Mevlânâ Ceîâleddin, Divan-ı Kebîr'-den Seçme Şiirler İstanbul 1959; Divan-ı Kebîr'den Seçmeler adıyla 2



Yüklə 1,06 Mb.
səhifə18/40
tarix05.09.2018
ölçüsü1,06 Mb.
#76904
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   40

GÜL

Câhiliye Arapları'nda efsanevî bazı varlıklara verilen ad.

Sözlükte, "bir kimseyi bilemeyeceği yönden ansızın yakalamak, helak etmek" anlamına gelen gavl kökünden türemiş bir isim olup "insanı şaşkınlıkla yakala­yıp helak eden şey" demektir (çoğulu ağ-vâl ve gllân).

Câhiliye Arapları "nın folklorundan söz eden kaynakların tasvirlerine göre gül her renge ve şekle girebilen, ıssız çöller­de insanı şaşırtıp öldüren çirkin görü­nümlü bir yaratıktır. Geceleyin yalnız do­laşan insanlara değişik biçimlerde gö­rünür ve onlan aldatıp yok eder. Sade­ce ayaklan değişmez ve eşek toynağına benzeyen ayaklarından tanınır. Kılıçla vu­rulan ilk darbede ölür, ikinci bir darbe vurulursa yeniden canlanır. Câhiliye inanışına göre güllerin aslı, göklerden giz­lice haber almaya çalışan veya insanlara güzel kadınlar şeklinde görünen, onlarla evlenen cinlere (sil'ât) dayanmaktadır. Bu tür cinleri parlak bir ışık (şihâb) kovalar ve neticede bir kısmı yanıp ölür, bir kıs­mı da denize ve karaya düşer. Denize düşenler timsah, karaya düşenler de gül olur.281 Câhiz, gülün Câhiliye devri Arap şiirine konu teşkil ettiğini nakleder.282 Hz. Peygamber'i öven şairlerden Kâ'b b. Züheyr de Kasî-detü'l-bürde'sinüe gülün değişik renk­lere girişine temas eder.283

Kur'ân-ı Kerîmde şeytanların ve cin­lerin varlığından açıkça söz edilmesine rağmen gülden bahsedilmemekte, sadece cennet şarabının aklî dengeyi boz­mayan bir nitelikte olduğu belirtilirken "gavl" kelimesi kullanılmaktadır284; bunun ise Câhiliye inanışla­rına konu olan gül ile ilgisi yoktur.

Hadis literatüründe güle yer veren ri­vayetlerin bir kısmında böyle bir varlığın bulunmadığı belirtilirken bir kısmında, gülün evlere yaklaşmaması için besme­le çekilmesi ve Ayetü'l-kürsî okunması, şerrinden korunmak için de ezan okun­ması tavsiye edilmiştir285. Birbiriyle çelişen bu ha­dislerin yorumu konusunda farklı görüş­ler ileri sürülmüştür. Ebû İshak el-İsfe-râyînî ve Zemahşerî başta olmak üzere âlimlerin çoğunluğu, birinci gruptaki ha­disleri dikkate alarak gül diye bir varlığın bulunmadığını, bunun Câhiliye Arap-lan'nın asılsız inançlanna dayandığını belirtmişlerdir. İki grup hadis arasında­ki çelişkiyi ortadan kaldırmaya çalışan hadis âlimleri ise gülün varlığına işaret eden ikinci grup hadisleri esas alarak onun mevcudiyetini kabul etmişler ve birinci gruptaki hadislerde, gülün her şekle girip insanlan yok edebilen bir ya­ratık olduğu tarzındaki inanışın asılsızlı­ğına dikkat çekildiğini söylemişlerdir.

Câhiliye dönemi inançlan arasında yer alan, kuş ve benzeri hayvanların uğur­suzluğuna, mikropsuz hastalıkların si­rayetine, insan karnında açlık hissini do­ğuran yılan gibi bir canlının mevcudiyeti­ne ve gül türünden öldürücü hayaletlerin varlığına dair telakkilerin bâtıl olduğunu kesin bir dille ifade eden birçok hadis vardır286. Buna karşılık, Câhi­liye inançlarının kalıntısı olarak bir haya­letin görülmesi durumunda da besmele çekmek ve ezan okumak gibi müslüman-lann maneviyatını güçlendiren uygulama­lar tavsiye edilmiştir. Konuyla ilgili rivayetlerde bu tür vesveselerin cinlerden ve şeytandan gelebileceğine işaret edilmiş­tir. Bu husus da gülün ontik bir nitelik taşımadığını göstermektedir.

Eski Arap ve İran masallarına konu teşkil eden gül efsanesi Anadolu-Türk folkloruna cadı, umacı, dev anası, gul-yabani, karakoncolos gibi adlarla geç­miş, Batı folklorunda da "ne insan ne hayvan olan. kadavra ve çocuk yiyerek beslenen" niteliklerle yer almıştır.



Bibliyografya:

Lisânü'l-'Arab, ğvl" md.; VVensinck, el-Mıf-cem, "gül", "ğüân" md.leri; Müsned, III, 305, 312; Buhârî. "Tıb", 19, 43-45, 54; Müslim, "Se­lâm", 102-116; Ebû Dâvûd, "Tıb", 24; Tirmizî. "Fezâ'ilü'l-Kur'ân", 3; Kâ'b b. ZÜheyr, Kast-detü bSnet Sü'âd, Beyrut 1406/1986, s. 29; Câhiz, Kitâbü't-Hayevân,V\, 53, 165, 171, 195, 248, 255; Zemahşerî. el'feşş&fiKahire), 111, 340; İbnü'l-Esîr. en-MihAye, III, 396; Zekeriyyâ b-Muhammed el-Kazvînî. 'Acâ'ibü'l-mahlukât (nşr. Fârûk Sa'd), Beyrut 1978, s. 391; Bedred-din eş-5iblî, Ahkamü'l-cân (nşr. Seyyid el-Ce-mîlî), Beyrut, ts. (Dam tbn Zeydûn), s. 36; De-mîrî, Hayâtü'l-hayeuân, II, 130-134; Cevâd Ali. el-Mufaşşal, VI, 728-730; Muhammed b. Hisâm el-Ensârî, Şerhu Kaşîdeti Kâ'b b. Züheyr (nşr. Mahmûd Hasan Ebû Naci), Dımaşk 1401/1984, s. 135; Muhammed es-Saîd b. Besyünî, Mev-sû'atü etrâfi'I-hadîsi'n-nebeoiuyi'ş-şertf, Bey­rut 1410/1989, VII, 267-272; "Gul", TA, XVIII, 112; D. B. Macdonald - [Ch. Pellat], "Ghül", El2 (İngJ, II, 1078-1079; Th. Nöldeke. "Arabs (An-Cient)", E/?£, I, 669-671.



GULÂM

Eski İslâm devletlerinde orduda, idarede ve sarayda çalıştırılmış köle ve esirler.



Gulâm sözlükte "erkek çocuk, delikan­lı; azat edilmiş köle, genç hizmetkâr; efendisine bağlı muhafız" anlamlarına gelen Arapça bir isimdir (çoğulu gılmân, gılme ve ağllme). Bu mânada kelimeyi rakik ve köle gibi diğer hizmet eleman­larından ayn mütalaa etmek gerekir. Çeşitli İslâm ülkelerinde gulâm yerine memlûk (çoğulu memâlîk| ve Kuzey Af­rika'da abîd (abdin çoğulu) kelimeleri kul­lanılmıştır. Osmanlılar ise terim olarak gılmanı benimsemişlerdir. Gulâmlar İran­lı (Fars), Türk, Slav veya zenci ve Berberi unsurlardan alınmıştır. Bunlar arasında TDrkler'in durumu diğerlerinden daha farklıdır. Türkler orduya başlangıçta esir veya efendilerinden satın alınmış köle-asker statüsünde girmişlerse de yük­seldikleri mevkilere ve etkinliklerine ba­kıldığında daha sonra bu statüden üc­retli asker (mürtezika) statüsüne geçtik­leri anlaşılmaktadır.

