu.
Birlikte mucizevi bir uyum yakalamışa benzeyen iki
uyumsuzdular.
Aram'la konuşmaya başladığında gayri ihtiyari yeni-başlayanlar-
için-İngilizcesi'ne geçmişti Armanuş, İstanbul'da tanıştığı
her yeni insana yaptığı gibi. Olabildiğince ağır çekim bir İngilizceyle
tanıttı kendini. Karşılık olarak Aram'ın Britanya aksanıyla
mühürlehmiş İngilizcesini duyunca şaşırdı.
"İngilizceniz ne kadar mükemmel," demekten kendini alamadı
Armanuş. "Nerede öğrendiğinizi sorabilir miyim?"
"Sağol," dedi Aram. "Üniversiteyi Londra'da okudum, hem
lisans hem lisansüstü. Ama istersen Ermenice konuşabiliriz."
"Maalesef ben konuşamıyorum," dedi Armanuş başını sallayarak.
"Çocukken babaannemden biraz öğrenmiştim ama annemle
babam boşanınca onun yanında fazla kalamadım, hep ara girdi.
Gerçi on yaşımdan on üç yaşıma kadar her yaz bir Ermeni
gençlik kampına gittim. Eğlenceliydi, Ermenicem gelişti orada,
ama sonra yine unuttum."
"Ben de Ermeniceyi anneannemden öğrendim," dedi Aram
gülümseyerek. "Doğrusu annem de anneannem de iki dilli büyümemi
istiyorlardı ama ikinci dilin ne olacağı konusunda tamamen
zıt fikirlere sahiptiler. Annem okulda Türkçe evde İngilizce konuşmamı
istiyordu, ne de olsa büyüdüğümde bu ülkeden ayrılacak,
Avrupa'ya yerleşecektim. Ermenice neme gerekti? Ama anneannem
galip geldi. Sonunda okulda Türkçe, annemle çarşıda
dışarıda İngilizce, evde Ermenice konuşarak büyüdüm."
Anneanne ve babaannelerden konuştular bir müddet. Diyasporadakilerden,
Türkiye'dekilerden, Ermenistan'dakilerden... Armanuş,
Aram'm anlattıklarından ziyade, mütevazı halinden etkilenmişti.
Akşam 7:30'da Zeliha Teyze dükkânı yardımcısına bıraktı ve
birlikte yakındaki bir meyhanenin yolunu tuttular.
"Sen İstanbul'dan gitmeden önce Aram'la Zeliha Teyze, tipik
bir içki muhabbetini görmen için bizi meyhaneye götürmek istediler,"
diye açıkladı Asya Armanuş'a.
İstiklal Caddesi'ne paralel bir arka sokağı katederken, pencerelerinden
travesti fahişelerin sarktığı yıkık dökük bir apartmanın
önünden geçtiler. Bilhassa ilk kattakiler öyle yakındılar ki Armanuş
aşın makyajlı yüzlerini bütün ayrıntılarıyla seçebildi. Köfte
dudaklı, çam yarması, kızıl saçlı bir travesti gülerek laf attı.
"Ne dedi?" diye sordu Armanuş.
"Bileziklerime bayılmış. Hepsinin taşıyamayacağım kadar
ağırlık yaptığını söylüyor!"
Armanuş'un şaşkın bakışları altında Asya bileziklerinden birini
çıkarıp kızıl saçlı travestiye uzattı. Beriki hediyeyi sevinçle alıp
bileğine taktı ve Asya'nın şerefine diyet kolasını havaya kaldırdı.
Bu sahneyi şaşkın gözlerle seyreden Armanuş, Jean Genet'yi
düşündü bir an. Burada olsaydı kim bilir neler çıkarırdı bu sahneden?
Pencere pervazlarından bakan travestiler, gölgeli yorgun
yüzler, manikürlü parmaklar, tespihli adamlar, şerefe kaldırılan
diyet kola kutusu, hediye edilen nazar boncuklu bilezik, ekşi ekşi
katmerlenen ter ve meni kokuları, her şeye rağmen kaybolmayan
masumiyet... tüm bunlar buluşup kaynaşabiliyordu İstanbul'un
salaş bir sokağında.
Lokanta, Asmalımescit'te yarı salaş hayli ferah bir yerdi. Oturur
oturmaz iki garson meze tepsisiyle geldi. Vakt-i kerahat gelince
müşteriler ikişer üçer damladı, kısa zamanda bütün meyhane
dolacaktı. Aynı ölçüde yabancı bütün bu yüzler, sesler ve kokular
arasında Armanuş mekân duygusunu kaybetti. Herhangi bir yerde
olabilirdi pekâlâ; Avrupa'da, Ortadoğu'da ya da Rusya'da.
Müşteriler ne kadar da kıpır kıpırdı: Mütemadiyen sigara içip birbirlerinin
sigaralarını yakıyor, demlenip birbirlerinin bardaklarını
dolduruyor, yemek yiyip birbirlerinin tabaklarının tadına bakıyor,
konuşup birbirlerinin lafını kesiyor, şarkılar mırıldanıp birbirlerinin
ezgilerine eşlik ediyordu. Zeliha Teyze'yle Aram rakı içiyordu,
Asya ile Armanuş beyaz şarap. Zeliha Teyze sigara, Aram puro
içiyor; görünüşe göre annesinin yanında tütünden uzak duran
Asya ise sinirli sinirli ağzının içini kemiriyordu.
"Ne o? Bu akşam sigara içmiyorsun," dedi Armanuş.
"Ya, sorma," dedi Asya içini çekerek. Sonra sesini iyice alçalttı.
"Şşş! Zeliha Teyze sigara içtiğimi bilmiyor."
Her fırsatta neredeyse sadistçe annesini kızdırmaktan zevk
alan Asya'nın, ondan sigara içtiğini saklaması Armanuş'u şaşırtmıştı.
Anlaşılan Asya her konuda pabuç gibi bir dille laf edebiliyordu
da, her ne hikmetse asiliğini yitiriyordu mesele büyüklerin
yanında sigara içmeye gelince.
Garsonlar yemek ardına yemek taşıdılar masaya. Önce mezeler,
soğuk yemekler, ara sıcaklar, sıcaklar, tatlı ve son olarak kahve.
Buranın kuralı bu olsa gerek, diye hayretle bu trafiği izled.
Armanuş, menüden seçmek yerine bütün menü masana geliyor.
İçeride hem dumanın hem de gürültünün iyice yoğunlaştığı
bir esnada Armanuş, bir süredir zihnini kurcalayan soruyu sorma
cesaretini nihayet toplayarak Aram'a sokuldu:
"Amerika'ya gelmeyi düşünmedin mi hiç? Kaliforniya'ya mesela.
Orada büyük bir Ermeni cemaati var..."
Aram bir müddet dikkatlice baktı ona, sonra arkasına yaslanıp
sadece kendisinin bildiği bir espri duymuşçasma tuhaf bir
kahkaha patlattı. Armanuş söylediklerinin doğru anlaşıldığından
şüphe etmiş olmalı ki eğilip açıklamaya çalıştı: "Pek çok İstanbul
Ermenisi var Kaliforniya'da. Sen de gelebilirsin. Sana ve ailene
yardım etmek için can atacak geniş bir Ermeni cemaati var."
Aram bu sefer kahkaha atmadı. Onun yerine buruk bir tebessüm
yayıldı suratına.
"Böyle bir şeyi neden isteyeyim ki sevgili Armanuş? Burası
benim şehrim. İstanbul'da doğdum, burada büyüdüm. Ailemin bu
şehirdeki tarihi en azından beş yüz yıl geriye gidiyor. İstanbullu
Ermeniler İstanbul'a aittir, İstanbullu Türkler, Kürtler, Rumlar ve
Yahudiler gibi. Bir zamanlar birlikte yaşamayı başarmıştık, sonra
çok kötü çuvalladık. Şimdi tekrar öğrenmeliyiz kozmopolitliği.
Bir daha çuvallama şansımız yok."
Yine bir garson belirerek kızarmış kalamar ve midye getirdi.
"Beyoğlu'nun her sokağını bilirim..." diye devam etti Aram,
rakısından bir fut daha çekerek. "Sabahlan, akşamları, geceleyin
neşelenip sarhoş olduğumda o sokaklarda dolaşmayı severim...
