|
|
səhifə | 6/53 | tarix | 22.12.2017 | ölçüsü | 3,49 Mb. | | #35622 | növü | Yazı |
|
savaş ortamının da verdiği olağanüstü koşullar nedeniyle yargılanıp idam
edilecektir. İdamlarda acımasız davranılmasını isteyen, kanal seferi için
bölgede bulunan Cemal Paşa'dır.
Çalışmalar sırasında Teşkilat-ı Mahsusa'ya yardımcı olacak Osmanlı'dan
memnun bir grubu da toplamayı başarmışlardır.
Bunlardan biri olan Hasan El Abed yazıhanesinde Fransız gizli servisince
tutulan bir katil tarafından öldürülür. Katil sıkıştırılınca Fransız
Konsolosluğu'na sığınır. Teşkilat-ı Mahsusa bu durumda hemen bir
değerlendirme yapar. Eşref Bey teşkilattan Ali Münif Bey'i görevlendirir.
Teşkilat-ı Mahsusa Fransız Konsolosluğu'nu basar, katili ele geçirir ve
dışarıya çıkartır. Ayrıca Konsoloslukta bulunan bazı evrak da bu baskında
Teşkilat-ı Mahsusa'nın eline geçer. Fransız Konsolosluğu'nun basılmasının
ardından ele geçirilen belgeler incelendiğinde İstanbul'da Arap
milliyetçiliği için mücadele eden bir gizli örgütün varlığı ortaya çıkar.
Teşkilat, Arap milliyetçiliği karşısında oldukça titizdir. Çünkü bu
milliyetçiliğin Osmanlı daki karşılığı çözülme ve dağılış demektir.
İngiliz gizli servisi de Arap Yarımadası'nda sürekli olarak Arap
milliyetçilğini kamçılamaktadır. Teşkilat-ı Mahsusa bu nedenle işinde
uzman olan iki elemanı ile önemli gördüğü gizli Arap örgütlerini
titizlikle izler. Bunlar arasında El Ahid, Cemiyet-i Kahtaniyye,
El-Eha-ül Arabi, İlla-El Merkeziyye, Evlad-ı Arap, El Münted-ül Ebedi
gibilere rastlanır.
ARAP MİLLİYETÇİLERİ GİZLİ ÖRGÜTLERİYLE ORDUYA SIZDILAR
Bunun sonucu Teşkilat-ı Mahsusa ordu içinde Arap milliyetçiliğini hedef
alan karşı örgütleri belirler. Arap milliyetçiliğinin önemli örgütünden El
Ahid geniş bir nüfuz alanı bulmuş, hükümet içinde de kendisine destek
sağlamaya çalışmaktadır. Hristiyan kökenli Araplar ve bunları destekleyen
milletvekilleri örgütlerin içindedir. Bazı Arap kökenli bakanlar da
örgütlerde aktif rol alır. Ordu içindeki örgüt, Arap kökenli subaylardan
oluşmuştur. Bunlarla ilgili yakınmalar Cemal Paşa'nın anılarında geniş yer
almaktadır. Paşa hiç ummadığı askerlerden Arap milliyetçiliği ile ilgili
övgüler duyduğunu ve hayret ettiğini yazmaktadır. Bu örgütlerin üyeleri
Arap milliyetçiliği üzerine yemin ediyorlar daha sonra örgüte
alınıyorlardır. Osmanlı'nın üst düzey subayı Albay rütbesindeki Selim
Hafız El Cezairi bu örgütün önde gelenleri arasındadır.
Teşkilat-ı Mahsusa örgüt üzerine operasyonlarına derhal başlar. Pek çok
örgüt üyesi sıkıştırılıp pasifize edilirken, bir kısmı dışlanır, bir kısmı
da ajan olarak kazanılır.
Bunlardan Selim El Cezairi örgüt ile ilgili bilgileri verir, kendisine
koruma ve para verilerek memleketi olan Cezair'e sağ sağlim ulaşması
sağlanır. Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişkileri daha sonra da devam ettirilir.
İNGİLİZ CASUSLAR ORTADOĞU'DA: LAWRENCE DİYE BİR ADAM
Teşkilat-ı Mahsusa Balkanlarda sağladığı başarının aynısını elde etmek
için bütün gücüyle Arap Yarımadası'nda da çalışmaktadır. Ancak karşısında
parasal açıdan kendisinden çok üstün olan, bölge üzerindeki etkinliğini
petrol alanlarına yönelik emelleri nedeniyle son derece arttırmış bulunan
İngilizler, Fransızlar ve işbirlikçileri yer almaktadır. Birinci Dünya
Savaşı sırasında teşkilatın faaliyetleri giderek artar. Ancak karşılarında
dünyanın en iyi casuslarından biri olan ve Ortadoğu'da faaliyet gösteren,
İngiliz haberalma teşkilatının bel kemiği, Merkez şefi bayan Getrude Bell
ile Thomas Edward Lawrence, Captain Shakespeare ve adamları vardır.
Shakespeare ve Lawrence Arap milliyetçiliğini sonuna kadar körüklemekte,
düşmanın Türk olduğunu Arap'a anlatmakta ve sınırsız para olanaklarını
kullanarak şeyhleri, Arap yöneticilerini satın almaktadır. Onun elindeki
bir diğer güç de Arapların çok sevdiği altındır. Bol bol altın harcamakta
ve vaadedmektedir. Shakespeare 1915'de, İngilizlerin verdikleri sözlerin
yerine getirilmeyeceğini anlayan Suudilerce öldürülür. Bölgede zamanla
İngiliz politikasının uygulayıcısı konumuna geçecek olan Lawrence'in
karşısına Almanlar en iyi elemanlarından olan Wassmuss ile Otto Von
Niedermayer'i koz olarak sürmüşlerdir. Bu üç casus Ortadoğu'daki
mücadelelerinde neredeyse efsaneleşirler.
Mücadele kıran kırana geçer. Teşkilat-ı Mahsusa ise bunların karşısına
Süleyman Askeri Bey, Eşref Sencer (Kuşçubaşı), Nuri Paşa gibi adlarla
çıkmaktadır. Eşref Sencer bu konuda şunları söyler:
"Lawrence ile Arap Yarımadası'nda adeta kovalamaca oynar gibi
çalıştık."
Arabistan'da yaptıklarını anlatırken "Bütün insanlar düş kurar ama aynı
biçimde değil. Geceleri zihinlerinin tozlu kıvrımlarında düş kuranlar,
gündüz uyandıklarında bunun boş olduğunu anlarlar. Fakat gündüz düş
görenler tehlikeli insanlardır. Çünkü gözleri açık bu düşlerini
gerçekleştirmek isteyebilirler. Ben bunu yaptım." diyerek kendine hiç de
haksız olmayan bir paye biçen Lawrence konusunda, bölgedeki mücadeleleri
sırasında farklı düşüncede olan Türkler de bulunmaktadır. Bunlardan biri
de Feridun Kandemir'dir. Kandemir bölgedeki aktif çalışmalarına dayanan
anılarında bu konuda şunları dile getirmektedir:
"Her çöl Arabı, uçsuz bucaksız çölde yalnız başına bir savaş gemisi gibi
harekette serbest bulunur ve kendi kanununu yürütür. Bedevi, Hecin Devesi
üzerine binince çadırına bir daha dönmek lüzumunu duymaksızın, cansız
denebilecek kum deryası çöllerde haftalarca kendi kendine yeterek
dolaşabilir. Bedevinin savaşmak usulü bambaşkadır. O bir avcı avını arar
gibi gözüne kestirdiği düşmanının peşine düşüp, nihayet onunla karşı
karşıya gelmek istemez. Bedevi düşmanının tamamiyle habersiz bulunduğu bir
anda birdenbire üstüne saldırır. İşini hemencecik görebildiği kadarıyla
görür ve düşman daha aklını başına toplamaya vakit bulamadan izsiz,
yolsuz çölün ufkunda gözden kaybolup gider. İşte Lawrence'in Türklere
karşı tatbik etmek istediği plan buydu.
Lawrence bu kararı verdiği günlerde hasta yatıyor ve Türk kuvvetleri de
süratle Rabuğ üzerine yürüyordu. Lawrence Rabuğ Limanı etrafında yaptırmış
olduğu siperleri kuvvetlendirecek yerde hemen Şerif Faysal'ı ve
kuvvetlerini alarak kuzeye hareket etti. Yalnız Şerif Hüseyin'in küçük
oğlu Emir Zeyid'i bir miktar kuvvetle Türkleri oyalamak üzere geride
bıraktı. Bu suretle Türklere Mekke ve Cidde yolunu tamamen açık
bırakmıştı. Kuzey'deki küçük Yenbu ve Elvecik Limanları Türklerin elinde
bulunuyordu. Lawrence'in planı bu küçük fakat askerlikçe önemli limanları
zaptederek Hicaz demiryolunu tehdid etmek ve Türkleri ya Medine'ye dönmeye
zorlamak, yahut ulaştırma yollarını kesip çöl ortasında yiyeceksiz ve
mühimmatsız kalmak tehlikesine uğratmaktı. Lawrence, Hicaz'da isyanı
geliştirmek için kendi akıl ve zeka kabiliyetine güveniyordu. Lakin bir de
Arapların içinden, kendisine yardımcı olacak bir şefe ihtiyaç vardı.
İhtiyar ve baba Şerif Hüseyin faal bir şef olamazdı. Oğullarından
Abdullah'ı tombul ve rahatına çok düşkün, Ali'yi saf, Zeyd'i soğuk, durgun
ve heyecansız buldu. Sadece Faysal'ı beğendi.
Lawrence hatıralarında bu konuda şöyle der:
'Beni dikkatle süzen, beyaz ipekler giymiş bir şahsiyet gördüm. İlk
bakışta anladım ki, Arabistan'da aradığım ve benim kendisine hizmet için
gelmiş olduğum adam. Yani Arap isyanını zafere ulaştırabilecek şef gücüne
haiz ve bizim hizmetimizden ve yardımımızdan istiğna etmeyecek akıllı adam
bu idi. Bu zat bana sordu 'Ordugahımızı nasıl buluyorsunuz?' Ben de güzel
fakat Şam'a pek uzak dedim. Şam kelimesi orda bulunanların içine bir kılıç
gibi saplandı. Hepsinde bir kıpırdanma oldu, kaskatı kesildiler. Bir
dakika nefeslerini tutular. Hepsi uzak seferin hayaline dalmış gibi
oldular. En nihayet Faysal bana dönerek güldü. 'Elhamdürillah Türkler daha
yakın' dedi.'
Lawrence Şerif Faysal'ı işte böyle seçti. Ve ondan sonra onunla bir
işbirliği yaparak asilerin ihtiyaçlarını top, tüfek, altın dinamit, erzak,
malzeme, araç, öğretmen, uzman, teknisyen vesaire tespit edip temine
koyuldu. Ve Yenbu karargahına giderek ilk iş olarak bir üs kurdu.
LAWRENCE TÜRKLER SAYESİNDE MEŞHUR OLDU
Lawrence artık şef saydığı ve bütün Araplara da öyle gösterdiği Faysal'ın
en yakın has müşaviri, fikren ve fiilen yardımcısı, bir kelimeyle sağ kolu
ve sağ eli olmuştu. İki yıl sonra asilerin başında ve şefin yanında Şam'a
girdi. Taç ve tahtlar dağıttı. Bu derece başarıya ve şöhrete ulaştıktan
sonra Lawrence hakkında söylenmedik söz kalmadı. 'Arabistan'ın taçsız
kralı', 'Tehlikeli sihirbaz, muammalı adam', 'Doğu'nun haritasını
değiştiren adam', 'Müslümanların mukaddes topraklarının gerçek şefi',
'İngiltere'nin milli kahramanı', 'Dünya dinamit şampiyonu', 'Krallar
yapıcısı'. Kimi de onu Mareşal Allenby'den üstün buldular. Hatta
Napolyona'a benzettiler. Umumi harp esnasında Kanal Seferini yapan 4.Ordu
Kurmay Başkanı ve sonraları Harp Akademisi Kumandanı olan rahmetli General
Ali Fuad Erdem ise hatıralarında bu konuda şöyle der:
'Lawrence böyle ünlü kılan biz Türkler olduk. Bizim strateji ve
siyasetimiz Medine'yi ve Hicaz hattını tahliye etmemek hususundaki inat
ve ısrarlarımız ki Lawrance'ı layık olmayarak masal kahramanı yaptı. Büyük
okyanusun dibine bir dalgıç indirdiğimizi farzedelim. Bu derinlik azami 80
metredir. Hicaz hattı uzunluğu Dera'dan Medine'ye kadar 850 kilometre,
yani okyanusun derinliğinin 10 mislidir. Dalgıçı okyanusun dibine tespit
edelim ve ona bir boruyla hava, su, yiyecek gönderelim. Bu havayı, bu
suyu, bu yiyeceği ulaştıran boru yüzeyden dibe kadar köpek balıklarının
hücumuna hergün uğruyor. Buna rağmen dalgıç o dipte bırakılıyor. Her
güçlüğe katlanarak, her tahrip ve zarar onarılarak, her hücum geri
atılarak orada bırakılıyor. Dalgıç Fahrettin Paşa ve Medine garnizonudur.