A- Emevîler ve Abbasîler. Gulâmlann orduda ve saray hizmetlerinde ücretli köle-asker olarak istihdam edilmesine daha çok Abbasîler zamanında rastla­nır. Bununla birlikte Abbâsîler'den önce Emevfler'de de özellikle vilâyetlerde üs­lenen ordularda Arap askerlerinin yanın­da diğer unsurlara mensup askerlerin de bulunduğu görülür. Meselâ Muâviye b. Ebû Süfyân'ın Basra valisi ve kuman­danı olan Ubeydullah b. Ziyâd, 674 yı­lında Buhara seferinden dönerken be­raberinde 2000 okçudan meydana ge­len bir Türk birliği getirerek Basra'ya yerleştirmiştir. Bundan başka son Eme-vî halifesi II. Mervân'ın İrak valisi Ebû Hâlid İbn Hübeyre'nin emri altında 1300 kadar Türk askeri bulunuyordu. Ayrıca Kuzey Afrika ve Endülüs'teki fetihleri gerçekleştiren ordularda Kuzey Afrika'­nın yerli halkı olan Berberiler de yer al­mıştı. Doğudaki fetihlerde ise Araplar'ın yanında Arap olmayan müslümanlar da (mevâlî) savaşlara katılıyor ve bunlar ara­sında İranlılar önemli bir yer tutuyordu. Horasan Valisi Kuteybe b. Müslim'in em­rinde, Basra'dan getirilen biri 4000, iki­si 700'er kişilik üç ayrı mevâlî birliğinin bulunduğu bilinmektedir. Emevî ordu­sunun bazı kıtalarında kaynağını esirlerin teşkil ettiği muharip olmayan birlik­ler de vardı. Bunların orduda yardımcı hizmetlerde çalıştırıldıkları, fakat gerek­tiğinde silahlandırıldıkları ve muharip sınıfa dahil edildikleri görülmektedir. Meselâ 697 yılında Irakeyn Valisi Hac-câc b. Yûsuf es-Sekafî, Haricî Şebîb b. Yezîd'in ordularına karşı "silâhlı esirler­den faydalanmış ve 731 'de Mâverâün-nehir'in fethinde Türkler'e karşı sava­şacak orduları teşkil ederken esirleri de önceden hürriyet vaad ederek silâhlan-dırmıştı. İbnü'l-Esîr'in (Ali b. Muhammed) bildirdiğine göre 688 yılında ise kuman­dan Süheym b. Muhacir, Cerâcime'ye karşı düzenlenen askerî harekâta katı­lacak esirlere, yalnız hürriyetlerini değil Dîvânü'l-cünd'e alınıp mürtezika statü­süne geçirileceklerini de vaad etmişti. Çünkü esirlerle mevâlî, Emevî kumandanlarından Abdullah b. Vehb el-Cüş'a-mî'nin açıkça ifade ettiği üzere bu gibi vaadlerde bulunulmadıkça savaşta ümit verici bir güç sağlayamıyorlardı. Nitekim esirlerin Semerkant önünde Cüneyd b. Abdurrahman tarafından silâhlandırılıp savaşa katılmaları karşılığında hürriyet­leri vaad edilince büyük bir azim ve ce­saretle savaştıkları görülmüştür. Eme­vî ordusunun esasını teşkil eden Arap-lar'ın yanında, fethedilen bölgelerden orduya alınan Arap dışı askerlerin tama­mının gulâm statüsünde olduğu söyle­nemez; ancak bunların önemli bir kıs­mının esir veya köle olarak orduya gir­diği bilinmektedir.

Gulâm sistemi Abbasîler döneminde önce İran kökenli, daha sonra da özel­likle Türk kökenli askerlerin halifenin muhafız birliklerine ve saraya alınma­sıyla ortaya çıkmıştır. Türk askerlerinin halifenin korunmasıyla görevlendirildi­ği tarihi ikinci halife Mansûr zamanına (754-775) kadar indirmek mümkündür. Mansûr'un planını bizzat çizerek kurdur­duğu daire şeklindeki Bağdat'ın merke­zine hilâfet sarayı, onun çevresine dev­let daireleri, camiler, memurların ika­metgâhları ve halifenin Horasanlı bir­likleri için kışlalar yapılmıştır. Hârûnür-reşîd'İn de saray muhafız birliklerine güvenini kazanmış olan Türkler'i aldı­ğı İbn Abdürabbih'in verdiği bilgilerden öğrenilmektedir. Bu müellif, Hint hü­kümdarının Hârûnürreşîd'e bir elçilik heyetiyle çeşitli hediyeler gönderdiğini, heyet gelince halifenin muhafız birliğin­deki Türkler'e saf düzenine girmeleri­ni emrettiğini ve bunların gözleri hariç her taraflarının zırhlarla örtülü olduğu­nu söyler.

Me'mûn'un, isyan ettiği kardeşi Hali­fe Emîn'e karşı İranlı kumandan Tâhir b. Hüseyin'in emrinde Horasan'dan gön­derdiği ordunun mevcudu 4000 civarın­da İdi ve bunun 700 kadarı Hârizm ve Horasan süvarilerinden oluşuyordu. Ta-berî'nin kayıtlarından, bu ordu içerisin­de aynca Türk piyade birliklerinin de bu­lunduğu anlaşılmaktadır. Me'mûn hali­feliğinin ilk yıllarını geçirdiği Merv şeh­rinden Bağdat'a döndükten sonra İranlı unsurların baskısını kırmak için özellik­le askerî kadrolarda önemli değişiklik­ler yapmış ve orduya daha çok Türk böl­gelerinden getirttiği askerleri almaya başlamıştır. Ya'kûbî, Mu'tasım - Billâh'ın veliahtlığı sırasında Semerkant'tan Türk askerleri temin etmek üzere Ca'fer el-Huşşâkî adlı birini gönderdiğini ve bu­nun aracılığıyla 3000 kişi getirttiğini kay­deder. İbn Hurdâzbih, Halife Me'mûn devrinde Türkler'in Abbasî ordusu saf­larına alınmasıyla ilgili olarak, Horasan Valisi Abdullah b. Tâhir'in bu eyaletin haracını gönderirken Guziyye'den (Oğuz­lar) 2000 esir yolladığını ve bunların top­lam değerinin 600.000 dirhem olduğu­nu söyler. İbn Kuteybe de Me'mûn'un, Mısır-Suriye valiliğine getirdiği karde­şi Ebû İshak'a (Mu'tasım-Billâh) orduya Türkler'i toplamasını emrettiğini ve onun da bu emri yerine getirdiğini yazmak­tadır. Aynı şekilde ünlü coğrafyacı İbn Havkal, Abbasî halifelerinin muhafız bir­likleri için Mâverâünnehir'den Türk de­likanlıları getirttiklerini, bunların diğer muhariplerden çok daha güçlü ve kabi­liyetli olduklarından dolayı seçildiklerini belirtir ve Türk askerlerinin Abbasî or­dusunun en gözde sınıfını teşkil ettiğini kaydeder. Bu bilgiler. Halife Me'mûn'un Türkler'i ısrarla ordu saflarına almaya çalıştığını ve hatta bunu bir devlet poli­tikası haline getirdiğini göstermekte­dir. Me'mûn'un bu politikası sonucunda Türkler, ordu içerisinde sayı ve nüfuz bakımından hatırı sayılır bir güç haline geldiler. Abbasî tarihinde ilk defa bu dö­nemde Türk kumandanlarının halifenin yanında seferlere katıldıkları ve isyanla­rın bastırılmasında görevlendirildikleri görülmektedir. Daha sonraki yıllarda si­yasî ve askerî alanlarda önemli roller oy­nayacak olan Afşin Haydar b. Kâvûs, Eş-nâs et-Türkî ve Boğa el-Kebîr bu sıra­larda temayüz etmiş Türk kumandan­larıdır.

Me'mûn döneminde orduya alınan Türkler'in büyük bir kısmı veliaht Ebû İshak'ın maiyetine verilmiş ve onun vali bulunduğu bölgelerde görevlendirilmiş­tir. Ebû İshak, Mu'tasım - Billâh adıyla halife olduktan sonra ilk icraatlarından itibaren ordunun başına ve önemli mev­kilerin hemen hepsine Türk unsurunu getirmiş ve Türk askerlerini diğer grup­lardan ayırıp her hususta kayırmıştır. Böylece halifenin Arap ve İran unsuru­nu ihmal ederek otoritesini yalnız Türk-ler'e dayandırıp bütün önemli işleri on­ların yardımı ile başarması ve dolayısıy­la aldıkları maaş ve ihsanları devamlı surette arttırması, diğer unsurlar ara­sında umumi bir hoşnutsuzluğun doğmasına sebep oldu. Bu arada Türkler'-den meydana gelen süvari birlikleri Bağ­dat'ı âdeta bir tâlim alanı haline getir­diler. Halk açıktan açığa onlara karşı ge­lemiyor, fakat kenar mahallelerde ya­kaladığını da öldürmekten geri durmu­yordu. Bu olaylar halifeyi, muhafız bir­likleriyle beraber hilâfet merkezini nak­ledeceği yeni bir şehir kurmaya şevket­ti ve 836 yılında Bağdat'ın kuzeyinde Dic­le'nin sol kıyısına Sâmerrâ şehri kurula­rak saray, muhafız birlikleri ve bütün devlet daireleri bu yeni merkeze nakle­dildi. Sâmerrâ'nın kurulmasına yol açan Türkler burada da özel muameleye maz-har oldular ve şehrin en güzel bölgele­rine yerleştirildiler. Afşin, Eşnâs, Hakan Urtûc, Vasıf et-TürkT ve Inâk et-Türkî gibi kumandanlara ayrı ayn araziler tah­sis edildi ve bunlar için özel saraylar yap­tırılıp kendilerine tâbi birliklerle beraber oralara yerleşmeleri sağlandı. Bu arada Türkler'in diğer unsurlarla karışmama­sına özellikle dikkat edildi ve onların oturduğu mahallelerin bütün ihtiyaçla­rım karşılayacak şekilde teşkilâtlı olma­sına önem verildi, hatta yabancılarla ev­lenmelerini önlemek amacıyla çeşitli Türk ülkelerinden genç kızlar getirtildi.

Türkler'in Abbasî ordusundaki varlığı Mu'tasım -Billâh'tan sonra da devam et­miştir. Halife Mütevekkil-Alellah'ın, 848 yılında müstahkem Merend şehrine ka­çan Muhammed b. Bu'ays'ın üzerine Ön­ce Zeyrek et-Türkî kumandasında 200, arkasından Amr b. Seysel b. Kal kuman­dasında 100 ve daha sonra da Boğa eş-Şarâbî kumandasında 2000 kişiden olu­şan Türk süvari birliklerini gönderdiği bilinmektedir. Halife Müstaîn-Billâh devrinde orduda Mağribliler'İn yanında Türk­ler de bulunuyordu. Halife Mu'tez-Billâh'ın Türk unsurunu ordudan uzaklaş­tırmak istemesi onlar tarafından öldü­rülmesine sebep olmuştur. Halife Kâim-Biemrillâh, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'e Bağdat'ı ziyaretinde hil'at giydirmiş, sul­tan da halifeye atlı, kılıçlı ve kemerli elli Türk gulâmı hediye etmiştir.

Abbasî ordusuna, özellikle halifelerin muhafız kıtalarına alınan ve en önemli mevkilere kadar yükselen Türkler'in han­gi esas veya statü dahilinde alındıkları­nın tesbiti üzerinde durulması gereken hususlardan biridir. Bu konuda bilgi ve­ren tarihçi Mes'ûdî, Mu'tasım-Billâh'ın Türkler'i toplamak ve onları efendilerin­den satın almak istediğini, bu şekilde kendi ordusu için 4000 Türk temin etti­ğini, sırtlarına ipek işlemeli elbiseler giy­dirdiğini ve bellerine sırmalı kemerler kuşattığını, böylece onları diğerlerinden ayırt ettiğini söyler ve Horasan, Ferga-na, Üşrûsene (Uşmsana) Türkleri'nden kı­sa zamanda büyük bir ordu kurduğunu belirtir. Burada geçen, "Onları efendile­rinden satın aldı" ifadesi Türkler'in or­duya "köle-asker" statüsünde girdikle­ri kanaatini uyandırmaktadır. Yukarıda Ya'kûbî'den nakledilen bilgiler içindeki "satın alma" ifadesi de köleler için kul­lanılan bir tabirdir. İbn Hurdâzbih de ay­nı noktaya temas etmiş ve yukarıda açık­landığı gibi Horasan valisinin, Horasan haracı ile birlikte Guziyye'den 600.000 dirhem değerinde 2000 esiri halifeye gönderdiğini kaydetmiştir. İbn Tağriber-dî ise Mu'tasım-Billâh'ın 220 (835) yı­lından itibaren Türkler'i toplamakla meş­gul olduğunu; Semerkant, Fergana ve di­ğer yerlere onları satın almak için adam­lar gönderdiğini ve bol para verdiğini: harcadığı yoğun çaba sonucu satın alı­nanların sayısının 8000 memlüke, daha doğru olduğuna inandığı diğer bir riva­yete göre ise 18.000 memlüke ulaştığı­nı söylemekte, onlar için Sâmerrâ şehri­ni kurduğunu, bunun asıl sebebinin de sayılan çoğalan Türk memlüklerinin Bağ­dat'ta çıkardıkları problemler olduğunu bildirmektedir. Makdisî de (Mutahhar b. Tâhir) Mutasım- Billâh'ın Türkler'in or­du hizmetinde kullanılmasını emrettiği­ni ve bu maksatla satın alınan her Türk için 100.000 ile 200.000 (dirhem) ara­sında değişen bir meblağ ödendiğini be­lirtir. İbn Haldun, Mu'tasım-Billâh'ın Se­merkant Üşrûsene ve Fergana'dan ken­di muhafız ordusu için seçme Türk as­kerleri toplattığını ve bunlara "Ferâgı-na" (Ferganalılar) adını verdiğini kaydetmektedir. Bunlara ilâve olarak kaynak­ların Türk askerlerinden bahsederken kullandıkları "memâlîk" ve "gılman" ke­limeleri de Türkler'in orduya köle veya esir statüsünde girdiğini göstermekte­dir. Çünkü bu kelimeler, sözlük anlam­lan yanında tarihî bir terim olarak da "köle" anlamı taşımaktadır. Taberî Sâ­merrâ'nın kurulmasından bahsederken Mu'tasım-Billâh'ın Türk askerleri için "gılmânî" (kölelerim) tabirini kullandığı­nı, Bağdatlıların kendisini Türkler ko­nusunda rahatsız ettiklerini ve bundan dolayı Türk askerlerinin başına bir mu­sibet gelmesinden endişe duyduğunu belirttiğini bildirmektedir. Hilâl b. Mu-hassin es-Sâbîde Mu'tazıd-Billâh'ın mu­hafız ordusundan bahsederken "memâ-lîk" ve "gılman" kelimelerini kullanmak­ta ve "ahrâr" adını verdiği hür askerler­den ayrıca bahsetmektedir.

Kaynakların aktardığı bu bilgilerden Türkler'in Abbasî ordularına satın alına­rak, Türk bölgelerindeki valilerin hilâfet merkezine gönderdikleri yıllık verginin bir parçası olarak veya köle ve esir sıfa­tıyla hediye edilerek girdikleri anlaşıl­maktadır. Fakat bu askerlerin halifeler­den gördükleri rağbet ve ihtimama, ku­mandanlarının devletin siyasî ve askerî hayatında oynadıkları role, yükseltildik­leri siyasî ve İçtimaî mevkilere, önemli bölgelerin valiliklerine getirilmelerine ve onlara Sâmerrâ gibi yerlerde verilen iktâlara bakıldığında kumandanların kö­le-asker statüsünde tutulmadığı hatta askerlerin de sivil köle olarak kabul edil­mediği görülür. Bunlar gulâm sistemi içerisinde mürtezika statüsüyle görev ya­pan ücretli askerlerdir.

Halifeler zamanla gulâmlann üzerin­deki otoritelerini kaybettiler ve bu bir­liklerin kumandanları artık Bağdat yöneticilerine saygı duymamaya başladı­lar. Bu durumdan, merkezî idareye bo­yun eğmeyen mahallî emîrler onlan ken­di yanlarına çekmek suretiyle istifade ettiler; nitekim Büveyhî emîrleri böyle türemiştir.

Abbasî ordularında yer alan gulâm bir­likleri başlıca şu gruplardan oluşuyor­du: el-Memâlîkü'1-huceriyye. Mu'tazid-Billâh döneminde halifenin kölelerinin "hucer" adı verilen ayn oda veya evler­de, "el-hademü'l-üstâzûn" denilen ha­dım görevlilerin eğitim ve gözetimi al­tında bulundurulan kısmıdır. Bunlann esas görevi halifenin özel hizmetlerini yürütmek, onu korumak ve törenler sırasında yanında bulunmaktan ibaretti. Daha sonra Huceriyye'nin hizmet alanı­na halifenin muhafız birliklerinin yaptı­ğı diğer işler de girmeye başladı ve on­lara birçok yeni görev verildi; bunlar ara­sında iç isyan ve ayaklanmaların bastı­rılması da yer alıyordu. Kumandanların­dan ikisinin Bağdat'ın doğu yakasının başına getirilmesinden, Huceriyye'nin devlet idaresinde etkili bir fonksiyon ic­ra ettiği anlaşılmaktadır. Fakat bu dev­rin uzun sürmediği ve İbnü'r-Râik'in emî-rü'l-ümerâlığı ele almasından sonra Hu­ceriyye'nin muhafız ordusu içerisinde artık varlığını devam ettiremediği görül­mektedir.

Muhtârûn. Halife Mu'tazıd-Billâh za­manında muhafız ordusunun Muhtârûn adı verilen birliği, aynı ordudaki diğer birliklerin cesaretiyle tanınan askerle­ri arasından seçilerek oluşturulmuştur. Bu askerler kumandanlarına nisbet edi­lerek Boğaviyye, Mesrûriyye, Bekcûriy-ye. Yânisiyye, Müflihiyye, Kündaciyye ve Nasîriyye adlarıyla anılırdı.

Sâdyye. Muhafız ordusunun Türk asıl­lı kumandanlarından Yûsuf b. Ebü"s-Sâc'a bağlı olarak hizmet gören kıtalar­dır. Yûsuf'un ölümünden sonra bu bir­likler Munis el-Muzaffer ile hadimi Yel-bak'ın sevk ve idaresine geçmiştir. Sâ-ciyye'nin siyasî hareketlerde önemli rol oynadığı görülür. Halife Muktedir- Bil-lâh. Munis ve diğer kumandanlara kar­şı mücadelesinde Sâciyye'ye dayanmış­tır. Sâciyye'nin Kahir-Billâh'ın iktidardan düşürülüp yerine Râzî-Billâh'ın getiril­mesinde de önemli katkısı olmuştur.

Mesâfflyye. Bunlar da Sâciyye gibi si­yasî hareketlerde etkin rol oynamış ve halife üzerinde hâkimiyet kurmuşlar, ancak başka bir birlikle aralarında çıkan anlaşmazlık sonucu çatışmaya girmele­ri üzerine Bağdat'tan sürülmüşlerdir.

el-Gılmânü's-Sûdân. Muhafız ordusu­nun zencilerden oluşan gulâm birlikleri­dir. Ebü'l-Abbas es-Seffâh zamanında Musul'a gönderilen Yahya b. Muham-med'in kumandasındaki orduda 4000 kadar zenci asker bulunuyordu. Afrika'­nın doğu sahillerinden getirilen kölele­rin Basra ve civarına yerleştikleri ve Şat-tülarap arazisini işlemek için çalıştırıldık­ları bilinmektedir: zenci gulâmlann kay­nağının bu bölge olduğu söylenebilir.

