|
|
səhifə | 16/53 | tarix | 22.12.2017 | ölçüsü | 3,49 Mb. | | #35622 | növü | Yazı |
|
Selanik ve Balkanlar yolu ile Almanları güneyden sarmak mı, yoksa
Stalin'in ısrarına uyarak doğrudan doğruya İngiliz kanalı üzerinden
çıkarma yapmak mı konusundaki mücadelelerden de haberdar olduk. Nihayet
İnönü Menemencioğlu ve Açıkalanla Churchill ve Roosevelt'in Kahire
görüşmelerinin teferruatını da aynı yolla öğrendik. Türk hükümeti Moskova
ve Tahran'da görüşüldüğü şekilde harbe katılarak bir satranç taşı gibi
oynatılmak istemiyordu. Yapılacak işlerden , nihai zaferden haberdar
edilmedikçe Türkiye'deki deniz ve hava üslerinden faydalanılmasının
mümkün olamayacağını Türk hükümet adamları açık bir şekilde ifade
ediyorlardı.
Türkleri en fazla düşündüren nokta, Stalin'in ' Türkiye tarafsızlığını
bıraktığı takdirde, biz de Bulgaristan'a harp ilen edeceğiz' demiş
olmasıydı. Bu beyanat Boğazların Sovyet tahakkümü altına girmesi
tehlikesini ortaya koyuyardu ki benim de öteden beri endişelendiğim şey bu
idi. Gene Çiçero'nun getiridği haberlerden., Sofya'nın bombalanacağını
öğrendik. Ama Berlin Bulgarları haberdar edecek yerde, sırf yapılan
istihbaratın doğruluğunu kontrol maksadıyla hiç sesini çıkarmadı. Böylece
istihbarat kaynağımızın doğru çalıştığı meydana çıktı. Ama Bulgar başkenti
de harabe haline geldi.
Sonuçta İngiliz gizli servisi bu sızıntıyı ortaya çıkarmak için Ankara'ya
bir adam gönderdi. Böylece bu önemli kaynak da kurumuş oldu. Teessüfe
şayandır ki Hitler bütün bu olanaklardan faydalanmasını bilememiş, yanlış
bir yol tutmuştu. Talihinin iyi gitmesi sayesinde Rusları Vistül nehrine
kadar sürmüş, İtalya'da Alplere kadar hakim olmuşken, Balkanlara dost
elini uzatıp bütün müdafasını Fransa ve memleketi üzerinde kursaydı, sulhü
kurtaracak kadar kuvveti kalabilir, Rusların da 1937 deki hudutlarından
ileriye geçmesine engel olurdu. Ne yazık ki tuttuğu yolun sonu çıkmadı.
Sonradan gösterilen Çiçero filminin konusu olayla ilgili belgelere
dayanılarak hazırlanmamıştı. Film hazırlanırken araya mutlaka bir aşk
macerası atmak gerektiği için beni güzel bir Polonyalı kontesle flört
ettirmelerine pek içerlemedim ama, Ankara'ya hiç bir gestapo mensubu
gelmediği halde, bir çok üniformalıların işe karıştırılması , bir de sözde
Ribbentroop'un bana yazdığı mektuplar beni fazlasıyla sıktı.Sir Hughe'nin
oda hizmetkarının iyi sonucu da bir Hollywood uydurmasıdır. Fox film
şirketi Ankara'ya gelip sefarethanede çekim yapmak istediği zaman , durumu
bozulmuş ve işsiz kalmış olan Çiçero, şirkete başvurarak filmdeki rolünü
bizzat oynamak istemişti. Ama hakiki hayatta yaptığı işleri, aktör olarak
pek iyi becerememiş olacak ki, şirket bu teklifi kabul etmedi. Fakat
paranın yüzü tatlı olduğu için daha sonra Almanya'daki bir resimli
mecmuanın teklif ettiği yüksek para karşılığında, Çiçero bütün bu işin
İngiliz gizli servisinin bir oyunu olduğunu itiraf etmiş diye duyduk."