Nefes borusu ve can damarı Hicaz demiryoludur. Köpek balıkları da
dinamitçi asilerdir. Şimdi sorarım size kimin yaptığı iş daha zordur?
Katlandığı zahmet ve fedakarlık daha büyüktür? Köpek balıklarının mı?
Dalgıcın mı? Yoksa nefes borusunun, yani Hicaz hattını müdafaa edenlerin
mi? Hicaz hattının meçhul kahramanlarının ve meçhul şehitlerinin mi?'"
Ancak bütün direnmelere rağmen Lawrence, Arap'lar ve İngiliz askerleri
Teşkilat-ı Mahsusa'nın bütün çabalarını boşa çıkartmayı başarır. Araplar
İngiltere'nin milliyetçilik propagandalarına kanmışlardır.
Teşkilat-ı Mahsusa da Arap'lara para verir. Ancak İngilizler kadar
doyurmayı ve kandırmayı başaramaz. Sonunda Lawrence'ın kışkırtıcı
milliyetçiliğine esir olan Araplar İslamın kaynaştırıcılığı propagandasını
yürüten, İngilizlere karşı Cihad ilan eden Osmanlı'ya karşı tutum alırlar.
Lawrence'in altınla satın aldığı, derleyip toparladığı Arap'lar, bütün
yarımada'da Osmanlı askerlerini ve Teşkilat-ı Mahsusa'nın ajanlarını tek
tek avlarlar. Onları arkadan vururlar. Bu toplu katliamlar zaman zaman
Lawrence'da bile tiksinti duygusuna yol açar.
Batı'nın, hatta hemen bütün ülkelerinin Türkleri çöle gömen adam olarak
adlandırdıkları Lawrence hakkında, Türklerle ve onunla birlikte,
savaşları ve bölge gerçeklerini yaşayan Subhi El Umari ise ilginç
değerlendirmeler yapmaktadır. Doğan Koloğlu'nun 1969 yılında 'Lawrence'i
Nasıl Tanıdım?' adlı bir kitap yazan Umari'den aktardıkları Lawrence'ın iç
dünyasında karışık, yalancı, fırsatçı ve cinsel sorunlarla boğuşan bir
kişi olduğu üzerine kuruludur. Lawrence yergisiyle donanmış kitabı ortaya
çıkaran yazarın bir özelliği de kendisine ait fotoğrafların uzun yıllar
İngiliz gizli servisi tarafından dünyaya Lawrence'ın fotoğrafıymış gibi
yutturulmuş olmasıdır.
LAWRENCE'A KİM, NASIL TECAVÜZ ETTİ
Lawrence'ın anlattıkları konusunda Türk tarihçilerinin veya o dönem
gizli servis elemanlarının aktarımları neredeyse yok denecek kadar azdır.
Çoğu araştırmacının "yalancı" diyebildiği Lawrence'ın, bazı "yalanları"
konusunda Süleyman Musa'nın ve daha sonra Sunday Times araştırmacılarının
(Haziran-Temmuz 1968) yayınları yeterince bilgi vermektedir. Lawrence'ın
anılarında aktardığı "Deraa Gecesi" adlı bölüm ise başlı başına bir olay
olmuştur. Umari'nin başka yazarların kitaplarına almadığı bu bölümle
ilgili yorumları ilginçtir.
