Mit dünden bugüne gizli dünyanin bilinmeyenleri tuncay özkan



Yüklə 3,49 Mb.
səhifə6/53
tarix22.12.2017
ölçüsü3,49 Mb.
#35622
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   53


savaş ortamının da verdiği olağanüstü koşullar nedeniyle yargılanıp idam

edilecektir. İdamlarda acımasız davranılmasını isteyen, kanal seferi için

bölgede bulunan Cemal Paşa'dır.

Çalışmalar sırasında Teşkilat-ı Mahsusa'ya yardımcı olacak Osmanlı'dan

memnun bir grubu da toplamayı başarmışlardır.

Bunlardan biri olan Hasan El Abed yazıhanesinde Fransız gizli servisince

tutulan bir katil tarafından öldürülür. Katil sıkıştırılınca Fransız

Konsolosluğu'na sığınır. Teşkilat-ı Mahsusa bu durumda hemen bir

değerlendirme yapar. Eşref Bey teşkilattan Ali Münif Bey'i görevlendirir.

Teşkilat-ı Mahsusa Fransız Konsolosluğu'nu basar, katili ele geçirir ve

dışarıya çıkartır. Ayrıca Konsoloslukta bulunan bazı evrak da bu baskında

Teşkilat-ı Mahsusa'nın eline geçer. Fransız Konsolosluğu'nun basılmasının

ardından ele geçirilen belgeler incelendiğinde İstanbul'da Arap

milliyetçiliği için mücadele eden bir gizli örgütün varlığı ortaya çıkar.

Teşkilat, Arap milliyetçiliği karşısında oldukça titizdir. Çünkü bu

milliyetçiliğin Osmanlı daki karşılığı çözülme ve dağılış demektir.

İngiliz gizli servisi de Arap Yarımadası'nda sürekli olarak Arap

milliyetçilğini kamçılamaktadır. Teşkilat-ı Mahsusa bu nedenle işinde

uzman olan iki elemanı ile önemli gördüğü gizli Arap örgütlerini

titizlikle izler. Bunlar arasında El Ahid, Cemiyet-i Kahtaniyye,

El-Eha-ül Arabi, İlla-El Merkeziyye, Evlad-ı Arap, El Münted-ül Ebedi

gibilere rastlanır.

ARAP MİLLİYETÇİLERİ GİZLİ ÖRGÜTLERİYLE ORDUYA SIZDILAR

Bunun sonucu Teşkilat-ı Mahsusa ordu içinde Arap milliyetçiliğini hedef

alan karşı örgütleri belirler. Arap milliyetçiliğinin önemli örgütünden El

Ahid geniş bir nüfuz alanı bulmuş, hükümet içinde de kendisine destek

sağlamaya çalışmaktadır. Hristiyan kökenli Araplar ve bunları destekleyen

milletvekilleri örgütlerin içindedir. Bazı Arap kökenli bakanlar da

örgütlerde aktif rol alır. Ordu içindeki örgüt, Arap kökenli subaylardan

oluşmuştur. Bunlarla ilgili yakınmalar Cemal Paşa'nın anılarında geniş yer

almaktadır. Paşa hiç ummadığı askerlerden Arap milliyetçiliği ile ilgili

övgüler duyduğunu ve hayret ettiğini yazmaktadır. Bu örgütlerin üyeleri

Arap milliyetçiliği üzerine yemin ediyorlar daha sonra örgüte

alınıyorlardır. Osmanlı'nın üst düzey subayı Albay rütbesindeki Selim

Hafız El Cezairi bu örgütün önde gelenleri arasındadır.

Teşkilat-ı Mahsusa örgüt üzerine operasyonlarına derhal başlar. Pek çok

örgüt üyesi sıkıştırılıp pasifize edilirken, bir kısmı dışlanır, bir kısmı

da ajan olarak kazanılır.

Bunlardan Selim El Cezairi örgüt ile ilgili bilgileri verir, kendisine

koruma ve para verilerek memleketi olan Cezair'e sağ sağlim ulaşması

sağlanır. Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişkileri daha sonra da devam ettirilir.

İNGİLİZ CASUSLAR ORTADOĞU'DA: LAWRENCE DİYE BİR ADAM

Teşkilat-ı Mahsusa Balkanlarda sağladığı başarının aynısını elde etmek

için bütün gücüyle Arap Yarımadası'nda da çalışmaktadır. Ancak karşısında

parasal açıdan kendisinden çok üstün olan, bölge üzerindeki etkinliğini

petrol alanlarına yönelik emelleri nedeniyle son derece arttırmış bulunan

İngilizler, Fransızlar ve işbirlikçileri yer almaktadır. Birinci Dünya

Savaşı sırasında teşkilatın faaliyetleri giderek artar. Ancak karşılarında

dünyanın en iyi casuslarından biri olan ve Ortadoğu'da faaliyet gösteren,

İngiliz haberalma teşkilatının bel kemiği, Merkez şefi bayan Getrude Bell

ile Thomas Edward Lawrence, Captain Shakespeare ve adamları vardır.

Shakespeare ve Lawrence Arap milliyetçiliğini sonuna kadar körüklemekte,

düşmanın Türk olduğunu Arap'a anlatmakta ve sınırsız para olanaklarını

kullanarak şeyhleri, Arap yöneticilerini satın almaktadır. Onun elindeki

bir diğer güç de Arapların çok sevdiği altındır. Bol bol altın harcamakta

ve vaadedmektedir. Shakespeare 1915'de, İngilizlerin verdikleri sözlerin

yerine getirilmeyeceğini anlayan Suudilerce öldürülür. Bölgede zamanla

İngiliz politikasının uygulayıcısı konumuna geçecek olan Lawrence'in

karşısına Almanlar en iyi elemanlarından olan Wassmuss ile Otto Von

Niedermayer'i koz olarak sürmüşlerdir. Bu üç casus Ortadoğu'daki

mücadelelerinde neredeyse efsaneleşirler.

Mücadele kıran kırana geçer. Teşkilat-ı Mahsusa ise bunların karşısına

Süleyman Askeri Bey, Eşref Sencer (Kuşçubaşı), Nuri Paşa gibi adlarla

çıkmaktadır. Eşref Sencer bu konuda şunları söyler:

"Lawrence ile Arap Yarımadası'nda adeta kovalamaca oynar gibi

çalıştık."

Arabistan'da yaptıklarını anlatırken "Bütün insanlar düş kurar ama aynı

biçimde değil. Geceleri zihinlerinin tozlu kıvrımlarında düş kuranlar,

gündüz uyandıklarında bunun boş olduğunu anlarlar. Fakat gündüz düş

görenler tehlikeli insanlardır. Çünkü gözleri açık bu düşlerini

gerçekleştirmek isteyebilirler. Ben bunu yaptım." diyerek kendine hiç de

haksız olmayan bir paye biçen Lawrence konusunda, bölgedeki mücadeleleri

sırasında farklı düşüncede olan Türkler de bulunmaktadır. Bunlardan biri

de Feridun Kandemir'dir. Kandemir bölgedeki aktif çalışmalarına dayanan

anılarında bu konuda şunları dile getirmektedir:

"Her çöl Arabı, uçsuz bucaksız çölde yalnız başına bir savaş gemisi gibi

harekette serbest bulunur ve kendi kanununu yürütür. Bedevi, Hecin Devesi

üzerine binince çadırına bir daha dönmek lüzumunu duymaksızın, cansız

denebilecek kum deryası çöllerde haftalarca kendi kendine yeterek

dolaşabilir. Bedevinin savaşmak usulü bambaşkadır. O bir avcı avını arar

gibi gözüne kestirdiği düşmanının peşine düşüp, nihayet onunla karşı

karşıya gelmek istemez. Bedevi düşmanının tamamiyle habersiz bulunduğu bir

anda birdenbire üstüne saldırır. İşini hemencecik görebildiği kadarıyla

görür ve düşman daha aklını başına toplamaya vakit bulamadan izsiz,

yolsuz çölün ufkunda gözden kaybolup gider. İşte Lawrence'in Türklere

karşı tatbik etmek istediği plan buydu.

Lawrence bu kararı verdiği günlerde hasta yatıyor ve Türk kuvvetleri de

süratle Rabuğ üzerine yürüyordu. Lawrence Rabuğ Limanı etrafında yaptırmış

olduğu siperleri kuvvetlendirecek yerde hemen Şerif Faysal'ı ve

kuvvetlerini alarak kuzeye hareket etti. Yalnız Şerif Hüseyin'in küçük

oğlu Emir Zeyid'i bir miktar kuvvetle Türkleri oyalamak üzere geride

bıraktı. Bu suretle Türklere Mekke ve Cidde yolunu tamamen açık

bırakmıştı. Kuzey'deki küçük Yenbu ve Elvecik Limanları Türklerin elinde

bulunuyordu. Lawrence'in planı bu küçük fakat askerlikçe önemli limanları

zaptederek Hicaz demiryolunu tehdid etmek ve Türkleri ya Medine'ye dönmeye

zorlamak, yahut ulaştırma yollarını kesip çöl ortasında yiyeceksiz ve

mühimmatsız kalmak tehlikesine uğratmaktı. Lawrence, Hicaz'da isyanı

geliştirmek için kendi akıl ve zeka kabiliyetine güveniyordu. Lakin bir de

Arapların içinden, kendisine yardımcı olacak bir şefe ihtiyaç vardı.

İhtiyar ve baba Şerif Hüseyin faal bir şef olamazdı. Oğullarından

Abdullah'ı tombul ve rahatına çok düşkün, Ali'yi saf, Zeyd'i soğuk, durgun

ve heyecansız buldu. Sadece Faysal'ı beğendi.

Lawrence hatıralarında bu konuda şöyle der:

'Beni dikkatle süzen, beyaz ipekler giymiş bir şahsiyet gördüm. İlk

bakışta anladım ki, Arabistan'da aradığım ve benim kendisine hizmet için

gelmiş olduğum adam. Yani Arap isyanını zafere ulaştırabilecek şef gücüne

haiz ve bizim hizmetimizden ve yardımımızdan istiğna etmeyecek akıllı adam

bu idi. Bu zat bana sordu 'Ordugahımızı nasıl buluyorsunuz?' Ben de güzel

fakat Şam'a pek uzak dedim. Şam kelimesi orda bulunanların içine bir kılıç

gibi saplandı. Hepsinde bir kıpırdanma oldu, kaskatı kesildiler. Bir

dakika nefeslerini tutular. Hepsi uzak seferin hayaline dalmış gibi

oldular. En nihayet Faysal bana dönerek güldü. 'Elhamdürillah Türkler daha

yakın' dedi.'

Lawrence Şerif Faysal'ı işte böyle seçti. Ve ondan sonra onunla bir

işbirliği yaparak asilerin ihtiyaçlarını top, tüfek, altın dinamit, erzak,

malzeme, araç, öğretmen, uzman, teknisyen vesaire tespit edip temine

koyuldu. Ve Yenbu karargahına giderek ilk iş olarak bir üs kurdu.

LAWRENCE TÜRKLER SAYESİNDE MEŞHUR OLDU

Lawrence artık şef saydığı ve bütün Araplara da öyle gösterdiği Faysal'ın

en yakın has müşaviri, fikren ve fiilen yardımcısı, bir kelimeyle sağ kolu

ve sağ eli olmuştu. İki yıl sonra asilerin başında ve şefin yanında Şam'a

girdi. Taç ve tahtlar dağıttı. Bu derece başarıya ve şöhrete ulaştıktan

sonra Lawrence hakkında söylenmedik söz kalmadı. 'Arabistan'ın taçsız

kralı', 'Tehlikeli sihirbaz, muammalı adam', 'Doğu'nun haritasını

değiştiren adam', 'Müslümanların mukaddes topraklarının gerçek şefi',

'İngiltere'nin milli kahramanı', 'Dünya dinamit şampiyonu', 'Krallar

yapıcısı'. Kimi de onu Mareşal Allenby'den üstün buldular. Hatta

Napolyona'a benzettiler. Umumi harp esnasında Kanal Seferini yapan 4.Ordu

Kurmay Başkanı ve sonraları Harp Akademisi Kumandanı olan rahmetli General

Ali Fuad Erdem ise hatıralarında bu konuda şöyle der:

'Lawrence böyle ünlü kılan biz Türkler olduk. Bizim strateji ve

siyasetimiz Medine'yi ve Hicaz hattını tahliye etmemek hususundaki inat

ve ısrarlarımız ki Lawrance'ı layık olmayarak masal kahramanı yaptı. Büyük

okyanusun dibine bir dalgıç indirdiğimizi farzedelim. Bu derinlik azami 80

metredir. Hicaz hattı uzunluğu Dera'dan Medine'ye kadar 850 kilometre,

yani okyanusun derinliğinin 10 mislidir. Dalgıçı okyanusun dibine tespit

edelim ve ona bir boruyla hava, su, yiyecek gönderelim. Bu havayı, bu

suyu, bu yiyeceği ulaştıran boru yüzeyden dibe kadar köpek balıklarının

hücumuna hergün uğruyor. Buna rağmen dalgıç o dipte bırakılıyor. Her

güçlüğe katlanarak, her tahrip ve zarar onarılarak, her hücum geri

atılarak orada bırakılıyor. Dalgıç Fahrettin Paşa ve Medine garnizonudur.

Nefes borusu ve can damarı Hicaz demiryoludur. Köpek balıkları da

dinamitçi asilerdir. Şimdi sorarım size kimin yaptığı iş daha zordur?

Katlandığı zahmet ve fedakarlık daha büyüktür? Köpek balıklarının mı?

Dalgıcın mı? Yoksa nefes borusunun, yani Hicaz hattını müdafaa edenlerin

mi? Hicaz hattının meçhul kahramanlarının ve meçhul şehitlerinin mi?'"

Ancak bütün direnmelere rağmen Lawrence, Arap'lar ve İngiliz askerleri

Teşkilat-ı Mahsusa'nın bütün çabalarını boşa çıkartmayı başarır. Araplar

İngiltere'nin milliyetçilik propagandalarına kanmışlardır.

Teşkilat-ı Mahsusa da Arap'lara para verir. Ancak İngilizler kadar

doyurmayı ve kandırmayı başaramaz. Sonunda Lawrence'ın kışkırtıcı

milliyetçiliğine esir olan Araplar İslamın kaynaştırıcılığı propagandasını

yürüten, İngilizlere karşı Cihad ilan eden Osmanlı'ya karşı tutum alırlar.

Lawrence'in altınla satın aldığı, derleyip toparladığı Arap'lar, bütün

yarımada'da Osmanlı askerlerini ve Teşkilat-ı Mahsusa'nın ajanlarını tek

tek avlarlar. Onları arkadan vururlar. Bu toplu katliamlar zaman zaman

Lawrence'da bile tiksinti duygusuna yol açar.

Batı'nın, hatta hemen bütün ülkelerinin Türkleri çöle gömen adam olarak

adlandırdıkları Lawrence hakkında, Türklerle ve onunla birlikte,

savaşları ve bölge gerçeklerini yaşayan Subhi El Umari ise ilginç

değerlendirmeler yapmaktadır. Doğan Koloğlu'nun 1969 yılında 'Lawrence'i

Nasıl Tanıdım?' adlı bir kitap yazan Umari'den aktardıkları Lawrence'ın iç

dünyasında karışık, yalancı, fırsatçı ve cinsel sorunlarla boğuşan bir

kişi olduğu üzerine kuruludur. Lawrence yergisiyle donanmış kitabı ortaya

çıkaran yazarın bir özelliği de kendisine ait fotoğrafların uzun yıllar

İngiliz gizli servisi tarafından dünyaya Lawrence'ın fotoğrafıymış gibi

yutturulmuş olmasıdır.

LAWRENCE'A KİM, NASIL TECAVÜZ ETTİ

Lawrence'ın anlattıkları konusunda Türk tarihçilerinin veya o dönem

gizli servis elemanlarının aktarımları neredeyse yok denecek kadar azdır.

Çoğu araştırmacının "yalancı" diyebildiği Lawrence'ın, bazı "yalanları"

konusunda Süleyman Musa'nın ve daha sonra Sunday Times araştırmacılarının

(Haziran-Temmuz 1968) yayınları yeterince bilgi vermektedir. Lawrence'ın

anılarında aktardığı "Deraa Gecesi" adlı bölüm ise başlı başına bir olay

olmuştur. Umari'nin başka yazarların kitaplarına almadığı bu bölümle

ilgili yorumları ilginçtir.

20 Kasım 1917 günü tek başına Deraa kasabasına giren ve amacının buradaki

askeri birlikler ile tren merkezi hakkında bilgi toplamak olduğunu

söyleyen Lawrence, durumundan şüphelenen askerler tarafından tutuklanmış

ve bölge kumandanına götürülmüştür. Dünya Deraa gecesi olayını sadece

Lawrence'ın iddialarından öğrenmiştir. Olayın tek bir tanığı yoktur.

İddiaya göre, Hacı Muhittin Bey ona cinsel ilişki önerisinde bulunmuş,

reddedince, askerlerin önünde işkence yapmış, kamçılatmış ve tecavüz de

etmiştir.

İddiayı Süleyman Musa, "İnsan üstü bir yaratığın bile dayanamayacağı

nitelikte" bulduğu gerekçesiyle ciddi saymamıştır. Deraa'dan önceki savaş

sırasında aldığı yaraları geçmeden Lawrence'ın, dört gün sıkı bir çöl

yolculuğuyla Deraa'ya varmış olması, bütün vücudu kan içinde kalacak

şekilde kırbaçlanmış, sonra tek başına yollara düşüp dört gün de deve

sırtında 650 kilometreyi aşıp, Akabe'ye varmış ve hiç bir şey olmamış gibi

savaşa devam etmiş olmasını, Musa akıl dışı saymıştır. Bey hakkında

yaptırdığı araştırmanın da onun bu tür ilişkilerden uzak bir kişi olduğunu

ortaya koyduğunu kaydetmiş ve bunların ancak Lawrence'ın hayalinden

çıkmış olabileceğini belirtmiştir.

Süleyman Musa'nın kitabının Fransızca çevrisine önsöz yazan Vincent

Monteil'de iddiayı kabule yanaşmaz ve Lawrence'deki homoseksüel, mozoşist

eğilimleri vurgular.

Sunday Times araştırıcıları daha da ileri gitmiş ve Bey'in ailesiyle hatta

düşmanlarıyla temas etmiş ve o döneme ait hatıra defterini

incelemişlerdir. Pek çok tanığın da belirttiği gibi Bey'in aksine son

derece 'Çapkın' olduğu saptanmış ve anılarında da Lawrence'a en ufak bir

atfa rastlanmamıştır.

Lawrence tıpkı boş bulduğu savaş meydanları gibi boş bulduğu yazı

meydanlarını da doldurmayı başarmıştır.

TEŞKİLAT-I MAHSUSA KAVGAYLA BÜYÜDÜ

Araplar daha sonradan yanıldıklarını anlamış olsalar da artık tarih

yazılmıştır.

İngilizler Cemal Paşa ile Teşkilat-ı Mahsusa'nın ortak yürüttüğü Süveyş

Kanalı ve Mısır harekatlarını da durdurduktan sonra Osmanlı'nın Arap

serüveni, başarısızlık ve hayal kırıklığı içinde, çöllerin kızgın

kumlarına gömdüğü ölüleri arkasında bırakıp çekilmesiyle son bulur. Bu

çekilişin ardından ölenlerine Anadolu insanı bugün dahi dillerden düşmeyen

Yemen Türküsü gibi nice ağıtlar besteler. Arap çölleri gidenlerin

dönmediği yerler olur.

Bütün bu kavgalar Teşkilat-ı Mahsusa'nın büyük bir yapı haline gelmesini

sağlar.

Yenilgiyle sonuçlanan mücadeleden geriye 40 bini aşkın personeli, batılı

gizli servislerle boy ölçüşebilecek eğitimde ve tecrübede uzman casusları,

uluslararası ilişkileriyle bir gizli servis kalır. Orta Asya'dan bu yana

bütün savaşlarını ve barışlarını gizli servislerin, casusların

kışkırtmalarıyla yitiren Türklere bu mücadeleler yeni şeyler öğretmiştir.

Tarihi boyunca Türklerin en büyük gizli servisidir oluşturulan. Emsalleri

arasında önemli bir yeri olan bu teşkilat 1909'dan 1918'e kadarki

serüveninde özellikle Balkanlar'da bugüne kadar uzanan sınırların elde

tutulmasında büyük yararlılıklar göstermiştir. Teşkilat, Ortadoğu'daki

topraklarını yitiren Türkiye'ye, bölgede yine bugüne kadar uzanan bir

ilişkiler ağı bırakmıştır.

Batılı uzmanlar Teşkilat-ı Mahsusa'nın hemen bütün planlarının yenilgiyle

sonuçlandığını görerek, genel değerlendirmelerinde onu zayıf ve başarısız

bulmuşlardır. Ancak bu inançlarından ve vatan severliklerinden başka hiç

bir çıkarları olmayan insanların, canlarını vererek yaptıkları korkusuz

kavga, bugünkü Türkiye açısından değerlendirildiğinde, Batılı uzmanların

yorumları pek gerçekçi olmamaktadır. Çünkü bugünkü sınırların kazanılmış

olması ya da elde tutulmasında bu teşkilatın hiç de küçümsenmeyecek bir

başarısı vardır. Ancak savaş döneminde ortaya çıkan ve elemanları bu iş

için özel olarak yetiştirilmeyen bir amatörler topluluğundan daha

fazlasını beklemek mantığa aykırı olsa gerektir.

Teşkilat-ı Mahsusa genel olarak bir ordu istihbaratı gibi çalışmış ve

üyelerinin büyük bölümünü askerler oluşturmuştur. Ancak daha sonra 1970

lere kadar, yani MİT'e kadar, Türk gizli servisinde bu yapı

değiştirilememiştir. 1970'lerde bu kısmen başarılmış, MİT'e sivil

elemanlar alınmıştır. İlk kez gerçek anlamda sivilleşme; idari yapının

sivilleşmesi ve kurumun sivillerce idaresi 1994 yılından sonra

başlamıştır. Bu gecikme de barış zamanlarında servisin ufkunu ve çalışma

alanlarını daraltmıştır. Elemanlarının niteliği ve operasyonların kalitesi

konusunda pek çok tartışmaları gündeme getirmiştir.

Elemanların niteliği açısından bir kıyaslama yapacak olursak; Teşkilat-ı

Mahsusa'yı Arap Yarımadası'nda yenilgiye uğratan İngiliz gizli servisinin

belkemiği Lawrence, bir üniversite öğretim üyesidir. Arkeolog olan

Lawrence aynı zamanda Ortadoğu uzmanıdır, profesyoneldir. Bizim

istihbaratçılarımız ise vatanını kurtarmaya çabalayan çoğu asker

amatörlerdir.
YENİLEN GİZLİ SERVİSİN DRAMI

1918'e gelindiğinde Teşkilat-ı Mahsusa büyük ama yenilgiye uğramış bir

durumdadır. Teşkilatın ülke içindeki etkinliğini sağlayan İttihat ve

Terakki, dolayısıyla Enver, Cemal ve Talat Paşalar yenilgilerin tek

sorumlusu olmuşlar, öyle görülmüşlerdir.

Teşkilat iç değerlendirmelerinde bu kötü gidişi görmüştür, tasfiye

edileceklerinin farkındadırlar. İngilizler onlardan savaşın galibi olarak

Arap Yarımadası ile Afrika'da kendilerine karşı yürüttükleri faaliyetlerin

hesabını soracaktır.

Bu sırada teşkilatın çarpıştığı cephelerden topladığı yandaşlarından büyük

gruplar İstanbul'da Teşkilat-ı Mahsusa'ca ağırlanmaktadır. Bu kişiler

teşkilata büyük yararlılıklar göstermişlerdir. Aralarında ülkelerin önde

gelenleri, dini ve siyasi liderler bulunmaktadır. Teşkilatın amacı bu

kişileri yenilmiş de olunsa ülkelerine geri gönderip, Osmanlı yanlısı

politikalarını devam ettirebilmektir.

Bu karışık günlerde Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa

Kuruçeşme'deki yalısında önemli bir toplantı yapar.
Yüklə 3,49 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   53




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin