Metis Yayınlan İpek Sokak 9, 34433 Beyoğlu, İstanbul



Yüklə 2,38 Mb.
səhifə18/18
tarix25.11.2017
ölçüsü2,38 Mb.
#32831
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   18

ağzında kalan tada varmak istercesine ağzını şaplatıyordu.

Alabildiğine çıkık adem elması hızla inip kalkıyordu. Derken tekrar

başlıyordu okumaya. Tek kelime Arapça bilmeyen ve nerde ne

dendiğini mümkünü yok sezemeyen kadmlann gene de yüreklerinin

tellerinin titremesinin sebebi hikmeti işte bu inişli çıkışlı ritimdi.

Gözyaşlarını tutamasalar da, imamın sesini bastıracak kadar

yüksek sesle ağlamamaya gayret ederlerdi daima. Fazla alçak

sesle de ağlamazlardı gerçi; akordu topluca yapılmış bir enstrüman

gibiydi yas tutan kadınlar korosu. .

İmamın yanında, en itibarlı ikinci' mevkide, Cicianne oturuyordu;

minnacık vücudu güneşe serilmiş, buruşmuş erik kurusu

gibiydi. Öylesine susuz, öylesine buruş buruş. Her yeni gelen elini

öpüp taziyelerini dile getiriyordu ama Cicianne'nin onları duyup

duymadığını anlamak zordu. Genelde elini her öpene şöyle

bir bakıyordu ahcı gözle. Ama zaman zaman misafirlerden birine

soruyla karşılık verdiği de oluyordu. "Sen kimsin canım?" diye

soruyordu akrabalarına ya da ahir ömürlük arkadaşlarına, ya da

"Bunca zaman nerelerdeydin, sakın bir daha arayı böyle açma hayırsız!"

diye azarlıyordu hiç tanımadığı insanları. Alışılagelmiş

sessizlikleri ile herkesi susturacak kadar beklenmedik cümleleri

arasında bazı bazı duruyor, belirgin bir panikle gözlerini kırpıştırırken,

yüzünde bomboş bir ifade peydahlanıyordu. Böyle anlarda

bütün bu insanların neden oturma odasına doluştuklarına ve

neden bu kadar ağlayıp sızladıklarına akıl sır erdiremiyordu. Yanakları

neredeyse tümüyle içeri çökmüş, kına kızılı saçları eşarbının

altından taşmış, saniyeden saniyeye değişen günbatımı gibi

esrarengiz oturuyordu öylece.

Divan hareketsizdi, kadınlarsa sürekli hareket halinde. Divan

beyazlara bürünmüştü, kadınların çoğu karalara. Divan sessizdi,

kadınlar safı ses - ölülerin tam aksini yapmak, yaşamın gereği ve

yaşadığının göstergesiymiş gibi.

Nice sonra bütün kadınlar ayağa kalkıp başlarını eğdiler. Yüzleri

keder, hürmet, aynı zamanda merakla tetikte, imamın odadan

çıkışını seyrettiler. Onu kapıya kadar uğurladıktan sonra tutup

parmaklan eksik ellerini öptü Banu Teyze. Defalarca teşekkür etti

ve bol bol bahşiş verdi.

İmamın çıkmasıyla havayı keskin bir çığlığın deşmesi bir oldu.

Kimsenin daha evvel gördüğünü hatırlamadığı tıknaz bir kadındı

sesin müsebbibi. Çığlığı kulak zarlannı delen desibellere

çıktı, bir anda yüzü kıpkırmızı kesildi, sesi hınltılandı, bütün vücudu

zangır zangır titremeye başladı. Öyle feci bir haldeydi ki,

öyle acılı ve yaslı, diğerleri susup huşu içinde seyrettiler. Feryadı

öyle dokunaklıydı ki, rol yaptığını bilmekle beraber, çok geçmeden

diğer kadınlar da ona eşlik edip, kendilerini bırakıverdiler.

-ci ya da -cı takısı ekleyerek her şeye, yeni yeni meslekler icat

edebilirsin Türkçede.