TARİHİ GERÇEK: ÇİÇERO ASLINDA MAH'A ÇALIŞIYORDU
Evet Von Papen'in anlattıklarından epeyce bir istihbari ders çıkarmak
mümkün olse gerek. Hele savaş yıllarındaki istihbarat çılışmaları
konusunda anlatılanlarda çok şey bulunuyor. Papen'in de belirttiği gibi
Çiçeron'un kim olduğu ve kimlerle çalıştığı konusunda şüpheler çoktur.
Ancak savaş sonrasında Bazna, Ankara, İstanbul ve Almanya arasında gidip
gelmiştir. Derdi yoksulluğunu gidermek ve Almanların kendisine attığı
sahte para kazığını temizlemektir. Bu para bulma çabaları sırasında Çiçero
olayıyla ilgili olarak ünlü Amerikalı yönetmen Joseph Mankiewitz de Beş
Parmak adlı bir filmin çekimi için Ankara'ya gelir. Bazna zor durumdadır.
Rejisöre adeta bir sülük gibi yapışır. Para koparmaya çalışır.
Kurtulamayacağını anlayan Mankiewitz bir gün Bazna tarafından Ankara Palas
da sıkıştırılınca, bir Amerikalı gazeteci aracılığıyla polisi arayıp
Bazna'yı ihbar eder. Olay yerine gelen polisler Bazna'yı önce tutuklasalar
da, sonra gösterdiği kimliği okuyunca serbest bırakırlar. Bazna, kimliğine
göre Ankara Emniyetinde Tercüman olarak çalışmaktadır.
Evet Bazna aslında Türk gizli servisi MAH hesabına da çalışan bir çok
taraflı ajandır, ispiyoncudur. Bazna'nın verdiği bilgiler Almanlara MAH'ın
kontrolünden geçtikten sonra ulaşmaktadır. Bazna'nın ipleri Türk
istihbarat servisinin elindedir.
Bu konuda SS Generali Schellen de anılarında Bazna'nın arkasında Türk
gizli servisinin bulunabileceği kuşkusunu dile getirmiştir. Çünkü
Bazna'nın getirdiği bazı belgelerin fotoğraflarında parmak izlerine
rastlanmıştır. Alman gizli servisi incelemelerinde Bazna'nın belgelerden
tek başına bu fotoğrafları çekemeyeceğini anlamış, ancak kiminle
işbirliği yaptığını o dönemde ortaya çıkartamamıştır.
Casusluğun karmaşık ve güven duygusundan yoksun yapısı, bilginin sadece
alınmakla kalmayıp iyi ve zamanında değerlendirilmesi gibi ilkeler,
Almanya'nın bu olayda yanlış değerlendirmeler yapmasının nedeni olmuştur.
Gizli servislerdeki iç çekişmeler, yalanlar, sahtecilikle geçimini
sağlayan insanlar, bu dünyanın görünmez ama etkili yüzü olmuşlardır.
Hitler kontrolü elden kaçırdıkça zayıflamış ve bunları düşünemiştir. Von
Papen'in dediği gibi o iyi haberlerin adamıdır artık. Oysa casusuluk
olayında sezgi iyi bir şeydir, ama ondan önce istihbarat kuralları gelir.
Hitler önceleri sezgileriyle durumu idare eder, ama kuralları unutunca
Almanya tarihindeki en büyük yenilgisini ve acıyı tadar. Ona savaşı
kaybettiren karşısındaki gizli servislerin iyi çalışmaları kadar,
kendisinin ve gizli servisinin zaaflarıdır .
Türkiye'de bu zaaflardan elinden geldiğince yararlanmaya çaba
göstermiştir. Bu konuda bir yazılı belgeye ulaşamamıza karşın MİT
yetkilileri araştırmamız sırasında, Çiçero'nun Türk gizli servisinin
kontrolünde olduğunu belirttiler. Bu konuda Alman kaynaklardaki şüpheler
de bu iddayı doğrular nitelekte gözükmektedir. Hele Bazna'ya verilen
"Emniyet Tercümanı Kartı" olaya bu açıdan haklılık kazındırmaktadır. Bir
yoruma göre de Bazna, Türkiye'nin Almanlara sunduğu bir can simididir.
Ancak Almanlar bunu anlayamamıştır. Bunda istihbaratın güçlüğü ve kendi
içindeki o karmaşık güvenlik yapısının paronayaya varan irdelemeleri
etkili olmuştur. Bazna Türkiye'de ekonomik açıdan düştüğü kötü durumu
kurtarmak amacıyla gittiği Almanya'da, yalan yanlış senaryolarla ürettiği
anılarını düşük bir para karşılığında bir yayınevine satttıktan sonra,
büyük bir sefalet içinde 1970 yılında ölmüştür. İngiliz Büyükelçi Sir
Hughe Knatcbull Hugessen Çiçero olayıyla örselenen meslek yaşamına, olayın
ardından Belçika 'da kısa süre Büyükelçilik yaptıktan sonra son vermiştir.
İNÖNÜ'NÜYÜ SEVİNDİREN İSTİHBARAT
Türkiye'nin kendi yanlarında savaşa girmesi konusunda İnglizler ve diğer
müttefikleri olabildiğince bastırırken, Almanların Türkiye'ye saldıracağı
havası her yol kullanılarak yayılmaktadır. İnönü bunlara direnmeye
çalışmaktadır. İşte tam bu sırada İnönü'ye İstanbul'dan gelen genç bir
MAH elemanı çok önemli bilgiler getirir. "İnönü'nün kafasındaki
kırkbirinci tilki bizdik" diyen bu elemanın adı Neşet Güriş'tir. Güriş
İstanbul'daki Alman Konsolosluğu Müsteşarından elde edilen belge ve
bilgilere göre , Almanların Türkiye'ye saldırmayacaklarının garantisini
getirmiştir İnönü'ye. Bin lira para ile mükafatlandırılır. Bu bilgi
sayesinde Türkiye savaşa girme konusundaki İngiliz baskılarını ve
Almanya'nın blöflerini savuşturmayı başarır. İnönü daha sonra İngiliz
Başbakan Winston Chorchill ile 30 Ocak 1943'de Adana'da bir araya gelir.
Chorchill, Almanlara karşı savaşa girilmesini aksi takdirde Türkiye'ye
yardım edemeyecek durumda olacaklarını anlatıp Stalin ve Roosevelt'in bu
yöndeki kararlılıklarını da aktarır.MAH görevini yapmıştır. Ustaca oynana
savaş satrancında Türkiye sıkışır ama yenilmez. Savaşın dışında kalır.
İnönü'nün deyimiyle " Aç kalınır, ama babasız kalınmaz."
O dönemin bu önemli raporunu getiren Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk
istihbaratçıları arasında sayılan Neşet Güriş bugün 86 yaşında. Güriş
İstanbul'da MAH ve daha sonra MİT elemanı olarak görev yapmış bir
istihbaratçı. Onca yaşına rağmen bizi kırmayıp kitabımız için bir söyleşi
yapmayı kabul etti. O günleri ve Güriş'in tanıklığıyla Türk istihbarat
teşkilatının 1931-1967 arasındaki durumunu gelin birlikte öğrenelim.
TÜRK GİZLİ SERVİSİNİN HAYATTAKİ EN YAŞLI ÜYESİ ANLATIYOR
"- Efendim 1909 doğumlusunuz, MAH'a 1931-1932 yılları arasında girdiğinizi
öğrendik.
Güriş: 1931-1932. Kimliğim odamda kaldı matesüf. Röpörtaj için hazırlandım
İstanbul'da. Personel Müdürü bana hangi tarihte girip hangi tarihte
çıktığımı gösteren bir pusula verdi. Sararmış bir kağıt var onda yazılı.
Ama otelde kaldı.
-İstanbul doğumlusunuz.
Güriş : İstanbul doğumluyum.
-Aileniz..
Güriş: Ailem de İstanbul doğumlu, eşim de . Annem , babam, büyükbabam,
büyükannem hepsi İstanbul doğumlu. İstanbullu ve orta halli dediğimiz
esnaf sınıfından: Kimi Mısır Çarşısı, kimisi Pamukçu, kimisi Uzun Çarşı
esnafından falan. birbirleriyle ilgili ve saygılı bir aile yapımız vardı.
Kimse kimseye çıt demezdi . Kavga yoktu. Yani güzel bir hava
içerisindeydik.
- Ailede asker kökenli kimse var mıydı?
Güriş: Asker vardı ailede .
-Sizin teşkilatla bağınızı onlar mı sağladı?
Güriş: Yakınlarım var ama onlar bu meseleye hiç sokulmadılar. Onlar hiç
bilmediler bunu.
-Peki efendim teşkilata alınma olayını size nasıl yansıttılar? Yani böyle
bir teşiklata girme fikri sizde nasıl gerçekleşti?
Güriş: Bana tercüme yapmam için bazı metinler getiriyorlardı. Fransızca
tercümeleri ben yapınca ...
- Önce size Fransızca bir tercüme getirdiler...
Güriş: Getirmediler. Bana gel bunu sen halledebilirsin diye davet ettiler.
Ben o üç fasikülü...
-Nedir efendim konuyu hatırlıyor musunuz?
Güriş: Hatırlıyorum. Fransız istihbarat servisinden elde edilmiş teknik
bilgiler. Takip nasıl yapılır, takipten nasıl kurtulunur, takibi kim
yapar, takipten ne beklenir falan... Bir başka şey de meşhur espiyonlar.
Espiyonların kalite veya ruhiyelerinin yabancı veya yerli oluşları gibi
bir takım şeyler. Bunları alıp okur okumaz bu meselede hiç bir nosyonum
olmadığı halde hemencecik anladım. Aaradan bir zaman geçti risaleler
bitip de beni çağırınca dediler ki seni bu servise almak istiyoruz gelir
misiniz ?
- Fransızcayı nereden öğrenmiştiniz?
Güriş: Ben Saint Benoit'de öğrendim. Bu hadiseden sonra teşkilatta beni
ilk hocam , Allah rahmet eylesin, titiz , evhamlı Mehmet Tayfuroğlu
isminde bir zata teslim ettiler. İstanbul'da o zamanki Babıali'deki
odada operasyon şefiydi. Operasyon işleriyle meşgul bir zat.
YILLARCA MEKANA GİREMEDİM
- Efendim teşkilatın kuruluş yıllarına dönelim. 1927-28 diye alırsak
teşkilat Ankara'da oluşturuluyor. Sonra İstanbul'da .
Güriş: Sonra İstanbul'da şöyle söyleyeyim... Bana İstanbul'da işe başla
dedikleri zaman ben aylarca değil senelerce , mekana yani ana binaya
giremedim. O zamanlar İstanbul Valiliğinin içinde mektupçu ofisi vardı.
Onun yanında büyük bir oda vardır. Onun yanında da 2-3 metre karelik bir
oda vardır. bütün şey oradaydı. 2-3 yazıhane yanyana.
- Kaç kişi vardı efendim?
Güriş: 1933 'de 10-12 kişi. Bu usul çalışma İkinci Dünya Harbine kadar
devam etti.
-Peki Alman danışmanlar var mı ozaman?
Güriş: Hayır Alman danışman falan yok. Yalnız çok seneler evvel Almanlar
kurmuş. Walter Nikolai. Amerikalılar ile konuşurken o kadar güzel, müthiş
bir şey kurmuşlar ki hayret ediyorum herşey gayet güzel, düzenli dedi
bana.
-Arşiv sistemi nasıldı?
Güriş: Arşiv sistemi malesef o kadar düzenli değildi.
-Yani arşiv yoktu.
Güriş: Arşiv vardı ama bugünküyle kıyaslanamayacak bir ölçüde idi. Arşiv
şöyleydi: Şurada bir dolap vardı, onun içine gelişi güzel sokulmuş karton
dosyalar. Zaten o zaman bölümde de pek fazla bir iş yoktu.
- O zaman ne görevi yapıyorsunuz?
Güriş: Beni evvela Mehmet Tayfuroğlu denen zat takip işine verdi.
- İstanbul'da kaç kısım var o zaman?
Güriş: Kısım olarak demeyelim. Kaç kişi var? Bir tane B amiri var.
- B amiri ne görev veriyor?
Güriş: Kontrespiyonaj. Bir tane A amiri var espiyonaj işleriyle meşgul
oluyor. Bulgaristan'a adam sokuyor, Yugoslav'yaya salıyor, ordan adam
getiriyor. Yani ikitane baş var. Ben bu iki başın B kısmında vazife
alıyorum. Aradan bir müddet geçtikten sonra bu iki başın üzerine bir
başka baş getirdiler. O zaman İstanbul merkezi olduk.
-Emin Akıncı Bey mi geldi o zaman?
RUS İNGİLİZ AJANI ÇIKIYOR
Güriş: Emin Akıncı geldi. Gene aynı kadro. Alınan yok verilen yok.
Parmağımla sayabilirim. Bir tane kambur fotoğrafçımız vardı. Bir tane
Hafız Said Bey diye mutemedimiz vardı. Üç tane dışarda çalışan tahkikat ve
tedkikat işleriyle meşgul arkadaş vardı. İki kişi de biz vardık. Mehmet
Bey'in emrine verilmiş aynı zamanda bazı yerlere angaje edilmiş . Bir
tanesi Namık Mertkal isminde bir zattı. Beş beygir kuvvetinde bir adam.
Harbiye Nazırı Namık Paşa'nın torunu. Biz onunla beraber çalışıyoruz. 6 ay
kadar bana verdikleri sujeyi ben takip ettim. Bu adam bir beyaz Rus tu.
Çin yoluyla Afganistan'ı dolaşmış, İran'dan gelmiş karışık bir ismi var.
Tabii bunun içindeki hadiseyle bir ilgimiz yok. Biz yalnızca takip
ediyoruz. Taksim stadyumu yıkılmamış o zaman. Bunun da araptmanı o Taksim
stadyumunun karşısındaydı. Binalar çürük damları yıkılmış bilmem ne olmuş.
Yani saklanacak yer var izleme bakımından. Günlerden bir gün bu dediğimiz
suje yavaş yavaş Galata Kulesin'e giden yokuştun çıkmaya başladı. Ben de
20-25 metre aşağısındaydım. Hava puslu ve yağmurlu. Girdiği kapıda İngiliz
Konsolosluğu Pasaport Dairesi yazılı. Vakit mesai saati değil. İkincisi
bir insan bir yere ana kapıdan girer değil mi? Bu servis kapısından girdi.
Ben tabii bir anlam veremedim. benim için bir şey ifade etmedi o zaman.
Ben 2-3 gün sonra raporumu Mehmet Bey'e verdim. Dediler ki ahbap bu işi
bırak. Tamam iş haloldu. Sonradan öğrendiğimize göre servis o kişiyi
Sovyet elemanı olarak görüp o yüzden takip ettirmiş. Değerlendirmiş. Ama
İngiliz Konsolosluğu'nun arka kapısından içeriye girinçe iş meydana
çıkıyor. Onlar karar veriyor, şeflerimiz diyor ki bu adam İngilizlere
çalışıyor.
- Bu Beyaz Rus'un adını hatırlayabiliyor musunuz?
Güriş: Şimdi Beyaz Rus orta yaşlı bir adam. Dediğim gibi büyük
sergüzeştler geçirmiş. Belki büyük paralar kazanmış. Şunu yapmış , bunu
yapmış. İstanbul'da bir işi yok. Ayaz Paşa gibi bir yerde oturuyor.
Masraflı bir mahalle. Arada sırada yanında bazı Rus kadınları beliriyor.
biliyorum, ben bunları görüyorum. Ama tetkik ediyorlar bizim verdiğimiz
raporlar bazında. Kadın ticareti yapmıyor. Eroin alıp, satmıyor. Bu adam
ne keyifle böyle bir masraflı hayat yaşayabiliyor. Onun üzerine bu şüphe.
- İngiliz Büyükelçiliği olayı nasıl çıkıyor?
Güriş: İngiliz Pasaport Dairesi'nde şefi de İkinci Dünya Harbin'de
ayağını kaybetmiş Albay Bints adında bir şahıstı. Albay Bints personel
işleriyle meşguldü. Aradan bir müddet geçti şefim B amiri olan zat Raşit
Bey idi. Raşit Mütem çok hareketli , çok zeki, çok atak bir insandı. Laf
gelişinde söyleyeceğim Fransız Konsolosluğu'nda adamı vardı. Yani tutmuş.
Macar Konsolosluğu'nda da vardı. Macar Konsolosluğu'nun Pasaport
Dairesi'nin kaşelerini görmek için değildi bu adam, kasanın içindekileri
incelerdik.
ELÇİLİKLERİN KASASI NASIL AÇILIRDI
-Gizli kasanın içindekileri mi?
Güriş: Evet gidip görmek için dizlerimiz parçalanırdı. Şifreliydi. Her
arkadaş iki günde üç günde bir oraya satın alınan kavasın memur olduğu
gece giderdik. Ama dizlerimiz çürük içinde kalırdı. Yunan Konsolosluğu'nu
tırtıklardık. Macarları söyledim. İngilizler de aynısı. Almanları da
söyleyeyim size. Biz Almanları da Tırtıklardık ama daha ortalarda harp
marp yok, 1932 -1933 yılı. Hitler gelmiş bayrağı dikmiş. Marşlar
söyleniyor, şunlar , bunlar yapılıyor.
-Siz onların kasasında ne gizli belge varsa biliyorsunuz:..
Güriş: Ben bilmiyorum. Ama arkadaşlar biliyor. Şeflerim biliyordu. benim
bir şeyden haberim yoktu. Ben sadece getiriyordum. Dediğim gibi günün
birinde şefim dediğim Raşit Bey bana bir çift anahtar veriyor. Diyor ki ,'
Neşet , İsmail İçitez'i al , çilingirimizdi, o senin hani gördüğün Beyaz
Rus varya. Oraya gideceksiniz, bu gece saat ikide veya bir de. Kapı açık
bulunacak. Yeşil demir vardı o açık bulunacak. Sizi ordan içeriye
alacaklar. Siz de bu anahtarlarla o kasayı açacaksınız. Siz de kasanın
üst iki gözü, değil alttan ikinci gözünden ikinci dosyayı getireceksiniz'.
Bu ne demektir? Üst gözleri almışlar. Tekrar olmasın diye istemiyorlar.
Üstleri diyoruz şimdi ama bunları anlatmak değil yaşamak bir ömür törpüsü.
O şefimiz olan zat, masada oturan emir veren bir adam değil. Dedi ki dış
emniyetinizi ben temin edeceğim. Fahişesi geçer, devriyesi geçer, sarhoşu
geçer. Bunların hepsinden saklanmak lazım. Neyse lafı uzatmayalım,
dosyaları aldık. Ha onu söyleyeyim, kasayı açtığımda emin olun yerden 80
santim , bir metre yükseklikte demet halinde İngiliz paundları yığılı.
Üst taraflarda belgeler , haritalar, rulolar lalettayn konulmuş dosyalar
var. Bizim diğer şeyleri gördüğümüz yok. Biz dosyayı aldık verdik.
İSTİHBARAT BAŞKANI UYARIYOR: AMERİKALILARI BÜYÜTMEYİN
- O zaman İstanbul'da en güçlü yabancı gizli servis hangisidir ?
Güriş: En güçlü servis muhakkakki İngiliz servisidir.
-Amerikalı'lar?
Güriş: Amerikalılar o zaman hiç yok. Amerikalılar için Allah rahmet
eylesin, Naci Perkel geldi İstanbul'a. Biz Amerikalılarla işte o zaman
biraz ilişkiye başladık. Bizi, yalnız müdürleri çağırdı. 5-10 kişiydik.
Dediki:' Arkadaşlar bu Amerikan servisini gözünüzde büyütmeyin. Bunlar
yakın doğuyu, Rusya'yı , Romanya'yı bilmezler. Ama malzemesi çok,
sigarası çok, paketi çok.' O zaman Piyex'leri vardı.' Bunların bu şeyi
sizin şevkinizi kırmasın. Bunlar buranın ahvalini bizden öğrenecekler.'
- Perkel kaç yılında geldi İstanbul'a?
Güriş: 1951-1953 yılları arasında.
-Siz İstanbul'da başladığınız da MAH'a girdiğiniz'de Atatürk hayatta
Dostları ilə paylaş: |
|
|