Boğaz kıyısında pazar günleri arkadaşlarımla kahvaltı etmeyi, kalabalık
içinde tek başıma yürümeyi hiçbir şeye değişmem. Bu
şehrin kaosuna, yorucu cazibesine, yıllanmayan güzelliğine, vapurlarına,
müziğine, hikâyelerine, hüznüne, renklerine ve kara
mizahına âşığım."
Birbirlerinin konumlarına uzaktan bakarak sıkıntılı bir sessizliğe
gömüldüler. Aralarında coğrafi mesafeden fazlası olduğunu
sezmişlerdi - Aram onun fazla Amerikanlaştığını, o da Aram'ın
fazla Türkleştiğini düşünüyordu. Kalmayı başaranların çocukları
ile gitmeye mecbur olanların çocukları arasındaki derin uçurum
burada da nüksetmişti.
"Diyasporadaki Ermenilerin hiç Türk arkadaşları yok. Yegâne
aşinalıkları ninelerinden dedelerinden ya da birbirlerinden
duydukları hikâyeler. O hikâyeler de son derece üzücü. Ama inan
bana her ülke gibi Türkiye'de de iyi insanlar ve kötü insanlar var.
Bu kadar basit. Bana kendi öz kardeşimden daha yakın Türk arkadaşlarım
var. Tabii bir de..." bardağım Zeliha Teyze'ye doğru
uzattı, "...şu çılgın sevgilim var."
Zeliha Teyze adının geçtiğini duymuş olacaktı ki göz kırptı,
rakı bardağını kaldırıp: "Şerefe!" Hepsi ona uyup kadeh tokuşturdular:
"Şerefe!" Çok geçmeden Armanuş bu kelimenin her on beş
dakikada bir tekrarlanan bir nakarat olduğunu anlayacaktı. Yaklaşık
bir saat ve yedi Şerefe'den sonra Armanuş'un gözleri alkolden
parlamaya başlamıştı bile. Albino garsonun bu sefer de sıcakları
getirişini gülerek seyrediyordu - yeşil biber üzerinde ızgara levrek,
fesleğenle terbiye edilmiş kremalı ıspanaklı yayın, yeşilliklerle
sunulan kömürde çupra, baharatlı sarımsaklı güveçte karides.
Armanuş çakırkeyif kıkırdadıktan sonra yeniden Aram'a döndü:
"Senin de dövmen vardır mutlaka. Zeliha Teyze sana da dövme
yapmıştır."
"Ne mümkün," dedi Aram purosundan yükselen duman tülü
ardından. "İzin vermiyor."
"Ya öyle," diye onayladı Asya. "Dövme yaptırmasına izin
vermiyor."
"Sahimi?" dedi Asya hayretle Zeliha Teyze'ye dönerek. "Dövme
sevdiğinizi sanıyordum."
"Severim," dedi Zeliha Teyze. "Dövmeye karşı değilim, istediği
desene karşıyım."
Aram dudağını büktü. "Görkemli bir incir ağacı figürü istiyorum.
Ama diğer ağaçların aksine ters olmalı. Benim incir ağacımın
kökleri yukarıda. Toprağa değil havaya kök salmış. Yerinde
değil ama yersiz de değil."
Masadaki mumun titreşen ışığını seyrederek birkaç saniye
sessiz kaldılar.
"Mesele incir ağacının hayra alamet olmaması," dedi Zelilu
Teyze. Bir sigara daha yakmıştı ve farkında olmadan Asya'ya
doğru üfledi. "Uğur getirmez. Aram'ın köklerini havaya salmasına
itirazım yok da bedenine incir ağacı yaptırmasına itirazım var.
Kiraz ağacı olmayı tercih etseydi mesela, ya da meşe, çınar, ne
olursa... hiç düşünmez dövmeyi yapardım!"
İpekli beyaz gömlek ve siyah pantolon giymiş dört çingene
müzisyen girdi meyhaneye çalgılanyla birlikte - ud, klarnet, kanun
ve darbuka. Yiyeceklerini yiyip içeceklerini içmiş ve şarkı söylemeye
hazır müşteriler arasında heyecanlı bir kıpırdanma oldu.