Tıknaz kadın ölü evine gelip ağlaması için tutulmuş bir paralı



yasçı idi, hiç görmediği insanlar için kendini paralayabilecek

biri.


Bu tarrakanın ortasında, matemin bu kadar gürültülü ve böyle

kamusal bir hal almasını yadırgayan Rose oturuyordu tüyleri

diken diken. Sürekli kaynaşan kalabalığın içine atılmış gibi hissediyordu

kendini. Tam bir uyum ve şaşmaz bir akışkanlık vardı

odada. Giden her misafirin yerine bir yenisi geliyordu. Koltuklara,

kanepeye, yer minderlerine tünüyorlardı, omuzlan değecek

kadar yakın. Sessizce selamlaşıyor, konuşmadan anlaşıyorlardı.

Tek başlarına son derece sessiz, birlikte yas tutarken son derece

gürültücü olan bir dolu kadın. Rose bunlardan tedirgin oladursun,

Armanuş yas töreninin kurallarını seçmeye başlamıştı bile: Evde

yemek pişirilmediğini anlamıştı mesela; her misafir bir tepsi yemek

getiriyordu onun yerine. Öyle ki mutfak tencerelerle, sahanlarla,

türlü türlü tabaklarla dolmuştu. Görünürde tuz, et, içki yoktu.

Kokular gibi sesler de denetim altındaydı. Müziğe izin yoktu:

televizyona, radyoya... Aklına Johnny Cash düştü Armanuş'un.

Johnny Cash düşünce de Asya. Sahi, neredeydi o?

Onu bir grup komşuyla çevrelenmiş halde kadife kanepenin

köşesine ilişmiş buldu. Çenesini kaldırmış, kaşlarını çatmış, belli

ki düşüncelere dalmıştı. Bakışları ölüye mıhlanmıştı. Ara ara,

kuzguni saç tutamlarını çekiştiriyordu dalgın dalgın. Armanuş

tam onun yanına gidecekti ki, Zeliha Teyze'nin usulca kızının yanına

çöktüğünü ve anlaşılmaz bir yüz ifadesiyle kulağına bir şey

fısıldadığını gördü.

Her ne dediyse Asya'nın yüzü döndü.

Divanda boylu boyunca uzanıyordu ölü.

Durmadan inleyip ağlayan kadınlar arasında sessizce oturuyordu

Asya, yüzünden renk çekiliyordu. Yıllanmış bir sırrı fısıldıyordu

Zeliha Teyze kulaklarına.

"Sana inanmıyorum," dedi Asya aniden hiddetlenerek.

"İnanmak zorunda değilsin," diye mırıldandı Zeliha Teyze

alabildiğine sakin. "Ama sonunda sana bir açıklama yapmam gerektiği

kafama dank etti. Şimdi yapmazsam bir daha yapamam.

Ya şimdi söylemeliyim ya hiç. Öldü çünkü. Gömülmeden evvel

bilmeye hakkın var..."

Hareket edebilmek için bu cümleyi duymayı bekliyormuş gibi

ayaklandı Asya. Gözlerini cesetten ayırmadan ve hiç ama hiç

kimseyi umursamadan, yürüdü divana doğru. Demek cennetin asma

bahçeleri gibi mis kokulu, katıksız ve yemyeşil bir defne sabunuyla

tepeden tırnağa temizlenen; oyulup, durulanıp, itinayla

silinen; üç parçalı kefene sarılmadan evvel musalla taşının üzerinde

kurumaya bırakılan ve ihtiyarların aynı gün ivedilikle gömülmesi

konusundaki ısrarlı tavsiyelerine rağmen mezarlığa değil,

bizzat Kazancı hanesine götürülmek üzere cenaze arabasına

yerleştirilen; demek sandal ağaçlarıyla tütsülenen, ağzına zemzem

suları damlatılan, çelik bir bıçak ve iki kararmış para altında

hareketsiz boylu boyunca uzanan bu ceset, babasıydı.

Dayısı... babası... dayısı... babası...

Asya başım kaldırıp, Zeliha Teyze'ye baktı. Birden onun bunca

zaman kendisine neden "teyze" denmesine itiraz etmediğini

anladı.


Teyzesi... annesi... teyzesi... annesi...

Asya ölmüş babasına doğru bir adım attı. Bir adım daha. Duman

yoğunlaşmıştı. Odanın bir yerlerinde Rose acıyla inledi.

Sonsuz bir zincir halinde bütün diğer kadınlar da. Herkes ve her

şey bir etki-tepki ve ezgi-ritim zinciriyle bağlıydı birbirine. İç içe

geçmişti bütün hikâyeler, sahipleri ister fark etsin ister etmesin.

Bu asla nihayete kavuşmayan silsilenin herhangi bir yerindeki bir

atımlık hareket, zincirin başka bir yerinde bir eylem peydahlıyordu.

Her yeni ses, başka bir yerde bir yankı doğuruyordu.

"Baba..." diye mırıldandı Asya.

Evvela kelâm vardı, der İslamiyet, her türlü varoluştan ve

varlıktan evvel kelâm vardı.

Ne var ki Asya'nın indinde babasıyla ilişkisi-iüşkisizliği bunun

tam aksini içerir gibiydi. İlk başta kelâmın kendisi değil, bizzat

yokluğu vardı. Telaffuz edilmemiş bir kelimeydi baba. Yoktu.

Yokluğu geliyordu her tür varoluştan ve varlıktan önce.

Bir varmış bir yokmuş.

Uzun, çok uzun zaman önce, çok da uzak olmayan bir ülkede,

evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer

tellal iken... ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken... dünya

tepetaklak ve zamanın bir adaşı olan "dehr" dönüp duran bir

halka, kuyruğunu yutan bir yılan iken, gelecek geçmişten daha ihtiyar,

geçmiş yeni ekilmiş tarlalar kadar ter-ü taze iken...

Bir varmış bir yokmuş. Tanrı'nın mahlukları tahıl kadar çokmuş;

fazla konuşmak günahmış.

Günahmış çünkü haddinden fazla konuşursan hatırlamaman

gerekenleri hatırlayabilir, anlatmaman gerekenleri anlatmaya

başlayabilirsin. Her ailede sırlar vardır saklı kalması gereken.

Her ailenin günahları vardır kabir defterlerine kaydedilen.

Olur da eline geçirirsen o defterlerden birini, orada rastgelebilirsin

söze dökülmeyecek olana.

Potasyum siyanid saydam bir bileşiktir. Potasyum tuzu ve hidrojen

siyanid elementlerinden mürekkeptir. Şekere benzer bir parça

ve gayet kolay çözülür suda. Bazı başka zehirli bileşiklerin aksine

bariz bir kokusu vardır. Hoş bir koku...

Badem gibi kokar bu zehir. Acı badem gibi.

Bir kâse aşure, olur ya kavrulmuş fındıkların ya da nar tanelerinin

yanı sıra potasyum siyanid damlalanyla da süslenirse, bu

ikinci maddenin varlığını tespit etmek zordur. Ne de olsa aşurenin

doğal malzemeleri arasında da badem vardır. Yiyen, kokuyu

yadırgamaz. Son ana kadar neyi kaşıklamakta olduğunu anlamaz.

"Sen ne yaptın efendim," diye cırladı Ağulu Bey. "Dünyanın

gidişatına müdahale ettin!"

Banu Teyze ruj yüzü görmemiş dudaklarını kemirdi. "Ettim

ya," dedi yanaklarından yaşlar süzülürken. "Ona aşureyi ben verdim

ama yiyip yememek kendi bileceği şeydi. Ne yaptığını biliyordu

benim kardeşim! Azrail'in onu kırk birinden evvel bulacağını,

Çin-i Maçin'e dahi kaçsa bu sefer de orada enseleyeceğini

biliyordu. Ecel gelip almadan, o attı ilk adımı. Böylesinin daha

yeğ olacağına karar verdi. Mazinin külfetiyle yaşamaktan daha

haysiyetli değil mi böylesi? Tercih kendisinindi."

"Öyle bile olsa bu senin günahını hafifletir mi efendim?" dedi

Ağulu Bey.

"Hafifletmez elbet," dedi Banu Teyze kısık bir sesle. "Karışmamalıydım.

Dayanamadım. Gaibten gelen bilgi neye yarar o bilgiyle

bu cihanda bir şeyler yapamadıktan sonra? Terazi niye yapılmış,

adil tartsın diye. Kalem niye yaratılmış, yazsın da iz bıraksın

diye. Kitap niye yazılmış, şimdiki nesiller atalarının hatalarından

ders alsın diye. Allahım hafızamı kaybetmekten koru. Unutkanlık

hastalığı için okunacak duayı veren Rabbim, silinmeyen

hafıza için de bir dua verseydi ya bana. Bildiklerimin ağırlığı altında

ezilmemek için..."

"Sanmam ki Allah seni affetsin," dedi Ağulu Bey keyifle ve

kibirle.


"Haklısın. Faziletli kulların arasından kovuldum artık sonsuza

kadar. Ama Allanın bildiğini cininden niye saklayayım, Rabbim

biliyor ya, zerre pişmanlık yok yüreğimde."

"Ya Ermeni kız? Ona babaannesinin sırrım söyleyecek misin?"

diye sordu Şekerşerbet Hanım, efendisinin ağlamasını çaresizlikle

seyrederken.

"Söyleyemem. Taşıyamaz, yük olur yavrucağa. Hem inanmaz

bana."


"Hayat tesadüflerden ibarettir, efendim." Bunu söyleyen

Ağulu Bey'di gene. Tesadüfler tesadüfi midir yoksa tevafuki mi?

"Ona hikâyeyi anlatmayacağım. Ama bunu ona vereceğim,"

dedi Banu Teyze çekmeceyi açıp, nar broşu mahfazasından çıkararak.

İnsanlar ikiye ayrılır: beşikten mezara sabitkadem bir isimle

anılanlar, yani içine doğdukları hakikate uygun, kimliğe.sadık kalanlar;

bir de isimlerini koruyamayanlar, yani harfleri yap boz,

ruhları arızalı olup da durmadan yeni adlar ve lakaplar alanlar,

isim bolluğunda tarifsiz kalanlar.

Bir zamanlar bu broşun sahibi olan Şuşan Nine, bir değil birden

fazla ismi olanlardandı. Birbiri ardına isimler almaya, hayatının

her yeni safhasında bir önceki ismini bırakmaya yazgılı bir

göçmen ruh. Şuşan İstanbuliyan olarak doğmuş, Şermin 626 olmuş,

Şermin Kazancı'ya dönüşmüş, nihayet Şuşan Çakmakçıyan

olarak vefat etmişti. Edindiği her yeni isimle birlikte bir yanını

sonsuza kadar kaybetmişti.

Rıza Selim Kazancı mahir bir işadamı, örnek bir vatandaş ve

sevecen bir kocaydı. Cumhuriyet döneminin başlangıcında, ulusun

bütün yurdu donatacak kadar bol bayrağa ihtiyaç duyduğu bir

zamanda, kazancılığı bırakıp bayrak imalatına geçecek kadar ileri

görüşlüydü. Bu sayede ileride İstanbul'daki en zengin işadamlarından

biri olacaktı. Yetimhaneyi o sıralarda ziyaret etmişti; müdürüyle

toplu bir alımı müzakere etmek için. Orada, loş koridorda,

din değiştirmiş bir Ermeni kızı gördü. Tesadüfen öğrendi bu

kızcağızın iki cihanda en çok saygı ve bağlılık duyduğu adamın,

Levon Ustanın yeğeni olduğunu. Ustasının ailesine yardım etme

sırasının kendisine geldiğini düşündü. Yine de çok sayıda ziyaretten

sonra ona evlenme teklif ettiğinde bunu salt iyilik olsun diye değil,

âşık olduğu için yapacaktı.

Rıza Selim karısının geçmişini geride bırakabileceğine emindi.

Ona karşı müşfik davranırsa, bir çocuk ve harika bir ev verirse,

yarasının yavaş yavaş iyileşeceğine inanıyordu. Ruhsal nekahat

zaman meselesiydi. İnanıyordu ki kadınlar ilk çocuklarını doğurduktan

sonra kendi çocukluklarının yükünü taşımayı bırakırlar.

Öylesine emindi kendinden, sevgisinden... Bu yüzden de karısının

ağabeyiyle kaçıp, Amerika'ya gitmek için onu terk ettiği

haberini aldığında önce bu habere inanmayı reddetti, sonra da karısını

reddetti.

Şuşan, Kazancı ailesinin kayıtlarından silindi, kendi oğlunun

belleğinden de.

Levon ya da Levent adını almak Şuşan'ın oğlu için bir şey değiştirmemişti.

Her halükârda ismiyle müsemma olamadı. Hırçın

ve haşin bir adamdı. Evin dışında olabildiğince medeni ve selis

huylu ama dört kızıyla oğluna karşı her daim sert ve zalim.

Hikâyeler birbiriyle öyle iç içedir ki nesiller önce vuku bulmuş

hadiseler şimdiki zamanın tümüyle alakasız gelişmelerine

etki eder. Geçmiş geçip gitmez kolay kolay. Levent Kazancı o kadar

otoriter ve baskıcı bir baba olmasa, tek oğlu Mustafa bambaşka

biri olmaz mıydı? Nesiller önce 1915'te Şuşan yetim kalmasa,

2005'te Asya diye bir piç olur muydu?

Hayat iç içeliklerden ibarettir ve tesadüf ile tevafuk aynı şey

değildir. Bazen bunu idrak edebilmek için insana kötü bir cin gerekir.

Akşama doğru Zeliha Teyze bahçeye çıktı. Bütün purolarını çoktan

tüttürmüş olan Aram hâlâ orada bekliyordu.

"Çay getirdim," dedi. Mart rüzgân yüzlerini okşarken, uzaklardan

denizin, yeşeren otların ve zamansız açmak üzere olan badem

çiçeklerinin kokularını getirdi.

"Teşekkür ederim sevgilim," dedi Aram. "Ne güzel bardak bu

böyle."

"Beğendin mi?" Zeliha Teyze bardağı elinde çevirirken, yüzü



bir hatırayla aydınlandı. "Ne tuhaf. Şimdi fark ettim. Bu bardak

takımım tam yirmi yıl önce almıştım. Çok tuhaf!"

"Tuhaf olan ne?" diye sordu Aram. Tam o anda bir yağmur

damlası başına düştü.

"Hiç," dedi Zeliha Teyze, sesi alçalmıştı. "Bu kadar dayanacağını

düşünmemiştim hiç. Çok kolay kınlıyorlar diye itimat etmedim

hiçbir zaman bu bardaklara. Ama bak, nasıl da haksız çıkardılar

beni. Dayanıyorlarmış işte. Çay bardakları bile!"

Birkaç dakika sonra Beşinci Sultan pencereden atladı; midesi

dolu, gözleri mahmur, hareketleri yavaş. Etraflannda bir daire

çizdikten sonra Zeliha Teyze'nin yanına kıvnldı. Bir müddet titizlikle

patisini yaladı, tüylerindeki kirleri ayıkladı. Oracıkta kıvrılıp

uyumaya hazırlanmıştı ki aniden bir şey tarafından dürrülmüşçesine

yerinde sıçradı. Dinginliği neyin bozduğunu anlamak için

merakla etrafına bakındı. Cevap yerine ılık bir damla indi burnuna.

Sonra bir damla daha, bu seferki başına. Derin bir memnuniyetsizlikle

ağır ağır kalktı, gerindi. Bir damla daha. Hoşnutsuz, irkildi.

Süratle eve yollandı.

Belki dünyanın kurallarını bilmiyordu kedi. Gökyüzünden

düşen hiçbir şeye küfredilmemesi gerektiğini tembihleyen olmamıştı

ona. Kimse dememişti, ne yağarsa yağsın tepene semadan,

kabulündür.

Buna yağmur da dahil.

www.webturkiyeforum.com



by Ayhan
Yüklə 2,38 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   18




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin