Mimar Sinan ve Takipçileri Dönemi (Klasik Dönem)



Yüklə 1,17 Mb.
səhifə33/36
tarix27.12.2018
ölçüsü1,17 Mb.
#86722
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   36

CASTELL, EDMUND

(1606-1685) Yedi dilde yazdığı büyük sözlükle tanınan İngiliz şarkiyatçısı ve Sâmî diller âlimi.

Cambridgeshire East Hatley'de var­lıklı bir ailenin oğlu olarak doğdu. 1621'-de Doğu dilleri tahsili için Cambridge'-de Emmanuel College'e girdi ve 1625 yı­lında buradan mezun oldu. 1628'de mas­tırını, 1635'te bakaloryasını tamamlayan Castell, B. VValton'un Biblia Polyglotta'-sının665 hazırlanması çalışmalarına birinci derecede yardımda bulundu. VValton'un kendisinin de itiraf ettiği gibi, Londra'­da 1654-1657 yılları arasında altı cilt halinde yayımlanan Bibho Poiyglotta-nın Sâmirfce, Süryânîce. Arapça ve Ha-beşçe tercümelerinin sorumluluğu tama­men Castell'e aitti. Ancak Walton, Cas-tell'in bu sorumluluğuna, cok yoğun ve titiz bir şekilde çalışmasına, hatta yayım masrafları için kendi bütçesinden 1000 sterlin harcama fedakârlığında bulun­muş olmasına rağmen onun esere yap­tığı büyük katkıyı aynı ölçüde takdir et­memiştir.

1660 yılında II. Charles'ın tahta çıkışını kutlamak amacıyla İbranî, Keldânî, Sür­yânî, Sâmirî, Habeş. Arap, Fars ve Yunan dillerinde yazdığı şiirleri So! Angliae ori-ens auspicüs Camii II regum gloriosis-simi666 adı altında bastırarak krala takdim etti ve nail olduğu bir mik­tar ihsanla bozulmuş olan malî durumu­nu düzene koymaya çalıştı. 1661'de dok­torasını bitirdikten sonra büyük bir kü­tüphanesi bulunduğu için Saint John's College'e geçti ve Biblia Polyglotta'nın hazırlanmasında sarf ettiği mesainin il-hamıyla 1651 yılından beri üzerinde ça­lıştığı Lexicon Heptaglotton, Hebrai-cum, Chaldaİcum, Syriacam, Saman-tanum, Ethiopicum, Arabicum et Per-sicum667 adlı eserinin telifinde buranın kü­tüphanesinden çok faydalandı. 1666'da saray papazlığına, 1667'de Canterbury Katedrali'nde özel bir göreve tayin edil­di; fakat sağlık sebeplerinden ve üniver­sitedeki Arapça hocalığından dolayı kili­sedeki görevinden muaf tutuldu. 1674'-te Royal Society üyeliğine seçildi. Yıllar­ca çalışmaktan yıpranmış durumda iken Essex'teki Hatfield Peverell bölgesi papazlığını kabul etti; oradan aynı vilâyet­teki VVodeham VValter Kilisesi papazlığı­na, son olarak da Bedfordshire Higham Gobion Kilisesi'ne tayin edildi ve burada öldü.

Üniversitesinden yeterince ilgi görme­mesine rağmen bu çevreye olan bağlılı­ğını sonuna kadar sürdüren Castell, elin­de bulunan yaklaşık kırk adet İbrânîce. Arapça ve Habeşçe yazma eseri üniver­site kütüphanesine, kendi kütüphane­sinden seçilmiş 111 adet kitabı da Em-manuel College'e vasiyet etmiştir.

Castell, yoğun bir mesai sarfederek ve yardımcılarının da katkısıyla on sekiz yılda tamamladığı, birden fazla dilde dü­zenlenmiş sözlüklerin en meşhurların­dan olan büyük lügatini 1669 yılında iki cilt halinde Londra'da yayımlamıştır. Söz­lüğün Arapça kısmına Kur'ân-ı Kerîm'de ve İbn Sînâ ile Arap coğrafyacıiarının eserlerinde geçen kelimeleri almıştır. Se-mitik filoloji İçin bir merhale teşkil eden eserin Süryânîce bölümünü ayrı olarak neşreden J. D. Michaelis (Göttingen 1788), Castell'in çalışkanlığından övgüyle bahse­der. Eserin İbrânîce bölümü de Göttin-gen'de Tier tarafından yayımlanmıştır (1790-1792). Fakat bu orijinal sözlük ilk gküğında fazla rağbet görmemiştir. Cas­tell öldüğü zaman lügatin satılmayıp el­de kalan 500 nüshası, vasiyetlerini ye­rine getirmekle görevlendirdiği yeğeni Mrs. Crisp tarafından kiraya verdiği evin­de emanet bırakılmış ve daha sonra bir­kaç yıl içinde büyük ölçüde farelerin tah­ribatına uğrayan kitapların sağlam kal­mış sayfalarından ancak bir tek nüsha derlenebilmiştir. 11. Charles'a ithafen yaz­dığı sözlüğün önsözünde telifin hikâye­sini anlatan Castell, büyük bir servet har­canarak hazırlanan eserin, çeşitli ıstırap verici hastalıklara rağmen aralıksız sür­dürülen titiz ve dikkatli bir çalışmanın örönü olduğunu yazar. Bu yorucu çalış­maya dayanamayan yardımcılarından bazıları yaşlı halinde onu terketmiş, bi­risi aniden ölmüş ve Castell onun cena­ze masraflarını karşıladığı gibi yetim ço­cuğuna da sahip çıkmıştır. Eser uğruna yatan hayatını ve gücünü değil servetini tffeharcayarak fakir düsen Castell bor­ca girmiş ve kendi borçlarının yanında kardeşinin borçlarından da sorumlu tu­tularak bir ara hapse dahi atılmıştır; ay­rıca büyük bir yangında da kütüphane­sinin ve ev eşyasının önemli bir kısmını kaybetmiştir.

Bibîia Polyglotta'ya yaptığı katkı­ların ve Lexicon Heptaglotton ile Sol Angliae'nm dışında Castell'in Arapça öğrenmenin değeri ve faydaları üzerine yaptığı bir üniversite açış konuşması­nı Kapp Clarissimorum Virorum Ora-tiones selectae adlı kitabında yayımla­mıştır. Ayrıca yakın dostu Lightfoofa hi­taben yazdığı yine sonradan yayımlan­mış yirmi üç mektubu bulunmakta, İbn Sina'nın el-Kânûn fi't-tıbb'mm Plem-pius nüshasına eklediği haşiye ise Brit-ish Museum'da muhafaza edilmekte­dir.

Bibliyografya:

5. Lane-Poole. "Castell, Edmund", The Dic tionaıy of National Biography led L Stephan — S L.eel, Oxford 1959-60, III, î 180-1181; Necîb el-Aklki, eS-Müsteşrikün, Kahire 1964, II, 42-43; Ziriklî, eM'/âm (Fethullah), I, 282; TA, IX, 471-472; ML, II, 805; R. Loewe. "Castell, Edmund", EJd, V, 236-237; Büyük Larousse, İstanbul

1986, IV, 2210.

CASUS


Arapça ces kökünden "gözetleyen, araş­tıran" mânasında isim olan casus keli­mesi, "düşmanın sırlarını araştırıp bilgi sızdıran, düşman içinde çeşitli yıkıcı faali­yetlerde bulunan kişi" anlamına gelmek­tedir. Bu faaliyet sırasında göz önemli bir fonksiyon icra ettiğinden Arapça'da casusa "göz" anlamına gelen ayn adı da verilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de casus ke­limesi yer almamakla beraber aynı kök­ten gelen tecessüs fiil olarak geçmek­tedir.668

A- Tarihçe.

1- Asr-ı Saadet Dönemi. Hz. Peygamber İslâm devletinin başkanı ola­rak barış ve savaş halinde üstünlük sağlamak amacıyla düşmanın siyasî, askerî ve iktisadî faaliyetlerine dair istihbarat çalışmalarına büyük önem vermiştir. Be­dir Savasfna başlamadan önce Kureyş ordusuyla ilgili araştırmalara bizzat ka­tıldığı gibi önemli savaşların hemen hep­sinde düşman hakkında bilgi toplaya­cak gözcüler göndermiş ve düşman ül­kesinde yaşayarak merkeze bilgi akta­ran casuslar görevlendirmiştir.