B- Mısır-Endülüs. Ahmed b. Tolun'un ordusunda 24.000 Türk, 42.000 zenci gu­lâm bulunduğu söylenir. İhşîd de gulâmlardan oluşan çok büyük bir orduya sa­hipti. Fâtımîler'in ordusunda zenci ve ço­ğunluğu Slav asıllı beyaz gulâm birlikle­ri vardı. Eyyûbfler'de de Türkler'den sa­tın alınarak veya devşirilerek belü bir as­keri eğitimden geçtikten sonra azat edi­len memlükler ordunun en çetin muha­rip sınıfını teşkil ederdi. Özellikle Melik Salih Necmeddin Eyyûb devrinde (1240-1249) memlüklerin sayısı çok arttı ve Önemli askerî mevkilere onlar getirildi. Orduya hâkim olan bu memlükler (Bahriyye) daha sonra el-Melikü'1-Muazzam Turan Şah'ı öldürerek Eyyübî Devleti'ne fiilen son verdiler (648/1250) ve tarihe Memlükler adıyla geçen yeni bir devlet kurdular287. EndÜlÜS Emevî Devleti'nin ordusunda ve saray­da ise daha çok üst seviyede bulunan­larına "fityân" (fetâ) denilen Frenk asıllı gulâmlar hizmet görmüştür.

Bibliyografya:

İbn Kuteybe. e/-Ma'ân7(Ukkâşe), s. 391; Be-lâzürt, Fütûh, Kahire 1978, s. 297; YakübT, Tâ-rîh, II, 530; a.mlf.. Kitâbü'l-Büldân, s. 242 vd., 255 vd., 258 vd.; İbn Hurclâzbih, el-Mesâlik ve I-memâltk, s. 39; Taberî, Tânh |Ebü'l-Faz!)r X, 62 vd., 140 vd., 311 vd.; İbn Abdürabbih. e!~ İkdül-ferîd, Kahire 1949-65, II, 203; Ebû Be­kir es-Sûlî, Ahbârü'r-Râdî-Billâh ve'l-Mütta-kl-Liliâh (nşr.'H. Dunne), Beyrut 1403/1983, tür.yer.; Makdisî, ef-Becf ue't-târîh, VI, 112; Kudâme b. Ca'fer, el-Harâc, Köprülü Ktp., nr. 1076, vr. lab, 3b; Mes'Ûdî, MürûcÛ'z-zeheb (Abdülhamîd), IV, 53 vd.; İbn Havkal. Şûretü'l-aiz, s. 468; İbn Mlskeveyh, Tecâribü'l-ümem, Bağdad, ts., 1, 38 vd., 116 vd., 156 vd., 194 vd., 202 vd., 232 vd., 256 vd., 352 vd.; Sâbî, Rusû-mü dârCl-hilâfe, s. 8, 12, 16, 25, 85, 91; a.mlf, el-Vüzerâ (rışr. H. F. Amedroz), Beyrut 1958, s, 17, 18 vd., 20 vd.; Hatîb, Târthu Bağdad, I, 85; Rûzrâverî, Zeylü Kitabi Tecâribi'l-ümem (nşr. H. F. Amedroz), Kahire 1334/1916, s. 225, 229, 231, 255-257, 268, 301, 309, 329; lbnü'l-Esîr. el-KSmil, Beyrut 1965-66, V, 444; VII, 42; VIII, 57 vd., 216 vd.; İbn Haldun, el-'İber, Bey­rut 1971, III, 257; Kalkaşendî. Şubhu'l-a'şâ, III, 268; V, 471, 490; İbn Tağrîberdî. en-Nücû-mü'z-zâhire, II, 233; Hasan İbrahim Hasan — Ali İbrahim Hasan. en-Nüzumü'l-İslâmiyye, Ka­hire 1939, s. 184, 229; Uzunçarşılı. Medhat, s. 100 vd., 414; E. Levi Provençal, Histoire de /'Es-pagne musulmane, Paris 1950-53, I, 265; II, 122-123, 226; III, 97; D. Sourdel, Le uizirat ab-baside, Damas 1959-60, I, 325, 330, 370-375; II, 403. 413, 452 vd., 587 vd.; a.mlf.. "Ghulâm", El2 (Fr.)r II, 1104 vd.; A. Dixon. The ümayyad Caliphate, London 1971, s. 147, not 17; Ha­san Ahmed Mahmûd, el-İslâm ft Asya'l-uus-tâ. Kahire 1972, s. 162 vd.; Fârûk Ömer. el-Hi-tâfetü'l-'Abbâsiyye fi'l-caşri'l-feüda.'l-'Laskerî (247-334/861-946), Bağdad 1397/1977, I, 138 vd.; Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ue Türk­ler, İstanbul 1980, s. 67, 69, 80-85; D. Pipes, Slave Soldiers and islam, New Haven-London 1981; Hasan İbrahim Hasan. TârthuI -İslâm, Kahire 1982, II, 195, 281 vd.; Mehmet Artay KÖymen, Alp Arşları ue Zamanı, Ankara 1983, II, 223-239, 258 (5 nolu dipnot); Mustafa Ze­ki Terzi, Abbasiler Döneminde Askerî Teşkilât (doktora tezi, 1986). İSAM Ktp., nr. 4313, s. 46-67; a.mlf., "Abbasî Kara Ordusunun Merke­zî İdaresi ve Sınıfları", TTK Belleten, LII/205 (1988), s. 1529-1533; Şemseddin Günaltay. "Abbasoğullan İmparatorluğunun Kuruluş ve Yükselişinde Türklerin Rolü", a.e., VI/23-24 (1942), s. 194; W. Hoenerbach, "Zur Heeres-venvaltung der Abbâsîden", IsL, XXIX U950), s. 256-290; Kubbel, "Sur le systeme militaire des Omayyades", Palestinsky Sbomik, IV/67, Moskova 1959, s. 118 vd.; Bosworth, "Ghazne-vid Milİtary Organisation", IsL, XXXVI (1961), s. 40 vd.



C- İran. Abbasî Devleti'nin IX. yüzyıl­dan itibaren çöküş dönemine girmesiy­le İran'da mahallî hanedanlar kurulma­ya başladı. Bunlardan Horasan'daki Tâ-hirîler'le Sâmânîler, halifelik sarayına mu­hafız olarak istihdam edilmek üzere Türk esirleri gönderdiler. Daha önce de Ho­rasan Valisi Abdullah b. Tâhir haraç da­hilinde Oğuzlar'dan 2000 esir yollamış­tı. Ayrıca Sâmânîler'den Nûh b. Esed Se-merkant valisi iken Mu'tasım - Billâh'a Türk esirleri temin ediyordu. Mütevek-kil-Alellah hilâfet makamına geçince Ta­hinler hediye olarak kadın erkek 200 esir göndermişlerdi. Bu devletler için IX yüzyılda esir ticareti önemli bir kazanç vasıtası oldu. Aynı yıllarda kurulan di­ğer devletlerin orduları için de Türk esir­lerine büyük bir talep başlamıştı. Orta Asya bozkırlarındaki bu esir trafiği önce Tâhirîler'in, sonra da Sâmânîler'in kont­rolünde bulunuyordu. Sâmânîler, Ceyhun nehrini geçen her Türk esirinden 70 İle 100 dirhem ücret alıyorlardı. Esir tica­retinin yapıldığı başlıca sınır şehirleri Çâç (Şâş) ve İsfîcâb idi. Buhara'da da zengin pazarlar kuruluyor ve halkın kazanç kay­naklarından birini bu ticaret oluşturu­yordu. Nizâmülmülk Siyâsetnâme adlı eserinde, bu alışverişe uygun olarak ya­kışıklı ve güzel yüzlü gulâmlar satın alın­ması gerektiğini vurgulamaktadır. Tica­retin yanı sıra Tâhirîler ve Sâmânîler de ordulanna gulâm asker almışlardır. Baş­langıçta bu devletlerin yöneticileri, gar­nizon şehirlerine yerleşmiş Arap unsur­larla mahallî İranlı askerlere dayanmak­taydı. Zamanla bu yöneticiler orduları­nı, efendilerine daha bağlı oldukları için profesyonel gulâm askerlerden teşkil etmeye başladılar. Ayrıca onların yerleş­tikleri ülkede hiçbir mal varlıkları bulunmuyordu. Sâmânî gulâm kumandanı Kara Tegin İsfîcâbî bu durumu, "Askere yakışan, gittiği her yere sahip olduğu her şeyi alıp götürmesidir; böylece hiç­bir şey ona ayak bağı olmaz" şeklinde açıklıyordu. Buna karşılık Selçuklu gu­lâm kumandanlarından Sav Tegin'in öl­dükten sonra geride bıraktığı servet dil­lere destan olmuştur.

Gulâm hukuken efendisine aitti ve onun ölümünde herhangi bir menkul mal gibi mirasçısına intikal ediyordu. Saffâ-rî Emîri Ahmed b. Muhammed b. Halef vefat ettiği zaman yerine geçen oğlu Ha­lef b. Ahmed gulâmlan yanına çağıra­rak kendilerini ne yapması gerektiğini sordu. Gulâmlar efendilerinin mirası ol­duklarını, hizmetine kabul ederse kala­caklarını, serbest bırakırsa gidecekleri­ni söylediler; Halef de hizmetinde kal­malarını istedi. Mahmûd-ı Gaznevî'nin azat etmeyip oğlu Mesud'a miras bırak­tığı gulâm kumandanı Anuş Tegin Has­sa ölümünden az önce isteği üzerine azat edildi. Sultan onun şahsî gulâmla-nnın dağıtılmasıyla ilgili son arzusunu da kabul etmiş ve onları saray hizmeti­ne alarak otuz tanesini kendisi İçin ayır­dıktan sonra diğerlerini oğullarına pay-laştırmıştı. Selçuklularda da ölen sulta­nın gulâmlan yeni tahta geçen hüküm­darın hizmetine giriyordu. Gazneliler ve Selçuklular gibi hânedanlann idaresin­de gulâmlar mîrâhur, emîr-i câmedâr, emîr-i silâhdâr, çetrdâr ve taştdâr vb. önemli saray memuriyetlerinde bulun­dular; bunlar arasında devlet kuranlar dahi oldu. Selçuklu Sultanı Melikşah'ın saltanat sırasında gulâm Anuş Tegin Garçeî taştdâr idi. Daha sonra Hârizm valiliğine tayin edilince burayı Özerk bir bölge gibi idare etti ve onun soyundan gelenler Hârizmşahlar Devleti'ni kurdu­lar.

