GÜL
Câhiliye Arapları'nda efsanevî bazı varlıklara verilen ad.
Sözlükte, "bir kimseyi bilemeyeceği yönden ansızın yakalamak, helak etmek" anlamına gelen gavl kökünden türemiş bir isim olup "insanı şaşkınlıkla yakalayıp helak eden şey" demektir (çoğulu ağ-vâl ve gllân).
Câhiliye Arapları "nın folklorundan söz eden kaynakların tasvirlerine göre gül her renge ve şekle girebilen, ıssız çöllerde insanı şaşırtıp öldüren çirkin görünümlü bir yaratıktır. Geceleyin yalnız dolaşan insanlara değişik biçimlerde görünür ve onlan aldatıp yok eder. Sadece ayaklan değişmez ve eşek toynağına benzeyen ayaklarından tanınır. Kılıçla vurulan ilk darbede ölür, ikinci bir darbe vurulursa yeniden canlanır. Câhiliye inanışına göre güllerin aslı, göklerden gizlice haber almaya çalışan veya insanlara güzel kadınlar şeklinde görünen, onlarla evlenen cinlere (sil'ât) dayanmaktadır. Bu tür cinleri parlak bir ışık (şihâb) kovalar ve neticede bir kısmı yanıp ölür, bir kısmı da denize ve karaya düşer. Denize düşenler timsah, karaya düşenler de gül olur.281 Câhiz, gülün Câhiliye devri Arap şiirine konu teşkil ettiğini nakleder.282 Hz. Peygamber'i öven şairlerden Kâ'b b. Züheyr de Kasî-detü'l-bürde'sinüe gülün değişik renklere girişine temas eder.283
Kur'ân-ı Kerîmde şeytanların ve cinlerin varlığından açıkça söz edilmesine rağmen gülden bahsedilmemekte, sadece cennet şarabının aklî dengeyi bozmayan bir nitelikte olduğu belirtilirken "gavl" kelimesi kullanılmaktadır284; bunun ise Câhiliye inanışlarına konu olan gül ile ilgisi yoktur.
Hadis literatüründe güle yer veren rivayetlerin bir kısmında böyle bir varlığın bulunmadığı belirtilirken bir kısmında, gülün evlere yaklaşmaması için besmele çekilmesi ve Ayetü'l-kürsî okunması, şerrinden korunmak için de ezan okunması tavsiye edilmiştir285. Birbiriyle çelişen bu hadislerin yorumu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ebû İshak el-İsfe-râyînî ve Zemahşerî başta olmak üzere âlimlerin çoğunluğu, birinci gruptaki hadisleri dikkate alarak gül diye bir varlığın bulunmadığını, bunun Câhiliye Arap-lan'nın asılsız inançlanna dayandığını belirtmişlerdir. İki grup hadis arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmaya çalışan hadis âlimleri ise gülün varlığına işaret eden ikinci grup hadisleri esas alarak onun mevcudiyetini kabul etmişler ve birinci gruptaki hadislerde, gülün her şekle girip insanlan yok edebilen bir yaratık olduğu tarzındaki inanışın asılsızlığına dikkat çekildiğini söylemişlerdir.
Câhiliye dönemi inançlan arasında yer alan, kuş ve benzeri hayvanların uğursuzluğuna, mikropsuz hastalıkların sirayetine, insan karnında açlık hissini doğuran yılan gibi bir canlının mevcudiyetine ve gül türünden öldürücü hayaletlerin varlığına dair telakkilerin bâtıl olduğunu kesin bir dille ifade eden birçok hadis vardır286. Buna karşılık, Câhiliye inançlarının kalıntısı olarak bir hayaletin görülmesi durumunda da besmele çekmek ve ezan okumak gibi müslüman-lann maneviyatını güçlendiren uygulamalar tavsiye edilmiştir. Konuyla ilgili rivayetlerde bu tür vesveselerin cinlerden ve şeytandan gelebileceğine işaret edilmiştir. Bu husus da gülün ontik bir nitelik taşımadığını göstermektedir.
Eski Arap ve İran masallarına konu teşkil eden gül efsanesi Anadolu-Türk folkloruna cadı, umacı, dev anası, gul-yabani, karakoncolos gibi adlarla geçmiş, Batı folklorunda da "ne insan ne hayvan olan. kadavra ve çocuk yiyerek beslenen" niteliklerle yer almıştır.
Bibliyografya:
Lisânü'l-'Arab, ğvl" md.; VVensinck, el-Mıf-cem, "gül", "ğüân" md.leri; Müsned, III, 305, 312; Buhârî. "Tıb", 19, 43-45, 54; Müslim, "Selâm", 102-116; Ebû Dâvûd, "Tıb", 24; Tirmizî. "Fezâ'ilü'l-Kur'ân", 3; Kâ'b b. ZÜheyr, Kast-detü bSnet Sü'âd, Beyrut 1406/1986, s. 29; Câhiz, Kitâbü't-Hayevân,V\, 53, 165, 171, 195, 248, 255; Zemahşerî. el'feşş&fiKahire), 111, 340; İbnü'l-Esîr. en-MihAye, III, 396; Zekeriyyâ b-Muhammed el-Kazvînî. 'Acâ'ibü'l-mahlukât (nşr. Fârûk Sa'd), Beyrut 1978, s. 391; Bedred-din eş-5iblî, Ahkamü'l-cân (nşr. Seyyid el-Ce-mîlî), Beyrut, ts. (Dam tbn Zeydûn), s. 36; De-mîrî, Hayâtü'l-hayeuân, II, 130-134; Cevâd Ali. el-Mufaşşal, VI, 728-730; Muhammed b. Hisâm el-Ensârî, Şerhu Kaşîdeti Kâ'b b. Züheyr (nşr. Mahmûd Hasan Ebû Naci), Dımaşk 1401/1984, s. 135; Muhammed es-Saîd b. Besyünî, Mev-sû'atü etrâfi'I-hadîsi'n-nebeoiuyi'ş-şertf, Beyrut 1410/1989, VII, 267-272; "Gul", TA, XVIII, 112; D. B. Macdonald - [Ch. Pellat], "Ghül", El2 (İngJ, II, 1078-1079; Th. Nöldeke. "Arabs (An-Cient)", E/?£, I, 669-671.
GULÂM
Eski İslâm devletlerinde orduda, idarede ve sarayda çalıştırılmış köle ve esirler.
Gulâm sözlükte "erkek çocuk, delikanlı; azat edilmiş köle, genç hizmetkâr; efendisine bağlı muhafız" anlamlarına gelen Arapça bir isimdir (çoğulu gılmân, gılme ve ağllme). Bu mânada kelimeyi rakik ve köle gibi diğer hizmet elemanlarından ayn mütalaa etmek gerekir. Çeşitli İslâm ülkelerinde gulâm yerine memlûk (çoğulu memâlîk| ve Kuzey Afrika'da abîd (abdin çoğulu) kelimeleri kullanılmıştır. Osmanlılar ise terim olarak gılmanı benimsemişlerdir. Gulâmlar İranlı (Fars), Türk, Slav veya zenci ve Berberi unsurlardan alınmıştır. Bunlar arasında TDrkler'in durumu diğerlerinden daha farklıdır. Türkler orduya başlangıçta esir veya efendilerinden satın alınmış köle-asker statüsünde girmişlerse de yükseldikleri mevkilere ve etkinliklerine bakıldığında daha sonra bu statüden ücretli asker (mürtezika) statüsüne geçtikleri anlaşılmaktadır.
A- Emevîler ve Abbasîler. Gulâmlann orduda ve saray hizmetlerinde ücretli köle-asker olarak istihdam edilmesine daha çok Abbasîler zamanında rastlanır. Bununla birlikte Abbâsîler'den önce Emevfler'de de özellikle vilâyetlerde üslenen ordularda Arap askerlerinin yanında diğer unsurlara mensup askerlerin de bulunduğu görülür. Meselâ Muâviye b. Ebû Süfyân'ın Basra valisi ve kumandanı olan Ubeydullah b. Ziyâd, 674 yılında Buhara seferinden dönerken beraberinde 2000 okçudan meydana gelen bir Türk birliği getirerek Basra'ya yerleştirmiştir. Bundan başka son Eme-vî halifesi II. Mervân'ın İrak valisi Ebû Hâlid İbn Hübeyre'nin emri altında 1300 kadar Türk askeri bulunuyordu. Ayrıca Kuzey Afrika ve Endülüs'teki fetihleri gerçekleştiren ordularda Kuzey Afrika'nın yerli halkı olan Berberiler de yer almıştı. Doğudaki fetihlerde ise Araplar'ın yanında Arap olmayan müslümanlar da (mevâlî) savaşlara katılıyor ve bunlar arasında İranlılar önemli bir yer tutuyordu. Horasan Valisi Kuteybe b. Müslim'in emrinde, Basra'dan getirilen biri 4000, ikisi 700'er kişilik üç ayrı mevâlî birliğinin bulunduğu bilinmektedir. Emevî ordusunun bazı kıtalarında kaynağını esirlerin teşkil ettiği muharip olmayan birlikler de vardı. Bunların orduda yardımcı hizmetlerde çalıştırıldıkları, fakat gerektiğinde silahlandırıldıkları ve muharip sınıfa dahil edildikleri görülmektedir. Meselâ 697 yılında Irakeyn Valisi Hac-câc b. Yûsuf es-Sekafî, Haricî Şebîb b. Yezîd'in ordularına karşı "silâhlı esirlerden faydalanmış ve 731 'de Mâverâün-nehir'in fethinde Türkler'e karşı savaşacak orduları teşkil ederken esirleri de önceden hürriyet vaad ederek silâhlan-dırmıştı. İbnü'l-Esîr'in (Ali b. Muhammed) bildirdiğine göre 688 yılında ise kumandan Süheym b. Muhacir, Cerâcime'ye karşı düzenlenen askerî harekâta katılacak esirlere, yalnız hürriyetlerini değil Dîvânü'l-cünd'e alınıp mürtezika statüsüne geçirileceklerini de vaad etmişti. Çünkü esirlerle mevâlî, Emevî kumandanlarından Abdullah b. Vehb el-Cüş'a-mî'nin açıkça ifade ettiği üzere bu gibi vaadlerde bulunulmadıkça savaşta ümit verici bir güç sağlayamıyorlardı. Nitekim esirlerin Semerkant önünde Cüneyd b. Abdurrahman tarafından silâhlandırılıp savaşa katılmaları karşılığında hürriyetleri vaad edilince büyük bir azim ve cesaretle savaştıkları görülmüştür. Emevî ordusunun esasını teşkil eden Arap-lar'ın yanında, fethedilen bölgelerden orduya alınan Arap dışı askerlerin tamamının gulâm statüsünde olduğu söylenemez; ancak bunların önemli bir kısmının esir veya köle olarak orduya girdiği bilinmektedir.
Gulâm sistemi Abbasîler döneminde önce İran kökenli, daha sonra da özellikle Türk kökenli askerlerin halifenin muhafız birliklerine ve saraya alınmasıyla ortaya çıkmıştır. Türk askerlerinin halifenin korunmasıyla görevlendirildiği tarihi ikinci halife Mansûr zamanına (754-775) kadar indirmek mümkündür. Mansûr'un planını bizzat çizerek kurdurduğu daire şeklindeki Bağdat'ın merkezine hilâfet sarayı, onun çevresine devlet daireleri, camiler, memurların ikametgâhları ve halifenin Horasanlı birlikleri için kışlalar yapılmıştır. Hârûnür-reşîd'İn de saray muhafız birliklerine güvenini kazanmış olan Türkler'i aldığı İbn Abdürabbih'in verdiği bilgilerden öğrenilmektedir. Bu müellif, Hint hükümdarının Hârûnürreşîd'e bir elçilik heyetiyle çeşitli hediyeler gönderdiğini, heyet gelince halifenin muhafız birliğindeki Türkler'e saf düzenine girmelerini emrettiğini ve bunların gözleri hariç her taraflarının zırhlarla örtülü olduğunu söyler.
Me'mûn'un, isyan ettiği kardeşi Halife Emîn'e karşı İranlı kumandan Tâhir b. Hüseyin'in emrinde Horasan'dan gönderdiği ordunun mevcudu 4000 civarında İdi ve bunun 700 kadarı Hârizm ve Horasan süvarilerinden oluşuyordu. Ta-berî'nin kayıtlarından, bu ordu içerisinde aynca Türk piyade birliklerinin de bulunduğu anlaşılmaktadır. Me'mûn halifeliğinin ilk yıllarını geçirdiği Merv şehrinden Bağdat'a döndükten sonra İranlı unsurların baskısını kırmak için özellikle askerî kadrolarda önemli değişiklikler yapmış ve orduya daha çok Türk bölgelerinden getirttiği askerleri almaya başlamıştır. Ya'kûbî, Mu'tasım - Billâh'ın veliahtlığı sırasında Semerkant'tan Türk askerleri temin etmek üzere Ca'fer el-Huşşâkî adlı birini gönderdiğini ve bunun aracılığıyla 3000 kişi getirttiğini kaydeder. İbn Hurdâzbih, Halife Me'mûn devrinde Türkler'in Abbasî ordusu saflarına alınmasıyla ilgili olarak, Horasan Valisi Abdullah b. Tâhir'in bu eyaletin haracını gönderirken Guziyye'den (Oğuzlar) 2000 esir yolladığını ve bunların toplam değerinin 600.000 dirhem olduğunu söyler. İbn Kuteybe de Me'mûn'un, Mısır-Suriye valiliğine getirdiği kardeşi Ebû İshak'a (Mu'tasım-Billâh) orduya Türkler'i toplamasını emrettiğini ve onun da bu emri yerine getirdiğini yazmaktadır. Aynı şekilde ünlü coğrafyacı İbn Havkal, Abbasî halifelerinin muhafız birlikleri için Mâverâünnehir'den Türk delikanlıları getirttiklerini, bunların diğer muhariplerden çok daha güçlü ve kabiliyetli olduklarından dolayı seçildiklerini belirtir ve Türk askerlerinin Abbasî ordusunun en gözde sınıfını teşkil ettiğini kaydeder. Bu bilgiler. Halife Me'mûn'un Türkler'i ısrarla ordu saflarına almaya çalıştığını ve hatta bunu bir devlet politikası haline getirdiğini göstermektedir. Me'mûn'un bu politikası sonucunda Türkler, ordu içerisinde sayı ve nüfuz bakımından hatırı sayılır bir güç haline geldiler. Abbasî tarihinde ilk defa bu dönemde Türk kumandanlarının halifenin yanında seferlere katıldıkları ve isyanların bastırılmasında görevlendirildikleri görülmektedir. Daha sonraki yıllarda siyasî ve askerî alanlarda önemli roller oynayacak olan Afşin Haydar b. Kâvûs, Eş-nâs et-Türkî ve Boğa el-Kebîr bu sıralarda temayüz etmiş Türk kumandanlarıdır.
Me'mûn döneminde orduya alınan Türkler'in büyük bir kısmı veliaht Ebû İshak'ın maiyetine verilmiş ve onun vali bulunduğu bölgelerde görevlendirilmiştir. Ebû İshak, Mu'tasım - Billâh adıyla halife olduktan sonra ilk icraatlarından itibaren ordunun başına ve önemli mevkilerin hemen hepsine Türk unsurunu getirmiş ve Türk askerlerini diğer gruplardan ayırıp her hususta kayırmıştır. Böylece halifenin Arap ve İran unsurunu ihmal ederek otoritesini yalnız Türk-ler'e dayandırıp bütün önemli işleri onların yardımı ile başarması ve dolayısıyla aldıkları maaş ve ihsanları devamlı surette arttırması, diğer unsurlar arasında umumi bir hoşnutsuzluğun doğmasına sebep oldu. Bu arada Türkler'-den meydana gelen süvari birlikleri Bağdat'ı âdeta bir tâlim alanı haline getirdiler. Halk açıktan açığa onlara karşı gelemiyor, fakat kenar mahallelerde yakaladığını da öldürmekten geri durmuyordu. Bu olaylar halifeyi, muhafız birlikleriyle beraber hilâfet merkezini nakledeceği yeni bir şehir kurmaya şevketti ve 836 yılında Bağdat'ın kuzeyinde Dicle'nin sol kıyısına Sâmerrâ şehri kurularak saray, muhafız birlikleri ve bütün devlet daireleri bu yeni merkeze nakledildi. Sâmerrâ'nın kurulmasına yol açan Türkler burada da özel muameleye maz-har oldular ve şehrin en güzel bölgelerine yerleştirildiler. Afşin, Eşnâs, Hakan Urtûc, Vasıf et-TürkT ve Inâk et-Türkî gibi kumandanlara ayrı ayn araziler tahsis edildi ve bunlar için özel saraylar yaptırılıp kendilerine tâbi birliklerle beraber oralara yerleşmeleri sağlandı. Bu arada Türkler'in diğer unsurlarla karışmamasına özellikle dikkat edildi ve onların oturduğu mahallelerin bütün ihtiyaçlarım karşılayacak şekilde teşkilâtlı olmasına önem verildi, hatta yabancılarla evlenmelerini önlemek amacıyla çeşitli Türk ülkelerinden genç kızlar getirtildi.
Türkler'in Abbasî ordusundaki varlığı Mu'tasım -Billâh'tan sonra da devam etmiştir. Halife Mütevekkil-Alellah'ın, 848 yılında müstahkem Merend şehrine kaçan Muhammed b. Bu'ays'ın üzerine Önce Zeyrek et-Türkî kumandasında 200, arkasından Amr b. Seysel b. Kal kumandasında 100 ve daha sonra da Boğa eş-Şarâbî kumandasında 2000 kişiden oluşan Türk süvari birliklerini gönderdiği bilinmektedir. Halife Müstaîn-Billâh devrinde orduda Mağribliler'İn yanında Türkler de bulunuyordu. Halife Mu'tez-Billâh'ın Türk unsurunu ordudan uzaklaştırmak istemesi onlar tarafından öldürülmesine sebep olmuştur. Halife Kâim-Biemrillâh, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'e Bağdat'ı ziyaretinde hil'at giydirmiş, sultan da halifeye atlı, kılıçlı ve kemerli elli Türk gulâmı hediye etmiştir.
Abbasî ordusuna, özellikle halifelerin muhafız kıtalarına alınan ve en önemli mevkilere kadar yükselen Türkler'in hangi esas veya statü dahilinde alındıklarının tesbiti üzerinde durulması gereken hususlardan biridir. Bu konuda bilgi veren tarihçi Mes'ûdî, Mu'tasım-Billâh'ın Türkler'i toplamak ve onları efendilerinden satın almak istediğini, bu şekilde kendi ordusu için 4000 Türk temin ettiğini, sırtlarına ipek işlemeli elbiseler giydirdiğini ve bellerine sırmalı kemerler kuşattığını, böylece onları diğerlerinden ayırt ettiğini söyler ve Horasan, Ferga-na, Üşrûsene (Uşmsana) Türkleri'nden kısa zamanda büyük bir ordu kurduğunu belirtir. Burada geçen, "Onları efendilerinden satın aldı" ifadesi Türkler'in orduya "köle-asker" statüsünde girdikleri kanaatini uyandırmaktadır. Yukarıda Ya'kûbî'den nakledilen bilgiler içindeki "satın alma" ifadesi de köleler için kullanılan bir tabirdir. İbn Hurdâzbih de aynı noktaya temas etmiş ve yukarıda açıklandığı gibi Horasan valisinin, Horasan haracı ile birlikte Guziyye'den 600.000 dirhem değerinde 2000 esiri halifeye gönderdiğini kaydetmiştir. İbn Tağriber-dî ise Mu'tasım-Billâh'ın 220 (835) yılından itibaren Türkler'i toplamakla meşgul olduğunu; Semerkant, Fergana ve diğer yerlere onları satın almak için adamlar gönderdiğini ve bol para verdiğini: harcadığı yoğun çaba sonucu satın alınanların sayısının 8000 memlüke, daha doğru olduğuna inandığı diğer bir rivayete göre ise 18.000 memlüke ulaştığını söylemekte, onlar için Sâmerrâ şehrini kurduğunu, bunun asıl sebebinin de sayılan çoğalan Türk memlüklerinin Bağdat'ta çıkardıkları problemler olduğunu bildirmektedir. Makdisî de (Mutahhar b. Tâhir) Mutasım- Billâh'ın Türkler'in ordu hizmetinde kullanılmasını emrettiğini ve bu maksatla satın alınan her Türk için 100.000 ile 200.000 (dirhem) arasında değişen bir meblağ ödendiğini belirtir. İbn Haldun, Mu'tasım-Billâh'ın Semerkant Üşrûsene ve Fergana'dan kendi muhafız ordusu için seçme Türk askerleri toplattığını ve bunlara "Ferâgı-na" (Ferganalılar) adını verdiğini kaydetmektedir. Bunlara ilâve olarak kaynakların Türk askerlerinden bahsederken kullandıkları "memâlîk" ve "gılman" kelimeleri de Türkler'in orduya köle veya esir statüsünde girdiğini göstermektedir. Çünkü bu kelimeler, sözlük anlamlan yanında tarihî bir terim olarak da "köle" anlamı taşımaktadır. Taberî Sâmerrâ'nın kurulmasından bahsederken Mu'tasım-Billâh'ın Türk askerleri için "gılmânî" (kölelerim) tabirini kullandığını, Bağdatlıların kendisini Türkler konusunda rahatsız ettiklerini ve bundan dolayı Türk askerlerinin başına bir musibet gelmesinden endişe duyduğunu belirttiğini bildirmektedir. Hilâl b. Mu-hassin es-Sâbîde Mu'tazıd-Billâh'ın muhafız ordusundan bahsederken "memâ-lîk" ve "gılman" kelimelerini kullanmakta ve "ahrâr" adını verdiği hür askerlerden ayrıca bahsetmektedir.
Kaynakların aktardığı bu bilgilerden Türkler'in Abbasî ordularına satın alınarak, Türk bölgelerindeki valilerin hilâfet merkezine gönderdikleri yıllık verginin bir parçası olarak veya köle ve esir sıfatıyla hediye edilerek girdikleri anlaşılmaktadır. Fakat bu askerlerin halifelerden gördükleri rağbet ve ihtimama, kumandanlarının devletin siyasî ve askerî hayatında oynadıkları role, yükseltildikleri siyasî ve İçtimaî mevkilere, önemli bölgelerin valiliklerine getirilmelerine ve onlara Sâmerrâ gibi yerlerde verilen iktâlara bakıldığında kumandanların köle-asker statüsünde tutulmadığı hatta askerlerin de sivil köle olarak kabul edilmediği görülür. Bunlar gulâm sistemi içerisinde mürtezika statüsüyle görev yapan ücretli askerlerdir.
Halifeler zamanla gulâmlann üzerindeki otoritelerini kaybettiler ve bu birliklerin kumandanları artık Bağdat yöneticilerine saygı duymamaya başladılar. Bu durumdan, merkezî idareye boyun eğmeyen mahallî emîrler onlan kendi yanlarına çekmek suretiyle istifade ettiler; nitekim Büveyhî emîrleri böyle türemiştir.
Abbasî ordularında yer alan gulâm birlikleri başlıca şu gruplardan oluşuyordu: el-Memâlîkü'1-huceriyye. Mu'tazid-Billâh döneminde halifenin kölelerinin "hucer" adı verilen ayn oda veya evlerde, "el-hademü'l-üstâzûn" denilen hadım görevlilerin eğitim ve gözetimi altında bulundurulan kısmıdır. Bunlann esas görevi halifenin özel hizmetlerini yürütmek, onu korumak ve törenler sırasında yanında bulunmaktan ibaretti. Daha sonra Huceriyye'nin hizmet alanına halifenin muhafız birliklerinin yaptığı diğer işler de girmeye başladı ve onlara birçok yeni görev verildi; bunlar arasında iç isyan ve ayaklanmaların bastırılması da yer alıyordu. Kumandanlarından ikisinin Bağdat'ın doğu yakasının başına getirilmesinden, Huceriyye'nin devlet idaresinde etkili bir fonksiyon icra ettiği anlaşılmaktadır. Fakat bu devrin uzun sürmediği ve İbnü'r-Râik'in emî-rü'l-ümerâlığı ele almasından sonra Huceriyye'nin muhafız ordusu içerisinde artık varlığını devam ettiremediği görülmektedir.
Muhtârûn. Halife Mu'tazıd-Billâh zamanında muhafız ordusunun Muhtârûn adı verilen birliği, aynı ordudaki diğer birliklerin cesaretiyle tanınan askerleri arasından seçilerek oluşturulmuştur. Bu askerler kumandanlarına nisbet edilerek Boğaviyye, Mesrûriyye, Bekcûriy-ye. Yânisiyye, Müflihiyye, Kündaciyye ve Nasîriyye adlarıyla anılırdı.
Sâdyye. Muhafız ordusunun Türk asıllı kumandanlarından Yûsuf b. Ebü"s-Sâc'a bağlı olarak hizmet gören kıtalardır. Yûsuf'un ölümünden sonra bu birlikler Munis el-Muzaffer ile hadimi Yel-bak'ın sevk ve idaresine geçmiştir. Sâ-ciyye'nin siyasî hareketlerde önemli rol oynadığı görülür. Halife Muktedir- Bil-lâh. Munis ve diğer kumandanlara karşı mücadelesinde Sâciyye'ye dayanmıştır. Sâciyye'nin Kahir-Billâh'ın iktidardan düşürülüp yerine Râzî-Billâh'ın getirilmesinde de önemli katkısı olmuştur.
Mesâfflyye. Bunlar da Sâciyye gibi siyasî hareketlerde etkin rol oynamış ve halife üzerinde hâkimiyet kurmuşlar, ancak başka bir birlikle aralarında çıkan anlaşmazlık sonucu çatışmaya girmeleri üzerine Bağdat'tan sürülmüşlerdir.
el-Gılmânü's-Sûdân. Muhafız ordusunun zencilerden oluşan gulâm birlikleridir. Ebü'l-Abbas es-Seffâh zamanında Musul'a gönderilen Yahya b. Muham-med'in kumandasındaki orduda 4000 kadar zenci asker bulunuyordu. Afrika'nın doğu sahillerinden getirilen kölelerin Basra ve civarına yerleştikleri ve Şat-tülarap arazisini işlemek için çalıştırıldıkları bilinmektedir: zenci gulâmlann kaynağının bu bölge olduğu söylenebilir.
B- Mısır-Endülüs. Ahmed b. Tolun'un ordusunda 24.000 Türk, 42.000 zenci gulâm bulunduğu söylenir. İhşîd de gulâmlardan oluşan çok büyük bir orduya sahipti. Fâtımîler'in ordusunda zenci ve çoğunluğu Slav asıllı beyaz gulâm birlikleri vardı. Eyyûbfler'de de Türkler'den satın alınarak veya devşirilerek belü bir askeri eğitimden geçtikten sonra azat edilen memlükler ordunun en çetin muharip sınıfını teşkil ederdi. Özellikle Melik Salih Necmeddin Eyyûb devrinde (1240-1249) memlüklerin sayısı çok arttı ve Önemli askerî mevkilere onlar getirildi. Orduya hâkim olan bu memlükler (Bahriyye) daha sonra el-Melikü'1-Muazzam Turan Şah'ı öldürerek Eyyübî Devleti'ne fiilen son verdiler (648/1250) ve tarihe Memlükler adıyla geçen yeni bir devlet kurdular287. EndÜlÜS Emevî Devleti'nin ordusunda ve sarayda ise daha çok üst seviyede bulunanlarına "fityân" (fetâ) denilen Frenk asıllı gulâmlar hizmet görmüştür.
Bibliyografya:
İbn Kuteybe. e/-Ma'ân7(Ukkâşe), s. 391; Be-lâzürt, Fütûh, Kahire 1978, s. 297; YakübT, Tâ-rîh, II, 530; a.mlf.. Kitâbü'l-Büldân, s. 242 vd., 255 vd., 258 vd.; İbn Hurclâzbih, el-Mesâlik ve I-memâltk, s. 39; Taberî, Tânh |Ebü'l-Faz!)r X, 62 vd., 140 vd., 311 vd.; İbn Abdürabbih. e!~ İkdül-ferîd, Kahire 1949-65, II, 203; Ebû Bekir es-Sûlî, Ahbârü'r-Râdî-Billâh ve'l-Mütta-kl-Liliâh (nşr.'H. Dunne), Beyrut 1403/1983, tür.yer.; Makdisî, ef-Becf ue't-târîh, VI, 112; Kudâme b. Ca'fer, el-Harâc, Köprülü Ktp., nr. 1076, vr. lab, 3b; Mes'Ûdî, MürûcÛ'z-zeheb (Abdülhamîd), IV, 53 vd.; İbn Havkal. Şûretü'l-aiz, s. 468; İbn Mlskeveyh, Tecâribü'l-ümem, Bağdad, ts., 1, 38 vd., 116 vd., 156 vd., 194 vd., 202 vd., 232 vd., 256 vd., 352 vd.; Sâbî, Rusû-mü dârCl-hilâfe, s. 8, 12, 16, 25, 85, 91; a.mlf, el-Vüzerâ (rışr. H. F. Amedroz), Beyrut 1958, s, 17, 18 vd., 20 vd.; Hatîb, Târthu Bağdad, I, 85; Rûzrâverî, Zeylü Kitabi Tecâribi'l-ümem (nşr. H. F. Amedroz), Kahire 1334/1916, s. 225, 229, 231, 255-257, 268, 301, 309, 329; lbnü'l-Esîr. el-KSmil, Beyrut 1965-66, V, 444; VII, 42; VIII, 57 vd., 216 vd.; İbn Haldun, el-'İber, Beyrut 1971, III, 257; Kalkaşendî. Şubhu'l-a'şâ, III, 268; V, 471, 490; İbn Tağrîberdî. en-Nücû-mü'z-zâhire, II, 233; Hasan İbrahim Hasan — Ali İbrahim Hasan. en-Nüzumü'l-İslâmiyye, Kahire 1939, s. 184, 229; Uzunçarşılı. Medhat, s. 100 vd., 414; E. Levi Provençal, Histoire de /'Es-pagne musulmane, Paris 1950-53, I, 265; II, 122-123, 226; III, 97; D. Sourdel, Le uizirat ab-baside, Damas 1959-60, I, 325, 330, 370-375; II, 403. 413, 452 vd., 587 vd.; a.mlf.. "Ghulâm", El2 (Fr.)r II, 1104 vd.; A. Dixon. The ümayyad Caliphate, London 1971, s. 147, not 17; Hasan Ahmed Mahmûd, el-İslâm ft Asya'l-uus-tâ. Kahire 1972, s. 162 vd.; Fârûk Ömer. el-Hi-tâfetü'l-'Abbâsiyye fi'l-caşri'l-feüda.'l-'Laskerî (247-334/861-946), Bağdad 1397/1977, I, 138 vd.; Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ue Türkler, İstanbul 1980, s. 67, 69, 80-85; D. Pipes, Slave Soldiers and islam, New Haven-London 1981; Hasan İbrahim Hasan. TârthuI -İslâm, Kahire 1982, II, 195, 281 vd.; Mehmet Artay KÖymen, Alp Arşları ue Zamanı, Ankara 1983, II, 223-239, 258 (5 nolu dipnot); Mustafa Zeki Terzi, Abbasiler Döneminde Askerî Teşkilât (doktora tezi, 1986). İSAM Ktp., nr. 4313, s. 46-67; a.mlf., "Abbasî Kara Ordusunun Merkezî İdaresi ve Sınıfları", TTK Belleten, LII/205 (1988), s. 1529-1533; Şemseddin Günaltay. "Abbasoğullan İmparatorluğunun Kuruluş ve Yükselişinde Türklerin Rolü", a.e., VI/23-24 (1942), s. 194; W. Hoenerbach, "Zur Heeres-venvaltung der Abbâsîden", IsL, XXIX U950), s. 256-290; Kubbel, "Sur le systeme militaire des Omayyades", Palestinsky Sbomik, IV/67, Moskova 1959, s. 118 vd.; Bosworth, "Ghazne-vid Milİtary Organisation", IsL, XXXVI (1961), s. 40 vd.
C- İran. Abbasî Devleti'nin IX. yüzyıldan itibaren çöküş dönemine girmesiyle İran'da mahallî hanedanlar kurulmaya başladı. Bunlardan Horasan'daki Tâ-hirîler'le Sâmânîler, halifelik sarayına muhafız olarak istihdam edilmek üzere Türk esirleri gönderdiler. Daha önce de Horasan Valisi Abdullah b. Tâhir haraç dahilinde Oğuzlar'dan 2000 esir yollamıştı. Ayrıca Sâmânîler'den Nûh b. Esed Se-merkant valisi iken Mu'tasım - Billâh'a Türk esirleri temin ediyordu. Mütevek-kil-Alellah hilâfet makamına geçince Tahinler hediye olarak kadın erkek 200 esir göndermişlerdi. Bu devletler için IX yüzyılda esir ticareti önemli bir kazanç vasıtası oldu. Aynı yıllarda kurulan diğer devletlerin orduları için de Türk esirlerine büyük bir talep başlamıştı. Orta Asya bozkırlarındaki bu esir trafiği önce Tâhirîler'in, sonra da Sâmânîler'in kontrolünde bulunuyordu. Sâmânîler, Ceyhun nehrini geçen her Türk esirinden 70 İle 100 dirhem ücret alıyorlardı. Esir ticaretinin yapıldığı başlıca sınır şehirleri Çâç (Şâş) ve İsfîcâb idi. Buhara'da da zengin pazarlar kuruluyor ve halkın kazanç kaynaklarından birini bu ticaret oluşturuyordu. Nizâmülmülk Siyâsetnâme adlı eserinde, bu alışverişe uygun olarak yakışıklı ve güzel yüzlü gulâmlar satın alınması gerektiğini vurgulamaktadır. Ticaretin yanı sıra Tâhirîler ve Sâmânîler de ordulanna gulâm asker almışlardır. Başlangıçta bu devletlerin yöneticileri, garnizon şehirlerine yerleşmiş Arap unsurlarla mahallî İranlı askerlere dayanmaktaydı. Zamanla bu yöneticiler ordularını, efendilerine daha bağlı oldukları için profesyonel gulâm askerlerden teşkil etmeye başladılar. Ayrıca onların yerleştikleri ülkede hiçbir mal varlıkları bulunmuyordu. Sâmânî gulâm kumandanı Kara Tegin İsfîcâbî bu durumu, "Askere yakışan, gittiği her yere sahip olduğu her şeyi alıp götürmesidir; böylece hiçbir şey ona ayak bağı olmaz" şeklinde açıklıyordu. Buna karşılık Selçuklu gulâm kumandanlarından Sav Tegin'in öldükten sonra geride bıraktığı servet dillere destan olmuştur.
Gulâm hukuken efendisine aitti ve onun ölümünde herhangi bir menkul mal gibi mirasçısına intikal ediyordu. Saffâ-rî Emîri Ahmed b. Muhammed b. Halef vefat ettiği zaman yerine geçen oğlu Halef b. Ahmed gulâmlan yanına çağırarak kendilerini ne yapması gerektiğini sordu. Gulâmlar efendilerinin mirası olduklarını, hizmetine kabul ederse kalacaklarını, serbest bırakırsa gideceklerini söylediler; Halef de hizmetinde kalmalarını istedi. Mahmûd-ı Gaznevî'nin azat etmeyip oğlu Mesud'a miras bıraktığı gulâm kumandanı Anuş Tegin Hassa ölümünden az önce isteği üzerine azat edildi. Sultan onun şahsî gulâmla-nnın dağıtılmasıyla ilgili son arzusunu da kabul etmiş ve onları saray hizmetine alarak otuz tanesini kendisi İçin ayırdıktan sonra diğerlerini oğullarına pay-laştırmıştı. Selçuklularda da ölen sultanın gulâmlan yeni tahta geçen hükümdarın hizmetine giriyordu. Gazneliler ve Selçuklular gibi hânedanlann idaresinde gulâmlar mîrâhur, emîr-i câmedâr, emîr-i silâhdâr, çetrdâr ve taştdâr vb. önemli saray memuriyetlerinde bulundular; bunlar arasında devlet kuranlar dahi oldu. Selçuklu Sultanı Melikşah'ın saltanat sırasında gulâm Anuş Tegin Garçeî taştdâr idi. Daha sonra Hârizm valiliğine tayin edilince burayı Özerk bir bölge gibi idare etti ve onun soyundan gelenler Hârizmşahlar Devleti'ni kurdular.
Efendilerin gulâmlara iyi muamele etmesi menfaatleri açısından gerekli idi. Bir hükümdar veya kumandan gulâm-larına kötü davrandığı veya onlann sadakatini kaybettiği zaman durum çok kötü olabilirdi. Meselâ Ziyâriler'den Mer-dâvic b. Ziyâr ve Sâmânî Emîri Ahmed b. İsmail g ulamlarına kötü davrandıkları için onlar tarafından öldürüldüler. Aynı şekilde Alparslan'ın oğullanndan Ars-lan Argun da geç kaldığı İçin cezalandırdığı bir gulâmı tarafından bıçaklanarak öldürülmüştü. Yine İmâdüddin Zengî b. Aksungur'un öldürülme sebebi de gu-lâmlanna kötü davranmasıydı. Zengî'nin şahsî muhafızları Türk, Rum ve Ermeni büyüklerinin oğullarından oluşuyordu. Zengî bu çocukları hadım ettirir, böylece nesillerinin devamını engellerdi. Bunlar Zengî'nln maiyeti olmalarına rağmen ondan intikam almak için fırsat bekliyorlardı. Nihayet Ca'ber Kalesi kuşatması sırasında Zengî'yi uykuda iken öldürdüler. Gulâmlann bir kısmı Zen-gî'nin yaptırdığı gibi hadım ediliyordu. Ayrıca yükselmek açısından geçerli bir yol sayıldığı için gönüllü olarak kendini hadım ettiren gulâmlar da vardı. Bunlardan biri, Selçuklu devrinin önde gelen gulâm kumandanlarından Sav Tegin idi.
İran'da hüküm süren Saffârîler gulâmlan devlet hizmetinde kullanan ilk hanedanlardan biridir. Saffârî emirlerinden Ya'köb b. Leys'in 2000 kişilik bir gulâm birliği vardı. Bunlardan seçilen muhafız kıtası merasim günlerinde tahtın iki tarafında saf olmakta, değerli elbiseler giymekte, altın ve gümüş kakmalı kalkanlar, silâhlar ve mızraklar taşımakta idiler. Ya'köb'un kumandanlarından Sebük Eri de Halaç Türkleri'nden bir gulâmdı ve Zâbülistan üzerine yapılan bir akın sırasında esir edilmişti. Ya'köb'un kardeşi Amr b. Leys küçük yaşta birçok esir satın alarak onlan yetiştirip kumandanlanna hediye etmiş, daha sonra da çeşitli hediye ve paralar vererek bu gulâmlardan efendilerinin sır-lannı öğrenmişti. Sâmânîler'in Mâverâ-ünnehir ve Horasan'daki ordularının nüvesini gulâm - muhafız kuvveti oluşturuyordu; Nasr b. Ahmed'in 10.000 kadar gulâmı bulunduğu rivayet edilmiştir. Sâmânî emîrleri bu muhafız kuvvetini meydana getiren Türk askerlerinin, hanedanın merkezîleştirme siyasetini kabul etmeyen dihkan sınıfının askerî etkisine karşı bir denge unsuru olabileceğini umuyorlardı. Ancak gulâmlann çeşitli saray isyanlarında, taht değişikliklerinde ve emirlerin Öldürülmesinde oynadıktan rol bu ümidin gerçekleşmesine engel olmuştu ve beklenenin aksine Türk gulâmlan sarayı yönetir duruma gelmişlerdi. Bununla beraber Sâmânî gulâm birlikleri savaşlarda disiplin ve cesaretle savaşmaktaydılar. Gazneliler Devleti'nin kurucusu Alp Tegin, Sâmânî Emîri Ahmed b. İsmail'in gulâmı idi. Alp Tegin'in de Sebük Tegin dahil olmak üzere 2000'-den fazla gulâmı vardı. Aynca Sâmânî Devleti'nin sonlarına doğru eyalet valileri ve Kara Tegin gibi kumandanlar geniş ölçüde gulâm topluyoriardı. Sebük Tegin daha sonra Büst'e ve Kara Tegin'in gulâmlannın elinde bulunan vilâyetlere hâkim olmuştu. Aynı şekilde Kuhistan'-da hüküm süren Simcûrî ailesinin atası Simcûr da Sâmânîler'den İsmail b. Ahmed'in gulâmı idi ve onun da kendi gulâmlan vardı.
Nizâmülmülk, Siyâsetnâme"nin bir bölümünü Sâmânî ordusundaki gulâmlann eğitimine ayırmıştır288. Kitapta anlatıldığına göre gulâmlann eğitilmesi yedi yıl sürer, bir gulâm olgunluk çağına ulaşmadıkça hiçbir önemli işe tayin edilmez, kendisine emîrlik ve valilik verilmezdi; nitekim Alp Tegin otuz beş yaşında iken Horasan sipehsâlârlı-ğına yükselmişti. Bu husus göz Önünde tutulduğunda gulâmlann saray veya okullarda yetiştirilmiş olduğu anlaşılır. Ancak yine Nizâmülmülk'e göre Sebük Tegin satın alındıktan üç gün sonra Alp Tegin tarafından terfi ettirilmişti. Bu durumdan, kitabın anlattığı gulâm yetiştirme sisteminin uygulamadan çok ideale yönelik olduğu sonucu çıkarılabilir.
X. yüzyılda İran'daki devletler içinde askerî alanda gulâm istihdamı yaygınlaşmıştı. Meselâ Deylemli hanedanlardan Ziyâriler ile Büveyhîler bunlardandır. Büveyhîler'den Muizzüddevle Ahmed'in gulâmlannın çoğu Türk'tü. Azerbaycan ve Doğu Kafkasya'daki İranlı hanedanlar da ordulanna Hazar ve Rusya topraklanndan getirtilen esirleri aldılar. Aynı şekilde Azerbaycan'daki Şirvanşahlar'ın da gulâmlardan meydana getirilen muhafız birlikleri vardı.
Kendileri de gulâmlıktan gelen Gazneliler çok uluslu ordularını bir gulâm birliği nüvesi etrafında oluşturmuşlardı. Bu ordunun çoğu Türk'tü, fakat zamanla Hintliler de alınmıştı. Mes'ûd b. Mah-mûd'un hükümdarlığı zamanında gulâmlann sayısı 4000-6000 arasındaydı; bunlar yine gulâm kökenli sâlâr-ı gulâmân tarafından yönetiliyordu. Gulâmlar savaşlarda vurucu güç olarak kullanılırdı. Merasimlerde, bu sınıf içinde süslü üni-formalan, murassa' silâhlan ve arslanlı bayrakları ile dikkat çeken özel birer grup olarak gulâmân-ı saray, gulâmân-ı hâssa veya gulâmân-ı sultanî denilen sultanın şahsî muhafızlan yer alıyordu. Sultan valiliğe veya sefere tayin ettiği kumandanlara destek gerektiğinde kendi gulâmlanndan veriyordu. Meselâ Ahmed Yinal Tegin 1031'de Hindistan'a tayin edilince Sultan Mesud ona 130 gulâ-mini vermişti.
Gazneliler, Hârizm bölgesini topraklarına katıncaya kadar esirleri doğrudan Horasan'ın kuzey uçlarındaki bozkırlar yoluyla temin ediyor, çoğunu da Mâve-râünnehir'deki esir pazarlarından satın alıyorlardı; ayrıca bunlann bir kısmı hediye olarak geliyor, bir kısmı da savaşlarda esir düşen düşman askerleri arasından seçiliyordu. Sultan Mahmud'un Kannevc seferi sonunda 53,000 esir elde edilmiş, doğu İslâm dünyasının her tarafından Gazne'ye gelen esir tüccarları bunlann her birini 2 ile 10 dirhem arasında bir ücretle satın almışlardı. Gaz-neli vezirlerinin de gulâmları vardı; hatta rivayete göre Sultan Mahmud. veziri FazI b. Ahmed el-İsferâyînî'yi bir gulâmı-nı kendisine vermediği için azletmişti.
XI. yüzyılda İran'a hâkim olan Türk hanedanları, kendi kabile gruplarından çok gulâm birliklerine güvendiler ve ordularını büyük ölçüde bunlardan teşkil ettiler. Karahanlı saray ve askerî teşkilâtında da gulâmların yer aldığı anlaşılmaktadır. Karahanlı İlig Han Nasr'ın 500 Türk gulâmı okçudan oluşan özel bir askerî birliği vardı. Yûsuf Kadir Han'ın Gazne-li Mahmud'a verdiği hediyeler arasında Türk gulâmları bulunmaktaydı. Satın alma yoluyla temin edilen acemi gulâm-lar, başta hükümdar sarayı olmak üzere devlet ileri gelenlerinin kapılarında yetiştirilmekteydi. Karahanh hükümdarlarına ait gulâmların sayısı, Selçuklu Sultanı Sencer zamanında 12.000'İ bulmuştu. Bunun yanı sıra vezir, hâcib, kapıcı-başı gibi ileri gelen emirlerin de gulâmları vardı.
Büyük Selçuklular, ücretli ve profesyonel bir ordunun devleti korumak ve genişletmek için gerekli olduğunu kabul ediyordu ve ordunun bir bölümünü sultanı ve sarayı korumakla görevli gulâ-mân-ı saray oluşturuyordu. Bunlar Türk. Arap ve Deylemli gibi çeşitli milletlerden küçük yaşlarda saray hesabına satın alınır ve özel olarak yetiştirilirdi. Ayrıca Selçuklu sultanlarına hediye olarak da gulâm geliyordu. Amid-i Horasan lakabıyla tanınan Muhammed b. Mansûr, Sultan Alparslan'a 100 Türk gulâm hediye etmişti. Selçuklu devrinde saray en büyük gulâm yetiştirme merkeziydi. Bunun dışında gulâmlar genelde sahipleri tarafından eğitiliyordu. Sultanın gulâmlanndan güzel yüzlü yirmi tanesi elçi kabullerinde gösterişli elbiseler giymiş olarak murassa' silâhlarıyla tahtın etrafında dururdu. Gulâmlara yılda dört defa "bistegânf denilen maaş verilirdi. Gu-lâmlann doğrudan sultanın emrinde bulunmayan kısmı sipehsâlâr veya emîr denilen kumandanlann idaresinde görev yapardı. Selçuklu hatunlarının da gulâmları vardı. Meselâ büyük emirlerden İhtiyârüddin Cevher et-Tâcî Sultan Sen-cer'in annesinin gulâmı idi ve onun ölümünden sonra kendisine kalmıştı. Orduda gulâmlann çok önemli bir yeri vardı: Gulâmlıktan yetişme kumandanlar özellikle batı yönündeki genişlemede ve buradaki mahallî hanedanlara karşı yapılan savaşlarda başarılı olmuşlardı. Ayrıca bunlar, efendileri olan Selçuklu sultanlarına öteki Türk ve Türkmen grupları karşı çıktıkları zamanlarda sadık kalmışlardı. Meselâ Melikşah'ın, amcası Ka-vurd Bey'e hükümranlığını kabul ettirme mücadelesinde Emîr Sav Tegin Önemli rol oynamıştı. Yine İrak Selçukluları'n-dan I. Tuğrul ile Dâvüd b. Mahmûd arasındaki savaşta (1132) gulâmlıktan gelen kumandanlardan Has Bey Belengerî ile kardeşi ve birkaç Türk emîri Tuğrul tarafına geçmişti.
Selçuklu gulâmları arasında Türkler'İn yanında Rum, Ermeni ve Zencîler de {Ha-beşfler) vardı. Gulâm kumandanları ba-zan genç sultanlar üzerinde etkili oluyor ve onları baskı altında tutuyordu. Meselâ Kara Sungur, Çavlı Candar, Boz-aba, Abbas, Abdurrahman b. Togayürek, Has Bey Belengerî, Irak Selçuklu Sultanı Mesud'a tahakküm eden emirlerdi. Hatta Sultan Sencer'in dahi başarılı gulâmlann etkisinde kaldığı rivayet edilir. Vezir Nizâmülmülk'ün çevresinde de âdeta bir hükümdar gibi gulâm birliği toplanmıştı. Onun ölümünden sonra "Nizâmiyye" adıyla anılan bu gulâmlar devlet siyasetinde birleştirici bir rol oynamış ve Sultan Melikşah'ın ölümünün ardından oğlu Berkyaruk'u tahta çıkarmışlardı. Devletin çökmeye başladığı dönemde bazı gulâm kumandanları genç şehzadelere atabeg ve nâib tayin edildiler; böylece kuvvet ve kudret onlann eline geçti. Bu atabegler, Selçuklu ülkesinin çeşitli yerlerinde İldenizliler (Azerbaycan), Zengîler (Suriye ve el-Cezîre), Ahlatşahlar (Van) gibi hanedanlar kurdular; hatta İldenizliler bir ara İrak Selçuklu Devleti'-nin kaderine hâkim oldular. Hârizmşah orduları da büyük ölçüde satın alınan veya savaşlarda esir edilen gulâmlara dayanmaktaydı. Hârizmşâh Alâeddin Muhammed Gazne'yi ele geçirdiğinde (1215) burada bulunan 400 köleyi kendisi için alıkoymuştu. Hassa ordusu gulâmlardan oluşuyor ve her an sultanın emrinde bulunuyordu. Aynca bu ordudan seçilen ve "havâss-ı gulâmân" denilen bir grup da sultanın güvenliğini sağlamak için çevresinde koruma görevi yapıyordu.
İran'ı istilâ eden Moğollar'da gulâm-lık müessesesine rastlanmamakta, XV. yüzyılda Doğu Anadolu'da ve İran'ın bati kısımlannda hüküm süren Türkmen Akkoyunlu Devleti'nde ise bu kurum görülmektedir. Safevî hükümdarlarından Şah I. Abbas, devlet siyasetinde Önemli rol oynayan bazı birliklerin hilekârlık ve güvenilmezliklerine daha fazla tahammül edemeyip Gürcü, Ermeni ve Cerkez-ler'den yeni birlikler meydana getirmeye karar vermişti. Bu birlikleri oluşturan esirlerin çoğu Kafkasya'daki savaşlarda ele geçirildi ve İslâm dinini kabul etmelerinden sonra orduda görevlendirildi. Gulâmlar ücretlerini doğrudan şahın hazinesinden alıyorlardı. Ancak bunların hepsi asker olarak yetiştirilmedi. Genelde çoğu saray hizmetlerinde ve hassa idaresinde kullanıldı. 1593'de Allah-verdi Han adındaki bir gulâm askerî kuvvetlere başkumandan tayin edildi. Safevî gulâmlarının çoğu köle veya gulâmlann oğullan idiler. Orduda görev yapan gulâmlar devrin seyyahlan tarafından 10.000-18.000 kişi arasında gösterilmiştir. Genelde bu gulâmlann ana birlikleri, onlar üzerinde son derece etkili olan kullar ağası tarafından yönetilirdi. Ayrıca gulâmlar bölümü için özel bir vezir ve bir müstevfî görev yapmaktaydı. Ka-çarlar'dan Feth Ali Şah devrinde (1797-1834) gulâm terimi hükümdara ait muhafız birliği için kullanılıyordu. Bu muhafız birliğinde Gürcüler üstün durumdaydılar. Kaçarlar'da gulâm müessesesi, XIX. yüzyıl ortalannda da gerek divana bağlı olarak (gulâm-ı dîvânî) gerekse orduda {gulâm-ı nizâm) kullanılmaya devam ediyordu. Fakat bu yüzyıl içinde İran'da Bati'nın tesiriyle şahsî kölelik ortadan kalkmıştı ve özel anlamda gulâm tabiri sadece yabancı diplomat veya konsoloslar tarafından çalıştırılan hizmetkâr ve haberciler için kullanılıyordu.
D- Hindistan. Gazneliler'den sonra Hindistan'a akınlarda bulunan Gurlular'da da gulâm müessesesi mevcuttu. Özellikle Gıyâseddin Muhammed (1163-1203) ve Muizzöddin (Şehâbeddin) Muhammed (1203-1206) devirlerinde satın alınan Türk gulâmlan ordunun çoğunluğunu teşkil etmekteydiler. Muizzüddin devrinde Türk esirlerinin satıldığı en büyük pazar Gaz-ne idi. Bu esirler askerî eğitimle yetiştirildiler ve daha sonra siyasette etkili faaliyet gösterip en yüksek makamlara kadar yükseldiler; hatta hükümdar oldular. Meselâ bu gulâmlardan Türkistan kökenli Kutbüddin Aybeg Delhi Sul-tanlığı'nı kurmuş, yine Türkistan'dan gelen İltutmiş ve Balaban da hükümdarlığa kadar yükselmişlerdi. Bu durum, Gur-lular devrinde Türk gulâmlannın kaynağının Türkistan olduğunu göstermektedir. Aybeg'den başka İhtiyârüddin Mu-hammed Halacî ve Nâsırüddin Kabâce gibi gulâmlıktan yetişme Türk kuman-danlan, kendi unvanlarına efendilerinin "muizzî" lakabını da eklediler ve Hindistan'da Gurlular'ın askerî geleneklerini devam ettirdiler. Muizzüddin'in yerine geçen Gıyâseddin Mahmud, kendi hizmetine girmeleri karşılığında Tâceddin Yıldız ve Aybeg'i azat etmiş, onlara hil'at-ler ve hediyeler göndermişti. Böylece Gurlular Devleti'nde bir gulâm aristokrasisinin oluştuğu görülür.
Fîrûz Şah Halacî devrine kadar (1290-1296) Delhi sultanlarının hepsi gulâm veya onlann soyundan idiler. Muizzüddin'in memlüklerinden olan İltutmış Gvalyor emirliği sırasında azat edilmişti; Bala-ban'ın ise Sultan Nâsırüddin Mahmud'un kızıyla evlenmeden önce azat edildiği sanılmaktadır. İltutmış ve Balaban Han idaresinde Türk gulâmlan, Selçuklu saraylarında olduğu gibi çeşitli üst düzey görevlerde bulunarak eyalet valiliklerine kadar yükseldiler. İltutmış'ın çocuklarının saltanatı zamanında Türk gulâmlan hür görevlileri dışlamaktaydılar. Ay-nca bu devirde gulâm aristokrasisinin de devam ettiği anlaşılmaktadır. İltut-mış'ın Türk memlüklerinden "çihligân" denilen kırk tanesi devlet işlerine hâkim duruma gelmiş, bu arada Habeş asıllı Cemâleddin Yakut'un emîr-i âhûr tayin edilip itibar görmesine isyan etmiş ve onu Öldürtmüşlerdi; kıskanılan başka bir gulâm da Hint asıllı İmâdüddin Reyhan idi.
Halacî ve Tuğluklu devirlerinde gulâm-lar yüksek mevkilere gelmeye ve orduda önemli bir unsur olarak yer almaya devam ettiler. Bunlann çoğu Türkistan'dan satın alınıyordu. Bu dönemde Hindu gulâmlar da yüksek görevlere getirildiler. Halacîler'den Alâeddin Muham-med'in ölümünden sonra Hindu gulâmı Melik Kâfur sultanın aile fertlerini öldür-terek duruma hâkim olmuştu; ancak öteki gulâm kumandanları da Melik Kâ-fûr'u ortadan kaldırdılar. Hindu Hüsrev Han Berverî, efendisi Sultan Kutbüddin Mübarek Şah Halacî'yi öldürerek yerine geçmiş. Gazi Melik Tuğluk da onu öldürerek Tuğluklular hanedanını kurmuştu. Tuğluk, Alâeddin Muhammed devrinde kardeşleriyle beraber Horasan'dan Delhi'ye gelmiş ve saray hizmetine alınmıştı.
Halacî ve Tuğluk dönemlerindeki gu-lâmların sayısı hakkında kaynaklardan bazı rakamlar elde etmek mümkün olmaktadır; meselâ Muhammed b. Tuğ-luk'un ordusunda 20.000 Türk gulâmı vardı. FTrüz Şah Tuğluk devrinde gulâm sistemi büyük ölçüde gelişme gösterdi. Eyaletlerdeki İktâ sahipleri savaşlarda esir toplayarak sultana göndermeye teşvik ediliyor, karşılığında da bu esirlerin değeri kadar yıllık gelirden muaf tutuluyorlardı. Bu şekilde merkeze gönderilen köleler dinî ve meslekî eğitim gördükten sonra yeteneklerine göre çeşitli işlerde istihdam ediliyordu. Nitekim yaklaşık 12.000 gulâm değişik alanlarda zanaatkar olmuştu. Devlet hazinesinden ücret alan gulâmların toplam sayısı da 180.000 kadardı. Onlara ücretleri iki şekilde, para ile ve köylerin yıllık gelirleriyle ödeniyordu. Gulâmların işlerini yürütmek için Dîvân-ı Bendegân adında ayn bir divan vardı. Gulâmlar saray memuriyetlerinin yanı sıra divanlarda ve yönetici sınıf olarak yüksek makamlarda görev yaptılar. Alâeddin Muhammed Halacî köle saüşlannda belirli fiyatlar tesbit ettirmişti; meselâ bir erkek kölenin fiyatı 100-200 tenke arasındaydı. Ölümünden sonra tahta geçen Kutbüddin Mübarek Şah devrinde fiyatlar serbest bırakılmış ve satışlar 500 tenkeden başlamışta.
Hindistan'da eyaletlerde kurulmuş olan öteki müslüman devletlerdeki asker-gu-lâmlann rolü Delhi Sultanlığı'ndakinden pek farklı değildi. Bu devletlerde de saray teşkilâtında ve orduda gulâmlardan faydalanılıyordu. Nizamşâhîler, Âdilşâ-hîler ve Kutubşâhîler'in kurucuları yine Türk gulâmlan idi. Âdilşâhîler'in kurucusu Yûsuf Âdil Han, Behmenîler'in meşhur veziri Mahmûd-ı Gâvân'ın hizmetinde bir gulâmdı. Berîdşâhiler'in kurucusu Kasım Berîd, Behmenî Hükümdan III. Muhammed Şah'a gulâm olarak satılmış bir Türk'tü. Zamanla bu devletlerin siyasetinde Habeşî gulâmlar önemli rol oynamaya başladılar. Bir ara Âdilşâhîler'den İsmail (1510-1534), Habeş ve Bîcâpûr'da bulunan Türk çocuklarının hizmete alınmamasını kararlaştırmıştı. Bu uygulama on iki yıl sonra Racpût ve Afganlar' da kapsamına alacak şekilde kaldırıldı; Habeşîler içinse I. İbrahim devrine (1535-1558) kadar devam etti. Ancak Habeşîler Âdilşâhîler'in sonlarına doğru niyabeti devraldılar. Bengal'de XV. yüzyılın sonunda Habeşî gulâmlardan Şah-zâde ve Sîdî Bedr tahtı ele geçirmişlerdi. Bunlardan Sîdî Bedr'in hizmetinde S000 Habeşî gulâm bulunuyordu.
Hindistan'da Bâbürlüler'in idaresinde gulâmlar idarî ve askerî kademelerde çok az yer aldılar. Bununla beraber Bâ-bürlü ordusunu yöneten mansabdarlar fırsat düştükçe birliklerinde gulâmlara görev verdiler. Ekber Şah, gulâmlardan "çelâs" denilen ve doğrudan kendine bağlı olan bir yaya birliği kurmuştu. Türkler'in yanı sıra bazan esir alınmış ve müslüman olarak yetiştirilmiş Hindu çocukları da bu gruba dahil edilmiştir. Hindistan'daki kast sistemine göre bir gulâmın iktisadî durumu çok defa hür adamınkinden daha iyi idi. Aynca bunlar, sınıf değiştirmenin mümkün olmadığı kast sisteminde efendilerinin özel lutfu ile hürriyetlerine kavuşmayı da ümit edebiliyorlardı.
E- Anadolu. Anadolu Selçuklu Devleti'nde de orduda, idarede ve saray hizmetlerinde gulâm istihdam edilmiştir. Tabii olarak gulâmların çoğu Rum asilliydi; bunun yanında Ermeni ve Gürcüler de vardı. Rum asıllı gulâmların en meşhurları, Celâleddin Karatay ile iki kardeşi Seyfeddin Kara Sungur, Kemâleddin Rumtaş ve Melikü'l-ümerâ Şemseddin Hasoğuz, Nâibü'l-hadre Emînüddin Mî-kâil İdi. Gulâmlar Anadolu Selçuklu Devleti'nde atabeg, emîr-i âhûr, taştdâr, hazinedar, emîr-i devât. melikü'l-ümerâ, iğdişbaşı, şarâbsâlâr, emîr-i cândâr, emîr-i sipehsâlâr, emîrü'l-kebîr, çaşni-gîr, emîr-i dâd, nâibü'l-hadre gibi önemli mevkilere getiriliyor, ayrıca büyük şehirlere askerî vali olarak tayin ediliyorlardı. Sultanlar gibi nüfuzlu emîrlerin de hatırı sayılır miktarda gulâmlan vardı. 1. Alâeddin Keykubad'a isyan eden emîrler bu özel askerlerine güvenmişlerdi; isyan bastırılınca onlar da katledilmiştir. Gulâmlar ordu dışında temizlik hizmetlerinde, hazinede, divanda, adliyede, tercüme odalannda, tuğrahânede, haremde ve maliyede de görevlendirilmiştir. Önde gelen gulâmlar aynca Anadolu Sel-çuklulan'nın kültür ve sanat hayatında önemli rol oynamış, çok sayıda cami, medrese ve hastahane yaptırıp bunlar için çeşitli vakıflar tesis etmişlerdir.
Bibliyografya:
Tarttı-i Ststân (nşr. Bahar), Tahran, s. 222; Utbl, Târth-i Yemînîitrc. Cerbâzekânî, nşr. Ca'-fer-İ Şiar), Tahran 1345 hş., s. 19, 119, 200, 286; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Köymen), s. 119, 127, 134-135, 145, 158; Beyhakl, Târth-i Beyha-fcf (nşr. Ganî-Feyyâz), Tahran 1324 hş., s. 517; İbnü'l-Esîr, İslâm Tarihi (trc. Ahmed Agırakça — Abdülkerim Özaydm), İstanbul 1986, VII, 418; VIII, 69, 112, 249-250; XII, 205-208, 266-267; Bündârî, Zübdetü'n-Nusra (Bursları), s. 151, 175-177, 189-190, 234-235, 240-241, 244-246; Hasan-ı Fesâî. Fârsnâma-ye Nâşeri: History of Persia ünder Qâjâr Rule (trc. H. Busse), New York 1972, s. 321, 332; Müstevfî, Târth-i Cüzîde (Nevâî), s. 379; Seyfeddin Hâcî b. Nizâm Ukaylî, Aşârul-vüzerâ* (nşr. Mîr Celâ-leddin Urmevî), Tahran 1337 hş., s. 150-151; Bayur, Hindistan Tarihi, I, 337-338, 385, 443; II, 479, 483-484; Uzunçarşılı. Medhai, s. 37, 53-54, 100102, 117; W. Hinz, üzün Hasan ve Şeyh Cüneyd (trc. Tevfik Bıyıklıoğlu), Ankara 1948, s. 92; İbrahim Kafesoğlu. Sultan Melİkşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul 1953, s. 156-157; a.mlf., Ha-rezmşahlar Devleti Tarihi, Ankara 1984, s. 38-39; M. A. Ghafur, The Ghurids (doktora tezi, 1959), üniversitat Hamburg, s. 164-165, 194; C. E. Bosworth, The Ghaznauids, Edtnburg 1963, s. 98-106; a.mlf., "Ghaznevid Military Orga-nization", isi, XXXVI (1960). s. 40-41; a.mlf., "The Turks in the Islamic Lands up to the Mid-llth Century", Ph.TF, III (1971), s. 4-6, 9-10, 14-17; a.mlf., "The Early Ghaznavids", CHIr., IV, 163, 179-180, 185; a.mlf., "The Tâ-hirids and Şaffârids", ae, IV, 99, 125-126, 131-132;a.mlf., gGhulâm", El2 (Ing.i, II, 1081-1084; a.mlf., "Ghurids", a.e., II, 1103; R. N. Frye, "The Samânids", CHIr., IV, 143-144, 149-151; Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, İstanbul 1976, s. 66-67; Aydın Taneri, Celâlü'd-dîn Hârizmşâh ve Zamanı, Ankara 1977, s. 123-124; H. M. Elliot - J. Dowson. The His-tory of India as Told by its Own Historians, Lahore 1979, II, 298-299, 320-322, 360; III, 97-99, 101, 114, 128, 212; Reşat Genç, Karahan-lı Devlet Teşkilâtı, Ankara 1981, s. 232, 235, 287-290, 294-295; Safa, Edebiyyât, II, 69-77; Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1985, s. 225; Hasan-ı Enverî, Iştılâhât-ı Divâni: Devre-i Gaz-nevl ve Selçûkî, Tahran 2535 şş., s. 41-42; Erdoğan Mercii, Muslüman-Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1991, s. 323-324; a.mlf., "Karate-gin Ailesi", TKAProf.Dr. İ. Yarkın'a Armağan, Ankara 1988, s. 1-2, 16; a.mlf., "Sebüktegin'in Pendnâmesi", İTED, VI/1-2 (1975), s. 229; a.mlf.. "Emîr Savtegin", TED, VI/6 (1975), s. 63, 67, 70-71, 74; a.mlf., "Sîmcûrîler I: Sîm-cûr ed-Devâtî", TD, sy. 32 (1979), s. 76, 79, 83; a.mtf., "Arşları Argını", Küçük Türk-lstâm Ansiklopedisi, İstanbul 1974-81; M. Altay Köymen. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1992, III, 238-258; S. Vryonis. "Seljuk Ghulams and Ottoman Devshirmes", İsi, XLI (1965), s. 224-241; M. Fuad Köprülü, "Aybeg", İA, II, 58-60; Coşkun Alptegln, "Zengî", a.e., XIII, 532; P. Hardy, "Ghulâm", E!2 (İng.), II, 1084-1085; Dihhudâ, "ĞulânT, Luğatnâme, XX, 271 -275.
F- Osmanlılar. Osmanlılar'da gulâmın çoğul şekli olan "gılmân'ın kullanımı daha yaygındır. "Gılmânân" veya "gılman-lar" şeklinde tekrar çoğulu yapılan kelime "kapı kulu'nda olduğu gibi bazan yerini "kul"a terketmiştir. Gılman kelimesinin, yaya veya atlı Kapıkulu ocakları neferlerinden Enderun, Bîrun gibi sarayın erkek hizmetkârlarına kadar uzanan çok yaygın bir kullanım alanı vardır. Saray hizmetkârları için daha ziyade gu-lâm veya "oğlan" kelimesi kullanılmıştır289. Köle kadın hizmet erbabına ise "câriye" denirdi290. Devşirme oğlanlarına "gılmânân-ı devşirme", acemi oğlanlarına "gılmânân-ı acemi-yân"291, bostancılara "gılmânân-ı bostâniyân" veya "gılmânân-ı bâğçe-i hâssa", saray iç oğlanlarına "gılmânân-ı Enderun, gılmânân-ı hâssa"292 veya "gılmânân-ı Sa-rây-i Âmire" denirdi. Bu zümrelerin her biri bağlı olduğu ocak veya koğuşun usullerine göre yetişir ve yüksek rütbeli devlet hizmetlerine tayin edilirdi.
Daha önce kurulan İslâm ve Türk-İslâm devletleri müesseselerinin teşkilâtlan ile eski Türk devlet geleneğinin bazı esaslarını birleştiren Osmanlı padişahları ve özellikle Fâtih Sultan Mehmed kul sistemini çok geliştirmiş ve bunu devletin merkezî, askerî ve taşra teşkilâtlarında geniş ölçüde uygulamışlardı. Enderun olsun Bîrun olsun en küçük hizmetlisinden en büyük yetkilisine kadar sarayın her türlü işi devşirme asıllı gılmanlara verilmiş, devletin merkezî ve taşra yönetimi genellikle yine devşirme kökenli vezir veya beylerbeyilere bırakılmıştır. XV ve XVI. yüzyıllarda İstisnaî olarak Türk asıllı veziriazamlar iş başına getirilmişse de ağırlık yine devşirme vezirlerde kalmıştır.
Âlî Mustafa Efendi sultanların gelişigüzel, "ne idüğü belirsiz" gılmanı saray hizmetine almamalarını, aslı nesli bilinenlerin de mutlaka kıyâfe ilminden anlayan âlimler tarafından incelendikten sonra alınması gerektiğini belirtmektedir. Zira bu gılmanların zamanla yükselerek Has Oda'ya gireceğini, daha sonra dış hizmete çıkacağını ve idareleri altındaki müslümanlan ezebilece-ğini, bunun da padişaha bedduaya sebep olacağını ifade etmektedir. Fâtih Sultan Mehmed devrinde saray hocasının uygun gördüğü oğlanların Enderun'a alınarak diğerlerinin kapıcılığa ve Acemi Ocağı'na verildiğini ve neferlikte bırakıldığını anlatan Âlî, kötü kimselerin hizmetinde bulunmuş olanların, şehir oğlanlarının, levent ve evbaşlara karışmış, meyhaneye gitmiş gılmanların harem hizmetine alınmamasını, bu gibilerin öteki harem hizmetkârlarına da kötü örnek olacaklarını yazmaktadır.293
Padişah otoritesinin zayıfladığı XVII. yüzyıl başlanndan itibaren devşirme sisteminin gevşemesine paralel olarak gılman sistemi de bozulmuştur. Abaza Pa-şa'nın 11. Osman'ın kanını dava ederek ayaklanması doğrudan Kapıkulu ocaklarına, dolayısıyla gılman sistemine karşı yapılmış gibidir. Çok cepheli 1683-1699 savaşlarından sonra eski güçlerini kaybeden gılmanlar daha farklı bir karaktere bürünmüş ve etkileri azalmıştır. XVIII. yüzyılda gılman sisteminin hemen hemen tamamen ortadan kalkması üzerine saraya devşirmelerin yerine devlet adamlarının ve nüfuzlu kişilerin oğulları girmeye başlamıştır. Edirne ve İbrahim Paşa saray mekteplerinin önemlerini kaybetmesinden sonra ise saraya girmenin yegâne kapısı Galata Sarayı olmuştur. Bu saraydaki gılman eğitimi bir süre daha devam etmiş. Batı saraylarının taklidine başlandığı II. Mahmud zamanında Enderun lağvedilerek yerine Mâbeyn müşirliği kurulmuş ve devlet kadroları İçin memur yetiştiren mektepler açılmıştır.
Bibliyografya:
Süret-i Defter-i Sancak-i Arvanid (nşr. Halil İnalcık), Ankara 1954, tür.yer.; İbn Kemal, Te-vârîh-iAl-i Osman, I, 28, 29; II, 49; Selânikî. Târih (İpşirli), I, 2, 13, 145, 159; II, 631; Âlî Mustafa Efendi, Mevâidun-nefâis fî kavâidi'l-me-câlis, İstanbul 1956, s. 20 vd., 165 vd., 191 vd., 215 vd.; Mebde-i Kânün-ı Yenİçert Ocağı Târihi (nşr. E. Y. Petrosyan), Moskova 1987, vr. 9°, 17b; Evliya Çelebi. Seyahatname, !I, 472; Ata Bey, Târih, I, tür.yer.; D'Ohsson, Tableau general, VII, 2 vd.; A. Howe Lybyer. Kanuni Sultan Süleyman Devrinde Osmanlı imparatorlu-ğu'nun Yönetimi (trc. Seçkin Glızoğlu), İstanbul 1987, s. 27 vd., 45, 51 vd., 76 vd., 109 vd., 279 vd.; M. Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri (İstanbul 1931), İstanbul 1981, s. 101, 134-139; Uzunçarşılı, Ka-pukulu Ocakları, MI, tür.yer.; a.mlf., Medhai, s. 13; a.mlf., Saray Teşkilâtı, tür.yer.; İsmail H. Baykal, Enderun Mektebi Tarihi, İstanbul 1953, tür.yer.; Halil İnalcık, Fatih Devri üzerinde Tetkikler ve Vesikalar I, Ankara 1954, s. 137, 168; a.mlf., "Ghulâm", El2 (Fr.), II, 1111-1117; Paka-lın. I, 664-665, 679.
Dostları ilə paylaş: |