Hz. Peygamber'in istihbarat çalışma­larına verdiği önemi ve bu tür faaliyet alanlarının genişliğini gösteren örnekler olarak o dönemde görevlendirilen bazı casusları ve görevlerini zikretmek gere­kir. Müslüman oldukları halde kimlikle­rini gizleyerek oturdukları Mekke, Ev-tâs, Necid ve Diyângatafân'dan siyasî, askeri ve iktisadî bütün önemli faaliyetleri rapor etmek üzere Ebû Temîm el-Eslemî, Abbas b. Abdülmuttalib, Enes b. Ebû Mersed, Ömer b. Sâidî ve Hüseyl b. Nüveyre el-Eşcaî; Kureyş'in daha son­ra Bedir Savaşı'na sebebiyet veren Suri­ye kervanını takip etmek üzere Talha b. Ubeydullah ve Saîd b. Zeyd; müslüman olduğunu gizleyen Mekkeli bir demirci ile irtibat kurarak Ayyaş b. Ebû Rebîa ve Seleme b. Hişâm adlı iki müslüman mahkûmu kaçırmak üzere Velîd b. Velîd b. Muglre; Müreysî Gazvesi öncesinde mensubu bulunduğu Benî Mustalik ka­bilesinin Medine'ye saldırmak için baş­lattığı hazırlık hakkında bilgi toplamak üzere Büreyde b. Husayb; Hâüd b. Süf-yân b. Nübeyh el-Hüzelî'nİn Medine'ye hücum etmek maksadıyla Urene'de ta­raftar toplamaya başladığına dair haberlerin aslını araştırmak ve doğru olduğu takdirde Hâlid'i öldürmek, ayrıca dört beş kişilik bir grupla beraber İslâm düş­manı yahudi Ebû Râfi'i öldürmek üzere Abdullah b. Üneys el-Cühenî; Hendek Muhasarası sırasında, müslüman oldu­ğunu gizleyerek müttefik ordularının arasına girmek ve bölücü faaliyetlerde bulunmak suretiyle ordu mensuplarını birbirine düşürüp ittifakın dağılmasını sağlamak üzere Benî Eşca' kabilesinin reisi Nuaym b. Mes'ûd: aynı ordunun içine sızarak bilgi toplamak üzere Cü-beyle b. Âmir el-Belevî ve Huzeyfe b. Ye-mân; yine Hendek Muhasarası sırasın­da Benî Kurayza yahudilerinin tutumu­nu Öğrenmek üzere Zübeyr b. Avvâm; Hudeybiye Antlaşması ile sonuçlanan um­re yolculuğuna karşı Kureyş'in aldığı tav­rı tesbit etmek İçin Büsr b. Süfyân; Hu-neyn Gazvesi'nden önce Hevâzin, Sakıf, Nasr ve Cüşem gibi kabilelerin toplan­dıkları haberinin alınması üzerine Medi­ne'ye karşı bir savaş hazırlığı içinde olup olmadıklarını araştırmak maksadıyla Abdullah b. Ebû Hadred; Tebük Sefe-ri'nden Önce Benî Kâ'b kabilesini düş­mana karşı kışkırtmak üzere Büdeyl b. Verka, Amr b. Salim ve Büsr b. Süfyân; Bedir Savaşı'nda yenik düşen Kureyş ka­bilesini müslümanlara karşı kışkırtıp si-yasî-askeri bir ittifak teklif ettiği ve Hz. Peygamber ile yaptığı anlaşmayı bozan benzeri hareketlerde bulunduğu tesbit edilen Medine yahudilerinin reisi Kâ'b b. Eşrefi öldürmek üzere Ebü Nâile'nin de aralarında bulunduğu bir grup ve Mekke'deki müslüman esirleri Medine'­ye kaçırmak üzere Mersed b. Ebû Mer­sed el-Ganevî görevlendirilmişti. Hz. Pey­gamber'in casusları zaman zaman ödüllendirdiği de bilinmektedir. Meselâ Ku-reyş kervanını takiple görevli olan Talha b. Ubeydullah ile Saîd b. Zeyd Bedir Gaz-vesi'ne katılmadıkları halde ganimetten pay almışlardır.

İslâmiyet'ten önce, Arabistan ticareti­ne hâkim olan Kureyş başta olmak üze­re bütün Arap kabileleri hayatlarına ve mal varlıkları ile ticaret kervanlarına yö­nelik her türlü tecavüzü önlemek için ca­susluk faaliyetlerine önem vermişlerdir. Kureyş kabilesi İslâm'dan sonra bu faali-yetleri baş düşman olarak gördüğü müs-lümanlara yöneltmiştir. Bunun en belir­gin örneklerinden biri, Ebû Süfyân'ın li­derliğinde Suriye'den gelen Kureyş ker­vanının aldığı sağlam istihbarat saye­sinde hem Hz. Peygamber'in gönderdi­ği casusları, hem de kendisini bekleyen İslâm ordusunu atlatarak Mekke'ye ulaş­masıdır. Bundan dolayı Hz. Peygamber, karşı casusluk faaliyetlerini de ihmal et­memiştir. Bu yönde aldığı ilk tedbir, Te-bük Gazvesi hariç bütün askerî sefer ve seriyyelerde en yakınlarına bile gerçek hedefi söylemeyerek dikkatleri başka taraflara çekmek olmuştur. Hatta Ab­dullah b. Cahş seriyyesinde olduğu gibi bazan gönderdiği bir askerî birliğin ku­mandanına bile gerçek hedefi söyleme­diği, eline mühürlü bir mektup vererek belli bir süre sonra okuyup gideceği ye­ri öğrenmesini emrettiği görülmekte­dir. Bunun yanında düşman adına çalı­şan casusların yakalanarak etkisiz hale getirilmesi çalışmaları da vardır. Mese­lâ Hâtıb b. Ebû Beltea'nın Mekke'nin fethi için yapılan hazırlıkları ihbar girişi­mi ortaya çıkarılmış, Ebü Süfyân adına casusluk yapan Furât b. Hayyân yaka­lanmış. Benî Mustalik, Gazvesi'nden he­men Önce İslâm ordusunun içine sızıp bilgi toplayan bir casus ve Huneyn Gaz­vesi'nden Önce yine aynı görevi yapan bir başka casus öldürülmüştür. Ayrıca Hz. Peygamber'in, Hudeybiye Antlaşma­sı İle sonuçlanan Mekke yolculuğu sıra­sında Kureyş hakkında bilgi toplamak için Huzâalı bir gayri müslimi görevlen­dirdiğine dair rivayetler, İslâm devleti­nin gerektiğinde gayri müslim casuslar kullanmasının da caiz olduğunu göster­mektedir.

2- Sonraki Dönemler. İstihbarat faali­yetlerine Asr-ı saâdeften sonra da ge­rekli önemin verildiği görülmektedir. Hi­lâfet dönemi iç ve dış savaşlarla geçen Hz. Ebû Bekir ridde olayları süresince her tarafa casuslar göndermiş, Şam ve Filistin ordularının kumandanları Yezîd b. Ebû Süfyân ile Amr b. Âs'a. diğer cephelerdeki İslâm ordularının durumunu rapor edecek ve düşman hakkında bilgi toplayacak casuslar görevlendirmelerini ve kendileriyle ilgili sırları gizlemelerini emretmiştir. Ecnâdeyn Savaşı sırasında kimliğini gizleyerek elçi sıfatıyla girdiği düşman karargâhında incelemelerde bu­lunan kumandan Amr b. Âs'ın, Filistin bölgesindeki Kaysâriye'nin muhasarası esnasında yakalanan düşman casusları­nı elde ederek kendi hesabına çalıştır­dığı da rivayet edilmektedir. Yine Hz. Ebü Bekir döneminde Şam fâtihi Ebû Ubeyde b. Cerrah bölgede tutunabilmek için gayri müslim Nabatîler'den casus olarak faydalanmıştır. Sevâd orduları ku­mandanı Hâlid b. Velîd de Âlîs ve Hîre halkı ile, İranlılar'a karşı casusluk yap­maları şartıyla antlaşma yapmıştır.

Hz. Ömer istihbarat faaliyetlerine bü­yük önem vermiş, Ebû Ubeyde ve Sa'd b. Ebû Vakkâs gibi ordu kumandanları­na Hz. Ebû Bekir'inkine benzer tavsiye­lerde bulunmuştur. Ebû Ubeyde'nin böl­ge zimmîlerinden Bizans ordusu içinde faaliyet gösterecek casuslar seçtiği, Hâ­lid b. Velîd'in de çeşitli bölgelerde casus­luk ve karşı casusluk faaliyetlerinde bu­lunan adamları olduğu bilinmektedir. Filistin ordularının Gazze kanadı kuman­danı Alkame b. Mücezziz, elçilerinin ye­terli istihbaratı sağlayamaması üzerine elçi sıfatıyla girdiği düşman kalesinde bizzat bilgi toplamıştı. Ebû Ubeyde b. Cerrah, Antakya civarındaki Curcûme halkı ile (Cerâcime). ayrıca Ürdün ve Fi­listin'deki Sâmirîler'le cizyeden muaf tu­tulmaları karşılığında casusluk yapma­ları hususunda anlaşmıştır. Şam'ın fet­hinden sonra Bizanslılar hesabına ca­susluk yaptıkları anlaşılan Arbessüs (Mi-sis veya bugünkü Kozan civarı) zimmîleri-ni. bölgeyi bir yıl sonra veya -bütün mal varlıklarının iki katının kendilerine öden­mesi karşılığında- derhal boşaltmaları hususunda muhayyer bırakmış, birinci seçeneği tercih etmeleri üzerine de ve­rilen süre sonunda bu yerleşim merke­zini yıktırmıştır. Ayrıca gayri müslimle-rin Medine'ye girişini kontrol altına al­mak ve giyim kuşamlarında müslüman-lara benzemelerini yasaklamakla da düş­man casuslarının hilâfet merkezine sız­malarını engellemeye çalışmıştır.

İstihbarat faaliyetleri Hz. Osman dö­neminde de devam etmiştir. Kıbrıs fâti­hi Muâviye b. Ebû Süfyân'ın ada halkıy­la yaptığı zimmet antlaşmasına gerek­tiğinde düşmanın durumunu rapor et­meleri şartını da koyduğu bilinmektedir. Daha sonra ise ortaya çıkan tefrika dolayısıyla istihbarat daha çok Hz. Ali ile Muâviye arasında gelişmiştir. Bunun­la birlikte Hz. Ali genel istihbarat faali­yetlerini de ihmal etmemiş ve meselâ Mısır valiliğine tayin ettiği Eşter'e her tarafa güvenilir casuslar göndermesini emretmiştir.

Emevîler devrinde istihbarat teşkilâtı daha düzenli bir yapıya kavuşturulmuş­tur. Bu dönemde oluşturulan Dîvânü'l-berîd'e mensup memurlar aynı zaman­da istihbarat faaliyetlerini de yürütü­yorlardı. Bunlar bilgi toplayarak merke­ze ulaştırırken yine aynı dönemde oluş­turulan Dîvânü'r-resâil mensupları da elde edilen gizli belgeleri değerlendir­mek ve istihbaratla ilgili yazışmaları yü­rütmekle vazifelendirilmişti. Ayrıca top­lumun her kesiminden casusların görev­lendirildiği bu dönemde sınırlarda giriş çıkışlar da kontrol altına alınmıştı. Ab­basîler devrinde Dîvânü'l-berîd'den ayrı olarak savaş sırasında faaliyet göstere­cek özel haber alma teşkilâtı (el-burudü'l-harbiyye) kurulmuştu. Büveyhîler zama­nında ilk defa Muizzüddevle tarafından sâî ve gammaz adı verilen casuslar gö­revlendirilmiş, Fâtımîler döneminde ise bu tür faaliyetler Dîvânü'l-inşâ çerçeve­sinde yürütülmüştür. Casuslar doğrudan Dîvânü'l-inşâ başkanı tarafından görev­lendirilir, maaşları onun tarafından öde­nir ve bilgiler doğrudan doğruya ona ak­tarılırdı. Memlükler devrinde ilk defa I. Baybars tarafından özellikle Moğollar ve Franklar'a karşı faaliyet gösterecek yeni bir istihbarat servisi kurulmuştur. Mem­lûk kaynaklarında bu gizli servis eleman­ları kâsıd adıyla zikredilmektedir. Kim­likleri pek çok Memlûk devlet ricalinden dahi gizlenen, adları divanlara kaydedil­meyen bu servis elemanları doğrudan doğruya müstakil bir âmire bağlı olup raporlarını ona sunuyor ve maaşlarını gizli bir ödenekten alıyorlardı.



B- Fıkhî Hükümler. İslâm hukukuna gö­re İslâm devleti lehine casusluk yapmak caizdir. Hatta devletin bekası için zaru­ret halini alırsa bu tür faaliyetlerde bu­lunmak vaciptir. Nisa sûresinin 71. âye­tinde müminlere düşmana karşı tedbir almaları, Enfâl sûresinin 60. âyetinde düşmana karşı kuvvet hazırlamaları em-red ilmektedir. Bu âyetlerden anlaşıldı­ğına göre savaşta üstün gelebilmek için barışta tedbir almak ve hazırlıklı olmak gerekmektedir. Bu ise düşmanın siyasî, askerî ve İktisadî durumunu bilmek ve gerekli tedbirleri almakla mümkündür.

Bir müslümanın düşman lehine ca­susluk yapmasının haram olduğu konu­sunda icmâ vardır. Enfâl sûresinin 27. âyetinde müminlerin Allah'a, Resul'üne ve birbirlerine karşı hainlik etmeleri, Mâ-ide sûresinin âyetinde yahudi ve hı-ristiyanları dost edinmeleri, Mümtehine sûresinin 1. âyetinde ise Allah'ın ve ina­nanların düşmanlarıyla yakınlık kurma­ları yasaklanmıştır. Bu âyetler ve Hz. Peygamberin karşı casusluk faaliyetle­riyle ilgili sünneti, düşman casuslarının ihbar edilmesinin vacip olduğuna delil teşkil etmektedir.

Düşman hesabına çalışan casuslara, bunlara yardım ve yataklık edenlere ve­rilecek cezalar konusunda değişik görüşler mevcut olup konu ile ilgili hüküm­ler suçlunun müslüman, zimmî, harbî mûste'men oluşuna göre de farklılık arzetmektedir.

1- Müslüman Casus. İmam Mâlik'ten gelen bir rivayete göre dindaşlarına za-ran dokunduğu ve yeryüzünde fesat çık­masına sebebiyet verdiği için öldürülür. Düşman lehine çalışan müslüman casu­sun zındık" hükmünde olduğunu ileri süren İbnü'l-Kâsım, İbn Rüşd ve Sahnûn gibi Mâlikîler'e göre suçluluğu ortaya çıktıktan sonra tövbe etse bile ölümle cezalandırılır. Derdîr de bu görüşü be­nimsemekte, ancak suçluluğu ortaya çık­madan önce ikrarda bulunup tövbe eden casusun tövbesinin kabul edilmesi ge­rektiğini söylemektedir. İbn Vehb bu gö­rüşü daha da yumuşatıp suçluluğunun ortaya çıkmasından sonraki tövbenin de kabul edilmesini savunmakta, İbnü'l-Mâcişûn ise suçlunun bir defaya mah­sus olmak üzere ta'zir le cezalandırıl­ması, suçun tekerrürü halinde ise öldü­rülmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Eş-heb el-Kaysî ve kendilerinden nakledi­len diğer rivayetlere göre İmam Mâlik ile İbnü'l-Kâsım bu hususta hükmün dev­let başkanına ait olduğunu belirtmek­tedirler. İbn Kayyim el-Cevziyye'nin de içinde bulunduğu bazı Hanbelîler'e göre bu suç, gerektiği takdirde ölüm de da­hil olmak- üzere ta'zirle cezalandırılır. Ahmed b. Hanbel, İbn Akil ve İbn Teymiy-ye, düşmana bilgi sızdıran müslüman casusun ta'zîren öldürüleceği görüşünü benimserken Ebü'l-Mehâsin İbnü'l-Cev-zî, ancak tekrar casusluk yapacağından korkulması halinde bu cezanın verile­bileceğini belirtmiştir. Bazı Mâlikîler'le Hanefîler, Şâfiîler, Zeydîler'e ve Evzâfye göre düşman hesabına casusluk yapan

müslüman öldürülmez. Bir rivayete gö­re Ahmed b. Hanbel ile Ebû Ya'lâ el-Fer-râ da bu görüştedirler. Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf gibi bazı Hanefîler ise bir da­ha işlememek üzere tövbe edinceye ka­dar fizikî baskı669 ve uzun süreli hapsi ihtiva eden bir ta'zir cezasının uygulanmasından yanadırlar. Muhammed b. Hasan es-Şeybânî, suçu­nu bizzat ikrar etmesi veya suçluluğu­nun sübut bulması halinde devlet baş­kanı tarafından fizikî cezaya çarptırılma­sı gerektiğini söylemektedir. Bazı Mâli-kîler de suçluluğunun sabit olması du­rumunda fiziki baskı, hapis ve sürgünü ihtiva eden bir ta'zir cezası uygulanma­sı görüşündedirler. İmam Şâfıî ise daha çok suçlunun kimliği üzerinde durmak­tadır. Ona göre müslümanların ileri ge­lenlerinden güvenilir bir kişi fiilin hük­münü bilmeden bu suçu işlemişse ce­zalandırılmaz, bu vasıfları taşımayan bi­ri ise ta'zîren cezalandırılır. Sonuç ola­rak, Mâliki ve Hanbelî mezheplerine mensup bazı âlimler, bu suça uygulana­cak ta'zir cezasının sınırını geniş tutup suçlunun ölümle cezalandırılacağını söy­lerken başta Hanefi" ve Şâfiîler olmak üzere İslâm hukukçularının çoğunluğu fiziki baskı, hapis, sürgün gibi bir ceza­nın verilebileceği görüşünü benimsemiş­lerdir. Devlet başkanının, ta'zir grubuna giren cezaların takdiri konusunundaki geniş yetkisi de göz önüne alınırsa ceza­nın uygulanması sırasında duruma gö­re farklı hükümler uygulama imkânının her zaman mevcut olduğu anlaşılır.



2- Zimmî Casus. İslâm devletinin gayri müslim vatandaşı olan zimmî casusluk yapması halinde, İmam Mâlik ve tale­beleri, Ahmed b. Hanbel ve Evzârye, ay­rıca İmâmiyye ile Zeydiyye mezhepleri­ne göre zimmet akdini bozduğundan devlet başkanı tarafından Ölümle, asıla­rak teşhir edilmek veya köle statüsüne geçirilmek suretiyle cezalandırılır. Ebü Yûsuf ise sadece ölüm cezasını gerek­li görmektedir. Şâfiîler'in çoğunluğuna göre, eğer zimmet akdinde İslâm dev­letiyle İlgili sırların düşmana aktarılma­sını yasaklayan bir madde bulunmuyor­sa, bu suçun işlenmesi halinde akid bo­zulmayacağından suçlu öldürülmez. Han-belîler de bu görüşü tercih etmişlerdir. Ebû Yûsuf dışındaki Hanefîler'le bazı Şâ-fıîler'e göre, zimmet akdinde böyle bir madde bulunsun veya bulunmasın, ca­susluk suçu akdi bozmadığı gibi suçlu da öldürülmez, ancak her iki halde de fizikî ceza uygulanır.

3- Harbî-Kâfir Casus. Gayri mÜSİİm bir devletin vatandaşı olup mûste'men sta­tüsünde bulunmayan casusların Öldürül­mesi hususunda ittifak vardır. Şeybânf-ye göre bulûğa ermemiş casuslar katle-dilmeyip fey hükmü uygulanır.

4- Mûste'men Casus. İslâm Ülkesine eman'la girmek isteyen gayri müslim bir kişide ilke olarak casusluk, sabotaj, kışkırtıcılık gibi İslâm devletine zarar vermeye yönelik bir kastın bulunmama­sı şartı aranır. Eman akdinde. İslâm dev­letiyle ilgili sırları düşmana aktarması­nı ya da düşman casuslarına yardım ve yataklık etmesini yasaklayan bir madde bulunmasına rağmen casusluk suçunu işlerse öldürüleceği konusunda görüş birliği mevcuttur. Böyle bir maddenin mevcut olmaması halinde Hanbelîler. Mâlikîler ve Ebû Yûsuf, bu suçla süreli bir eman akdinin bozulacağını ileri sü­rerek yine ölüm cezasına hükmetmek­te, ancak devlet başkanının müste'men casusu köle statüsüne geçirmeyi tercih edebileceğini de söylemektedirler. Ev-zâî, emanın kaldırılıp casusun sınır dışı edilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Ayrıca Şeybânî suçluluğu kesinlik ka­zanmamış casus zanlısının sınır dışı edileceğini belirtir. Ebû Yûsuf dışındaki Hanefîler ile Şâfiîler ise eman akdinin böyle bir suçla bozulmayacağı, dolayı­sıyla suçlunun öldürülemeyeceği, ancak fizikî ceza uygulanıp hapsedileceği görüşündedirler. Sonuç olarak casusluk suçunun ta'zir grubuna girdiği ve dev­let başkanının bu konuda geniş takdir yetkisinin bulunduğu göz önüne alınırsa casusa verilecek cezanın günün şartla­rına göre belirlenme imkânının her za­man mevcut olduğu söylenebilir.

İslâm kaynaklarında, kendi devleti le­hine casusluk yapan bir müslümanın di­nî görevlerini yerine getirirken karşılaş­tığı zorluklar sırasında faydalanabilece­ği ruhsat'lara dair bilgiye rastlanma­maktadır. Bununla İlgili literatürde tes-bit edilebilen tek örnek, Medine'ye sal­dırmak üzere Urene'de taraftar topla­maya başlayan Hâlid b. Süfyân b. Nü-beyh el-Hüzeiryi öldürmekle görevlen­dirilen Abdullah b. Üneys el-Cühenrnin içtihadıdır. İslâm hukukçuları esas itiba­riyle, erkânına riayet imkânı bırakma­yan hastalık veya şiddetli savaş hali dı­şında farz namazların yürürken, kıble­den başka bir tarafa yönelerek veya ima ile edasına ruhsat vermemişlerdir. An­cak düşmanını kaçırmamak için ardın­dan takip eden Abdullah b. Üneys'in bu sırada ima ile namazını da kıldığı, Hz. Peygamber'in ise onun bu içtihadını onay­ladığı rivayet edilmektedir. Bu hususta hüküm verirken maslahat ve zaruretle ilgili genel kurallara başvurmanın zo­runlu olduğu anlaşılmaktadır.



Uhud Gazvesi'nden hemen önce Hz. Peygamber tarafından gönderilen Ali b. Ebû Tâlib kumandasındaki keşif kolu­nun, ele geçirdiği iki düşman gözcüsü­nü bilgi vermekten kaçınmaları üzerine dövmeleri, gerektiği takdirde düşman casuslarına konuşmaya zorlamak için fi­zikî baskı uygulanabileceğini göstermek­tedir. Ancak Şeybânfye göre fizikî bas­kının suçun ispatı için uygulanması ha­linde meydana gelecek bir ikrar, ikrah altında gerçekleştiğinden geçerli değil­dir.

Bibliyografya:



Buharı. "Cihâd", 141, 195, "Meğâzî", 9, 13, 46, "Tefsir", 61/1, "İsti'zân", 23, "İstitâbetü'l-mürteddîn", 9; Müslim. "Fezâilü's-şahâbe", 161; Ebû Dâvüd, "Cihâd", 98; Tirmizî. "Tefsir", 61; Beyhakî. es-Sünenü'l-kübrâ, IX, 146-151; Ebû Yûsuf. ei-Harâc, s. 189-190; Şâfıî, el-üm, IV, 118, 166 167; Vâkıdî, el-Meğazî, II, 797-799; İbn Hişâm, es-Sfre, II, 601, 614, 615-618; 111, 236-238; IV, 397, 398-399; Ebû Ubeyd, el-Emval, s. 1661; İbn Sa'd, et-Tabakât, II, 63; III, 105-106, 216-2)7, 382-383, 480,'496, 526; IV, 132-133, 199, 278-279, 280, 294, 299, 310; V, 352, 353; Belâzürî, Fütûh (Rıdvan), s. 159, 161, 162, 164; a.mlf.. Ensâb, I, 332, 337-338. 373-374, 376, 378; 111, 480, 526; IV, 299; Ta-berî. Târih (Ebü'İ-Fazl), II, 584-585; 111, 418, 604, 605-606; Kudâme b. Ca'fer. ei-Harâc (de Goeje), s. 354-355; İbn Hibbân. es-Siretun-Nebeoiyye ue ahbârü'l-hulefâ', Beyrut 1987, s. 238, 272, 300~ 324. 327, 443; Mâverdî. ei-Ahkâmü's-suitâniyye, s. 184-185; Ebû Ya'lâ. el-Ahkâmus-sultâniyye, s. 158-159; SîrâZÎ. el-Mühezzeb, II, 258; Serahsî. el-Mebsût, X, 85-86; a.mlf., Şerhu's-Siyeri'l-kebİr, Kahire 1972, V, 2040-2044; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî. Ahkâ-mü'1-Kur'ân, IV, 1782-1784; Kâsânî, Bedâ''i\ VII, 113; İbnü"l-Esîr. el-Kamii, II, 370, 404, 437, 446, 460-461, 496, 497-498; III, 9, 271. 352; İbnü't-Tıktakâ, el-Fahn, s. 270; Kurtubî. el-C&mf, V, 273; XVIII, 51 "53; Nevevî. el-Mec-mû', XIX, 340-343; a.mlf., Şerhu Müslim, XII, 125-126; XVI, 55-57; Muhibbüddin et-Taberî. er-Riyâzü'n-nazıra fi menâktbi'l-'aşere, Bey­rut 1405/1984, IV, 277, 280, 283; Mevsılî, el-İhtiyar, IV, 130; İbn Teymiyye, el-Fetâua'l-küb râ, Beyrut 1397/1978, IV, 603; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 525; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâ-dul-me'âd, II. 68, 122. 123, 127, 150, 170, 186, 190; III, 19, 215; a.mlf., Ahkâmü ehli'z zı'mmelnşr. Subhî es-Sâlih). Beyrut 1403/1983, l"l, 713-714, 800-810; a.mlf.. et-Juruku'i-hük-miyye670, Kahi­re 1372/1953, s. 266; İbnü'n-Nehhâs, Meşâ-ri'ıt'l-esuâk fimeşârt'i'l-'uşşâk671, Beyrut 1990, II, 1062, 1075-1077; Kalkaşendî, Şubhu'l-a'şâ, I, 159-162; Makrîzî, Kitâbü's-Sülak, I, 51 -52; İbn Ha-cer, Fethu't-bârİ(Sa'd], XII, 109, 164; XVI, 109-110; XVIII, 271-273; a.mlf.. el-İşâbe (Bicâvı], I, 126, 132, 247, 248, 273, 288, 297-298; II, 56; V, 316; Aynî, 'Umdetulkân, Kahire 1392/1972, XII, 71-74; İbnü'l-Hümâm, Fethu'i-kadîr, Bulak 1361, IV, 351; Hatîb eş-Şirbînî. Muğni'I-muhtâc. IV, 258. 262; Remli, Hihâyetü'I-muhtâc, Beyrut 1984, VI1İ, 81, 104; Hatebî. İnsânÜ'i-'uyûn, II, 293-294, 583, 584-585; Nizâmîilmülk, Siyâset-nâme(Bayburtlugil), s. 110; Derdîr, eş-Şerhu'l-kebir, II, 182; Desûki, Haşiye "ate'ş-Şerhi'l-kebîr, II, 182, 205; Şevkânî.' Heylü'i-eutâr, VIII, 8-11; İbn Âbidîn. Reddü7-muhtar, İli, 249, 277, 278; Âlûsî, Rûhu'l-me'ânî, XXVIII, 66; Abdürraûf Avn, el-Fennü't-harbî fîşadri'l-İslâm, Kahire 1961, s. 213-216; Mahmûd Şît Hattâb. el-Muştalahâ-tü'l-'aşkeriyye fi'I-Kur'âni'l-Kertm, Beyrut 1386/ 1966, I, 143-144; Azîmâbâdî, 'Aunü'l-ma'bûd, VII, 310-317; Abdülazîz Âmir. İslâmiyye, Kahire 1389/1969, s. 311 -313; Ettafeyyiş, Şerhu Kitâbi'n-Nii ue şifa'i't-'alıl, Beyrut 1392/1972, XVII, 664 vd.; Hamî-dullah. Hz. Peygamberin Sauaşlan, s. 227-251 ; a.mlf., et-Vesâ*iku's-siyâsiyye, Beyrut 1403/ 1983, s. 400. 403, 470; Abdülkerîm Zeydân. Ahkâmü'z-zimmiyyîn ue'i-müste^menîn fi dâ-Ti'l-İslam, Beyrut 1402/1982, s. 240-244; Se-lâhaddin el-Müneccid, en-Muzumü'd-dibiamâ-şiyye fi'l-İslâm, Beyrut 1403/1983, s. 103-106; Vehbe ez-Zühaylî, Aşârul-harb fi'l-fıkhi'l-İslâ-mî, Dımaşk 1983, s. 388-392; a.mlf., el-cAlâ-kâtü'd-deutiyye fi'l-İslâm, Beyrut 1409/1989, s. 61-64; Muhammed Râkân ed-Dağmî, et-Te-cessüs ue ahkâmühû fi'ş-şerfati'l-İsiâmiyye, Amman 1404/1984; Vefik ed-Dakdûkl, el-Cün-diyye fi'ahdi'd-devleti'l-Emeuiyye, Beyrut 1985, s. 175-178; Mustafa Zeki Terzi, Abbasiler Dö­neminde Askert Teşkilât, Ankara 1986, s. 125-126; Abdullah Münâsara. el-İstihbârâtü't-'as-keriyye fi'l-İslâm, Beyrut 1407/1987, tür.yer.; Abdülhay el-Kettânî. et-Terâtîbü'l-îdâriyye (Özel), II, 110, 121-127; Mohammad Suieman, "Espi-onage in pre-Islamic Arabia" (1988), s. 21-33; Yûsuf Ali Mahmûd Hüseyin. "'Ukubetti tecessüsi'l-müslim li-şâlihi'l-cadüv fi'ş-şeri'ati'1-İslâmiyye", Dirâsât, XV/3, Am­man 1988, s. 179-210; Reuven Amitai. "Mam-lük Espionage among Mongols and Franks", AAS, XXII (1988), s. 173-181; Mü.F, X, 162-166; M. Canard, "Djâsüs", E/2(İng), 11, 486-488.

C- Türk Devletlerinde Casusluk. Tarih boyunca çok sayıda devlet kuran ve pek çok devletle siyasî münasebetlerde bulu­nan Türkler istihbarat işine büyük önem vermişlerdir. Orta Asya Türk devletlerin­de casuslara çaşut, ihbara ise çaşutlama denirdi.

Eski siyaset bilimcileri, ülkenin ve hal­kın menfaati için casus kullanmanın ge­reği üzerinde durmuşlardır. Nizâmül-mülk, dünyanın her yerine tüccar, sey­yah, sûfî, eczacı kılığında casuslar gön­derilmesini ve bunlardan ülkelerin du­rumları hakkında haberler alınmasını, taşradaki idarecilerin padişaha muhale­fetlerine ve muhtemel isyanlarına karşı ülke içinde de casus kullanılmasını, an­cak casuslara karşı da uyanık bulunul­masını tavsiye etmiştir672. Aynı şekilde XI-XIII. yüzyıllar arasında yazılan idarî teşkilâtla ilgili eserlerde sûfı müellifler bile ülkenin se­lâmeti bakımından istihbarat işinin öne­mini belirtmişlerdir.

Müslüman Türk devletlerinden Gazne-liler'de berîd* teşkilâtı ve istihbarat iş­lerinin büyük önem kazandığı bilinmek­tedir673. Gazneliler'de casusluk özellikle Sultan Mahmûd zama­nında çok gelişmiştir. Onun casusluk fa­aliyetlerini yoğunlaştırdığı ülke ise Ka-rahanlı Devleti'ydi.

Büyük Selçuklu Devleti'nin İlk yılların­da casusluk işlerine önem verilmemiş, Dîvân-ı Berîd de kaldırılmıştır. Nizâmî-i Arûzî Selçuklu idarecilerini, saltanata mahsus âdet ve kuruluşların çoğunu, bu arada haberleşme teşkilâtını kaldır­makla itham etmektedir674. Gerçekten kaynaklarda be­lirtildiği gibi casusluktan ve casuslardan hoşlanmayan Alparslan bu teşkilâtı kal­dırmıştır675. Nİzâmülmülk, İsmâilîler'in uzun süre gizli faaliyetlerde bulunduktan sonra iyice güçlenip bir­den bire ortaya çıkmalarını haber alma teşkilâtının bulunmayışına bağlamakta­dır. Daha sonra Selçuklularda Nizâmül-mülk'ün gayretleriyle haberleşme siste­mi kurulmuş, Sultan Melikşah'la veziri özel casuslar kullanmışlardır. Sultan Sen-cer'in Edîb Sâbir adlı şairi casusluk gö­reviyle Hârizm'e gönderdiği ve onun yol­ladığı bir resim sayesinde kendisine kar­şı düzenlenen bir suikastten kurtuldu­ğu bilinmektedir.676

Büyük Selçuklu Devleti'nin uzantıları sayılan diğer Türk devletlerinde de İs­tihbarat İşine önem verilmiştir. Kirman Selçukluları hükümdarlarından Muham­med b. Arslanşah yalnız ülkesinde değil İsfahan, Horasan vb. yerlerde "sâhib-i haber" denilen casuslar bulundurmuş­tur. Hârizmşahlar'da casusluk teşkilâtı­na önem verilmiş, Haçlılar'la sürekli mü­cadele halinde bulunan Zengîler ve Ey-yûbîler zamanında da teşkilâtın gelişme­si için büyük gayretler sarfedilmiştir. Ca­susluğun, hükümdarların bu işe önem verip vermeyişine göre gelişip zayıfladığı anlaşılmaktadır.

Anadolu Selçuklularında berîd teşki­lâtı mevcut olmamakla birlikte istihba­rat işlerinin artarak önem kazandığı bi linmektedir. Esasen daha Büyük Selçuk-lular'dan itibaren Arapça berîdin yerine Törkçe ulak kelimesinin kullanılmaya başlandığı görülmektedir. Selçuklular, önceleri Bizans İmparatorluğunun ca­susları ve İran'daki Bâtınî zümrelerin giz­li fedaileriyle677 uğraşırken XI. yüz­yıldan İtibaren bunlara Moğol casusları da katılmıştır. Anadolu Selçukluları Özel­likle Moğol casuslarına karşı Bizans'a yaklaşma ve bu devletle siyasî münase­bet kurma yollarını aramışlardır. XII ve XIII. yüzyıllarda Anadolu Selçukluları'nın Bizans İmparatorluğu ile kurduğu ilişki­ler, görünüşte resmî elçi, gerçekte ise casus olan görevlilerle olmuştur. Selçuk-lular'ın gelişmesini ve Batı'ya yayılması­nı istemeyen Moğol hükümdarları daha ziyade Bâtınî casuslar kullanmışlardır. II. Gıyâseddin Keyhusrev zamanında Ana­dolu'da Baba İshak-ı Horasânî adlı Türk­men şeyhinin başlattığı Babaîler ayak­lanmasının amacı sadece dinî değildi; Moğollar'm Anadolu'yu ele geçirmeleri­ne yönelik önceden tasarlanmış planlı bir hareketti. Babaf müridleri arasına giren Moğol casusları Selçuklu ordusu­nun basan kazanmasını güçleştiriyordu. Nitekim o yıllarda Moğol ordusu Köse-dağ'da Selçuklular"! yenmiş ve bu dev­lete son vermiştir (1243).

İlhanlılar zamanında, Hasan Sabbâh'ın yolundan giderek casusluğu Bâtınîliği yayma faaliyeti için kullanan dervişlerin çalışmaları önlenmiştir. Hülâgû Han'ın kumandası altındaki Moğol ordusu, Haş-haşî casuslarının yuvalandığı Alamut Ka-lesi'ni almış ve gizli faaliyetlerde bulu­nan Bâtnîler'i ortadan kaldırmıştır.

Moğollar daha sonra Anadolu birliğini kuran, Trakya'yı alarak Balkanlar'a ya­yılan Osmanlılar zamanında da faaliyet­lerini sürdürmüşlerdir. XIV. yüzyıl son­larında Anadolu'da yine Bâtınî düşünce­leri benimseyen gizli bir akım yayılma­ya başladı. Horasan taraflarından gelen ve kendilerine derviş süsü veren Bâtı-nîler Cengiz Han'ın haleflerince himaye edilmiş, Osmanlı, Altın Orda, Türkistan ve İran ülkelerine gönderilmiştir.

Timur devrinde, komşu ülkelerde ve halk arasında dolaşarak haber toplayan derviş, tüccar, müneccim, asker, sanat­kâr, pehlivan kılığında casuslar kullanıl­dığı bilinmektedir. Bizzat Timur tara­fından görevlendirilen bu kişiler genel­likle iki koldan faaliyet gösteriyorlardı. Bunlardan biri, Osmanlı idaresindeki Anadolu beyliklerini Osmanlılar'a karşı ayaklandırmak, diğeri ise Moğol hâki­miyeti altında bulunan yerlerde yaşa­yan Bâtınîler'i Sünnîler arasına sokarak inanç karışıklığı çıkarmak, özellikle Ale-vîler'i Anadolu'nun doğusundan başla­yarak Güneydoğu'ya ve Orta Anadolu'ya doğru ilerletmekti. Timur kısa sürede muvaffak olmuş, Yıldırım Bayezid za­manında hemen hemen siyasî birliği ku­rulmuş olan Anadolu'yu Ankara Savaşı'n-dan sonra parçalamayı başarmıştır. Ti­mur'un Ankara Savaşı'nı kazanmasında casusların büyük rolü olmuştur.

Osmanlılar zamanında, çoğu Nizâmül-mülk'ün Siyâsetnâme' sin in etkisinde kalınarak yazılmış nasihatnâme ve siyâ­setnâme türündeki eserlerde casus kul­lanmanın önemi ısrarla vurgulanmıştır. Bu eserlerde ülke içinde olduğu gibi dış düşmanlara karşı da casus kullanılması öğütlenmiş, düşmanın durumunu bilme­nin önemi ve ülkenin ancak bu sayede ayakta kalabileceği belirtilmiştir. Gerçek­ten Osmanlı Devleti'nin gerilemesinde, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren istihba­rata gereken önemin verilmeyişinin bü­yük rolü olduğu bilinmektedir. Nitekim dönemin siyaset bilimcileri de bu hususa dikkat çekmişlerdir.678

Osmanlılar'da muhbirlik ve "nakl-i ke­lâm" pek hoş karşılanmamakla birlikte istihbarat, daha kuruluş yıllarından iti­baren üzerinde önemle durulan bir ko­nu olmuştur. Timur darbesinden sonra XV. yüzyılın ilk çeyreğinde tekrar topar­lanan Osmanlılar dışarıda ve içeride ca­susluk faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Dışarıdaki faaliyetler genellikle, başta Bizans İmparatorluğu olmak üzere Ma­caristan Krallığı'na, Venedik Cumhuri-yeti'ne ve papalığa karşı olmuştur. Os­manlılar Anadolu birliğini sağlamak için beyliklere ve özellikle Karamanoğulları'-na karşı da casus kullanmışlardır. Hıris­tiyan dünyasıyla ilgili olarak daha ziya­de yahudilerden ve özel olarak yetişti­rilmiş hıristiyan casuslardan faydalanıl-mıştır. Genellikle İtalya'da ve Avusturya'­da faaliyet gösteren bu casuslara mar-tolos* denirdi. Bir rivayete göre marto-loslar daha Osman Gazi ve Orhan Gazi zamanlarında casus ve haberci olarak kullanılmıştır679. İtal­ya'da görevli martoloslann sadece ya­hudilerden olmasına özen gösterilir, böy­lece yahudilerin Hıristiyanlığa karcı Mu­sevîlik gayretlerinden de istifade edilir­di. Özel eğitimden geçirilen hıristiyan martoloslar ise genellikle Macaristan ve Avusturya'da faaliyet gösterirlerdi. II. Murad, II. Kosova Savaşı öncesinde Do­ğan adlı bir martolostan düşmanın durumu hakkında bilgi edinmiştir680. Fâtih devrinde Macaris­tan'a yapılan akınlar sırasında görünüş­te hıristiyan, gerçekte ise müslüman olan kırk martolosun kullanıldığı bilin­mektedir681. XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren mar­toloslar Anadolu'da özellikle Uzun Ha-san'a karşı gerçekleştirilen seferlerde de faaliyet göstermişlerdir682 Martoloslar dikkat çek­memek için bulundukları ülkenin gele­neklerine uygun olarak yaşarlar ve mut­laka bir işle meşgul olurlardı. Osmanlı­lar voynuk'lan da muhbir olarak kullan­mışlardır.683

Askerî amaçlı istihbaratta Osmanlı­lar, daha önceki Türk devletlerinde ol­duğu gibi dil denilen düşman esirlerin­den de istifade etmişlerdir. Savaşlarda diri olarak elde edilen ve kendilerinden orduları ve ülkeleri hakkında bilgi edini­len diller684. genel­likle düşman topraklarına giren akıncı­lar ve bunlarla birlikte akına çıkan mar­toloslar, bazan da timarlı sipahiler tara­fından yakalanırdı.685 Akın­cılara bu diller kılavuzluk yaparlardı. An­cak dillerin bazan ülkeleri lehine çalış­tıkları, sefer güzergâhını saptırarak Türkler'i tuzağa düşürdükleri de olmuş­tur. Büyük seferler için mutlaka casus­ların vereceği bilgilere ihtiyaç duyulur­du. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman'ın Sigetvar seferinde (1566) Osmanlı ordu­suna, Macar kalelerinde uzun süre hiz­mette bulunmuş Mezorich Mortan adlı bir Boşnak kılavuzluk etmiştir.

Yükseliş döneminde Osmanlılar kendi ülkelerine kırgın bazı Batılılar'dan da ca­sus olarak faydalanmışlardır. Fâtih Sul­tan Mehmed'in. sarayına getirttiği İtal­yan sanatçılardan ülkeleri hakkında bil­gi edindiği bilinmektedir686. Buna karşılık yine Fâtih zama­nında çeşitli yerlerden bilgin, sanatkâr, hekim kisvesinde gelen casusların ülke­leri lehine faaliyet gösterdiği de kayde­dilmektedir. Gerçekten hemen tamamı yabancı olan saray hekimleri, Batılılar için her zaman kullanılan ideal muhbir­ler olmuşlardır. Fâtih'in şüpheli ölümü­ne adı karışan Yâkub Paşa'dan. Lord Byron'ın hekimi olup daha sonra Osman­lı sarayına yerleşen İngiliz Millingen'e ve casuslara dair bir kitap yazan Mavroya-ni Paşa'ya kadar saray hekimleri genel­likle Osmanlılar aleyhine casusluk yap­mışlardır687. Elçilikler de yine Batılılar'ın kullandığı âdeta resmî birer casusluk teşkilâtıydı688. Erken devirlerden itibaren bundan en çok Venedikliler faydalanmışlardır. Da­ha XV. yüzyılda bu devletin İstanbul'da balyos adı altında daimî elçi bulundur­duğu bilinmektedir.

İstanbul'un fethinden sonra Osmanlı-lar'ın Anadolu'da ve Avrupa'da güçlenip yayılmaları, Batı'da biri papalık, diğeri krallarca yürütülen iki büyük casusluk teşkilâtının gelişmesine yol açmıştır. Ka­tolik hıristiyan dünyasının temsilcisi olan papa, Türkler'e karşı bütün Avrupalılar'ı birliğe çağırırken kullandığı casuslar ara­cılığı ile bütün kiliseleri ve kralları Os­manlı Türkleri aleyhine karşı kışkırtmış­tır. Merkezi İstanbul'da bulunan Or­todoks Patrikliği de papanın münase­bet kurduğu bir müesseseydi. Hıristi­yan dünyasını bölmek için Fâtih tarafın­dan ihya edilip himaye gören Ortodoks kilisesi daha sonraki dönemlerde Türk­ler aleyhine Vatikan'la is birliği yapmış­tır.

XV. yüzyılda casusluk faaliyetlerinin en büyüklerinden birine, önce Rodos şö­valyelerine sığınan, daha sonra İtalya'­ya geçen ve papanın eline düşen Cem Sultan sebep olmuştur. Bu olay yıllarca Roma-Venedik ve İstanbul arasında giz­li casusluk ve çıkar oyunlarına yol aç­mıştır.

Doğuda bir devlet teşkilâtı olarak ca­susluk, XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde Sa-fevî Devleti zamanında İran'da yeniden ortaya çıkmıştır. Bu teşkilâtın amacı Sün­nî Osmanlı Devleti'ni yıkmak, Şiîliği İs­lâm dünyasına hâkim kılmak ve bütün İslâm ülkelerini ele geçirmekti. Osmanlı kaynaklarında Rafızî, kızılbaş veya Ale­vî adlarıyla anılan Şiî Safevîler, 5ah İs­mail'in başa geçmesiyle İran'da idareyi ele aldıktan sonra özellikle Doğu Ana­dolu'da faaliyet göstermişlerdir. Sah İs-mâilkısa sürede burada manevî bir nü­fuz kazanmayı başarmıştır. Bunda kul­landığı propagandistlerin etkin rolü ol­duğu kesindir. Aslında birer casus olan Şiî dâîler yalnız tekkelerde ve halk ara­sında değil kendilerini Bektaşîliğe nis-bet eden yeniçeriler arasında da faali­yet göstermişlerdir. Dede. baba, halife, sultan, şeyh, pîr gibi sıfatlarla anılan Şiî propagandacısı casuslar, II. Bayezid za­manında sarayda bile saygı görmüş ve taraftar bulmuşlardır. "Hatâî" mahlasıy-la Türkçe şiirler yazan Şah İsmail bu sa­yede kısa sürede Osmanlı Devleti'nin bü­tünlüğünü sarsacak bir güce ulaşmıştır. Bu hükümdar daha da ileri giderek casusları vasıtasıyla Doğu seferi sırasında Yavuz Sultan Selimi öldürtmek istemiş, ancak başarılı olamamıştır.689

Osmanlı padişahları içinde gerek ülke dahilinde gerekse ülke dışında casus­luktan en çok faydalanan hükümdarlar­dan biri Yavuz Sultan Selim'dir. Daha şehzadeliği zamanında İstanbul'da olup bitenlerden, bu arada babası II. Baye-zid'in büyük oğlu Şehzade Ahmed'i ve­liaht yapma niyetinden haberdar olan Yavuz Selim, Şah İsmail'in Anadolu'daki bölücü faaliyetlerinin ne dereceye ulaş­tığını da biliyordu. Padişah olduktan son­ra Şah İsmail'i Çaldıran'da yenerek Ana­dolu'daki gizli kızılbaş faaliyetlerine ge­çici de olsa son vermiştir.

Kanunî Sultan Süleyman zamanında Özellikle Batı'daki casusluk faaliyetleri­ne önem verilmiştir. Bu hükümdar se­fere çıkmadan önce martoloslardan bil­gi alır, Avrupa devletlerinin durumlarını, askerî güçlerini, savaş teknik ve kabi­liyetlerini öğrenir, kendi ordularını da ona göre teçhiz ederdi. Kanunî marto-loşları barış zamanlarında da sürekli muhbirlik işlerinde kullanmış, böylece martolos teşkilâtına ayrı bir nitelik ka­zandırmıştır. Bu dönemde martolosla-rın bir görevi de düşman devletlerin hal­kı arasına karışarak Türkler'in gücünü, askeri üstünlüğünü anlatmak suretiyle morallerini bozmak ve devletlerine olan güvenlerini sarsmaktı. XVI. yüzyılda Os­manlılar Batı'da kral saraylarında özel­likle Slav ve Hırvat sınırlarında papaz­ları ve asilzadeleri de casus olarak kul­lanmışlardır. Kaptanıderyâ Küçük Ali Pa-şa'nın kardeşliği Sicilyalı Mehmed Ağa, Titus Moldariensis Clericus adıyla kırk yıla yakın Osmanlı himayesindeki Fran­sa kralının sarayında Osmanlı casusu ola­rak görev yapmıştır. Mehmed Ağa Av­rupa devletleri ve özellikle Osmanlı Dev­leti'nin Batı'daki en büyük rakibi olan Avusturya hakkında da İstanbul'a mun­tazaman bilgiler göndermiştir. Öte yan­dan Türkler'in fethettikleri yerler halkı­na hoşgörülü davranmaları, yüzyıllarca oralarda tutunabilmelerinin en büyük sebebi olmuş, hatta bu yerler halkı çok defa Türkler lehine muhbirlik bile yap­mışlardır. Kanunî zamanında batıda Boğ-dan, Mohaç, Bosna, doğuda Erzurum. Van, Lahsa bey ve beylerbeylerine gön­derilen fermanlarda düşmanı gözetle­meleri istenirken690 ülke içindeki haber alma teşkilâtı da ge­liştirilmiştir.

XVII. yüzyıl başlarından itibaren git­tikçe güçlenen ve Osmanlı tebaası Orto-dokslar'ın koruyuculuğunu üstlenerek gayri müslimleri Osmanlı Devleti aleyhi­ne karşı sürekli kışkırtan Rus Çarlığfna karşı da bir casusluk teşkilâtı kurulmuş­tur. Bu teşkilâta özellikle Tatarlar alın­mıştır. Ulak adıyla anılan bu haberciler karavul denilen menzillerde gözcülük ya­parlar ve aldıkları bilgileri süratle mer­keze ulaştırırlardı. Casus ulaklar özellik­le Balkanlar'da, Rus ve İran sınırlarında kullanılmıştır. IV. Murad zamanı, Osman­lı tarihinde casusluk faaliyetlerinin yo­ğun olduğu dönemlerdendir. Bu hüküm­darın çocuk yaşta tahta çıkması sebe­biyle devlet idaresi Kösem Sultan'ın eli­ne geçmiş, gevşek idare yüzünden Sa-fevî Devleti doğuda casusluk faaliyetle­rini arttırmış ve Anadolu Alevîleri'ni mer­kezî hükümete karşı isyana teşvik etmiş­tir. Sultan Murad 1632'de idareyi eline aldıktan sonra merkezde ve taşrada du­rumu düzeltmeye çalışmış, İran şahının propagandacı olan casusların birçoğu­nu öldürtmüş, bu arada Fener Rum Or­todoks Patrikhânesi'nin devlet aleyhi­ne faaliyetlerini arttırması üzerine pat­riği astırmıştır. XVII. yüzyılda Köprülü ailesinden ıslahatçı vezirler de içeride ve dışarıda çok sayıda casus kullanmış­lardır.

XVII. yüzyılda Osmanlı Devleti'ne ter­cüman, hekim, elçi olarak gelen, saraya giren ve padişahla yakın ilişki kuran Er­meni, yahudi, Rum gibi gayri müslimler-den başka Arap. Gürcü, Tatar, Arnavut ve Boşnak gibi müslüman unsurların içinden de casus çıktığı, hatta bunların II. Viyana Kuşatması'nda devlete karşı yıkıcı faaliyetlerde bulundukları bilinmek­tedir. Bunların en önemlisi, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile Tatarlar arasında cereyan eden olaydır. Kırım Tatarları arasına karışan düşman casusları. Mus­tafa Paşa'nın zaferden sonra yağmaya izin vermeyeceği şayiasını yayarak onla­rın savaşma şevklerini kırmışlardı.

XVIII. yüzyılda Osmanlılar düşmanları hakkında daha ziyade gemi reislerin­den bilgi edinmişler ve Batılı devletler nezdinde daimî elçi bulundurmamanın cezasını çok ağır ödemişlerdir. Halbuki İstanbul yüzyıllardan beri çeşitli sefirle­rin ticarî ve askerî uzmanlarının âdeta bir mücadele alanı olmuştu. Bu müca­deleler bir süre sonra Şark meselesini doğurmuştur. XVIII. yüzyılda Fransa'dan getirtilen Baron de Tott ile XIX. yüzyıl­da Almanya'dan çağırılan Helmut von Moltke, hem askerî uzman hem de si­yasî diplomat olarak faaliyet göstermişlerdir. Bunlar bir yandan Osmanlı ordu­sunun ıslahı için gayret gösterirken bir yandan da bu hizmetlerini kendi ülkele­rinin çıkarları için kullanmışlardır. Baron de Tott Türkler'e karşı tutumunu hâtı­ralarında açıkça ifade etmiştir. I. Mahmud zamanında Avusturya'dan kaçarak Osmanlı Devleti'ne sığınan Fransız asıllı Comte de Bonneval'in (Humbaracı Ahmed Paşa) durumu da şüphelidir. Osmanlılar'ı sürekli olarak Avusturya'ya karşı sava­şa kışkırtan Comte de Bonneval'in hü­kümete sunduğu her raporun bir nüs­hasının Fransa'ya gönderilmesi, hayatı­nın sonlarına doğru kendisinin de ülke­sine dönmenin yollarını araması, hakkın­daki casusluk şüphelerini kuvvetlendir­mektedir.

I. Abdülhamid ve III. Selim dönemle­rinde casusluk ve karşı casusluk faali­yetleri artmış, muhbirlik bir devlet kuruluşu haline getirilmiş, doğrudan dev­letten maaş alan casuslar kullanılmış­tır. Casusluk önceleri hemen sadece Rum ve Ermeni gibi gayri müslimlere mün­hasırken bu dönemde Türkler'den de ca­sus yetiştirilmiştir. Halet Efendi'nin ıs­rarıyla tercüman olan Kostaki'nin ca­susluğu ortaya çıkınca idam edilmiştir. Onun yerine Dîvân-ı Hümâyun tercüman­lığına Fenerli Rum ailesinden İstavraki Efendi getirilmişse de gizli belgeler bu­na değil Rum asıllı müslüman Yahya Efendi'ye tercüme ettirilmiş, Yahya Efen­di Babıâli'deki Tercüme Odası'nda ya­bancı dil öğrenmek isteyen gençlere Fransızca öğretmekle de görevlendiril­miştir691. Daha sonra ise divan tercümanlıklarına müslümanlar ge­tirilmiştir.692

III. Selim zamanında Avrupa'nın önem­li merkezlerinde daimî ikamet elçilikle­rinin kurulmasıyla Osmanlı İstihbaratın­da büyük bir adım atılmıştır. Zira elçile­rin gizli görevi, bulundukları ülke hak­kında hükümete raporlar sunmaktı. An­cak bu elçilerin yabancı dil bilmemeleri, onlan çoğu casus olan Rum tercüman­ların yardımına muhtaç bırakmıştır693. XIX. yüzyılda casusluk faali­yetleri öyle artmıştır ki Kabakçı Musta­fa önderliğindeki isyanda âsiler bile öl­dürecekleri devlet ricalini ele geçirmek için casus kullanmışlardır694. II. Mahmud zamanında Mısır Valisi Mehmed Ali Pa­şa da Osmanlılar'a karşı casusluk faaliyetlerinde bulunmuştur.695

Osmanlı gizli polis teşkilâtı, yabancı ajanların faaliyetlerinin yoğunlaştığı XIX. yüzyıl ortalarında, İngiliz elçisi Statford Canning'in Mustafa Reşid Paşa'ya telki­niyle kurulmuş ve teşkilâtın başına Civi-nis Efendi getirilmiştir. Sultan Abdül-mecid zamanında kurulan bu ilk polis teşkilâtı yine bu padişah zamanında ka­patılmış, fakat 1863'te yeniden açılmış­tır. Bu defa başına Ermeni asıllı biri ge­tirilmiş ve o da zararlı faaliyetlerde bu­lunmuştur.

II. Abdülhamid devrinde Osmanlı istih­barat teşkilâtı geliştirilmiş ve modern­leştirilmiştir. Yine bu dönemde Midhat Paşa Tuna valiliği sırasında burada özel­likle Bulgarlara karşı örnek bir gizli po­lis teşkilâtı kurmuştur. Makedonya'da ki ayaklanmalar ve gizli teşkilât için Ayna-roz'a Boşnak Hasib adlı bir ajan yerleş­tirilmiş, bundan çeşitli ihbarlar alınmış­tır. II. Abdülhamid'in özel casusları ha­fiyelerdi. Bu hükümdar zamanında kar­şı faaliyette bulunan çoğu gayri müslim casuslar da vardı. Bunlardan yahudi asıl­lı Emanuel Karasu, 11. Abdülhamid'e kar­şı kurulan casusluk teşkilâtının başına getirilmiş, padişahın tahttan indirilmesi için çalışmış ve sonunda bunu başar­mıştır. II. Abdülhamid'i tahttan indiren İttihat ve Terakkî Cemiyeti'nin iktidan zamanında kurulan Teşkîlât-ı Mahsûsa ise gerçek mânada çağdaş bir casusluk teşkilâtıydı.

Devlet aleyhine faaliyet gösterenlerin cezası her devirde ağır olmuştur. Nite­kim İstanbul'un fethi sırasında Bizans lehine casusluk yapmakla itham edilen Vezîriâzam Çandarlı Halil Paşa XV. yüz­yıl ortalarında, yine casuslukla itham edilen Yorgaki adlı zimmî ise XVII. yüz­yıl sonlarında ölümle cezalandırılmıştır.696



Bibliyografya:



BA. MD, nr. 3, s. 49, 186. 384, 388, 435, 451, 509, 528; nr. 14, s. 960; TSMA, nr. E 866/5. 2434, 5116, 5801/3, 7252, 7662; Nigâr Ana-farta, Osman/i İmparatorluğu ile Lehistan Ara­sındaki Münasebetlerle İlgili Tarihi Belgeler, İstanbul, ts., tür.yer.; Nizâmülmülk, Siyâsetnâ-me (Bayburtlugil). s. 110-126, 320; Beyhaki. Târih697. Tahran 1309, I, 27, 386; Nizamî-i Arûzî, Çehâr Makale698, GMS, London 1910, XI, 24; Bündârî, Zübdetü'n-Nuşra, s. 67; Gazavatnâme-i Sul­tan Murad b. Mehemmed Hân699, Ankara 1978, s. 3, 4, 5, 9; Devletşah. Tezkire700, İstan­bul 1977, I, 136-137; Âşıkpaşazâde, Târih, s. 134; Neşri. Cihannümâ (Taeschner). I, 25, 51, 174; Hadîdî. Teuârîh-î Âl-İ Osman: 1299-1523701, İstanbul 1991, tür.yer.; Lutfî Paşa, Âsafnâme702, s. 249; Alî. Meuâidü'n-nefâis ft kavâidi'l-mecâlis, İstanbul 1956, s. 37 vd.; Selânikî. Tâ­rih (İpşirli), I, 13, 22; II, 645, ayrıca bk. İndeks; Celâlzâde Mustafa Çelebi. Seiimnâme703, Ankara 1990, s. 367; KitAbü Mesâlihli-müslimîn ve menâ-ful-mü'minîn704, Ankara 1980, s. 59, 99; Koçi Bey. Risale (Aksüt), s. 25, 66; Solakzâde. Târih, s. 361; Defterdar San Meh­med Paşa. Zübde-İ Vekâyiât705, İÜ Ed.Fak.. Tarih Seminer Kitaplığı, nr. 3276, s. 430; a.mlf.. Ne-sâyihül-vüzerâ ue'l-ümerâ: Devlet Adamları­na Öğütler706, Anka­ra 1969, s. 43, 79; L'Espion turc ehez /es prin-ces ehretiens, La Haye 1734, tür.yer.; Baron de Tott. Türkler ue Tatarlara Dâir Hâtıralar707, İstanbul, ts708, tür.yer.; III. Selim'in Haline Dair Risale, Millet Ktp., Ali Emîrî. Tarih, nr. 333, vr. 9ab; Şânîzâde. TSrih, IV, 33; Atâ Bey. Târih, III, 132-134; Cevdet, Târih, V, 63-64; XI, 166; XII, 179; Hüseyin Namık Orkun. Türk İs­tilası Devrinde Macaristan'da ue Avusturya'­da Casuslar, Ankara 1939; Uzunçarşıh. Mer­kez Bahriye, s. 72; Franz Babinger, Mahomet II. Le Conquerant et Son Temps, Paris 1954, s. 609-612; Orhan Kologlu. Le Turc dans ta Pres­se Française, Beyrouth 1971, s. 106-107; Ni-zamettin Nazif Tepedelenlioğlu. Sultan II. Ab­dülhamid ve Osmanlı İmparatorluğunda Ko­mitacılar, İstanbul 1964, s. 45 vd.; Ercümend Kuran, Avrupa'da Osmanlı İkamet Elçilikleri­nin Kuruluşu ve İlk Elçilerin Siyasî Faaliyet­leri 1793-1821, Ankara 1968, s. 9-12, 64-65; Başlangıçtan Bugüne Kadar Dünya Casusluk Tarihi (Artel Yayınları), İstanbul 1974, s. 3-17; İsmet Miroğlu, XVI. Yüzyılda Bayburt Sancağı, İstanbul 1975, s. 149; Korkmaz Alemdar, Tür­kiye'de Çağdaş Haberleşmenin Tarihsel Kö­kenleri, Ankara 1981, s. 51 vd.; Mim Kemâl Öke, İngiliz Casusu Prof. Arminius Vambery'-nin Gizli Raporlarında II. Abdülhamid ue Dö­nemi, İstanbul 1983, tür.yer.; Yavuz Ercan, Os­manlı İmparatorluğunda Bulgarlar ue Voy-nuklar, Ankara 1986, s. 75, 96; İsmail Aka. Ti­mur ve Devleti, Ankara 1991, s. 111; Robert Anhegger, "Martoloslar Hakkında", TM, VII-Vill/1 (1944), s. 282-300; a.mlf., "Muâlî'nin Hünkarnâmesi", 70, sy. 1 (1950), s. 150-151, 156, 285; a.mlf., "Martolos", İA, VII, 341-342; Yusuf Halaçoğlu. "Osmanlı İmparatorluğunda Menzil Teşkilâtı Hakkında Bazı Mülahaza­lar", Osm.Ar., II (19801, s. 130; V. L. Menage, "The Mission of an Ottoman Secret in France in 1486", JRAS (1965), s. 112-132; Cengiz Or-tionlu, "Osmanlı Devletinde Tercümanlık", Atatürk Konferansları (1971-1972), Ankara 1972, V, 17-18; a.mlf., "Tercüman", İA, Xll/1, s. 178 vd.; Taner Timur, "Mavroyani Paşa An­latıyor; Osmanlı Gizli Polis Örgütü Nasü Ku­ruldu?", 7T, 1/6 (1984), s. 414-419; Fuad Köp­rülü, "Berid", İA, II, 544 vd.; M. Canard. "Diâ-cüs", EF (Fr), II, 499-500; Mahmut Şakiroğlu, "Balyos", DİA, V, 45, 46; İbrahim Harekât. "Berîd", a.e., V, 499, 500.


Yüklə 1,17 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin