CASTELL, EDMUND
(1606-1685) Yedi dilde yazdığı büyük sözlükle tanınan İngiliz şarkiyatçısı ve Sâmî diller âlimi.
Cambridgeshire East Hatley'de varlıklı bir ailenin oğlu olarak doğdu. 1621'-de Doğu dilleri tahsili için Cambridge'-de Emmanuel College'e girdi ve 1625 yılında buradan mezun oldu. 1628'de mastırını, 1635'te bakaloryasını tamamlayan Castell, B. VValton'un Biblia Polyglotta'-sının665 hazırlanması çalışmalarına birinci derecede yardımda bulundu. VValton'un kendisinin de itiraf ettiği gibi, Londra'da 1654-1657 yılları arasında altı cilt halinde yayımlanan Bibho Poiyglotta-nın Sâmirfce, Süryânîce. Arapça ve Ha-beşçe tercümelerinin sorumluluğu tamamen Castell'e aitti. Ancak Walton, Cas-tell'in bu sorumluluğuna, cok yoğun ve titiz bir şekilde çalışmasına, hatta yayım masrafları için kendi bütçesinden 1000 sterlin harcama fedakârlığında bulunmuş olmasına rağmen onun esere yaptığı büyük katkıyı aynı ölçüde takdir etmemiştir.
1660 yılında II. Charles'ın tahta çıkışını kutlamak amacıyla İbranî, Keldânî, Süryânî, Sâmirî, Habeş. Arap, Fars ve Yunan dillerinde yazdığı şiirleri So! Angliae ori-ens auspicüs Camii II regum gloriosis-simi666 adı altında bastırarak krala takdim etti ve nail olduğu bir miktar ihsanla bozulmuş olan malî durumunu düzene koymaya çalıştı. 1661'de doktorasını bitirdikten sonra büyük bir kütüphanesi bulunduğu için Saint John's College'e geçti ve Biblia Polyglotta'nın hazırlanmasında sarf ettiği mesainin il-hamıyla 1651 yılından beri üzerinde çalıştığı Lexicon Heptaglotton, Hebrai-cum, Chaldaİcum, Syriacam, Saman-tanum, Ethiopicum, Arabicum et Per-sicum667 adlı eserinin telifinde buranın kütüphanesinden çok faydalandı. 1666'da saray papazlığına, 1667'de Canterbury Katedrali'nde özel bir göreve tayin edildi; fakat sağlık sebeplerinden ve üniversitedeki Arapça hocalığından dolayı kilisedeki görevinden muaf tutuldu. 1674'-te Royal Society üyeliğine seçildi. Yıllarca çalışmaktan yıpranmış durumda iken Essex'teki Hatfield Peverell bölgesi papazlığını kabul etti; oradan aynı vilâyetteki VVodeham VValter Kilisesi papazlığına, son olarak da Bedfordshire Higham Gobion Kilisesi'ne tayin edildi ve burada öldü.
Üniversitesinden yeterince ilgi görmemesine rağmen bu çevreye olan bağlılığını sonuna kadar sürdüren Castell, elinde bulunan yaklaşık kırk adet İbrânîce. Arapça ve Habeşçe yazma eseri üniversite kütüphanesine, kendi kütüphanesinden seçilmiş 111 adet kitabı da Em-manuel College'e vasiyet etmiştir.
Castell, yoğun bir mesai sarfederek ve yardımcılarının da katkısıyla on sekiz yılda tamamladığı, birden fazla dilde düzenlenmiş sözlüklerin en meşhurlarından olan büyük lügatini 1669 yılında iki cilt halinde Londra'da yayımlamıştır. Sözlüğün Arapça kısmına Kur'ân-ı Kerîm'de ve İbn Sînâ ile Arap coğrafyacıiarının eserlerinde geçen kelimeleri almıştır. Se-mitik filoloji İçin bir merhale teşkil eden eserin Süryânîce bölümünü ayrı olarak neşreden J. D. Michaelis (Göttingen 1788), Castell'in çalışkanlığından övgüyle bahseder. Eserin İbrânîce bölümü de Göttin-gen'de Tier tarafından yayımlanmıştır (1790-1792). Fakat bu orijinal sözlük ilk gküğında fazla rağbet görmemiştir. Castell öldüğü zaman lügatin satılmayıp elde kalan 500 nüshası, vasiyetlerini yerine getirmekle görevlendirdiği yeğeni Mrs. Crisp tarafından kiraya verdiği evinde emanet bırakılmış ve daha sonra birkaç yıl içinde büyük ölçüde farelerin tahribatına uğrayan kitapların sağlam kalmış sayfalarından ancak bir tek nüsha derlenebilmiştir. 11. Charles'a ithafen yazdığı sözlüğün önsözünde telifin hikâyesini anlatan Castell, büyük bir servet harcanarak hazırlanan eserin, çeşitli ıstırap verici hastalıklara rağmen aralıksız sürdürülen titiz ve dikkatli bir çalışmanın örönü olduğunu yazar. Bu yorucu çalışmaya dayanamayan yardımcılarından bazıları yaşlı halinde onu terketmiş, birisi aniden ölmüş ve Castell onun cenaze masraflarını karşıladığı gibi yetim çocuğuna da sahip çıkmıştır. Eser uğruna yatan hayatını ve gücünü değil servetini tffeharcayarak fakir düsen Castell borca girmiş ve kendi borçlarının yanında kardeşinin borçlarından da sorumlu tutularak bir ara hapse dahi atılmıştır; ayrıca büyük bir yangında da kütüphanesinin ve ev eşyasının önemli bir kısmını kaybetmiştir.
Bibîia Polyglotta'ya yaptığı katkıların ve Lexicon Heptaglotton ile Sol Angliae'nm dışında Castell'in Arapça öğrenmenin değeri ve faydaları üzerine yaptığı bir üniversite açış konuşmasını Kapp Clarissimorum Virorum Ora-tiones selectae adlı kitabında yayımlamıştır. Ayrıca yakın dostu Lightfoofa hitaben yazdığı yine sonradan yayımlanmış yirmi üç mektubu bulunmakta, İbn Sina'nın el-Kânûn fi't-tıbb'mm Plem-pius nüshasına eklediği haşiye ise Brit-ish Museum'da muhafaza edilmektedir.
Bibliyografya:
5. Lane-Poole. "Castell, Edmund", The Dic tionaıy of National Biography led L Stephan — S L.eel, Oxford 1959-60, III, î 180-1181; Necîb el-Aklki, eS-Müsteşrikün, Kahire 1964, II, 42-43; Ziriklî, eM'/âm (Fethullah), I, 282; TA, IX, 471-472; ML, II, 805; R. Loewe. "Castell, Edmund", EJd, V, 236-237; Büyük Larousse, İstanbul
1986, IV, 2210.
CASUS
Arapça ces kökünden "gözetleyen, araştıran" mânasında isim olan casus kelimesi, "düşmanın sırlarını araştırıp bilgi sızdıran, düşman içinde çeşitli yıkıcı faaliyetlerde bulunan kişi" anlamına gelmektedir. Bu faaliyet sırasında göz önemli bir fonksiyon icra ettiğinden Arapça'da casusa "göz" anlamına gelen ayn adı da verilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de casus kelimesi yer almamakla beraber aynı kökten gelen tecessüs fiil olarak geçmektedir.668
A- Tarihçe.
1- Asr-ı Saadet Dönemi. Hz. Peygamber İslâm devletinin başkanı olarak barış ve savaş halinde üstünlük sağlamak amacıyla düşmanın siyasî, askerî ve iktisadî faaliyetlerine dair istihbarat çalışmalarına büyük önem vermiştir. Bedir Savasfna başlamadan önce Kureyş ordusuyla ilgili araştırmalara bizzat katıldığı gibi önemli savaşların hemen hepsinde düşman hakkında bilgi toplayacak gözcüler göndermiş ve düşman ülkesinde yaşayarak merkeze bilgi aktaran casuslar görevlendirmiştir.