Müzisyenler yanlarına geldiğinde Armanuş mahcubiyet hissetti.
Ama neyse ki onu şarkı söylemeye zorlamadılar. Asya'yla Aram
da şarkı söylemeye meraklı görünmüyordu. Hepsi birden
müzisyenlere eşlik eden Zeliha Teyze'yi dinlediler - sigaradan
çatlamış konuşma sesine benzemiyordu şarkı söyleme sesi. Armanuş,
Asya'nın annesinden tarafa soru sorar gibi baktığını fark etti.
Müzisyenlerin şefi istek parçaları olup olmadığını sorunca
Zeliha Teyze, Aram'ı cilveli bir ifadeyle dürtükledi: "Hadi bir şarkı
iste. Hadi şakı bülbülüm!"
Pancar gibi kıpkırmızı kesildi Aram. Gene de şefin kulağına
bir şey fısıldadı. Ekip istenen müziği çalmaya başladığında, önce
tedirgin ama giderek kuvvetlenen cesaretlenen bir sesle başladı
söylemeye. Ne Türkçe ne İngilizce. Aram Ermenice söylüyordu.
Her sabah şafak vakti
Yolunu gözlerim sevgilimin
Ağır, hüzünlü bir şarkıydı, hele ki arkada yükselen klarinet ve
içi içine sığmayan darbuka tempoyu habire yükseltmese. Aram'ın
sesi boğuk dalgalar halinde inip düşüyordu.
Geçmiş hatıralarımın
Anlatıcısıdır o
Hayat hikâyeme
Uzanan yoldur o.
Armanuş bütün sözleri anlayamasa da incecik bir sızı hissetti
içinde. Az sonra başını kaldırdığında Zeliha Teyze'nin ifadesi
şaşırttı onu. Hem korku hem mutluluk barındıran bir ifadeydi bu
- ancak beklenmedik bir anda aşka yakalananların yüzlerinde
rastlanabilecek türden bir mutluluk korkusu. Mutlu olmaktan korkuyordu
Zeliha Teyze.
Şarkı bitip de müzisyenler yan masaya geçtiğinde Armanuş,
Zeliha Teyze'nin Aram'a sarılıp öpeceğini zannetti. Ama onun yerine,
Asya'ya yanaştı Zeliha Teyze. Bir erkeğe duyduğu aşk, kızına
duyduğu sevgiyi daha iyi idrak etmesini sağlamışçasına, şefkatle
Asya'nın elini sıktı. "Canım," diye mırıldandı, sesinde biraz
kederle. Ama o an kızına bir şey itiraf etmeye yeltendiyse bile bu
arzuyu hemen bastırdı. Onun yerine Marlboro Lights'ına uzanıp
Asya'ya bir sigara ikram etti.
Annesini hiç bu kadar duygusal ve sevecen görmemişti Asya.
Hele onun kendisine sigara ikram etmesi daha da şaşırtıcıydı. Sigarayı
alıp önce kendininkini, sonra annesininkini yaktı. Aralarında
ağır ağır yükselen dumanın içinden anne kız birbirlerine tutuk
ve acemi gülümsediler. Bu ışıkta bakıldığında irkiltici ölçüde
benziyorlardı birbirlerine. Karşılıklı durmuş sonsuza değin birbirlerini
çoğaltmaya ahdetmiş iki ayna. Birisinin hiç tatmadığı, ötekininse
mümkün mertebe hatırlamamayı tercih ettiği bir geçmişin
şekillendirdiği iki yüz.
îşte Armanuş, İstanbul'a geldiğinden beri ilk kez o an şehrin
nabzını hissetti. İnsanların, onlara çektirdiği bütün çilelere rağmen
İstanbul'u neden terk edemediklerini, bir şehre nasıl âşık olunabileceğini
sezdi. Haklı olabilirdi Aram. Böylesine iç acıtıcı güzelliği
olan bir şehri sevmekten kolay kolay vazgeçemeyebilirdi
insan. Gidenler de belki ebediyen onu taşımaya mahkûmdular
yanlarında. Bırakmakla unutulmuyordu İstanbul. Bu keşfe
kadehini kaldırdı: "Şerefe!"
On Dördüncü Bölüm
Dostları ilə paylaş: |