20 Kasım 1917 günü tek başına Deraa kasabasına giren ve amacının buradaki
askeri birlikler ile tren merkezi hakkında bilgi toplamak olduğunu
söyleyen Lawrence, durumundan şüphelenen askerler tarafından tutuklanmış
ve bölge kumandanına götürülmüştür. Dünya Deraa gecesi olayını sadece
Lawrence'ın iddialarından öğrenmiştir. Olayın tek bir tanığı yoktur.
İddiaya göre, Hacı Muhittin Bey ona cinsel ilişki önerisinde bulunmuş,
reddedince, askerlerin önünde işkence yapmış, kamçılatmış ve tecavüz de
etmiştir.
İddiayı Süleyman Musa, "İnsan üstü bir yaratığın bile dayanamayacağı
nitelikte" bulduğu gerekçesiyle ciddi saymamıştır. Deraa'dan önceki savaş
sırasında aldığı yaraları geçmeden Lawrence'ın, dört gün sıkı bir çöl
yolculuğuyla Deraa'ya varmış olması, bütün vücudu kan içinde kalacak
şekilde kırbaçlanmış, sonra tek başına yollara düşüp dört gün de deve
sırtında 650 kilometreyi aşıp, Akabe'ye varmış ve hiç bir şey olmamış gibi
savaşa devam etmiş olmasını, Musa akıl dışı saymıştır. Bey hakkında
yaptırdığı araştırmanın da onun bu tür ilişkilerden uzak bir kişi olduğunu
ortaya koyduğunu kaydetmiş ve bunların ancak Lawrence'ın hayalinden
çıkmış olabileceğini belirtmiştir.
Süleyman Musa'nın kitabının Fransızca çevrisine önsöz yazan Vincent
Monteil'de iddiayı kabule yanaşmaz ve Lawrence'deki homoseksüel, mozoşist
eğilimleri vurgular.
Sunday Times araştırıcıları daha da ileri gitmiş ve Bey'in ailesiyle hatta
düşmanlarıyla temas etmiş ve o döneme ait hatıra defterini
incelemişlerdir. Pek çok tanığın da belirttiği gibi Bey'in aksine son
derece 'Çapkın' olduğu saptanmış ve anılarında da Lawrence'a en ufak bir
atfa rastlanmamıştır.
Lawrence tıpkı boş bulduğu savaş meydanları gibi boş bulduğu yazı
meydanlarını da doldurmayı başarmıştır.
TEŞKİLAT-I MAHSUSA KAVGAYLA BÜYÜDÜ
Araplar daha sonradan yanıldıklarını anlamış olsalar da artık tarih
yazılmıştır.
İngilizler Cemal Paşa ile Teşkilat-ı Mahsusa'nın ortak yürüttüğü Süveyş
Kanalı ve Mısır harekatlarını da durdurduktan sonra Osmanlı'nın Arap
serüveni, başarısızlık ve hayal kırıklığı içinde, çöllerin kızgın
kumlarına gömdüğü ölüleri arkasında bırakıp çekilmesiyle son bulur. Bu
çekilişin ardından ölenlerine Anadolu insanı bugün dahi dillerden düşmeyen
Yemen Türküsü gibi nice ağıtlar besteler. Arap çölleri gidenlerin
dönmediği yerler olur.
Bütün bu kavgalar Teşkilat-ı Mahsusa'nın büyük bir yapı haline gelmesini
sağlar.
Yenilgiyle sonuçlanan mücadeleden geriye 40 bini aşkın personeli, batılı
gizli servislerle boy ölçüşebilecek eğitimde ve tecrübede uzman casusları,
uluslararası ilişkileriyle bir gizli servis kalır. Orta Asya'dan bu yana
bütün savaşlarını ve barışlarını gizli servislerin, casusların
kışkırtmalarıyla yitiren Türklere bu mücadeleler yeni şeyler öğretmiştir.
Tarihi boyunca Türklerin en büyük gizli servisidir oluşturulan. Emsalleri
arasında önemli bir yeri olan bu teşkilat 1909'dan 1918'e kadarki
serüveninde özellikle Balkanlar'da bugüne kadar uzanan sınırların elde
tutulmasında büyük yararlılıklar göstermiştir. Teşkilat, Ortadoğu'daki
topraklarını yitiren Türkiye'ye, bölgede yine bugüne kadar uzanan bir
ilişkiler ağı bırakmıştır.
Batılı uzmanlar Teşkilat-ı Mahsusa'nın hemen bütün planlarının yenilgiyle
sonuçlandığını görerek, genel değerlendirmelerinde onu zayıf ve başarısız
bulmuşlardır. Ancak bu inançlarından ve vatan severliklerinden başka hiç
bir çıkarları olmayan insanların, canlarını vererek yaptıkları korkusuz
kavga, bugünkü Türkiye açısından değerlendirildiğinde, Batılı uzmanların
yorumları pek gerçekçi olmamaktadır. Çünkü bugünkü sınırların kazanılmış
olması ya da elde tutulmasında bu teşkilatın hiç de küçümsenmeyecek bir
başarısı vardır. Ancak savaş döneminde ortaya çıkan ve elemanları bu iş
için özel olarak yetiştirilmeyen bir amatörler topluluğundan daha
fazlasını beklemek mantığa aykırı olsa gerektir.
Teşkilat-ı Mahsusa genel olarak bir ordu istihbaratı gibi çalışmış ve
üyelerinin büyük bölümünü askerler oluşturmuştur. Ancak daha sonra 1970
lere kadar, yani MİT'e kadar, Türk gizli servisinde bu yapı
değiştirilememiştir. 1970'lerde bu kısmen başarılmış, MİT'e sivil
elemanlar alınmıştır. İlk kez gerçek anlamda sivilleşme; idari yapının
sivilleşmesi ve kurumun sivillerce idaresi 1994 yılından sonra
başlamıştır. Bu gecikme de barış zamanlarında servisin ufkunu ve çalışma
alanlarını daraltmıştır. Elemanlarının niteliği ve operasyonların kalitesi
konusunda pek çok tartışmaları gündeme getirmiştir.
Elemanların niteliği açısından bir kıyaslama yapacak olursak; Teşkilat-ı
Mahsusa'yı Arap Yarımadası'nda yenilgiye uğratan İngiliz gizli servisinin
belkemiği Lawrence, bir üniversite öğretim üyesidir. Arkeolog olan
Lawrence aynı zamanda Ortadoğu uzmanıdır, profesyoneldir. Bizim
istihbaratçılarımız ise vatanını kurtarmaya çabalayan çoğu asker
amatörlerdir.
YENİLEN GİZLİ SERVİSİN DRAMI
1918'e gelindiğinde Teşkilat-ı Mahsusa büyük ama yenilgiye uğramış bir
durumdadır. Teşkilatın ülke içindeki etkinliğini sağlayan İttihat ve
Terakki, dolayısıyla Enver, Cemal ve Talat Paşalar yenilgilerin tek
sorumlusu olmuşlar, öyle görülmüşlerdir.
Teşkilat iç değerlendirmelerinde bu kötü gidişi görmüştür, tasfiye
edileceklerinin farkındadırlar. İngilizler onlardan savaşın galibi olarak
Arap Yarımadası ile Afrika'da kendilerine karşı yürüttükleri faaliyetlerin
hesabını soracaktır.
Bu sırada teşkilatın çarpıştığı cephelerden topladığı yandaşlarından büyük
gruplar İstanbul'da Teşkilat-ı Mahsusa'ca ağırlanmaktadır. Bu kişiler
teşkilata büyük yararlılıklar göstermişlerdir. Aralarında ülkelerin önde
gelenleri, dini ve siyasi liderler bulunmaktadır. Teşkilatın amacı bu
kişileri yenilmiş de olunsa ülkelerine geri gönderip, Osmanlı yanlısı
politikalarını devam ettirebilmektir.
Bu karışık günlerde Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa
Kuruçeşme'deki yalısında önemli bir toplantı yapar.
Dostları ilə paylaş: |
|
|