Hz. Peygamber'in istihbarat çalışmalarına verdiği önemi ve bu tür faaliyet alanlarının genişliğini gösteren örnekler olarak o dönemde görevlendirilen bazı casusları ve görevlerini zikretmek gerekir. Müslüman oldukları halde kimliklerini gizleyerek oturdukları Mekke, Ev-tâs, Necid ve Diyângatafân'dan siyasî, askeri ve iktisadî bütün önemli faaliyetleri rapor etmek üzere Ebû Temîm el-Eslemî, Abbas b. Abdülmuttalib, Enes b. Ebû Mersed, Ömer b. Sâidî ve Hüseyl b. Nüveyre el-Eşcaî; Kureyş'in daha sonra Bedir Savaşı'na sebebiyet veren Suriye kervanını takip etmek üzere Talha b. Ubeydullah ve Saîd b. Zeyd; müslüman olduğunu gizleyen Mekkeli bir demirci ile irtibat kurarak Ayyaş b. Ebû Rebîa ve Seleme b. Hişâm adlı iki müslüman mahkûmu kaçırmak üzere Velîd b. Velîd b. Muglre; Müreysî Gazvesi öncesinde mensubu bulunduğu Benî Mustalik kabilesinin Medine'ye saldırmak için başlattığı hazırlık hakkında bilgi toplamak üzere Büreyde b. Husayb; Hâüd b. Süf-yân b. Nübeyh el-Hüzelî'nİn Medine'ye hücum etmek maksadıyla Urene'de taraftar toplamaya başladığına dair haberlerin aslını araştırmak ve doğru olduğu takdirde Hâlid'i öldürmek, ayrıca dört beş kişilik bir grupla beraber İslâm düşmanı yahudi Ebû Râfi'i öldürmek üzere Abdullah b. Üneys el-Cühenî; Hendek Muhasarası sırasında, müslüman olduğunu gizleyerek müttefik ordularının arasına girmek ve bölücü faaliyetlerde bulunmak suretiyle ordu mensuplarını birbirine düşürüp ittifakın dağılmasını sağlamak üzere Benî Eşca' kabilesinin reisi Nuaym b. Mes'ûd: aynı ordunun içine sızarak bilgi toplamak üzere Cü-beyle b. Âmir el-Belevî ve Huzeyfe b. Ye-mân; yine Hendek Muhasarası sırasında Benî Kurayza yahudilerinin tutumunu Öğrenmek üzere Zübeyr b. Avvâm; Hudeybiye Antlaşması ile sonuçlanan umre yolculuğuna karşı Kureyş'in aldığı tavrı tesbit etmek İçin Büsr b. Süfyân; Hu-neyn Gazvesi'nden önce Hevâzin, Sakıf, Nasr ve Cüşem gibi kabilelerin toplandıkları haberinin alınması üzerine Medine'ye karşı bir savaş hazırlığı içinde olup olmadıklarını araştırmak maksadıyla Abdullah b. Ebû Hadred; Tebük Sefe-ri'nden Önce Benî Kâ'b kabilesini düşmana karşı kışkırtmak üzere Büdeyl b. Verka, Amr b. Salim ve Büsr b. Süfyân; Bedir Savaşı'nda yenik düşen Kureyş kabilesini müslümanlara karşı kışkırtıp si-yasî-askeri bir ittifak teklif ettiği ve Hz. Peygamber ile yaptığı anlaşmayı bozan benzeri hareketlerde bulunduğu tesbit edilen Medine yahudilerinin reisi Kâ'b b. Eşrefi öldürmek üzere Ebü Nâile'nin de aralarında bulunduğu bir grup ve Mekke'deki müslüman esirleri Medine'ye kaçırmak üzere Mersed b. Ebû Mersed el-Ganevî görevlendirilmişti. Hz. Peygamber'in casusları zaman zaman ödüllendirdiği de bilinmektedir. Meselâ Ku-reyş kervanını takiple görevli olan Talha b. Ubeydullah ile Saîd b. Zeyd Bedir Gaz-vesi'ne katılmadıkları halde ganimetten pay almışlardır.
İslâmiyet'ten önce, Arabistan ticaretine hâkim olan Kureyş başta olmak üzere bütün Arap kabileleri hayatlarına ve mal varlıkları ile ticaret kervanlarına yönelik her türlü tecavüzü önlemek için casusluk faaliyetlerine önem vermişlerdir. Kureyş kabilesi İslâm'dan sonra bu faali-yetleri baş düşman olarak gördüğü müs-lümanlara yöneltmiştir. Bunun en belirgin örneklerinden biri, Ebû Süfyân'ın liderliğinde Suriye'den gelen Kureyş kervanının aldığı sağlam istihbarat sayesinde hem Hz. Peygamber'in gönderdiği casusları, hem de kendisini bekleyen İslâm ordusunu atlatarak Mekke'ye ulaşmasıdır. Bundan dolayı Hz. Peygamber, karşı casusluk faaliyetlerini de ihmal etmemiştir. Bu yönde aldığı ilk tedbir, Te-bük Gazvesi hariç bütün askerî sefer ve seriyyelerde en yakınlarına bile gerçek hedefi söylemeyerek dikkatleri başka taraflara çekmek olmuştur. Hatta Abdullah b. Cahş seriyyesinde olduğu gibi bazan gönderdiği bir askerî birliğin kumandanına bile gerçek hedefi söylemediği, eline mühürlü bir mektup vererek belli bir süre sonra okuyup gideceği yeri öğrenmesini emrettiği görülmektedir. Bunun yanında düşman adına çalışan casusların yakalanarak etkisiz hale getirilmesi çalışmaları da vardır. Meselâ Hâtıb b. Ebû Beltea'nın Mekke'nin fethi için yapılan hazırlıkları ihbar girişimi ortaya çıkarılmış, Ebü Süfyân adına casusluk yapan Furât b. Hayyân yakalanmış. Benî Mustalik, Gazvesi'nden hemen Önce İslâm ordusunun içine sızıp bilgi toplayan bir casus ve Huneyn Gazvesi'nden Önce yine aynı görevi yapan bir başka casus öldürülmüştür. Ayrıca Hz. Peygamber'in, Hudeybiye Antlaşması İle sonuçlanan Mekke yolculuğu sırasında Kureyş hakkında bilgi toplamak için Huzâalı bir gayri müslimi görevlendirdiğine dair rivayetler, İslâm devletinin gerektiğinde gayri müslim casuslar kullanmasının da caiz olduğunu göstermektedir.
2- Sonraki Dönemler. İstihbarat faaliyetlerine Asr-ı saâdeften sonra da gerekli önemin verildiği görülmektedir. Hilâfet dönemi iç ve dış savaşlarla geçen Hz. Ebû Bekir ridde olayları süresince her tarafa casuslar göndermiş, Şam ve Filistin ordularının kumandanları Yezîd b. Ebû Süfyân ile Amr b. Âs'a. diğer cephelerdeki İslâm ordularının durumunu rapor edecek ve düşman hakkında bilgi toplayacak casuslar görevlendirmelerini ve kendileriyle ilgili sırları gizlemelerini emretmiştir. Ecnâdeyn Savaşı sırasında kimliğini gizleyerek elçi sıfatıyla girdiği düşman karargâhında incelemelerde bulunan kumandan Amr b. Âs'ın, Filistin bölgesindeki Kaysâriye'nin muhasarası esnasında yakalanan düşman casuslarını elde ederek kendi hesabına çalıştırdığı da rivayet edilmektedir. Yine Hz. Ebü Bekir döneminde Şam fâtihi Ebû Ubeyde b. Cerrah bölgede tutunabilmek için gayri müslim Nabatîler'den casus olarak faydalanmıştır. Sevâd orduları kumandanı Hâlid b. Velîd de Âlîs ve Hîre halkı ile, İranlılar'a karşı casusluk yapmaları şartıyla antlaşma yapmıştır.
Hz. Ömer istihbarat faaliyetlerine büyük önem vermiş, Ebû Ubeyde ve Sa'd b. Ebû Vakkâs gibi ordu kumandanlarına Hz. Ebû Bekir'inkine benzer tavsiyelerde bulunmuştur. Ebû Ubeyde'nin bölge zimmîlerinden Bizans ordusu içinde faaliyet gösterecek casuslar seçtiği, Hâlid b. Velîd'in de çeşitli bölgelerde casusluk ve karşı casusluk faaliyetlerinde bulunan adamları olduğu bilinmektedir. Filistin ordularının Gazze kanadı kumandanı Alkame b. Mücezziz, elçilerinin yeterli istihbaratı sağlayamaması üzerine elçi sıfatıyla girdiği düşman kalesinde bizzat bilgi toplamıştı. Ebû Ubeyde b. Cerrah, Antakya civarındaki Curcûme halkı ile (Cerâcime). ayrıca Ürdün ve Filistin'deki Sâmirîler'le cizyeden muaf tutulmaları karşılığında casusluk yapmaları hususunda anlaşmıştır. Şam'ın fethinden sonra Bizanslılar hesabına casusluk yaptıkları anlaşılan Arbessüs (Mi-sis veya bugünkü Kozan civarı) zimmîleri-ni. bölgeyi bir yıl sonra veya -bütün mal varlıklarının iki katının kendilerine ödenmesi karşılığında- derhal boşaltmaları hususunda muhayyer bırakmış, birinci seçeneği tercih etmeleri üzerine de verilen süre sonunda bu yerleşim merkezini yıktırmıştır. Ayrıca gayri müslimle-rin Medine'ye girişini kontrol altına almak ve giyim kuşamlarında müslüman-lara benzemelerini yasaklamakla da düşman casuslarının hilâfet merkezine sızmalarını engellemeye çalışmıştır.
İstihbarat faaliyetleri Hz. Osman döneminde de devam etmiştir. Kıbrıs fâtihi Muâviye b. Ebû Süfyân'ın ada halkıyla yaptığı zimmet antlaşmasına gerektiğinde düşmanın durumunu rapor etmeleri şartını da koyduğu bilinmektedir. Daha sonra ise ortaya çıkan tefrika dolayısıyla istihbarat daha çok Hz. Ali ile Muâviye arasında gelişmiştir. Bununla birlikte Hz. Ali genel istihbarat faaliyetlerini de ihmal etmemiş ve meselâ Mısır valiliğine tayin ettiği Eşter'e her tarafa güvenilir casuslar göndermesini emretmiştir.
Emevîler devrinde istihbarat teşkilâtı daha düzenli bir yapıya kavuşturulmuştur. Bu dönemde oluşturulan Dîvânü'l-berîd'e mensup memurlar aynı zamanda istihbarat faaliyetlerini de yürütüyorlardı. Bunlar bilgi toplayarak merkeze ulaştırırken yine aynı dönemde oluşturulan Dîvânü'r-resâil mensupları da elde edilen gizli belgeleri değerlendirmek ve istihbaratla ilgili yazışmaları yürütmekle vazifelendirilmişti. Ayrıca toplumun her kesiminden casusların görevlendirildiği bu dönemde sınırlarda giriş çıkışlar da kontrol altına alınmıştı. Abbasîler devrinde Dîvânü'l-berîd'den ayrı olarak savaş sırasında faaliyet gösterecek özel haber alma teşkilâtı (el-burudü'l-harbiyye) kurulmuştu. Büveyhîler zamanında ilk defa Muizzüddevle tarafından sâî ve gammaz adı verilen casuslar görevlendirilmiş, Fâtımîler döneminde ise bu tür faaliyetler Dîvânü'l-inşâ çerçevesinde yürütülmüştür. Casuslar doğrudan Dîvânü'l-inşâ başkanı tarafından görevlendirilir, maaşları onun tarafından ödenir ve bilgiler doğrudan doğruya ona aktarılırdı. Memlükler devrinde ilk defa I. Baybars tarafından özellikle Moğollar ve Franklar'a karşı faaliyet gösterecek yeni bir istihbarat servisi kurulmuştur. Memlûk kaynaklarında bu gizli servis elemanları kâsıd adıyla zikredilmektedir. Kimlikleri pek çok Memlûk devlet ricalinden dahi gizlenen, adları divanlara kaydedilmeyen bu servis elemanları doğrudan doğruya müstakil bir âmire bağlı olup raporlarını ona sunuyor ve maaşlarını gizli bir ödenekten alıyorlardı.
B- Fıkhî Hükümler. İslâm hukukuna göre İslâm devleti lehine casusluk yapmak caizdir. Hatta devletin bekası için zaruret halini alırsa bu tür faaliyetlerde bulunmak vaciptir. Nisa sûresinin 71. âyetinde müminlere düşmana karşı tedbir almaları, Enfâl sûresinin 60. âyetinde düşmana karşı kuvvet hazırlamaları em-red ilmektedir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre savaşta üstün gelebilmek için barışta tedbir almak ve hazırlıklı olmak gerekmektedir. Bu ise düşmanın siyasî, askerî ve İktisadî durumunu bilmek ve gerekli tedbirleri almakla mümkündür.
Bir müslümanın düşman lehine casusluk yapmasının haram olduğu konusunda icmâ vardır. Enfâl sûresinin 27. âyetinde müminlerin Allah'a, Resul'üne ve birbirlerine karşı hainlik etmeleri, Mâ-ide sûresinin âyetinde yahudi ve hı-ristiyanları dost edinmeleri, Mümtehine sûresinin 1. âyetinde ise Allah'ın ve inananların düşmanlarıyla yakınlık kurmaları yasaklanmıştır. Bu âyetler ve Hz. Peygamberin karşı casusluk faaliyetleriyle ilgili sünneti, düşman casuslarının ihbar edilmesinin vacip olduğuna delil teşkil etmektedir.
Düşman hesabına çalışan casuslara, bunlara yardım ve yataklık edenlere verilecek cezalar konusunda değişik görüşler mevcut olup konu ile ilgili hükümler suçlunun müslüman, zimmî, harbî mûste'men oluşuna göre de farklılık arzetmektedir.
1- Müslüman Casus. İmam Mâlik'ten gelen bir rivayete göre dindaşlarına za-ran dokunduğu ve yeryüzünde fesat çıkmasına sebebiyet verdiği için öldürülür. Düşman lehine çalışan müslüman casusun zındık" hükmünde olduğunu ileri süren İbnü'l-Kâsım, İbn Rüşd ve Sahnûn gibi Mâlikîler'e göre suçluluğu ortaya çıktıktan sonra tövbe etse bile ölümle cezalandırılır. Derdîr de bu görüşü benimsemekte, ancak suçluluğu ortaya çıkmadan önce ikrarda bulunup tövbe eden casusun tövbesinin kabul edilmesi gerektiğini söylemektedir. İbn Vehb bu görüşü daha da yumuşatıp suçluluğunun ortaya çıkmasından sonraki tövbenin de kabul edilmesini savunmakta, İbnü'l-Mâcişûn ise suçlunun bir defaya mahsus olmak üzere ta'zir le cezalandırılması, suçun tekerrürü halinde ise öldürülmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Eş-heb el-Kaysî ve kendilerinden nakledilen diğer rivayetlere göre İmam Mâlik ile İbnü'l-Kâsım bu hususta hükmün devlet başkanına ait olduğunu belirtmektedirler. İbn Kayyim el-Cevziyye'nin de içinde bulunduğu bazı Hanbelîler'e göre bu suç, gerektiği takdirde ölüm de dahil olmak- üzere ta'zirle cezalandırılır. Ahmed b. Hanbel, İbn Akil ve İbn Teymiy-ye, düşmana bilgi sızdıran müslüman casusun ta'zîren öldürüleceği görüşünü benimserken Ebü'l-Mehâsin İbnü'l-Cev-zî, ancak tekrar casusluk yapacağından korkulması halinde bu cezanın verilebileceğini belirtmiştir. Bazı Mâlikîler'le Hanefîler, Şâfiîler, Zeydîler'e ve Evzâfye göre düşman hesabına casusluk yapan
müslüman öldürülmez. Bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel ile Ebû Ya'lâ el-Fer-râ da bu görüştedirler. Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf gibi bazı Hanefîler ise bir daha işlememek üzere tövbe edinceye kadar fizikî baskı669 ve uzun süreli hapsi ihtiva eden bir ta'zir cezasının uygulanmasından yanadırlar. Muhammed b. Hasan es-Şeybânî, suçunu bizzat ikrar etmesi veya suçluluğunun sübut bulması halinde devlet başkanı tarafından fizikî cezaya çarptırılması gerektiğini söylemektedir. Bazı Mâli-kîler de suçluluğunun sabit olması durumunda fiziki baskı, hapis ve sürgünü ihtiva eden bir ta'zir cezası uygulanması görüşündedirler. İmam Şâfıî ise daha çok suçlunun kimliği üzerinde durmaktadır. Ona göre müslümanların ileri gelenlerinden güvenilir bir kişi fiilin hükmünü bilmeden bu suçu işlemişse cezalandırılmaz, bu vasıfları taşımayan biri ise ta'zîren cezalandırılır. Sonuç olarak, Mâliki ve Hanbelî mezheplerine mensup bazı âlimler, bu suça uygulanacak ta'zir cezasının sınırını geniş tutup suçlunun ölümle cezalandırılacağını söylerken başta Hanefi" ve Şâfiîler olmak üzere İslâm hukukçularının çoğunluğu fiziki baskı, hapis, sürgün gibi bir cezanın verilebileceği görüşünü benimsemişlerdir. Devlet başkanının, ta'zir grubuna giren cezaların takdiri konusunundaki geniş yetkisi de göz önüne alınırsa cezanın uygulanması sırasında duruma göre farklı hükümler uygulama imkânının her zaman mevcut olduğu anlaşılır.
2- Zimmî Casus. İslâm devletinin gayri müslim vatandaşı olan zimmî casusluk yapması halinde, İmam Mâlik ve talebeleri, Ahmed b. Hanbel ve Evzârye, ayrıca İmâmiyye ile Zeydiyye mezheplerine göre zimmet akdini bozduğundan devlet başkanı tarafından Ölümle, asılarak teşhir edilmek veya köle statüsüne geçirilmek suretiyle cezalandırılır. Ebü Yûsuf ise sadece ölüm cezasını gerekli görmektedir. Şâfiîler'in çoğunluğuna göre, eğer zimmet akdinde İslâm devletiyle İlgili sırların düşmana aktarılmasını yasaklayan bir madde bulunmuyorsa, bu suçun işlenmesi halinde akid bozulmayacağından suçlu öldürülmez. Han-belîler de bu görüşü tercih etmişlerdir. Ebû Yûsuf dışındaki Hanefîler'le bazı Şâ-fıîler'e göre, zimmet akdinde böyle bir madde bulunsun veya bulunmasın, casusluk suçu akdi bozmadığı gibi suçlu da öldürülmez, ancak her iki halde de fizikî ceza uygulanır.
3- Harbî-Kâfir Casus. Gayri mÜSİİm bir devletin vatandaşı olup mûste'men statüsünde bulunmayan casusların Öldürülmesi hususunda ittifak vardır. Şeybânf-ye göre bulûğa ermemiş casuslar katle-dilmeyip fey hükmü uygulanır.
4- Mûste'men Casus. İslâm Ülkesine eman'la girmek isteyen gayri müslim bir kişide ilke olarak casusluk, sabotaj, kışkırtıcılık gibi İslâm devletine zarar vermeye yönelik bir kastın bulunmaması şartı aranır. Eman akdinde. İslâm devletiyle ilgili sırları düşmana aktarmasını ya da düşman casuslarına yardım ve yataklık etmesini yasaklayan bir madde bulunmasına rağmen casusluk suçunu işlerse öldürüleceği konusunda görüş birliği mevcuttur. Böyle bir maddenin mevcut olmaması halinde Hanbelîler. Mâlikîler ve Ebû Yûsuf, bu suçla süreli bir eman akdinin bozulacağını ileri sürerek yine ölüm cezasına hükmetmekte, ancak devlet başkanının müste'men casusu köle statüsüne geçirmeyi tercih edebileceğini de söylemektedirler. Ev-zâî, emanın kaldırılıp casusun sınır dışı edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Ayrıca Şeybânî suçluluğu kesinlik kazanmamış casus zanlısının sınır dışı edileceğini belirtir. Ebû Yûsuf dışındaki Hanefîler ile Şâfiîler ise eman akdinin böyle bir suçla bozulmayacağı, dolayısıyla suçlunun öldürülemeyeceği, ancak fizikî ceza uygulanıp hapsedileceği görüşündedirler. Sonuç olarak casusluk suçunun ta'zir grubuna girdiği ve devlet başkanının bu konuda geniş takdir yetkisinin bulunduğu göz önüne alınırsa casusa verilecek cezanın günün şartlarına göre belirlenme imkânının her zaman mevcut olduğu söylenebilir.
İslâm kaynaklarında, kendi devleti lehine casusluk yapan bir müslümanın dinî görevlerini yerine getirirken karşılaştığı zorluklar sırasında faydalanabileceği ruhsat'lara dair bilgiye rastlanmamaktadır. Bununla İlgili literatürde tes-bit edilebilen tek örnek, Medine'ye saldırmak üzere Urene'de taraftar toplamaya başlayan Hâlid b. Süfyân b. Nü-beyh el-Hüzeiryi öldürmekle görevlendirilen Abdullah b. Üneys el-Cühenrnin içtihadıdır. İslâm hukukçuları esas itibariyle, erkânına riayet imkânı bırakmayan hastalık veya şiddetli savaş hali dışında farz namazların yürürken, kıbleden başka bir tarafa yönelerek veya ima ile edasına ruhsat vermemişlerdir. Ancak düşmanını kaçırmamak için ardından takip eden Abdullah b. Üneys'in bu sırada ima ile namazını da kıldığı, Hz. Peygamber'in ise onun bu içtihadını onayladığı rivayet edilmektedir. Bu hususta hüküm verirken maslahat ve zaruretle ilgili genel kurallara başvurmanın zorunlu olduğu anlaşılmaktadır.
Uhud Gazvesi'nden hemen önce Hz. Peygamber tarafından gönderilen Ali b. Ebû Tâlib kumandasındaki keşif kolunun, ele geçirdiği iki düşman gözcüsünü bilgi vermekten kaçınmaları üzerine dövmeleri, gerektiği takdirde düşman casuslarına konuşmaya zorlamak için fizikî baskı uygulanabileceğini göstermektedir. Ancak Şeybânfye göre fizikî baskının suçun ispatı için uygulanması halinde meydana gelecek bir ikrar, ikrah altında gerçekleştiğinden geçerli değildir.
Bibliyografya:
Buharı. "Cihâd", 141, 195, "Meğâzî", 9, 13, 46, "Tefsir", 61/1, "İsti'zân", 23, "İstitâbetü'l-mürteddîn", 9; Müslim. "Fezâilü's-şahâbe", 161; Ebû Dâvüd, "Cihâd", 98; Tirmizî. "Tefsir", 61; Beyhakî. es-Sünenü'l-kübrâ, IX, 146-151; Ebû Yûsuf. ei-Harâc, s. 189-190; Şâfıî, el-üm, IV, 118, 166 167; Vâkıdî, el-Meğazî, II, 797-799; İbn Hişâm, es-Sfre, II, 601, 614, 615-618; 111, 236-238; IV, 397, 398-399; Ebû Ubeyd, el-Emval, s. 1661; İbn Sa'd, et-Tabakât, II, 63; III, 105-106, 216-2)7, 382-383, 480,'496, 526; IV, 132-133, 199, 278-279, 280, 294, 299, 310; V, 352, 353; Belâzürî, Fütûh (Rıdvan), s. 159, 161, 162, 164; a.mlf.. Ensâb, I, 332, 337-338. 373-374, 376, 378; 111, 480, 526; IV, 299; Ta-berî. Târih (Ebü'İ-Fazl), II, 584-585; 111, 418, 604, 605-606; Kudâme b. Ca'fer. ei-Harâc (de Goeje), s. 354-355; İbn Hibbân. es-Siretun-Nebeoiyye ue ahbârü'l-hulefâ', Beyrut 1987, s. 238, 272, 300~ 324. 327, 443; Mâverdî. ei-Ahkâmü's-suitâniyye, s. 184-185; Ebû Ya'lâ. el-Ahkâmus-sultâniyye, s. 158-159; SîrâZÎ. el-Mühezzeb, II, 258; Serahsî. el-Mebsût, X, 85-86; a.mlf., Şerhu's-Siyeri'l-kebİr, Kahire 1972, V, 2040-2044; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî. Ahkâ-mü'1-Kur'ân, IV, 1782-1784; Kâsânî, Bedâ''i\ VII, 113; İbnü"l-Esîr. el-Kamii, II, 370, 404, 437, 446, 460-461, 496, 497-498; III, 9, 271. 352; İbnü't-Tıktakâ, el-Fahn, s. 270; Kurtubî. el-C&mf, V, 273; XVIII, 51 "53; Nevevî. el-Mec-mû', XIX, 340-343; a.mlf., Şerhu Müslim, XII, 125-126; XVI, 55-57; Muhibbüddin et-Taberî. er-Riyâzü'n-nazıra fi menâktbi'l-'aşere, Beyrut 1405/1984, IV, 277, 280, 283; Mevsılî, el-İhtiyar, IV, 130; İbn Teymiyye, el-Fetâua'l-küb râ, Beyrut 1397/1978, IV, 603; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 525; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâ-dul-me'âd, II. 68, 122. 123, 127, 150, 170, 186, 190; III, 19, 215; a.mlf., Ahkâmü ehli'z zı'mmelnşr. Subhî es-Sâlih). Beyrut 1403/1983, l"l, 713-714, 800-810; a.mlf.. et-Juruku'i-hük-miyye670, Kahire 1372/1953, s. 266; İbnü'n-Nehhâs, Meşâ-ri'ıt'l-esuâk fimeşârt'i'l-'uşşâk671, Beyrut 1990, II, 1062, 1075-1077; Kalkaşendî, Şubhu'l-a'şâ, I, 159-162; Makrîzî, Kitâbü's-Sülak, I, 51 -52; İbn Ha-cer, Fethu't-bârİ(Sa'd], XII, 109, 164; XVI, 109-110; XVIII, 271-273; a.mlf.. el-İşâbe (Bicâvı], I, 126, 132, 247, 248, 273, 288, 297-298; II, 56; V, 316; Aynî, 'Umdetulkân, Kahire 1392/1972, XII, 71-74; İbnü'l-Hümâm, Fethu'i-kadîr, Bulak 1361, IV, 351; Hatîb eş-Şirbînî. Muğni'I-muhtâc. IV, 258. 262; Remli, Hihâyetü'I-muhtâc, Beyrut 1984, VI1İ, 81, 104; Hatebî. İnsânÜ'i-'uyûn, II, 293-294, 583, 584-585; Nizâmîilmülk, Siyâset-nâme(Bayburtlugil), s. 110; Derdîr, eş-Şerhu'l-kebir, II, 182; Desûki, Haşiye "ate'ş-Şerhi'l-kebîr, II, 182, 205; Şevkânî.' Heylü'i-eutâr, VIII, 8-11; İbn Âbidîn. Reddü7-muhtar, İli, 249, 277, 278; Âlûsî, Rûhu'l-me'ânî, XXVIII, 66; Abdürraûf Avn, el-Fennü't-harbî fîşadri'l-İslâm, Kahire 1961, s. 213-216; Mahmûd Şît Hattâb. el-Muştalahâ-tü'l-'aşkeriyye fi'I-Kur'âni'l-Kertm, Beyrut 1386/ 1966, I, 143-144; Azîmâbâdî, 'Aunü'l-ma'bûd, VII, 310-317; Abdülazîz Âmir. İslâmiyye, Kahire 1389/1969, s. 311 -313; Ettafeyyiş, Şerhu Kitâbi'n-Nii ue şifa'i't-'alıl, Beyrut 1392/1972, XVII, 664 vd.; Hamî-dullah. Hz. Peygamberin Sauaşlan, s. 227-251 ; a.mlf., et-Vesâ*iku's-siyâsiyye, Beyrut 1403/ 1983, s. 400. 403, 470; Abdülkerîm Zeydân. Ahkâmü'z-zimmiyyîn ue'i-müste^menîn fi dâ-Ti'l-İslam, Beyrut 1402/1982, s. 240-244; Se-lâhaddin el-Müneccid, en-Muzumü'd-dibiamâ-şiyye fi'l-İslâm, Beyrut 1403/1983, s. 103-106; Vehbe ez-Zühaylî, Aşârul-harb fi'l-fıkhi'l-İslâ-mî, Dımaşk 1983, s. 388-392; a.mlf., el-cAlâ-kâtü'd-deutiyye fi'l-İslâm, Beyrut 1409/1989, s. 61-64; Muhammed Râkân ed-Dağmî, et-Te-cessüs ue ahkâmühû fi'ş-şerfati'l-İsiâmiyye, Amman 1404/1984; Vefik ed-Dakdûkl, el-Cün-diyye fi'ahdi'd-devleti'l-Emeuiyye, Beyrut 1985, s. 175-178; Mustafa Zeki Terzi, Abbasiler Döneminde Askert Teşkilât, Ankara 1986, s. 125-126; Abdullah Münâsara. el-İstihbârâtü't-'as-keriyye fi'l-İslâm, Beyrut 1407/1987, tür.yer.; Abdülhay el-Kettânî. et-Terâtîbü'l-îdâriyye (Özel), II, 110, 121-127; Mohammad Suieman, "Espi-onage in pre-Islamic Arabia" (1988), s. 21-33; Yûsuf Ali Mahmûd Hüseyin. "'Ukubetti tecessüsi'l-müslim li-şâlihi'l-cadüv fi'ş-şeri'ati'1-İslâmiyye", Dirâsât, XV/3, Amman 1988, s. 179-210; Reuven Amitai. "Mam-lük Espionage among Mongols and Franks", AAS, XXII (1988), s. 173-181; Mü.F, X, 162-166; M. Canard, "Djâsüs", E/2(İng), 11, 486-488.
C- Türk Devletlerinde Casusluk. Tarih boyunca çok sayıda devlet kuran ve pek çok devletle siyasî münasebetlerde bulunan Türkler istihbarat işine büyük önem vermişlerdir. Orta Asya Türk devletlerinde casuslara çaşut, ihbara ise çaşutlama denirdi.
Eski siyaset bilimcileri, ülkenin ve halkın menfaati için casus kullanmanın gereği üzerinde durmuşlardır. Nizâmül-mülk, dünyanın her yerine tüccar, seyyah, sûfî, eczacı kılığında casuslar gönderilmesini ve bunlardan ülkelerin durumları hakkında haberler alınmasını, taşradaki idarecilerin padişaha muhalefetlerine ve muhtemel isyanlarına karşı ülke içinde de casus kullanılmasını, ancak casuslara karşı da uyanık bulunulmasını tavsiye etmiştir672. Aynı şekilde XI-XIII. yüzyıllar arasında yazılan idarî teşkilâtla ilgili eserlerde sûfı müellifler bile ülkenin selâmeti bakımından istihbarat işinin önemini belirtmişlerdir.
Müslüman Türk devletlerinden Gazne-liler'de berîd* teşkilâtı ve istihbarat işlerinin büyük önem kazandığı bilinmektedir673. Gazneliler'de casusluk özellikle Sultan Mahmûd zamanında çok gelişmiştir. Onun casusluk faaliyetlerini yoğunlaştırdığı ülke ise Ka-rahanlı Devleti'ydi.
Büyük Selçuklu Devleti'nin İlk yıllarında casusluk işlerine önem verilmemiş, Dîvân-ı Berîd de kaldırılmıştır. Nizâmî-i Arûzî Selçuklu idarecilerini, saltanata mahsus âdet ve kuruluşların çoğunu, bu arada haberleşme teşkilâtını kaldırmakla itham etmektedir674. Gerçekten kaynaklarda belirtildiği gibi casusluktan ve casuslardan hoşlanmayan Alparslan bu teşkilâtı kaldırmıştır675. Nİzâmülmülk, İsmâilîler'in uzun süre gizli faaliyetlerde bulunduktan sonra iyice güçlenip birden bire ortaya çıkmalarını haber alma teşkilâtının bulunmayışına bağlamaktadır. Daha sonra Selçuklularda Nizâmül-mülk'ün gayretleriyle haberleşme sistemi kurulmuş, Sultan Melikşah'la veziri özel casuslar kullanmışlardır. Sultan Sen-cer'in Edîb Sâbir adlı şairi casusluk göreviyle Hârizm'e gönderdiği ve onun yolladığı bir resim sayesinde kendisine karşı düzenlenen bir suikastten kurtulduğu bilinmektedir.676
Büyük Selçuklu Devleti'nin uzantıları sayılan diğer Türk devletlerinde de İstihbarat İşine önem verilmiştir. Kirman Selçukluları hükümdarlarından Muhammed b. Arslanşah yalnız ülkesinde değil İsfahan, Horasan vb. yerlerde "sâhib-i haber" denilen casuslar bulundurmuştur. Hârizmşahlar'da casusluk teşkilâtına önem verilmiş, Haçlılar'la sürekli mücadele halinde bulunan Zengîler ve Ey-yûbîler zamanında da teşkilâtın gelişmesi için büyük gayretler sarfedilmiştir. Casusluğun, hükümdarların bu işe önem verip vermeyişine göre gelişip zayıfladığı anlaşılmaktadır.
Anadolu Selçuklularında berîd teşkilâtı mevcut olmamakla birlikte istihbarat işlerinin artarak önem kazandığı bi linmektedir. Esasen daha Büyük Selçuk-lular'dan itibaren Arapça berîdin yerine Törkçe ulak kelimesinin kullanılmaya başlandığı görülmektedir. Selçuklular, önceleri Bizans İmparatorluğunun casusları ve İran'daki Bâtınî zümrelerin gizli fedaileriyle677 uğraşırken XI. yüzyıldan İtibaren bunlara Moğol casusları da katılmıştır. Anadolu Selçukluları Özellikle Moğol casuslarına karşı Bizans'a yaklaşma ve bu devletle siyasî münasebet kurma yollarını aramışlardır. XII ve XIII. yüzyıllarda Anadolu Selçukluları'nın Bizans İmparatorluğu ile kurduğu ilişkiler, görünüşte resmî elçi, gerçekte ise casus olan görevlilerle olmuştur. Selçuk-lular'ın gelişmesini ve Batı'ya yayılmasını istemeyen Moğol hükümdarları daha ziyade Bâtınî casuslar kullanmışlardır. II. Gıyâseddin Keyhusrev zamanında Anadolu'da Baba İshak-ı Horasânî adlı Türkmen şeyhinin başlattığı Babaîler ayaklanmasının amacı sadece dinî değildi; Moğollar'm Anadolu'yu ele geçirmelerine yönelik önceden tasarlanmış planlı bir hareketti. Babaf müridleri arasına giren Moğol casusları Selçuklu ordusunun basan kazanmasını güçleştiriyordu. Nitekim o yıllarda Moğol ordusu Köse-dağ'da Selçuklular"! yenmiş ve bu devlete son vermiştir (1243).
İlhanlılar zamanında, Hasan Sabbâh'ın yolundan giderek casusluğu Bâtınîliği yayma faaliyeti için kullanan dervişlerin çalışmaları önlenmiştir. Hülâgû Han'ın kumandası altındaki Moğol ordusu, Haş-haşî casuslarının yuvalandığı Alamut Ka-lesi'ni almış ve gizli faaliyetlerde bulunan Bâtnîler'i ortadan kaldırmıştır.
Moğollar daha sonra Anadolu birliğini kuran, Trakya'yı alarak Balkanlar'a yayılan Osmanlılar zamanında da faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. XIV. yüzyıl sonlarında Anadolu'da yine Bâtınî düşünceleri benimseyen gizli bir akım yayılmaya başladı. Horasan taraflarından gelen ve kendilerine derviş süsü veren Bâtı-nîler Cengiz Han'ın haleflerince himaye edilmiş, Osmanlı, Altın Orda, Türkistan ve İran ülkelerine gönderilmiştir.
Timur devrinde, komşu ülkelerde ve halk arasında dolaşarak haber toplayan derviş, tüccar, müneccim, asker, sanatkâr, pehlivan kılığında casuslar kullanıldığı bilinmektedir. Bizzat Timur tarafından görevlendirilen bu kişiler genellikle iki koldan faaliyet gösteriyorlardı. Bunlardan biri, Osmanlı idaresindeki Anadolu beyliklerini Osmanlılar'a karşı ayaklandırmak, diğeri ise Moğol hâkimiyeti altında bulunan yerlerde yaşayan Bâtınîler'i Sünnîler arasına sokarak inanç karışıklığı çıkarmak, özellikle Ale-vîler'i Anadolu'nun doğusundan başlayarak Güneydoğu'ya ve Orta Anadolu'ya doğru ilerletmekti. Timur kısa sürede muvaffak olmuş, Yıldırım Bayezid zamanında hemen hemen siyasî birliği kurulmuş olan Anadolu'yu Ankara Savaşı'n-dan sonra parçalamayı başarmıştır. Timur'un Ankara Savaşı'nı kazanmasında casusların büyük rolü olmuştur.
Osmanlılar zamanında, çoğu Nizâmül-mülk'ün Siyâsetnâme' sin in etkisinde kalınarak yazılmış nasihatnâme ve siyâsetnâme türündeki eserlerde casus kullanmanın önemi ısrarla vurgulanmıştır. Bu eserlerde ülke içinde olduğu gibi dış düşmanlara karşı da casus kullanılması öğütlenmiş, düşmanın durumunu bilmenin önemi ve ülkenin ancak bu sayede ayakta kalabileceği belirtilmiştir. Gerçekten Osmanlı Devleti'nin gerilemesinde, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren istihbarata gereken önemin verilmeyişinin büyük rolü olduğu bilinmektedir. Nitekim dönemin siyaset bilimcileri de bu hususa dikkat çekmişlerdir.678
Osmanlılar'da muhbirlik ve "nakl-i kelâm" pek hoş karşılanmamakla birlikte istihbarat, daha kuruluş yıllarından itibaren üzerinde önemle durulan bir konu olmuştur. Timur darbesinden sonra XV. yüzyılın ilk çeyreğinde tekrar toparlanan Osmanlılar dışarıda ve içeride casusluk faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Dışarıdaki faaliyetler genellikle, başta Bizans İmparatorluğu olmak üzere Macaristan Krallığı'na, Venedik Cumhuri-yeti'ne ve papalığa karşı olmuştur. Osmanlılar Anadolu birliğini sağlamak için beyliklere ve özellikle Karamanoğulları'-na karşı da casus kullanmışlardır. Hıristiyan dünyasıyla ilgili olarak daha ziyade yahudilerden ve özel olarak yetiştirilmiş hıristiyan casuslardan faydalanıl-mıştır. Genellikle İtalya'da ve Avusturya'da faaliyet gösteren bu casuslara mar-tolos* denirdi. Bir rivayete göre marto-loslar daha Osman Gazi ve Orhan Gazi zamanlarında casus ve haberci olarak kullanılmıştır679. İtalya'da görevli martoloslann sadece yahudilerden olmasına özen gösterilir, böylece yahudilerin Hıristiyanlığa karcı Musevîlik gayretlerinden de istifade edilirdi. Özel eğitimden geçirilen hıristiyan martoloslar ise genellikle Macaristan ve Avusturya'da faaliyet gösterirlerdi. II. Murad, II. Kosova Savaşı öncesinde Doğan adlı bir martolostan düşmanın durumu hakkında bilgi edinmiştir680. Fâtih devrinde Macaristan'a yapılan akınlar sırasında görünüşte hıristiyan, gerçekte ise müslüman olan kırk martolosun kullanıldığı bilinmektedir681. XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren martoloslar Anadolu'da özellikle Uzun Ha-san'a karşı gerçekleştirilen seferlerde de faaliyet göstermişlerdir682 Martoloslar dikkat çekmemek için bulundukları ülkenin geleneklerine uygun olarak yaşarlar ve mutlaka bir işle meşgul olurlardı. Osmanlılar voynuk'lan da muhbir olarak kullanmışlardır.683
Askerî amaçlı istihbaratta Osmanlılar, daha önceki Türk devletlerinde olduğu gibi dil denilen düşman esirlerinden de istifade etmişlerdir. Savaşlarda diri olarak elde edilen ve kendilerinden orduları ve ülkeleri hakkında bilgi edinilen diller684. genellikle düşman topraklarına giren akıncılar ve bunlarla birlikte akına çıkan martoloslar, bazan da timarlı sipahiler tarafından yakalanırdı.685 Akıncılara bu diller kılavuzluk yaparlardı. Ancak dillerin bazan ülkeleri lehine çalıştıkları, sefer güzergâhını saptırarak Türkler'i tuzağa düşürdükleri de olmuştur. Büyük seferler için mutlaka casusların vereceği bilgilere ihtiyaç duyulurdu. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman'ın Sigetvar seferinde (1566) Osmanlı ordusuna, Macar kalelerinde uzun süre hizmette bulunmuş Mezorich Mortan adlı bir Boşnak kılavuzluk etmiştir.
Yükseliş döneminde Osmanlılar kendi ülkelerine kırgın bazı Batılılar'dan da casus olarak faydalanmışlardır. Fâtih Sultan Mehmed'in. sarayına getirttiği İtalyan sanatçılardan ülkeleri hakkında bilgi edindiği bilinmektedir686. Buna karşılık yine Fâtih zamanında çeşitli yerlerden bilgin, sanatkâr, hekim kisvesinde gelen casusların ülkeleri lehine faaliyet gösterdiği de kaydedilmektedir. Gerçekten hemen tamamı yabancı olan saray hekimleri, Batılılar için her zaman kullanılan ideal muhbirler olmuşlardır. Fâtih'in şüpheli ölümüne adı karışan Yâkub Paşa'dan. Lord Byron'ın hekimi olup daha sonra Osmanlı sarayına yerleşen İngiliz Millingen'e ve casuslara dair bir kitap yazan Mavroya-ni Paşa'ya kadar saray hekimleri genellikle Osmanlılar aleyhine casusluk yapmışlardır687. Elçilikler de yine Batılılar'ın kullandığı âdeta resmî birer casusluk teşkilâtıydı688. Erken devirlerden itibaren bundan en çok Venedikliler faydalanmışlardır. Daha XV. yüzyılda bu devletin İstanbul'da balyos adı altında daimî elçi bulundurduğu bilinmektedir.
İstanbul'un fethinden sonra Osmanlı-lar'ın Anadolu'da ve Avrupa'da güçlenip yayılmaları, Batı'da biri papalık, diğeri krallarca yürütülen iki büyük casusluk teşkilâtının gelişmesine yol açmıştır. Katolik hıristiyan dünyasının temsilcisi olan papa, Türkler'e karşı bütün Avrupalılar'ı birliğe çağırırken kullandığı casuslar aracılığı ile bütün kiliseleri ve kralları Osmanlı Türkleri aleyhine karşı kışkırtmıştır. Merkezi İstanbul'da bulunan Ortodoks Patrikliği de papanın münasebet kurduğu bir müesseseydi. Hıristiyan dünyasını bölmek için Fâtih tarafından ihya edilip himaye gören Ortodoks kilisesi daha sonraki dönemlerde Türkler aleyhine Vatikan'la is birliği yapmıştır.
XV. yüzyılda casusluk faaliyetlerinin en büyüklerinden birine, önce Rodos şövalyelerine sığınan, daha sonra İtalya'ya geçen ve papanın eline düşen Cem Sultan sebep olmuştur. Bu olay yıllarca Roma-Venedik ve İstanbul arasında gizli casusluk ve çıkar oyunlarına yol açmıştır.
Doğuda bir devlet teşkilâtı olarak casusluk, XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde Sa-fevî Devleti zamanında İran'da yeniden ortaya çıkmıştır. Bu teşkilâtın amacı Sünnî Osmanlı Devleti'ni yıkmak, Şiîliği İslâm dünyasına hâkim kılmak ve bütün İslâm ülkelerini ele geçirmekti. Osmanlı kaynaklarında Rafızî, kızılbaş veya Alevî adlarıyla anılan Şiî Safevîler, 5ah İsmail'in başa geçmesiyle İran'da idareyi ele aldıktan sonra özellikle Doğu Anadolu'da faaliyet göstermişlerdir. Sah İs-mâilkısa sürede burada manevî bir nüfuz kazanmayı başarmıştır. Bunda kullandığı propagandistlerin etkin rolü olduğu kesindir. Aslında birer casus olan Şiî dâîler yalnız tekkelerde ve halk arasında değil kendilerini Bektaşîliğe nis-bet eden yeniçeriler arasında da faaliyet göstermişlerdir. Dede. baba, halife, sultan, şeyh, pîr gibi sıfatlarla anılan Şiî propagandacısı casuslar, II. Bayezid zamanında sarayda bile saygı görmüş ve taraftar bulmuşlardır. "Hatâî" mahlasıy-la Türkçe şiirler yazan Şah İsmail bu sayede kısa sürede Osmanlı Devleti'nin bütünlüğünü sarsacak bir güce ulaşmıştır. Bu hükümdar daha da ileri giderek casusları vasıtasıyla Doğu seferi sırasında Yavuz Sultan Selimi öldürtmek istemiş, ancak başarılı olamamıştır.689
Osmanlı padişahları içinde gerek ülke dahilinde gerekse ülke dışında casusluktan en çok faydalanan hükümdarlardan biri Yavuz Sultan Selim'dir. Daha şehzadeliği zamanında İstanbul'da olup bitenlerden, bu arada babası II. Baye-zid'in büyük oğlu Şehzade Ahmed'i veliaht yapma niyetinden haberdar olan Yavuz Selim, Şah İsmail'in Anadolu'daki bölücü faaliyetlerinin ne dereceye ulaştığını da biliyordu. Padişah olduktan sonra Şah İsmail'i Çaldıran'da yenerek Anadolu'daki gizli kızılbaş faaliyetlerine geçici de olsa son vermiştir.
Kanunî Sultan Süleyman zamanında Özellikle Batı'daki casusluk faaliyetlerine önem verilmiştir. Bu hükümdar sefere çıkmadan önce martoloslardan bilgi alır, Avrupa devletlerinin durumlarını, askerî güçlerini, savaş teknik ve kabiliyetlerini öğrenir, kendi ordularını da ona göre teçhiz ederdi. Kanunî marto-loşları barış zamanlarında da sürekli muhbirlik işlerinde kullanmış, böylece martolos teşkilâtına ayrı bir nitelik kazandırmıştır. Bu dönemde martolosla-rın bir görevi de düşman devletlerin halkı arasına karışarak Türkler'in gücünü, askeri üstünlüğünü anlatmak suretiyle morallerini bozmak ve devletlerine olan güvenlerini sarsmaktı. XVI. yüzyılda Osmanlılar Batı'da kral saraylarında özellikle Slav ve Hırvat sınırlarında papazları ve asilzadeleri de casus olarak kullanmışlardır. Kaptanıderyâ Küçük Ali Pa-şa'nın kardeşliği Sicilyalı Mehmed Ağa, Titus Moldariensis Clericus adıyla kırk yıla yakın Osmanlı himayesindeki Fransa kralının sarayında Osmanlı casusu olarak görev yapmıştır. Mehmed Ağa Avrupa devletleri ve özellikle Osmanlı Devleti'nin Batı'daki en büyük rakibi olan Avusturya hakkında da İstanbul'a muntazaman bilgiler göndermiştir. Öte yandan Türkler'in fethettikleri yerler halkına hoşgörülü davranmaları, yüzyıllarca oralarda tutunabilmelerinin en büyük sebebi olmuş, hatta bu yerler halkı çok defa Türkler lehine muhbirlik bile yapmışlardır. Kanunî zamanında batıda Boğ-dan, Mohaç, Bosna, doğuda Erzurum. Van, Lahsa bey ve beylerbeylerine gönderilen fermanlarda düşmanı gözetlemeleri istenirken690 ülke içindeki haber alma teşkilâtı da geliştirilmiştir.
XVII. yüzyıl başlarından itibaren gittikçe güçlenen ve Osmanlı tebaası Orto-dokslar'ın koruyuculuğunu üstlenerek gayri müslimleri Osmanlı Devleti aleyhine karşı sürekli kışkırtan Rus Çarlığfna karşı da bir casusluk teşkilâtı kurulmuştur. Bu teşkilâta özellikle Tatarlar alınmıştır. Ulak adıyla anılan bu haberciler karavul denilen menzillerde gözcülük yaparlar ve aldıkları bilgileri süratle merkeze ulaştırırlardı. Casus ulaklar özellikle Balkanlar'da, Rus ve İran sınırlarında kullanılmıştır. IV. Murad zamanı, Osmanlı tarihinde casusluk faaliyetlerinin yoğun olduğu dönemlerdendir. Bu hükümdarın çocuk yaşta tahta çıkması sebebiyle devlet idaresi Kösem Sultan'ın eline geçmiş, gevşek idare yüzünden Sa-fevî Devleti doğuda casusluk faaliyetlerini arttırmış ve Anadolu Alevîleri'ni merkezî hükümete karşı isyana teşvik etmiştir. Sultan Murad 1632'de idareyi eline aldıktan sonra merkezde ve taşrada durumu düzeltmeye çalışmış, İran şahının propagandacı olan casusların birçoğunu öldürtmüş, bu arada Fener Rum Ortodoks Patrikhânesi'nin devlet aleyhine faaliyetlerini arttırması üzerine patriği astırmıştır. XVII. yüzyılda Köprülü ailesinden ıslahatçı vezirler de içeride ve dışarıda çok sayıda casus kullanmışlardır.
XVII. yüzyılda Osmanlı Devleti'ne tercüman, hekim, elçi olarak gelen, saraya giren ve padişahla yakın ilişki kuran Ermeni, yahudi, Rum gibi gayri müslimler-den başka Arap. Gürcü, Tatar, Arnavut ve Boşnak gibi müslüman unsurların içinden de casus çıktığı, hatta bunların II. Viyana Kuşatması'nda devlete karşı yıkıcı faaliyetlerde bulundukları bilinmektedir. Bunların en önemlisi, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile Tatarlar arasında cereyan eden olaydır. Kırım Tatarları arasına karışan düşman casusları. Mustafa Paşa'nın zaferden sonra yağmaya izin vermeyeceği şayiasını yayarak onların savaşma şevklerini kırmışlardı.
XVIII. yüzyılda Osmanlılar düşmanları hakkında daha ziyade gemi reislerinden bilgi edinmişler ve Batılı devletler nezdinde daimî elçi bulundurmamanın cezasını çok ağır ödemişlerdir. Halbuki İstanbul yüzyıllardan beri çeşitli sefirlerin ticarî ve askerî uzmanlarının âdeta bir mücadele alanı olmuştu. Bu mücadeleler bir süre sonra Şark meselesini doğurmuştur. XVIII. yüzyılda Fransa'dan getirtilen Baron de Tott ile XIX. yüzyılda Almanya'dan çağırılan Helmut von Moltke, hem askerî uzman hem de siyasî diplomat olarak faaliyet göstermişlerdir. Bunlar bir yandan Osmanlı ordusunun ıslahı için gayret gösterirken bir yandan da bu hizmetlerini kendi ülkelerinin çıkarları için kullanmışlardır. Baron de Tott Türkler'e karşı tutumunu hâtıralarında açıkça ifade etmiştir. I. Mahmud zamanında Avusturya'dan kaçarak Osmanlı Devleti'ne sığınan Fransız asıllı Comte de Bonneval'in (Humbaracı Ahmed Paşa) durumu da şüphelidir. Osmanlılar'ı sürekli olarak Avusturya'ya karşı savaşa kışkırtan Comte de Bonneval'in hükümete sunduğu her raporun bir nüshasının Fransa'ya gönderilmesi, hayatının sonlarına doğru kendisinin de ülkesine dönmenin yollarını araması, hakkındaki casusluk şüphelerini kuvvetlendirmektedir.
I. Abdülhamid ve III. Selim dönemlerinde casusluk ve karşı casusluk faaliyetleri artmış, muhbirlik bir devlet kuruluşu haline getirilmiş, doğrudan devletten maaş alan casuslar kullanılmıştır. Casusluk önceleri hemen sadece Rum ve Ermeni gibi gayri müslimlere münhasırken bu dönemde Türkler'den de casus yetiştirilmiştir. Halet Efendi'nin ısrarıyla tercüman olan Kostaki'nin casusluğu ortaya çıkınca idam edilmiştir. Onun yerine Dîvân-ı Hümâyun tercümanlığına Fenerli Rum ailesinden İstavraki Efendi getirilmişse de gizli belgeler buna değil Rum asıllı müslüman Yahya Efendi'ye tercüme ettirilmiş, Yahya Efendi Babıâli'deki Tercüme Odası'nda yabancı dil öğrenmek isteyen gençlere Fransızca öğretmekle de görevlendirilmiştir691. Daha sonra ise divan tercümanlıklarına müslümanlar getirilmiştir.692
III. Selim zamanında Avrupa'nın önemli merkezlerinde daimî ikamet elçiliklerinin kurulmasıyla Osmanlı İstihbaratında büyük bir adım atılmıştır. Zira elçilerin gizli görevi, bulundukları ülke hakkında hükümete raporlar sunmaktı. Ancak bu elçilerin yabancı dil bilmemeleri, onlan çoğu casus olan Rum tercümanların yardımına muhtaç bırakmıştır693. XIX. yüzyılda casusluk faaliyetleri öyle artmıştır ki Kabakçı Mustafa önderliğindeki isyanda âsiler bile öldürecekleri devlet ricalini ele geçirmek için casus kullanmışlardır694. II. Mahmud zamanında Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa da Osmanlılar'a karşı casusluk faaliyetlerinde bulunmuştur.695
Osmanlı gizli polis teşkilâtı, yabancı ajanların faaliyetlerinin yoğunlaştığı XIX. yüzyıl ortalarında, İngiliz elçisi Statford Canning'in Mustafa Reşid Paşa'ya telkiniyle kurulmuş ve teşkilâtın başına Civi-nis Efendi getirilmiştir. Sultan Abdül-mecid zamanında kurulan bu ilk polis teşkilâtı yine bu padişah zamanında kapatılmış, fakat 1863'te yeniden açılmıştır. Bu defa başına Ermeni asıllı biri getirilmiş ve o da zararlı faaliyetlerde bulunmuştur.
II. Abdülhamid devrinde Osmanlı istihbarat teşkilâtı geliştirilmiş ve modernleştirilmiştir. Yine bu dönemde Midhat Paşa Tuna valiliği sırasında burada özellikle Bulgarlara karşı örnek bir gizli polis teşkilâtı kurmuştur. Makedonya'da ki ayaklanmalar ve gizli teşkilât için Ayna-roz'a Boşnak Hasib adlı bir ajan yerleştirilmiş, bundan çeşitli ihbarlar alınmıştır. II. Abdülhamid'in özel casusları hafiyelerdi. Bu hükümdar zamanında karşı faaliyette bulunan çoğu gayri müslim casuslar da vardı. Bunlardan yahudi asıllı Emanuel Karasu, 11. Abdülhamid'e karşı kurulan casusluk teşkilâtının başına getirilmiş, padişahın tahttan indirilmesi için çalışmış ve sonunda bunu başarmıştır. II. Abdülhamid'i tahttan indiren İttihat ve Terakkî Cemiyeti'nin iktidan zamanında kurulan Teşkîlât-ı Mahsûsa ise gerçek mânada çağdaş bir casusluk teşkilâtıydı.
Devlet aleyhine faaliyet gösterenlerin cezası her devirde ağır olmuştur. Nitekim İstanbul'un fethi sırasında Bizans lehine casusluk yapmakla itham edilen Vezîriâzam Çandarlı Halil Paşa XV. yüzyıl ortalarında, yine casuslukla itham edilen Yorgaki adlı zimmî ise XVII. yüzyıl sonlarında ölümle cezalandırılmıştır.696
Bibliyografya:
BA. MD, nr. 3, s. 49, 186. 384, 388, 435, 451, 509, 528; nr. 14, s. 960; TSMA, nr. E 866/5. 2434, 5116, 5801/3, 7252, 7662; Nigâr Ana-farta, Osman/i İmparatorluğu ile Lehistan Arasındaki Münasebetlerle İlgili Tarihi Belgeler, İstanbul, ts., tür.yer.; Nizâmülmülk, Siyâsetnâ-me (Bayburtlugil). s. 110-126, 320; Beyhaki. Târih697. Tahran 1309, I, 27, 386; Nizamî-i Arûzî, Çehâr Makale698, GMS, London 1910, XI, 24; Bündârî, Zübdetü'n-Nuşra, s. 67; Gazavatnâme-i Sultan Murad b. Mehemmed Hân699, Ankara 1978, s. 3, 4, 5, 9; Devletşah. Tezkire700, İstanbul 1977, I, 136-137; Âşıkpaşazâde, Târih, s. 134; Neşri. Cihannümâ (Taeschner). I, 25, 51, 174; Hadîdî. Teuârîh-î Âl-İ Osman: 1299-1523701, İstanbul 1991, tür.yer.; Lutfî Paşa, Âsafnâme702, s. 249; Alî. Meuâidü'n-nefâis ft kavâidi'l-mecâlis, İstanbul 1956, s. 37 vd.; Selânikî. Târih (İpşirli), I, 13, 22; II, 645, ayrıca bk. İndeks; Celâlzâde Mustafa Çelebi. Seiimnâme703, Ankara 1990, s. 367; KitAbü Mesâlihli-müslimîn ve menâ-ful-mü'minîn704, Ankara 1980, s. 59, 99; Koçi Bey. Risale (Aksüt), s. 25, 66; Solakzâde. Târih, s. 361; Defterdar San Mehmed Paşa. Zübde-İ Vekâyiât705, İÜ Ed.Fak.. Tarih Seminer Kitaplığı, nr. 3276, s. 430; a.mlf.. Ne-sâyihül-vüzerâ ue'l-ümerâ: Devlet Adamlarına Öğütler706, Ankara 1969, s. 43, 79; L'Espion turc ehez /es prin-ces ehretiens, La Haye 1734, tür.yer.; Baron de Tott. Türkler ue Tatarlara Dâir Hâtıralar707, İstanbul, ts708, tür.yer.; III. Selim'in Haline Dair Risale, Millet Ktp., Ali Emîrî. Tarih, nr. 333, vr. 9ab; Şânîzâde. TSrih, IV, 33; Atâ Bey. Târih, III, 132-134; Cevdet, Târih, V, 63-64; XI, 166; XII, 179; Hüseyin Namık Orkun. Türk İstilası Devrinde Macaristan'da ue Avusturya'da Casuslar, Ankara 1939; Uzunçarşıh. Merkez Bahriye, s. 72; Franz Babinger, Mahomet II. Le Conquerant et Son Temps, Paris 1954, s. 609-612; Orhan Kologlu. Le Turc dans ta Presse Française, Beyrouth 1971, s. 106-107; Ni-zamettin Nazif Tepedelenlioğlu. Sultan II. Abdülhamid ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar, İstanbul 1964, s. 45 vd.; Ercümend Kuran, Avrupa'da Osmanlı İkamet Elçiliklerinin Kuruluşu ve İlk Elçilerin Siyasî Faaliyetleri 1793-1821, Ankara 1968, s. 9-12, 64-65; Başlangıçtan Bugüne Kadar Dünya Casusluk Tarihi (Artel Yayınları), İstanbul 1974, s. 3-17; İsmet Miroğlu, XVI. Yüzyılda Bayburt Sancağı, İstanbul 1975, s. 149; Korkmaz Alemdar, Türkiye'de Çağdaş Haberleşmenin Tarihsel Kökenleri, Ankara 1981, s. 51 vd.; Mim Kemâl Öke, İngiliz Casusu Prof. Arminius Vambery'-nin Gizli Raporlarında II. Abdülhamid ue Dönemi, İstanbul 1983, tür.yer.; Yavuz Ercan, Osmanlı İmparatorluğunda Bulgarlar ue Voy-nuklar, Ankara 1986, s. 75, 96; İsmail Aka. Timur ve Devleti, Ankara 1991, s. 111; Robert Anhegger, "Martoloslar Hakkında", TM, VII-Vill/1 (1944), s. 282-300; a.mlf., "Muâlî'nin Hünkarnâmesi", 70, sy. 1 (1950), s. 150-151, 156, 285; a.mlf., "Martolos", İA, VII, 341-342; Yusuf Halaçoğlu. "Osmanlı İmparatorluğunda Menzil Teşkilâtı Hakkında Bazı Mülahazalar", Osm.Ar., II (19801, s. 130; V. L. Menage, "The Mission of an Ottoman Secret in France in 1486", JRAS (1965), s. 112-132; Cengiz Or-tionlu, "Osmanlı Devletinde Tercümanlık", Atatürk Konferansları (1971-1972), Ankara 1972, V, 17-18; a.mlf., "Tercüman", İA, Xll/1, s. 178 vd.; Taner Timur, "Mavroyani Paşa Anlatıyor; Osmanlı Gizli Polis Örgütü Nasü Kuruldu?", 7T, 1/6 (1984), s. 414-419; Fuad Köprülü, "Berid", İA, II, 544 vd.; M. Canard. "Diâ-cüs", EF (Fr), II, 499-500; Mahmut Şakiroğlu, "Balyos", DİA, V, 45, 46; İbrahim Harekât. "Berîd", a.e., V, 499, 500.
Dostları ilə paylaş: |