Efendilerin gulâmlara iyi muamele et­mesi menfaatleri açısından gerekli idi. Bir hükümdar veya kumandan gulâm-larına kötü davrandığı veya onlann sa­dakatini kaybettiği zaman durum çok kötü olabilirdi. Meselâ Ziyâriler'den Mer-dâvic b. Ziyâr ve Sâmânî Emîri Ahmed b. İsmail g ulamlarına kötü davrandıkla­rı için onlar tarafından öldürüldüler. Ay­nı şekilde Alparslan'ın oğullanndan Ars-lan Argun da geç kaldığı İçin cezalandır­dığı bir gulâmı tarafından bıçaklanarak öldürülmüştü. Yine İmâdüddin Zengî b. Aksungur'un öldürülme sebebi de gu-lâmlanna kötü davranmasıydı. Zengî'nin şahsî muhafızları Türk, Rum ve Er­meni büyüklerinin oğullarından oluşu­yordu. Zengî bu çocukları hadım ettirir, böylece nesillerinin devamını engellerdi. Bunlar Zengî'nln maiyeti olmalarına rağ­men ondan intikam almak için fırsat bekliyorlardı. Nihayet Ca'ber Kalesi ku­şatması sırasında Zengî'yi uykuda iken öldürdüler. Gulâmlann bir kısmı Zen-gî'nin yaptırdığı gibi hadım ediliyordu. Ayrıca yükselmek açısından geçerli bir yol sayıldığı için gönüllü olarak kendini hadım ettiren gulâmlar da vardı. Bunlardan biri, Selçuklu devrinin önde ge­len gulâm kumandanlarından Sav Tegin idi.

İran'da hüküm süren Saffârîler gu­lâmlan devlet hizmetinde kullanan ilk hanedanlardan biridir. Saffârî emirlerinden Ya'köb b. Leys'in 2000 kişilik bir gulâm birliği vardı. Bunlardan seçilen muhafız kıtası merasim günlerinde tah­tın iki tarafında saf olmakta, değerli el­biseler giymekte, altın ve gümüş kakma­lı kalkanlar, silâhlar ve mızraklar taşı­makta idiler. Ya'köb'un kumandanların­dan Sebük Eri de Halaç Türkleri'nden bir gulâmdı ve Zâbülistan üzerine yapı­lan bir akın sırasında esir edilmişti. Ya'­köb'un kardeşi Amr b. Leys küçük yaş­ta birçok esir satın alarak onlan yetiş­tirip kumandanlanna hediye etmiş, da­ha sonra da çeşitli hediye ve paralar ve­rerek bu gulâmlardan efendilerinin sır-lannı öğrenmişti. Sâmânîler'in Mâverâ-ünnehir ve Horasan'daki ordularının nüvesini gulâm - muhafız kuvveti oluşturu­yordu; Nasr b. Ahmed'in 10.000 kadar gulâmı bulunduğu rivayet edilmiştir. Sâ­mânî emîrleri bu muhafız kuvvetini mey­dana getiren Türk askerlerinin, haneda­nın merkezîleştirme siyasetini kabul et­meyen dihkan sınıfının askerî etkisine karşı bir denge unsuru olabileceğini umuyorlardı. Ancak gulâmlann çeşitli saray isyanlarında, taht değişikliklerin­de ve emirlerin Öldürülmesinde oyna­dıktan rol bu ümidin gerçekleşmesine engel olmuştu ve beklenenin aksine Türk gulâmlan sarayı yönetir duruma gelmiş­lerdi. Bununla beraber Sâmânî gulâm birlikleri savaşlarda disiplin ve cesaretle savaşmaktaydılar. Gazneliler Devleti'nin kurucusu Alp Tegin, Sâmânî Emîri Ah­med b. İsmail'in gulâmı idi. Alp Tegin'in de Sebük Tegin dahil olmak üzere 2000'-den fazla gulâmı vardı. Aynca Sâmânî Devleti'nin sonlarına doğru eyalet vali­leri ve Kara Tegin gibi kumandanlar geniş ölçüde gulâm topluyoriardı. Sebük Tegin daha sonra Büst'e ve Kara Tegin'in gulâmlannın elinde bulunan vilâyetlere hâkim olmuştu. Aynı şekilde Kuhistan'-da hüküm süren Simcûrî ailesinin atası Simcûr da Sâmânîler'den İsmail b. Ah­med'in gulâmı idi ve onun da kendi gu­lâmlan vardı.

Nizâmülmülk, Siyâsetnâme"nin bir bölümünü Sâmânî ordusundaki gulâm­lann eğitimine ayırmıştır288. Kitapta anlatıldığına göre gulâmlann eği­tilmesi yedi yıl sürer, bir gulâm olgun­luk çağına ulaşmadıkça hiçbir önemli işe tayin edilmez, kendisine emîrlik ve valilik verilmezdi; nitekim Alp Tegin otuz beş yaşında iken Horasan sipehsâlârlı-ğına yükselmişti. Bu husus göz Önünde tutulduğunda gulâmlann saray veya okullarda yetiştirilmiş olduğu anlaşılır. Ancak yine Nizâmülmülk'e göre Sebük Tegin satın alındıktan üç gün sonra Alp Tegin tarafından terfi ettirilmişti. Bu durumdan, kitabın anlattığı gulâm ye­tiştirme sisteminin uygulamadan çok ideale yönelik olduğu sonucu çıkarıla­bilir.

X. yüzyılda İran'daki devletler içinde askerî alanda gulâm istihdamı yaygın­laşmıştı. Meselâ Deylemli hanedanlar­dan Ziyâriler ile Büveyhîler bunlardandır. Büveyhîler'den Muizzüddevle Ahmed'in gulâmlannın çoğu Türk'tü. Azerbaycan ve Doğu Kafkasya'daki İranlı hanedan­lar da ordulanna Hazar ve Rusya topraklanndan getirtilen esirleri aldılar. Aynı şekilde Azerbaycan'daki Şirvanşahlar'ın da gulâmlardan meydana getirilen muhafız birlikleri vardı.

Kendileri de gulâmlıktan gelen Gaz­neliler çok uluslu ordularını bir gulâm birliği nüvesi etrafında oluşturmuşlardı. Bu ordunun çoğu Türk'tü, fakat zaman­la Hintliler de alınmıştı. Mes'ûd b. Mah-mûd'un hükümdarlığı zamanında gulâm­lann sayısı 4000-6000 arasındaydı; bun­lar yine gulâm kökenli sâlâr-ı gulâmân tarafından yönetiliyordu. Gulâmlar sa­vaşlarda vurucu güç olarak kullanılırdı. Merasimlerde, bu sınıf içinde süslü üni-formalan, murassa' silâhlan ve arslanlı bayrakları ile dikkat çeken özel birer grup olarak gulâmân-ı saray, gulâmân-ı hâssa veya gulâmân-ı sultanî denilen sultanın şahsî muhafızlan yer alıyordu. Sultan valiliğe veya sefere tayin ettiği kumandanlara destek gerektiğinde ken­di gulâmlanndan veriyordu. Meselâ Ah­med Yinal Tegin 1031'de Hindistan'a tayin edilince Sultan Mesud ona 130 gulâ-mini vermişti.

Gazneliler, Hârizm bölgesini toprakla­rına katıncaya kadar esirleri doğrudan Horasan'ın kuzey uçlarındaki bozkırlar yoluyla temin ediyor, çoğunu da Mâve-râünnehir'deki esir pazarlarından satın alıyorlardı; ayrıca bunlann bir kısmı he­diye olarak geliyor, bir kısmı da savaş­larda esir düşen düşman askerleri ara­sından seçiliyordu. Sultan Mahmud'un Kannevc seferi sonunda 53,000 esir el­de edilmiş, doğu İslâm dünyasının her tarafından Gazne'ye gelen esir tüccar­ları bunlann her birini 2 ile 10 dirhem arasında bir ücretle satın almışlardı. Gaz-neli vezirlerinin de gulâmları vardı; hat­ta rivayete göre Sultan Mahmud. veziri FazI b. Ahmed el-İsferâyînî'yi bir gulâmı-nı kendisine vermediği için azletmişti.

XI. yüzyılda İran'a hâkim olan Türk ha­nedanları, kendi kabile gruplarından çok gulâm birliklerine güvendiler ve ordula­rını büyük ölçüde bunlardan teşkil etti­ler. Karahanlı saray ve askerî teşkilâtın­da da gulâmların yer aldığı anlaşılmak­tadır. Karahanlı İlig Han Nasr'ın 500 Türk gulâmı okçudan oluşan özel bir askerî birliği vardı. Yûsuf Kadir Han'ın Gazne-li Mahmud'a verdiği hediyeler arasında Türk gulâmları bulunmaktaydı. Satın al­ma yoluyla temin edilen acemi gulâm-lar, başta hükümdar sarayı olmak üze­re devlet ileri gelenlerinin kapılarında yetiştirilmekteydi. Karahanh hükümdar­larına ait gulâmların sayısı, Selçuklu Sul­tanı Sencer zamanında 12.000'İ bulmuş­tu. Bunun yanı sıra vezir, hâcib, kapıcı-başı gibi ileri gelen emirlerin de gulâm­ları vardı.

Büyük Selçuklular, ücretli ve profes­yonel bir ordunun devleti korumak ve genişletmek için gerekli olduğunu ka­bul ediyordu ve ordunun bir bölümünü sultanı ve sarayı korumakla görevli gulâ-mân-ı saray oluşturuyordu. Bunlar Türk. Arap ve Deylemli gibi çeşitli milletlerden küçük yaşlarda saray hesabına satın alı­nır ve özel olarak yetiştirilirdi. Ayrıca Sel­çuklu sultanlarına hediye olarak da gu­lâm geliyordu. Amid-i Horasan lakabıy­la tanınan Muhammed b. Mansûr, Sul­tan Alparslan'a 100 Türk gulâm hediye etmişti. Selçuklu devrinde saray en bü­yük gulâm yetiştirme merkeziydi. Bu­nun dışında gulâmlar genelde sahipleri tarafından eğitiliyordu. Sultanın gulâmlanndan güzel yüzlü yirmi tanesi elçi ka­bullerinde gösterişli elbiseler giymiş olarak murassa' silâhlarıyla tahtın etrafın­da dururdu. Gulâmlara yılda dört defa "bistegânf denilen maaş verilirdi. Gu-lâmlann doğrudan sultanın emrinde bu­lunmayan kısmı sipehsâlâr veya emîr denilen kumandanlann idaresinde gö­rev yapardı. Selçuklu hatunlarının da gu­lâmları vardı. Meselâ büyük emirlerden İhtiyârüddin Cevher et-Tâcî Sultan Sen-cer'in annesinin gulâmı idi ve onun ölü­münden sonra kendisine kalmıştı. Or­duda gulâmlann çok önemli bir yeri var­dı: Gulâmlıktan yetişme kumandanlar özellikle batı yönündeki genişlemede ve buradaki mahallî hanedanlara karşı ya­pılan savaşlarda başarılı olmuşlardı. Ay­rıca bunlar, efendileri olan Selçuklu sul­tanlarına öteki Türk ve Türkmen grup­ları karşı çıktıkları zamanlarda sadık kal­mışlardı. Meselâ Melikşah'ın, amcası Ka-vurd Bey'e hükümranlığını kabul ettirme mücadelesinde Emîr Sav Tegin Önemli rol oynamıştı. Yine İrak Selçukluları'n-dan I. Tuğrul ile Dâvüd b. Mahmûd ara­sındaki savaşta (1132) gulâmlıktan ge­len kumandanlardan Has Bey Belengerî ile kardeşi ve birkaç Türk emîri Tuğrul tarafına geçmişti.

Selçuklu gulâmları arasında Türkler'İn yanında Rum, Ermeni ve Zencîler de {Ha-beşfler) vardı. Gulâm kumandanları ba-zan genç sultanlar üzerinde etkili olu­yor ve onları baskı altında tutuyordu. Meselâ Kara Sungur, Çavlı Candar, Boz-aba, Abbas, Abdurrahman b. Togayürek, Has Bey Belengerî, Irak Selçuklu Sulta­nı Mesud'a tahakküm eden emirlerdi. Hatta Sultan Sencer'in dahi başarılı gu­lâmlann etkisinde kaldığı rivayet edilir. Vezir Nizâmülmülk'ün çevresinde de âde­ta bir hükümdar gibi gulâm birliği top­lanmıştı. Onun ölümünden sonra "Nizâmiyye" adıyla anılan bu gulâmlar devlet siyasetinde birleştirici bir rol oynamış ve Sultan Melikşah'ın ölümünün ardın­dan oğlu Berkyaruk'u tahta çıkarmışlar­dı. Devletin çökmeye başladığı dönem­de bazı gulâm kumandanları genç şeh­zadelere atabeg ve nâib tayin edildiler; böylece kuvvet ve kudret onlann eline geçti. Bu atabegler, Selçuklu ülkesinin çeşitli yerlerinde İldenizliler (Azerbaycan), Zengîler (Suriye ve el-Cezîre), Ahlatşahlar (Van) gibi hanedanlar kurdular; hatta İl­denizliler bir ara İrak Selçuklu Devleti'-nin kaderine hâkim oldular. Hârizmşah orduları da büyük ölçüde satın alınan veya savaşlarda esir edilen gulâmlara dayanmaktaydı. Hârizmşâh Alâeddin Muhammed Gazne'yi ele geçirdiğinde (1215) burada bulunan 400 köleyi kendisi için alıkoymuştu. Hassa ordusu gulâmlardan oluşuyor ve her an sultanın emrinde bu­lunuyordu. Aynca bu ordudan seçilen ve "havâss-ı gulâmân" denilen bir grup da sultanın güvenliğini sağlamak için çev­resinde koruma görevi yapıyordu.

İran'ı istilâ eden Moğollar'da gulâm-lık müessesesine rastlanmamakta, XV. yüzyılda Doğu Anadolu'da ve İran'ın ba­ti kısımlannda hüküm süren Türkmen Akkoyunlu Devleti'nde ise bu kurum gö­rülmektedir. Safevî hükümdarlarından Şah I. Abbas, devlet siyasetinde Önemli rol oynayan bazı birliklerin hilekârlık ve güvenilmezliklerine daha fazla taham­mül edemeyip Gürcü, Ermeni ve Cerkez-ler'den yeni birlikler meydana getirme­ye karar vermişti. Bu birlikleri oluştu­ran esirlerin çoğu Kafkasya'daki savaş­larda ele geçirildi ve İslâm dinini kabul etmelerinden sonra orduda görevlendi­rildi. Gulâmlar ücretlerini doğrudan şa­hın hazinesinden alıyorlardı. Ancak bun­ların hepsi asker olarak yetiştirilmedi. Genelde çoğu saray hizmetlerinde ve has­sa idaresinde kullanıldı. 1593'de Allah-verdi Han adındaki bir gulâm askerî kuv­vetlere başkumandan tayin edildi. Sa­fevî gulâmlarının çoğu köle veya gulâm­lann oğullan idiler. Orduda görev yapan gulâmlar devrin seyyahlan tarafından 10.000-18.000 kişi arasında gösterilmiş­tir. Genelde bu gulâmlann ana birlikle­ri, onlar üzerinde son derece etkili olan kullar ağası tarafından yönetilirdi. Ayrı­ca gulâmlar bölümü için özel bir vezir ve bir müstevfî görev yapmaktaydı. Ka-çarlar'dan Feth Ali Şah devrinde (1797-1834) gulâm terimi hükümdara ait mu­hafız birliği için kullanılıyordu. Bu mu­hafız birliğinde Gürcüler üstün durum­daydılar. Kaçarlar'da gulâm müessese­si, XIX. yüzyıl ortalannda da gerek diva­na bağlı olarak (gulâm-ı dîvânî) gerekse orduda {gulâm-ı nizâm) kullanılmaya de­vam ediyordu. Fakat bu yüzyıl içinde İran'da Bati'nın tesiriyle şahsî kölelik ortadan kalkmıştı ve özel anlamda gu­lâm tabiri sadece yabancı diplomat ve­ya konsoloslar tarafından çalıştırılan hiz­metkâr ve haberciler için kullanılıyordu.



D- Hindistan. Gazneliler'den sonra Hin­distan'a akınlarda bulunan Gurlular'da da gulâm müessesesi mevcuttu. Özel­likle Gıyâseddin Muhammed (1163-1203) ve Muizzöddin (Şehâbeddin) Muhammed (1203-1206) devirlerinde satın alınan Türk gulâmlan ordunun çoğunluğunu teşkil etmekteydiler. Muizzüddin devrinde Türk esirlerinin satıldığı en büyük pazar Gaz-ne idi. Bu esirler askerî eğitimle yetişti­rildiler ve daha sonra siyasette etkili fa­aliyet gösterip en yüksek makamlara kadar yükseldiler; hatta hükümdar ol­dular. Meselâ bu gulâmlardan Türkis­tan kökenli Kutbüddin Aybeg Delhi Sul-tanlığı'nı kurmuş, yine Türkistan'dan ge­len İltutmiş ve Balaban da hükümdarlı­ğa kadar yükselmişlerdi. Bu durum, Gur-lular devrinde Türk gulâmlannın kayna­ğının Türkistan olduğunu göstermekte­dir. Aybeg'den başka İhtiyârüddin Mu-hammed Halacî ve Nâsırüddin Kabâce gibi gulâmlıktan yetişme Türk kuman-danlan, kendi unvanlarına efendilerinin "muizzî" lakabını da eklediler ve Hindis­tan'da Gurlular'ın askerî geleneklerini devam ettirdiler. Muizzüddin'in yerine geçen Gıyâseddin Mahmud, kendi hiz­metine girmeleri karşılığında Tâceddin Yıldız ve Aybeg'i azat etmiş, onlara hil'at-ler ve hediyeler göndermişti. Böylece Gurlular Devleti'nde bir gulâm aristok­rasisinin oluştuğu görülür.

Fîrûz Şah Halacî devrine kadar (1290-1296) Delhi sultanlarının hepsi gulâm ve­ya onlann soyundan idiler. Muizzüddin'in memlüklerinden olan İltutmış Gvalyor emirliği sırasında azat edilmişti; Bala-ban'ın ise Sultan Nâsırüddin Mahmud'un kızıyla evlenmeden önce azat edildiği sanılmaktadır. İltutmış ve Balaban Han idaresinde Türk gulâmlan, Selçuklu sa­raylarında olduğu gibi çeşitli üst düzey görevlerde bulunarak eyalet valilikleri­ne kadar yükseldiler. İltutmış'ın çocuk­larının saltanatı zamanında Türk gulâm­lan hür görevlileri dışlamaktaydılar. Ay-nca bu devirde gulâm aristokrasisinin de devam ettiği anlaşılmaktadır. İltut-mış'ın Türk memlüklerinden "çihligân" denilen kırk tanesi devlet işlerine hâ­kim duruma gelmiş, bu arada Habeş asıl­lı Cemâleddin Yakut'un emîr-i âhûr ta­yin edilip itibar görmesine isyan etmiş ve onu Öldürtmüşlerdi; kıskanılan baş­ka bir gulâm da Hint asıllı İmâdüddin Reyhan idi.

Halacî ve Tuğluklu devirlerinde gulâm-lar yüksek mevkilere gelmeye ve ordu­da önemli bir unsur olarak yer almaya devam ettiler. Bunlann çoğu Türkistan'­dan satın alınıyordu. Bu dönemde Hin­du gulâmlar da yüksek görevlere geti­rildiler. Halacîler'den Alâeddin Muham-med'in ölümünden sonra Hindu gulâmı Melik Kâfur sultanın aile fertlerini öldür-terek duruma hâkim olmuştu; ancak öteki gulâm kumandanları da Melik Kâ-fûr'u ortadan kaldırdılar. Hindu Hüsrev Han Berverî, efendisi Sultan Kutbüddin Mübarek Şah Halacî'yi öldürerek yerine geçmiş. Gazi Melik Tuğluk da onu öldü­rerek Tuğluklular hanedanını kurmuş­tu. Tuğluk, Alâeddin Muhammed devrin­de kardeşleriyle beraber Horasan'dan Delhi'ye gelmiş ve saray hizmetine alın­mıştı.

Halacî ve Tuğluk dönemlerindeki gu-lâmların sayısı hakkında kaynaklardan bazı rakamlar elde etmek mümkün ol­maktadır; meselâ Muhammed b. Tuğ-luk'un ordusunda 20.000 Türk gulâmı vardı. FTrüz Şah Tuğluk devrinde gulâm sistemi büyük ölçüde gelişme gösterdi. Eyaletlerdeki İktâ sahipleri savaşlarda esir toplayarak sultana göndermeye teş­vik ediliyor, karşılığında da bu esirlerin değeri kadar yıllık gelirden muaf tutu­luyorlardı. Bu şekilde merkeze gönderi­len köleler dinî ve meslekî eğitim gör­dükten sonra yeteneklerine göre çeşitli işlerde istihdam ediliyordu. Nitekim yak­laşık 12.000 gulâm değişik alanlarda za­naatkar olmuştu. Devlet hazinesinden ücret alan gulâmların toplam sayısı da 180.000 kadardı. Onlara ücretleri iki şe­kilde, para ile ve köylerin yıllık gelirleriyle ödeniyordu. Gulâmların işlerini yürütmek için Dîvân-ı Bendegân adında ayn bir di­van vardı. Gulâmlar saray memuriyetle­rinin yanı sıra divanlarda ve yönetici sınıf olarak yüksek makamlarda görev yap­tılar. Alâeddin Muhammed Halacî köle saüşlannda belirli fiyatlar tesbit ettirmiş­ti; meselâ bir erkek kölenin fiyatı 100-200 tenke arasındaydı. Ölümünden son­ra tahta geçen Kutbüddin Mübarek Şah devrinde fiyatlar serbest bırakılmış ve satışlar 500 tenkeden başlamışta.

Hindistan'da eyaletlerde kurulmuş olan öteki müslüman devletlerdeki asker-gu-lâmlann rolü Delhi Sultanlığı'ndakinden pek farklı değildi. Bu devletlerde de sa­ray teşkilâtında ve orduda gulâmlardan faydalanılıyordu. Nizamşâhîler, Âdilşâ-hîler ve Kutubşâhîler'in kurucuları yine Türk gulâmlan idi. Âdilşâhîler'in kuru­cusu Yûsuf Âdil Han, Behmenîler'in meş­hur veziri Mahmûd-ı Gâvân'ın hizmetin­de bir gulâmdı. Berîdşâhiler'in kurucu­su Kasım Berîd, Behmenî Hükümdan III. Muhammed Şah'a gulâm olarak sa­tılmış bir Türk'tü. Zamanla bu devletle­rin siyasetinde Habeşî gulâmlar önemli rol oynamaya başladılar. Bir ara Âdilşâhîler'den İsmail (1510-1534), Habeş ve Bîcâpûr'da bulunan Türk çocuklarının hizmete alınmamasını kararlaştırmıştı. Bu uygulama on iki yıl sonra Racpût ve Afganlar' da kapsamına alacak şekilde kaldırıldı; Habeşîler içinse I. İbrahim dev­rine (1535-1558) kadar devam etti. Ancak Habeşîler Âdilşâhîler'in sonlarına doğru niyabeti devraldılar. Bengal'de XV. yüz­yılın sonunda Habeşî gulâmlardan Şah-zâde ve Sîdî Bedr tahtı ele geçirmişler­di. Bunlardan Sîdî Bedr'in hizmetinde S000 Habeşî gulâm bulunuyordu.

Hindistan'da Bâbürlüler'in idaresinde gulâmlar idarî ve askerî kademelerde çok az yer aldılar. Bununla beraber Bâ-bürlü ordusunu yöneten mansabdarlar fırsat düştükçe birliklerinde gulâmlara görev verdiler. Ekber Şah, gulâmlardan "çelâs" denilen ve doğrudan kendine bağlı olan bir yaya birliği kurmuştu. Türkler'in yanı sıra bazan esir alınmış ve müslüman olarak yetiştirilmiş Hindu çocukları da bu gruba dahil edilmiştir. Hindistan'daki kast sistemine göre bir gulâmın iktisadî durumu çok defa hür adamınkinden daha iyi idi. Aynca bun­lar, sınıf değiştirmenin mümkün olma­dığı kast sisteminde efendilerinin özel lutfu ile hürriyetlerine kavuşmayı da ümit edebiliyorlardı.



E- Anadolu. Anadolu Selçuklu Devle­ti'nde de orduda, idarede ve saray hiz­metlerinde gulâm istihdam edilmiştir. Tabii olarak gulâmların çoğu Rum asil­liydi; bunun yanında Ermeni ve Gürcüler de vardı. Rum asıllı gulâmların en meş­hurları, Celâleddin Karatay ile iki karde­şi Seyfeddin Kara Sungur, Kemâleddin Rumtaş ve Melikü'l-ümerâ Şemseddin Hasoğuz, Nâibü'l-hadre Emînüddin Mî-kâil İdi. Gulâmlar Anadolu Selçuklu Dev­leti'nde atabeg, emîr-i âhûr, taştdâr, hazinedar, emîr-i devât. melikü'l-üme­râ, iğdişbaşı, şarâbsâlâr, emîr-i cândâr, emîr-i sipehsâlâr, emîrü'l-kebîr, çaşni-gîr, emîr-i dâd, nâibü'l-hadre gibi önem­li mevkilere getiriliyor, ayrıca büyük şe­hirlere askerî vali olarak tayin ediliyor­lardı. Sultanlar gibi nüfuzlu emîrlerin de hatırı sayılır miktarda gulâmlan vardı. 1. Alâeddin Keykubad'a isyan eden emîrler bu özel askerlerine güvenmişlerdi; isyan bastırılınca onlar da katledilmiştir. Gu­lâmlar ordu dışında temizlik hizmetle­rinde, hazinede, divanda, adliyede, ter­cüme odalannda, tuğrahânede, harem­de ve maliyede de görevlendirilmiştir. Önde gelen gulâmlar aynca Anadolu Sel-çuklulan'nın kültür ve sanat hayatında önemli rol oynamış, çok sayıda cami, medrese ve hastahane yaptırıp bunlar için çeşitli vakıflar tesis etmişlerdir.

Bibliyografya:



Tarttı-i Ststân (nşr. Bahar), Tahran, s. 222; Utbl, Târth-i Yemînîitrc. Cerbâzekânî, nşr. Ca'-fer-İ Şiar), Tahran 1345 hş., s. 19, 119, 200, 286; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Köymen), s. 119, 127, 134-135, 145, 158; Beyhakl, Târth-i Beyha-fcf (nşr. Ganî-Feyyâz), Tahran 1324 hş., s. 517; İbnü'l-Esîr, İslâm Tarihi (trc. Ahmed Agırakça — Abdülkerim Özaydm), İstanbul 1986, VII, 418; VIII, 69, 112, 249-250; XII, 205-208, 266-267; Bündârî, Zübdetü'n-Nusra (Bursları), s. 151, 175-177, 189-190, 234-235, 240-241, 244-246; Hasan-ı Fesâî. Fârsnâma-ye Nâşeri: History of Persia ünder Qâjâr Rule (trc. H. Busse), New York 1972, s. 321, 332; Müstevfî, Târth-i Cüzîde (Nevâî), s. 379; Seyfeddin Hâcî b. Ni­zâm Ukaylî, Aşârul-vüzerâ* (nşr. Mîr Celâ-leddin Urmevî), Tahran 1337 hş., s. 150-151; Bayur, Hindistan Tarihi, I, 337-338, 385, 443; II, 479, 483-484; Uzunçarşılı. Medhai, s. 37, 53-54, 100102, 117; W. Hinz, üzün Hasan ve Şeyh Cüneyd (trc. Tevfik Bıyıklıoğlu), An­kara 1948, s. 92; İbrahim Kafesoğlu. Sultan Melİkşah Devrinde Büyük Selçuklu İmpara­torluğu, İstanbul 1953, s. 156-157; a.mlf., Ha-rezmşahlar Devleti Tarihi, Ankara 1984, s. 38-39; M. A. Ghafur, The Ghurids (doktora tezi, 1959), üniversitat Hamburg, s. 164-165, 194; C. E. Bosworth, The Ghaznauids, Edtnburg 1963, s. 98-106; a.mlf., "Ghaznevid Military Orga-nization", isi, XXXVI (1960). s. 40-41; a.mlf., "The Turks in the Islamic Lands up to the Mid-llth Century", Ph.TF, III (1971), s. 4-6, 9-10, 14-17; a.mlf., "The Early Ghaznavids", CHIr., IV, 163, 179-180, 185; a.mlf., "The Tâ-hirids and Şaffârids", ae, IV, 99, 125-126, 131-132;a.mlf., gGhulâm", El2 (Ing.i, II, 1081-1084; a.mlf., "Ghurids", a.e., II, 1103; R. N. Frye, "The Samânids", CHIr., IV, 143-144, 149-151; Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, İs­tanbul 1976, s. 66-67; Aydın Taneri, Celâlü'd-dîn Hârizmşâh ve Zamanı, Ankara 1977, s. 123-124; H. M. Elliot - J. Dowson. The His-tory of India as Told by its Own Historians, Lahore 1979, II, 298-299, 320-322, 360; III, 97-99, 101, 114, 128, 212; Reşat Genç, Karahan-lı Devlet Teşkilâtı, Ankara 1981, s. 232, 235, 287-290, 294-295; Safa, Edebiyyât, II, 69-77; Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1985, s. 225; Hasan-ı Enverî, Iştılâhât-ı Divâni: Devre-i Gaz-nevl ve Selçûkî, Tahran 2535 şş., s. 41-42; Er­doğan Mercii, Muslüman-Türk Devletleri Tari­hi, Ankara 1991, s. 323-324; a.mlf., "Karate-gin Ailesi", TKAProf.Dr. İ. Yarkın'a Armağan, Ankara 1988, s. 1-2, 16; a.mlf., "Sebüktegin'in Pendnâmesi", İTED, VI/1-2 (1975), s. 229; a.mlf.. "Emîr Savtegin", TED, VI/6 (1975), s. 63, 67, 70-71, 74; a.mlf., "Sîmcûrîler I: Sîm-cûr ed-Devâtî", TD, sy. 32 (1979), s. 76, 79, 83; a.mtf., "Arşları Argını", Küçük Türk-lstâm Ansiklopedisi, İstanbul 1974-81; M. Altay Köy­men. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1992, III, 238-258; S. Vryonis. "Seljuk Ghulams and Ottoman Devshirmes", İsi, XLI (1965), s. 224-241; M. Fuad Köprülü, "Aybeg", İA, II, 58-60; Coşkun Alptegln, "Zengî", a.e., XIII, 532; P. Hardy, "Ghulâm", E!2 (İng.), II, 1084-1085; Dihhudâ, "ĞulânT, Luğatnâme, XX, 271 -275.

F- Osmanlılar. Osmanlılar'da gulâmın çoğul şekli olan "gılmân'ın kullanımı da­ha yaygındır. "Gılmânân" veya "gılman-lar" şeklinde tekrar çoğulu yapılan keli­me "kapı kulu'nda olduğu gibi bazan yerini "kul"a terketmiştir. Gılman keli­mesinin, yaya veya atlı Kapıkulu ocakla­rı neferlerinden Enderun, Bîrun gibi sa­rayın erkek hizmetkârlarına kadar uza­nan çok yaygın bir kullanım alanı vardır. Saray hizmetkârları için daha ziyade gu-lâm veya "oğlan" kelimesi kullanılmıştır289. Köle kadın hizmet erba­bına ise "câriye" denirdi290. Dev­şirme oğlanlarına "gılmânân-ı devşirme", acemi oğlanlarına "gılmânân-ı acemi-yân"291, bostancılara "gılmânân-ı bostâniyân" veya "gılmâ­nân-ı bâğçe-i hâssa", saray iç oğlanları­na "gılmânân-ı Enderun, gılmânân-ı hâs­sa"292 veya "gılmânân-ı Sa-rây-i Âmire" denirdi. Bu zümrelerin her biri bağlı olduğu ocak veya koğuşun usul­lerine göre yetişir ve yüksek rütbeli dev­let hizmetlerine tayin edilirdi.

Daha önce kurulan İslâm ve Türk-İs­lâm devletleri müesseselerinin teşkilât­lan ile eski Türk devlet geleneğinin bazı esaslarını birleştiren Osmanlı padişah­ları ve özellikle Fâtih Sultan Mehmed kul sistemini çok geliştirmiş ve bunu devletin merkezî, askerî ve taşra teşki­lâtlarında geniş ölçüde uygulamışlardı. Enderun olsun Bîrun olsun en küçük hiz­metlisinden en büyük yetkilisine kadar sarayın her türlü işi devşirme asıllı gılmanlara verilmiş, devletin merkezî ve taşra yönetimi genellikle yine devşirme kökenli vezir veya beylerbeyilere bırakıl­mıştır. XV ve XVI. yüzyıllarda İstisnaî ola­rak Türk asıllı veziriazamlar iş başına getirilmişse de ağırlık yine devşirme ve­zirlerde kalmıştır.

Âlî Mustafa Efendi sultanların geli­şigüzel, "ne idüğü belirsiz" gılmanı sa­ray hizmetine almamalarını, aslı nesli bilinenlerin de mutlaka kıyâfe ilmin­den anlayan âlimler tarafından incelen­dikten sonra alınması gerektiğini be­lirtmektedir. Zira bu gılmanların zaman­la yükselerek Has Oda'ya gireceğini, da­ha sonra dış hizmete çıkacağını ve ida­releri altındaki müslümanlan ezebilece-ğini, bunun da padişaha bedduaya sebep olacağını ifade etmektedir. Fâtih Sul­tan Mehmed devrinde saray hocasının uygun gördüğü oğlanların Enderun'a alı­narak diğerlerinin kapıcılığa ve Acemi Ocağı'na verildiğini ve neferlikte bırakıl­dığını anlatan Âlî, kötü kimselerin hiz­metinde bulunmuş olanların, şehir oğ­lanlarının, levent ve evbaşlara karışmış, meyhaneye gitmiş gılmanların harem hizmetine alınmamasını, bu gibilerin öte­ki harem hizmetkârlarına da kötü örnek olacaklarını yazmaktadır.293

Padişah otoritesinin zayıfladığı XVII. yüzyıl başlanndan itibaren devşirme sis­teminin gevşemesine paralel olarak gıl­man sistemi de bozulmuştur. Abaza Pa-şa'nın 11. Osman'ın kanını dava ederek ayaklanması doğrudan Kapıkulu ocak­larına, dolayısıyla gılman sistemine karşı yapılmış gibidir. Çok cepheli 1683-1699 savaşlarından sonra eski güçlerini kay­beden gılmanlar daha farklı bir karak­tere bürünmüş ve etkileri azalmıştır. XVIII. yüzyılda gılman sisteminin hemen hemen tamamen ortadan kalkması üze­rine saraya devşirmelerin yerine devlet adamlarının ve nüfuzlu kişilerin oğulları girmeye başlamıştır. Edirne ve İbrahim Paşa saray mekteplerinin önemlerini kay­betmesinden sonra ise saraya girmenin yegâne kapısı Galata Sarayı olmuştur. Bu saraydaki gılman eğitimi bir süre da­ha devam etmiş. Batı saraylarının takli­dine başlandığı II. Mahmud zamanında Enderun lağvedilerek yerine Mâbeyn mü­şirliği kurulmuş ve devlet kadroları İçin memur yetiştiren mektepler açılmıştır.



Bibliyografya:

Süret-i Defter-i Sancak-i Arvanid (nşr. Halil İnalcık), Ankara 1954, tür.yer.; İbn Kemal, Te-vârîh-iAl-i Osman, I, 28, 29; II, 49; Selânikî. Târih (İpşirli), I, 2, 13, 145, 159; II, 631; Âlî Mus­tafa Efendi, Mevâidun-nefâis fî kavâidi'l-me-câlis, İstanbul 1956, s. 20 vd., 165 vd., 191 vd., 215 vd.; Mebde-i Kânün-ı Yenİçert Ocağı Tâ­rihi (nşr. E. Y. Petrosyan), Moskova 1987, vr. 9°, 17b; Evliya Çelebi. Seyahatname, !I, 472; Ata Bey, Târih, I, tür.yer.; D'Ohsson, Tableau general, VII, 2 vd.; A. Howe Lybyer. Kanuni Sul­tan Süleyman Devrinde Osmanlı imparatorlu-ğu'nun Yönetimi (trc. Seçkin Glızoğlu), İstanbul 1987, s. 27 vd., 45, 51 vd., 76 vd., 109 vd., 279 vd.; M. Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri (İstanbul 1931), İstanbul 1981, s. 101, 134-139; Uzunçarşılı, Ka-pukulu Ocakları, MI, tür.yer.; a.mlf., Medhai, s. 13; a.mlf., Saray Teşkilâtı, tür.yer.; İsmail H. Baykal, Enderun Mektebi Tarihi, İstanbul 1953, tür.yer.; Halil İnalcık, Fatih Devri üzerinde Tet­kikler ve Vesikalar I, Ankara 1954, s. 137, 168; a.mlf., "Ghulâm", El2 (Fr.), II, 1111-1117; Paka-lın. I, 664-665, 679.




Yüklə 1,06 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin