EŞ'ARİYYE
Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin (324/935-36) öncülüğünü yaptığı, kelâm metodunu benimseyen kelâm ekolü. Çoğulu "Eşâ'ira" gelir.
Eş'ariyye ismi, her ne kadar, Ehl-i Sünnete mensup iki ekolden birisinin ismi olsa da, bu ekolün ortaya çıkışı dikkate alındığında, ehl-i bidata mukabil kullanılması itibariyle genel anlamda Mâtûridîyye'yi de içine alarak, Ehl-i Sünnet'in genel ismi olarak anlaşılmaktaydı. Zira, o yıllarda akaidin önemli meselelerinden birini teşkil eden Allah'ın sıfatları meselesinde birbirine zıt iki görüş ileri sürülüyordu. Bunlar, sıfatları kabul eden Selefiyye görüşü ile onların bir kısmını kabul etmeyen Muattıla görüşü idi. Selefiyye'ye sıfatları kabul etmesi sebebiyle "Sıfâtiyye" deniliyordu. Eş'ârî Selefiyye'ye geçtikten ve Eş'ariyye ekolünün temsilcisi olduktan sonra, sıfatları kabul eden Ehl-i Sünnete "Eş'ârîyye" denilmiştir. İşte bu bakımdan Eş'ârîyye, ehl-i bid'ata mukabil olarak kullandığı takdirde Maturidiyye'yi de içine almaktadır.99
Eş'ârîyye Mezhebi, Mu'tezile'ye karşı bir anti-tez olarak doğmuş ve selef akidesini esas almıştır. Fakat, akaid meselelerinin ele alınışında kelâmı bir istidlâl kullanılmış, te'vile yer verilmiştir. Eş'ariyye'ye mensup kelâm âlimleri zamanla te'vile daha çok yer vermişler, zaman zaman da kelamda yenilikler yaparak, Kelâm ilmini felsefe ile meselelerini tartışabilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Gazzâlî'nin faaliyetleri bu hususun en canlı örneği olarak ele alınabilir. Kısacası, Eş'ârî kelâmında aklın büyük önemi vardır. Zira, ortaya çıkışındaki ortamda bunun böyle olmasını zorunlu kılıyordu .
Eş'ârîyye ekolü önce Irak ve Suriye'de yayılmış daha sonra da Nizamiye medreselerine Eş'ârî âlimlerinin tayin edilişiyle geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş ve Mısır ile Mağrîb ülkelerine kadar yayılmıştır.
Eş’ariyye Mezhebini Geliştirenler:
Eş'ârî'den sonra bu ekole mensup olarak, ortaya atılan fikirleri geliştiren âlimler arasında şunları saymak mümkündür: Ebû Bekir el-Bâkıllânî (403/1012-1013); İmâmu'l-Haremeyn Cüveynî (478/1085-86); Ebû Hâmid Gazzâli (505/1111); Şehristânî (548/1153-54); Fahru'd-din Râzı (606/1209-10); Sayfullah Âmidî (631/1233-34); Beydâvî (685/1286 -87); Sa'dud-din Teftâzânî (793/139091); Seyyid Şerif Cürcânî (816/141314); Celâlu'd-din Devvânı(908/1502503).
Eş’ariyye Ekolünün Genel Görüşleri:
Eş'ârîyye ekolünün genel görüşlerine gelince; Bunları bir fikir vermesi açısından ana hatlarıyla şöyle sıralanabilir: Ancak bu görüşleri tam anlamıyla ifade edebilmek için dayandıkları esaslar ve istidlâl yollarıyla, delilleriyle ele almak en doğru yol olacaktır. Bu da burada mümkün olmadığı için bunları ana başlıklarıyla verme yolunu tercih ediyoruz.
1. Ma'rifetullah: Akıl hiç bir şeyi vâcip kılamaz. Akıl, Allah'ı bulabilecek güçte bile olsa, Allah'ı bilmek şer'an vaciptir. Aklen bir vucûbiyyet yoktur. Şeriattan, dinden- haberi olmayan insan, hiç bir şeyden sorumlu değildir.
2. Nübüvvet: Nübüvvet için erkek olmak şart değildir. Kadında peygamber olabilir.
3. Cüzi İrade: Cüzi irade müstakil değildir, onu da Allah yaratır.
4. Kesb: Kesb, insan gücünün, güç yetirilen şeyle birlikte olmasıdır. Eş'ârîyye ekolünde kesb anlayışı kapalı bir şekilde anlatılmıştır. Bu yüzden anlaşılması diğer meselelere göre daha zordur.
5. Husn ve Kubh: Husn ve kubh şer'îdir, akıl ile idrak olunamaz. Ancak Allah'ın emir ve yasağı ile bir şeyin iyi ya da kötü olduğu bilinir. Bir şey emredilmiş ise iyidir, nehyedilmiş ise kötüdür. Emir ve nehiy olmadan iyilik ve kötülük bilinemez.
6. Tekvin: Tekvin hakiki bir sıfat olmayıp, itibarı bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur.
7. Sebep ve Hikmet: Allah'ın fiilleri bir hikmete göre olmadığı gibi bir sebebe de bağlı değildir. Çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu değildir.
8. Güç Yetirilemeyen Şeyle Teklif: Allah'ın insanın gücünün dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi ve kullarını bununla mükellef tutması caizdir. Ama böyle bir durum vaki olmamıştır.
9. İbadet Mükellefiyeti: Kâfirler iman etmekle mükellef oldukları gibi, ibadet etmekle de mükelleftirler. İbadet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir.
10. İrtidad: Dinden çıkmış olan, yeniden iman ederse amelleri de kendisiyle geriye dönmüş olur.
11 . Kelâm-ı Nefsı: Kelâm-ı Nefsî'nin işitilmesi caizdir.
12. Kur'an-ı Kerîm: Kelâm-ı nefsî durumundaki Kur'an mahluk değildir. O Allah'ın kelâmıdır. Ses ve harflere muhtaç değildir. Elimizde bulunan mushaf ise, ses ve harflere muhtaç olan kelâm-ı lâfzîdir ve mahluktur. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Bir şeyi(n olmasını) dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir" (en-Nahl, 16/40). Kur'an yaratılmış olsa idi, Allah kendi sözü olan Kur'an'a ol demiş olacaktır. Halbuki "ol' sözü de Kur'ân'dadır.
13. Ezelde Ma'dûma Hitab: Yüce Allah'ın hitabının ezelde ma'duma (yokluk) taalluk etmesi caizdir. Buna göre Yüce Allah ezelde mütekellimdir.
14. Tevbe-i Ye's: Ümitsizlik halinde yapılan tevbe makbuldur.
15. Şefaat: Şefaat haktır ve kıyamet günü gerçekleşecektir.
16. Rü'yet: Yüce Allah'ın ahirette mü'minler tarafından gözle görülmesi mümkündür ve görülecektir. Bu hem aklı deliller hem de naklî deliller ile desteklenmiştir. Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurur:
''O günde (kıyamette) peygamberlerin velilerin ve müminlerin yüzleri apaydınlıktır. Rablerine orada hiçbir engel olmaksızın bakıcıdırlar'' (el-İnsân, 75/22-23)100
EHL-İ BİD'AT
Bid'at ehli, hevâ ehli, dalâlet ehli, şüpheler (şubûhât) ehli, tefrika ehli. İlim ehline göre bunlar aynı şeyin değişik isimleridir. Bunlar Kitap ve Sünnet'e ve Ümmetin, ashabın yolunu ve metodunu izleyen selefinin anlayışına aykırı görüşler ortaya koyan kimselerdir.
İslâm dininde bid'at, Allah'ın ve Rasûlünün teşri' buyurmadığı, farz veya müstehap türünden olmayan, bunlarla ilgili olarak hiçbir şekilde emretmediği şeylerdir. Ancak şer'î deliller ile bilinen hususlar ise, Allah'ın göndermiş olduğu dinin kapsamı içerisindedir. Bu konudaki bir kısım emirlere dair ilim adamlarının farklı görüşleri durumu değiştirmez.
Bid'at ehline "hevâ ehli" adı verilmesinin izahı ile ilgili olarak İmam Ebu İshak İbrahim b. Musa eş-Şâtıbî (v. 791/1388) şunları söylemektedir: "Ehl-i Bid'at şer'î delilleri onlara ihtiyaç duyulan bir eda ve bu delilleri esas alan bir üslup ve yaklaşım ile ele almadılar. Aksine hevalarım şer'î delillerin önüne geçirdiler, kendi görüşlerine itimad edip güvendiler. Hatta şer'î delilleri ise bu esaslara göre ele alınıp değerlendirilecek bir mertebede gördüler"101
Hevâ ise insanın sevmek veya nefret etmekten kaynaklanan eğilimleridir.
"Sünnet ve hadis ehli dışında bütün fırkalar hadis imamlarından sahih olan bir görüş ile ayrılmış değillerdir. Bununla birlikte bunların İslâm dininden hak olan bazı şeylere de sahip olmaları kaçınılmazdır. İşte bundan dolayı şüphe sözkonusu olmuştur. Yoksa katıksız bir bâtıl hakkında kimsenin şüphesi olmaz. Bundan dolayı bid'at ehline "şüphe ehli" denilmiştir. Ayrıca Onlar hakkında: "Onlar, hakkı batıla karıştıranlardır" denilmektedir"102
Dinde tefrikaya düşmek "bir tek fırkayı" fırkalara dönüştürür. Onların bu noktaya düşmelerinin sebebi ise hevâlarına uymalarıdır. Dinden uzaklaşmalarıyla, hevaları da bölük bölük olmuş ve sonunda dağılmışlardır. Bu bakımdan yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Dinlerini fırka fırka edip gruplara ayrılan kimselerle senin hiçbir ilişkin yoktur" (el-En'âm: 6/159). Burada yüce Allah, Rasûlünü böyle kimselerden uzak tutmuştur. Bunlar da bid'at ve dalâletlere gömülen Allah'ın ve Rasûlünün izin vermediği hususlara dair söz söyleyen kimselerdir.
Kişiyi hevâ ehli arasına sokan bid'at ise sünneti bilen ilim adamlarınca meşhur olan görüşe göre Haricilerin, Rafızilerin, Kaderiyenin ve Mürcie'nin bidatleri gibi, kitap ve sünnete aykırı düşen bid'attir. Allah Rasulü'nün sünnetini bilen âlimlerce dinden oldukları zaruri olarak bilinen hususlarda tartışmaya girişen bir kimse başkaları bu konuda şüphe etse yahut nefyetse dahi- aslı konularda muhalefet eden kimselerin bid'at sahibi olduğu hüküm üzerinde İslâm'ın ileri gelen âlimleri arasında ittifak vardır. Meselâ; sünnet âlimlerince mütevatir olarak kabul edilen Rasûlullah (s.a.s)'ın şefâatine, havzına, kebâir ehlinin ateşten çıkartılacağına dair hadisler ile yine onlarca mütevâtir kabul edilen sıfat ve kadere dair hadisler Cenâb-ı Allah'ın celâl ve azametine yakışır şekilde arşı üzerinde olduğuna dair hadisler ve buna benzer, Rasûlullah'ın sünnetlerini bilen ilim ehlinin ittifak ettikleri esaslar bu türdendir. Hz. Peygamber (s.a.s)'den gelen ilmi bilen ilim adamlarının mütevâtir kabul edilen şuf'aya dair hüküm, davalıya yemin ettirmek, muhsan zâninin recm edilmesi, hırsızlıkta nisabın muteber kabul edilmesi gibi hususlar bu türdendir. İşte bundan dolayı İslâm'ın önde gelen âlimleri bu gibi aslı meselelerde sünnet âlimlerine muhalefet edenlerin bid'atçi olacakları üzerinde ittifak etmişlerdir.
Kişi, bid'at sahibi olan bir kimsenin bid'atini bizzat görür veya işitirse yahut da o kişinin bu bid'ate sahip olduğu yaygınlık kazanacak olursa bid'at ehlinden olmakla nitelendirilir ve cerh edilir. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Bütün müslümanlar günümüzde de geçmiş asırlardan bu yana da Ömer b. Abdülaziz, Hasan-ı Basri vb. ilim ve din ehli ancak yaygınlık kazanması ile bilinebilecek hususlar ile bid'at sahibini cerhetmişlerdir. Aynı şekilde Haccac b. Yusuf ve Gaylan el-Kaderi ile benzeri zulüm ve bid'at sahipleri hakkında haberlerin yaygınlık kazanmasından başka bir şekilde bilinemeyecek durumlarda da bid'at sahibi olduklarına şehâdet edilir. Bu konudaki delil ise Enes b. Mâlik (r.a.)'ın yaptığı şu rivayettir:
"Bir seferinde Rasûlullah (s.a.s)'ın yanından bir cenaze götürüldü. Yanında bulunanlar ondan hayırla söz etti. Peygamber:
'Vacib oldu' dedi. Daha sonra bir başka cenaze geçirildi. Ondan kötülükle söz edildi. Peygamber:
'Vacip oldu' dedi yine. Bu sefer Ömer b. Hattab:
'Vacib olan nedir?' diye sorunca Hz. Peygamber:
"Siz daha önce geçen hakkında güzel konuştunuz, iyilikle söz ettiniz o bakımdan cennet onun için vacip oldu. Ötekinden kötülükle söz ettiniz, ona da cehennem vacip oldu. Sizler Allah'ın yeryüzündeki şâhitlerisiniz."103
Onun şahitliğinin veya velâyetinin reddedilmesi için fâsık olduğunu ortaya koymak böyledir. Şayet maksat onun kötülüğünden sakınmak için uyarmak ise bundan daha da aşağı deliller ile yetinilir.
Bid'atin mahzurlarına ve hoşa gitmeyen yanlarına dair söylenmiş sözlerin bir kısmını İmam Şâtibî şöylece dile getirmektedir:
"Bid'at ile birlikte namaz, oruç, sadaka vb. Allah'a yaklaştırıcı hiçbir ibadet kabul edilmez. Bid'at sahibi ile birlikte oturup kalkan kimseden Allah'ın koruması kalkar ve o kişi kendi haline bırakılır. Bid'at sahibinin yanına giden ona saygı gösteren, İslâm'ın yıkılmasına yardımcı olur. İslâm'ın aslını bozacak davranış ve anlayışta olan bid'at sahibi kimse lânetlik kabul edilir. Bid'at sahibinin ibadeti kendisini Allah'tan uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Düşmanlığın ve karşılıklı kinin kaynağı bid'at sahibidir. Bid'at, Muhammed (s.a.s)'in şefâatine engeldir. Her bir bid'at bir sünneti ortadan kaldırır, o bid'at gereğince amel edenlerin günahı kadar da bid'atleri ortaya koyana da yazılı!. Bid'at sahibine Allah gazab eder, onu zelil kılar. Rasûlullah (s.a.s)'in havzından uzaklaştırılır. Dinden çıkan kâfirler arasında sayılacağından ve dünya hayatından ayrılırken, âkıbetinin kötü olacağından, âhirette yüzünün kararacağından ve cehennem ateşiyle azab göreceğinden korkulur. Allah Rasûlü, bid'atçiden beri ve uzaktır. Müslümanlar da ondan uzaklaşmıştır. Dünya hayatındaki fitneden başka ahiret azabının da artacağından korkulur"104
Bid'at sahibi kimselere uygulanacak ceza herhangi bir şekilde artırılması veya eksiltilmesi sözkonusu olmayacak şekilde tesbit edilmiş değildir. Bu konuda müctehidler nass ile belirtilen bir takım bid'atler hakkındaki rivayetlerden hareketle görüşlerine göre bazı hükümler ortaya koymuştur. Meselâ Haricilerin, öldürüleceğine dair haberler ile Ömer b. el-Hattâb (r.a)'ın Sâbi el-Irâkî hakkında söylediği rivayet edilen sözler bunlardandır. Müctehidlerin bu konuda bazı görüşleri vardır
Bid'at sahibi irşâd edilir, öğretilir ve görüşlerine karşı deliller ortaya konulur. Onunla konuşulmaz, selâm verilmez. Beldesinden sürgün edilir. Hallâc'ın öldürülmeden önce senelerce hapse atıldığı gibi hapse atılır. Sakınmalarını sağlamak maksadıyla bid'atleri ilân edilir, yayılır. Onlarla savaşılır. Tevbe etmeyecek olurlarsa öldürülür. Genel olarak cerhedilir ve şehâdetleri rivayetleri herhangi bir şekilde kabul edilmez bu konuda etraflı görüşler vardır. Hastalandıkları takdirde ziyaretlerine gidilmez. Cenazelerinde bulunulmaz. Ömer b. el-Hattâb'ın Sabiğ'i vurduğu gibi vurulurlar.
Delil ile kâfir oldukları ortada olanların tekfir edilmesi. Meselâ eğer bid'at, İbâhiyye gibi açık bir küfrü gerektiriyorsa tekfir edilirler. Vahdeti vücûd, hulûl ve ittihadı savunanlar da aynı gruba dahildir.
Buna göre bizzat bid'atin durumunun farklılığınâ göre verilecek cezalar dâ farklılık arzeder. Bu konuda bid'atin dinde fesat çıkartacak kadar büyük olması ile olmamasına dikkat edilir. Bid'at sahibinin bunun açıkça ortaya koyup o bid'at ile tanınacak durumda olmasıyla olmaması, bid'atçinin propagandasını yapmasıyla yapmaması, açıktan açığa onu kabul edip uyması ile uymaması bu konuda insanlara karşı ayaklanmasıyla ayaklanmaması, bid'ât ile bilmediğinden dolayı amel edip etmemesi durumları nazarı itibara alınır.
Bid’atçilerin Delilleri:
Bid'at ehlinin kullandıkları deliller ile bid'atlerin ortaya çıkış şekillerini şöyle özetlemek mümkündür:
1. Senedi oldukça zayıf ve Rasûlullah'a yalandan uydurulan hâdislere güvenmeleri ve bunları delil almaları: Hz. Peygamber (s.a.s)'ın cübbesi omuzlarından düşünceye kadar sema edip harekete gelmesini delil göstermeleri buna misaldir.
2. Maksat ve mezheplerin uygun olmayan şekilde vârid olmuş olan hadisleri reddedip bunların akla uygun olmadığını ileri sürmeleri, kabir azabını inkâr edenler gibi.
3. Allah ve Rasûlünden gelen buyrukları anlamak için gerekli olan Arap dili ilmine sahip olmamakla birlikte Arapça olan Kur'ân ve Sünnet hakkında zan ve tahminlere dayanarak söz söylemeleri ve böylelikle kendi anlayış ve kanaatlerini şerîatın önüne geçerek geçmiş ve ilimde derinlik sahibi olan "Râsihûn"a muhalefet etmeleri.
4. Açık nasları bir kenara bırakarak muhkem nassların ışığında ele alınması gereken müteşabih naslara tâbi olmaları ve muhkem olanları da kalplerindeki eğrilik sebebiyle tevile kalkışmaları. Meselâ taklid edici lâfızları tetkik etmeden mutlak lâfızları delil almak. Tahsis edici lâfızları var mı yok mu düşünmeksizin umûmî lâfızları kabul etmek gibi. Sahih hadislerin Kur'ân-ı Kerîm ile çelişki teşkil ettiğini veya bu hadislerde çelişki olduğunu, akla aykırı olduğunu söylemeleri bid'atlere düşmelerinin sebepleri arasındadır
5. Delilleri yerli yerince kullanmamak. Meselâ delilin herhangi bir illet sebebiyle bir hüküm hakkında vârid olmasına rağmen onların bu delili o hüküm hakkında değilmiş gibi ele almaları ve bu hükmün illetinden uzaklaştırarak her iki illetin de bir olduğu vehmini vermek suretiyle başka bir hükme tahvil etmeleri.
6. Bid'at ehlinden bazı grupların şer'î açık hükümleri aklın kabul edemeyeceği şekilde tevil edip asıl maksat ve muradın bu olduğunu ileri sürmeleridir ve Arap dilinden anlaşılan manânın kasdedilmediğini söylemeleridir. Bu tür şeyleri ise ancak geneliyle, özeliyle şerîatı iptal etmek isteyenler yaparlar. Bunlar ise Bâtınî fırkalarından İsmailiye ve Nusayriye ile hulûl görüşlerini kabul edenlerdir.
7. İmam ve şeyhlerin ta'ziminde aşırıya giderek onları hak etmedikleri makam ve mevkilere çıkartmak. Meselâ filân kişinin Allah'ın en büyük velisi olduğunu ileri sürmeleri, yahut bunların fazilet itibariyle Peygamberle (s.a.s) eşit olduğu, ancak onlara vahiy gelmediğini aradaki tek farkın bu olduğunu ileri sürmeleri, hattâ bazı hurafecilerin şeyhin kimi zaman bizzat tanrı olduğunu söylemeleri bu türdendir. Meselâ Hallâc'ın mensupları onun hakkında bu tür iddialarda bulunmuşlardır. Bazı Şiî grupların imamları masum kabul etmeleri, sûfilerin şeyhleri hakkındaki görüşleri bu türdendir.
8. Âlim ve şeyhleri körü körüne taklit etmek ve bu konuda yine kör bir taassub ile onlara bağlanmak. Bunların ileri sürdükleri en büyük delil ise şudur: "Biz, filan salih adamı gördük de, o da bize şunu yapmayın bunu yapın dedi." Hattâ kimileri: "Ben rüyamda peygamberi gördüm, bana şöyle dedi, şunu emretti" diye söyleyip buna dayanarak amel etmesi ve bazı şeyleri terketmesi. Bunu yaparken de şeriatla bulunan sınırlardan yüz çevirir. Bu ise apaçık bir sapıklıktır.
9. Bid'at sebeplerinin en büyüğü olan sünneti iptal etmek: bid'atin başlangıcı zan ve hevâ ile sünneti eleştirmeye kalkışmaktır. Zu'l-Huveysira'nın birtakım ganimetleri dağıttığı esnada Peygamber (s.a.s)'in sünnetini tenkid ve ta'n ederek: "Allah'a yemin ederim bu paylaştırmada adalet gözetilmedi ve Allah'ın rızası nerededir de bulunmak istenmedi."105 sözünü söylemesi de bu türdendir. Yine İblîs kendi görüş ve havâsını esas alarak Rabbi'nin emrine karşı çıkıp tenkid etmiştir. Halbuki aslolan sünneti seniyeye tâbi ve teslim olmaktır. Allah'tan gelmiş olan risâlete uymak ve ona teslim olmak işte budur.
10. Sünneti, yani şeriâtı ve maksadlarını bilmemek. Şeriatın gösterdiği yolu bilmeyen kimse onun yerine bid'atçilerin yolunu izler.
11. Ashâb-ı kirâmı ve onlara tâbi olan selef-i sâlihin'i izlemeyi terketmek. İmam Ahmed b. Hanbel der ki: "Bize göre sünnetin esası Hz. Peygamber (s.a.s)'ın ashabının izlediği yola sıkı sıkıya yapışmak demektir."
12. Zındıklık ve ilhad. Büyük bid'atin pek çoğunun menşei Râfizîlik bid'ati gibi ilahı sıfatları reddetmek ve bâtıl tasavvufa meyletmek gibi zındıklar olmuştur. Velev ki bu bid'atler imân ve İslâm'a bağlı fakat şerîatı bilmediği için ve hevâsına bir dereceye kadar tâbi olduğu için iman ve İslam'a tâbi kimselere intikal etmiş olsun.
13. Can ve mallar üzerinde egemen olan yöneticilerin şerîatı Muhammediye'den sapıp uzaklaşmaları. Nitekim Ahmesli bir kadının:
"Cahiliyyeden sonra yüce Allah'ın bize göndermiş olduğu bu doğru yol üzerinde biz ne kadar süre kalmaya devam edeceğiz?" şeklindeki sorusuna Hz. Ebu Bekir:
"Sizin yöneticileriniz şeriat üzerinde dosdoğru oldukları sürece" diye cevap vermiştir.106
Ebûbekir es-Sıddık (r.a)'ın bu sözleri söylemesinin sebebi şudur: Yöneticiler dosdoğru oldukları sürece insanlar da dosdoğru olurlar. Hz. Ali (r.a)'ın halifeliğinin son dönemlerinde bid'atler zuhur etmeye başlamıştır ki, bu da Haricilik ve Rafızilik bid'atidir. Bu bid'atler ise imâmet, hilâfet ve buna bağlı diğer İslâmî hükümlerle ilgilidir.
Bid’at Ehli Gruplar:
Şunu söyleyebiliriz: İlim ehlinin doğru kabul edilen görüşlerine göre bid'at ehli gruplarını sayı olarak tam olarak tesbit etmek imkânsızdır. Ancak bunların en ünlüleri şöyledir:
1. Hâricîler:
Bunlar, İmam Ali (r.a)'a karşı çıkan ve ayaklananlardır. Bunların ayaklanmaları Irak'ta başlamıştır. Bid'atleri ise, müslüman olup büyük günah işleyenlerin kâfir olduğunu söylemek ve ashabı kiramı tân etmek şeklinde ortaya çıktılar. Daha sonra pek çok bid'atleri ilave ettiler ve yirmiden fazla fırkaya bölündüler. (Ayrıca bk. Hariciler, Hariciye mezhebi).
2. Râfîzîler:
Bunların bid'atleri ise Hz. Peygamber (s.a.s)'ın Hz. Ali'nin hilafetini nâss ile tayin ettiğini, Hz. Ebu Bekir (r.a)'ın ve Hz. Ömer'in Allah'ın Rasulünün emrine muhalefet ettiklerini ileri sürmeleridir. Daha sonraları bunlardan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman'ı ve başka ashabı yoluyla rivâyet edilmiş hadisleri de reddederler, Kurân-ı Kerim'in manâlarına aykırı görüşler serdederler, yalan söylemeyi helâl kabul ederler.
3. Kaderiye:
Bunlar da Allah'ın kadım ilmini kabul etmezler. Bunlar, Kaderiyye'nin gulâtı (aşırı) olanlarıdır. Avâmı ise Allah'ın kadim ilmini kabul etmekle birlikte, kulların fiilleri Allah tarafından yaratılmış değildir derler. Ashâb döneminin sonlarında İbn Abbas ile Câbir b. Abdullah'ın hayatta olduğu sırada Basra'da ortaya çıkmışlardır.
4. Cehmiyye:
Cehm b. Safvân'a uyan kimselerdir. Bunlar yüce Allah'ın sıfatlarını te'villere saparak nefyederler. Şanı yüce Allah'ın arsının üzerine yükseldiğini kabul etmezler. Onun konuşmasını, her gece dünya semasına nüzulünü vb. diğer sıfatlarını ederler. Bu görüşler kısmen veya tamamen Kuran ve Sünnetin neye delalet ettiğini bilmemekten dolayı, sünnet ehline mensup bazı kimselere de geçmiş bulunmaktadır. Cehmiyye II. asrın başlarında Horasan'da ortaya çıkmıştır, imamların pek çoğu onların küfrüne hükmetmiştir.
5. Mutezile:
Bunlar da Allah'ın sıfatını kabul etmezler, büyük günah işleyenleri ebediyyen cehennemde kabul ederler. Hz. Peygamber (s.a.s)'ın şefâatini inkâr eder, Allah'ın mahlûkatı üzerinde yükselmesini kabul etmezler. Bunlar da Hasan-ı Basrî'nin vefatından sonra Basra'da ortaya çıkmışlardır.
6. Mutasavvıflar:
Bid'at olarak ortaya çıkmış ve ibadet şekline girmiş çeşitli davranışları dinden ve dinin bir emri olarak kabul eden ve şeyhler hakkında aşırılığa giden kimselerdir. Bazıları yüce Allah'ın şeyhe hûlul ettiğini söyleyecek kadar sapıklığa varırlar. Onların pek çoğu da vahdet-i vücûda, hulul ve ittihada, yani hâlikin mahluk ile birleşmesine inanırlar. Bu. icmâ ile küfürdür. Onlar ayrıca, nassların te'vilinde Batınilerin yollarını izler. Kanaatlerine göre bu gibi şeyler ise arifbillahın bilebileceği şeylerdir. Bu taife yalan ve iftira olarak ehli sünnete nisbet edilen taifelerin en kötü olanlarıdır. Hasan-ı Basri'nin vefatından sonra Basra'da ortaya çıkmışlardır.
7. Mezhebî Taassub Bid'ati:
Bu, zaman itibariyle yukarıdakilerden daha sonra ortaya çıkmıştır. Böyle bir bid'at dört imamın vefatından bir süre sonra görülmeye başlandı. Bu gibi bid'atçiler dilleriyle imamların masum olduğunu kabul etmemekle birlikte vakıada böyle bir masumiyeti kabul ederler. Meselâ, bu bid'ate sahip bir kimse: İmam herhangi bir hadisi bilmeyebilir veya imamların hata edebileceği doğrudur ancak bizim imamımızın hata ettiği sabit olmamıştır derler. Hatta müteahhirlerden birisi şöyle der: Bizim mezhebimize aykırı olan her bir hadis ya te'vil yahut mensuhtur. Ancak ilim ehli bilirler ki bu bir bid'at ve bir dalalettir.
Müslüman olan her kişinin görevi, Kur'ân ve sahîh Nebevî sünnete tâbi olmak, Peygamber (s.a.s)'in ve ashabının izlediği yolu izlemektir. Asıl Fırka-i Naciye onların izlediği ve onların izinden gidenlerin gittiği yoldur.107
Dostları ilə paylaş: |