Muhabbetname


İNSANLAR SAADETİ NASIL ELDE EDERLER



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə35/83
tarix12.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#69835
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   83

İNSANLAR SAADETİ NASIL ELDE EDERLER


Acaba içimizde saadet aramayan bir kimse var mıdır. Her insan mutlaka saadet arayışı içindedir ve tek gâyesi de onu bulmaktır. Fakat insanlar bunu saadet pazarında değil de esfel-i sâfilîn olan dünya pazarında aramaktadırlar.

Pazardan aldığımız bir televizyonla birlikte cihazdan en verimli şekilde yararlanabilmek için bir de kullanma kılavuzu verirler. Kılavuzu okuyup her türlü talimatı ve ikazları uygularsak net görüntü sağlayabiliriz. İşte aynen bunun gibi bu insanoğlu televizyonunun da imalâtçısı Cenâb-ı Allah’tır. Onun da saadet içinde yaşaması için Kur’ân-ı Kerîm olan tâlimat kitabını göndermiştir. Çünkü insanların saadete ulaşma metodlarını en iyi bilen yüce Allah’tır. Öyle ise onun sözlerine kulak verelim. Yüce Rabbimiz saadetin iki bölümde kazanılacağı bildiriyor.

Dünya saadeti

Âhiret saadeti

İnsanoğlu et ve kemikten oluşmuş bir beden ve rûhtan meydana gelmiştir. Beden rûhsuz ayakta duramadığı gibi rûh da bedensiz icraatını sergileyemez. Onun için beden ve rûhumuzu Allah’a teslim etmemiz gerekir. Allah insanların mutlu olmalarını istiyor. İnsanların saadetinden başka hiçbir şey istemiyor. Bizlerin ibâdetlerine Allah’ın ihtiyacı yoktur. Fakat bu ibâdetlere bizlerin ihtiyacı ise pek çoktur. Çünkü ibâdetler yapıldığı takdirde saadete erişmek mümkün, yapılmadığı takdirde saadete kavuşmak mümkün değildir.

Allah’ın insanlardan tek istediği Tevhîd edip bilmek ve mutluluk içinde Hakk’ın Cemalullahını seyretmektir. Bunun için de:

1- Nefs ile rûh arasındaki ikiliği kaldırmak gerekir. Çünkü nefs ayrı rûh ayrı değildir. Süflîyyetteki ikilik adına ‘nefs’, Ulûhiyetteki teklik adına da ‘rûh’ denir.

2- Rûhullah âleminde bütün sıfatlarında tecellî eden Vahdâniyyetin farkı ile Cemâlullahı seyretmek, saadetin Hakk olduğunu zevk eylemektir.

Nasıl bir hasta doktora giderek ondan tedavi için reçete alıp hastalığını izale etmek imkânına sahip olabiliyorsa, saadet reçetesini de, “El ulamayı Veresetül enbiya” (H.Ş.) gereğince Peygamber vârisleri olan İnsan-ı Kâmillerden almak ve uygulamak gerekmektedir. Onlara tâbi olarak insan-ı asliyyelerini öğrenip hidâyete erenler saadeti yakalamışlar, bu vârislerden uzak kalanlar dalâlette kalmışlardır. Kasas Sûresinin 50. âyeti “Eğer yine çağrına uymazlarsa, artık bil ki, onlar sadece kendi heveslerinin peşinde gidiyorlar. Allah tarafından bir doğru delil olmaksızın sırf kendi hevesleri peşinde giden kimselerden daha şaşkın kim olabilir. Muhakkak ki Allah zalimler topluluğunu başarıya erdirmez.” bize nefse uyulduğu zaman dalâlette olduğumuzu, hidâyete erebilmemiz için ise Allah’ın bir hidâyetçisine tâbi olunması gerektiğini bildiriyor. Taha Sûresi 123.”Allah : ‘İkiniz de oradan birlikte inin, kiminiz kiminize düşman olarak! Sonra ne zaman size Benden bir doğru yolu gösterici gelir de her kim Benim kılavuzuma uyarsa, iste o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz’ ” Bakara Sûresi 151.”Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size âyetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor. Size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor” Secde Sûresi 24.”İçlerinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yolu gösteren öncül imamlar (önderler) yetiştirmiştik. Onlar ayetlerimize kesin bir şekilde sarılmışlardı” ve Furkan Sûresi 57. âyette “De ki: ‘Ben, buna karşı sizden bir ücret değil, ancak Rabbine doğru bir yol tutmak isteyen kimseler (olmanızı) istiyorum. ’ ” buyrulmaktadır. Şu halde dalâletten kurtulup hidâyete ermeniz, saadete kavuşmamız için hidâyet davetçisi bir Mürşid-i Kâmile tâbi olmamız gerekmektedir.

Buna da dünya ve âhiret tahsili olarak zikirle başlanmaktadır. Ankebût Sûresi 45. âyet-i kerîmesinde “Sana vahyedilen Kitabı güzel güzel oku ve namazı kıl! Muhakkak sahih namaz edepsizlikten ve uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak Allah'ı anmak en büyük iştir ve Allah, her ne işlerseniz bilir” buyruluyor. Demek ki Allah’ın zikri namazdan ve bütün ibâdetlerden önemli bir etken. Allah hiçbir ibâdeti devamlı emretmemiş. Namaz, oruç, hac gibi ibâdetler belirli zamanlarda ve belirli miktarlarda olduğu halde ‘zikir’ her nefeste yapılmakta ve insanın işine de engel olmamaktadır. Nisa Sûresi 103. âyet-i kerîmesinde “Otururken, ayakta iken ve yatarken dâima Allah’ı zikret” emrini görüyoruz. Bu, bir insanın eline tesbihi alarak gün boyu tesbih çekmesi anlamında değildir. Kişi dilini damağına yapıştırıp ağzını kapatarak burnundan derin bir nefes alıp aldığı o nefesi üçe bölerek burnundan ‘Allah Allah Allah’ diyerek verir. Bu zikirle kalbinde sürûr ve mutluluk nurları parlamaya başlayacaktır. Kalbin iki penceresi vardır. Biri nefse açılan pencere biri de rûha açılan penceredir. Zikir dâimleştikçe nefs tarafına açılan pencere kapanmaya, rûh tarafına açılan pencere ise açılmaya ve nurları ile kalbi aydınlatmaya başlayacaktır.

Bu yapılan dâimî zikir hem işlerimizi yapmamıza engel olmaz hem de “Kalbinizin her atışında Allah’ı zikrediniz” emrini yerine getirmiş oluruz. Dolayısıyla da Allah’ın davetine icabet etmekten ve kalbin zikir nurlarıyla nurlanmasından dolayı kişi bütün şartlarda rahatlatıcı mutluluğa ermektedir.

İnsanların üzüntü ve stres halinde hemen ilk müracaat ettikleri şey sakinleştirici sinir ilâçlarıdır. Ne yazık ki onlardan da sonuç alamamaktadırlar. Halbuki Allah’ın en büyük rahatlatıcısı olan zikirle meşgul olsa hiç ilaç almadan sonuca varacaktır. Çünkü insan televizyonundan saadet görüntüsü almanın yolunu, yaratıcısı Rabbü’l-Âlemîn tâlimatında yazmıştır. Bakara Sûresi 186.”Bana dua edildiği taktirde mutlaka davete icabet ederim” ve Bakara Sûresi 152. âyetlerde “Siz beni zikrederseniz ben de sizi zikrederim” buyrulduğuna göre O’nun bizdeki zikri, bizim üzüntü ve kederlerden uzak, stressiz, saadet içinde yaşam halidir. Hem ilaç almak hem de zaman zaman zikir yapmaya yeltenirsek maalesef sonuç almamız mümkün olmayacaktır. Bedenin tedavisi zâhir doktorlarla, rûhun tedavisi ise bâtın doktorlarla mümkündür.

Zikir yapıldığında kişi ferahladığını ve rahatladığını görecektir. Zikir yaptığımız zaman gelen rahmet bize rahatlama hissi verir. Bu rahatlama sebebiyle de ferahlık duyarız. Bu zikir dâimî olursa dünyadaki mutluluğu yakalamış oluruz.

Bundan sonra mukayyed olan bu âlemde Allah’ın ef’âl, sıfat ve Zât tecellîlerinin tahsili ile rûhumuzun Allah’a ulaşması gerçekleşecektir. Rahmân Sûresi 33. âyet-i kerîmesinde “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz” buyrulmaktadır. Hiçbir kişi Sultan’ın yani Mürşid-i Kâmilin yardımı olmadan Allah’a vuslat bulamaz. Görülüyor ki rûhun Allah’a ulaşması mutlaka bir Mürşid-i Kâmil vasıtasıyla gerçekleşecektir.

Mürşid, i’tikadının düzelmesi ve irfâniyetinin artması için sâlike Tevhîd-i Ef’âl mertebesini telkîn eder. Allah’ın delilleri anlamına gelen âyetleri okutur ve gösterir. Burada sâlikte çok büyük değişiklikler ve i’tikadında tebdilât olur. Kendini kınama haliyle, âleme açılan bir pencereden, kalbine ef’âl-i ilâhiye nurlarının sızdığını ve kalbin nisbîyet karanlıklarından kurtulup aydınlandığına vâkıf olur. Sıfat mertebesinde de ilhamlara mazhar olarak Âhiret mutluluğuna erer. Yalnız burada ilhamlara aldanmamak lâzımdır. Çünkü ilhamlar iki türlüdür:

1- Temizlenmiş olan gönülde zuhûr eden Rahmanî ilhamlar,

2- Nefisten gelen, zulmanî ilhamlar da denilen Nefsanî ilhamlar.

Rahmanî ilhamlar kalbe rûh penceresinden gelen Vahdet ve Kur’ân-ı Kerîm’e uygun olan ilhamlardır. Bu ilhamlar kişiyi mutlu ettiği gibi başkalarına anlatıldığında onları da mutlu eder.

Nefsanî ilhamlar ise nefisten geldiği için kişinin kendisini mutlu etse bile başkalarını mutlu edemez. Çünkü Kur’ân’a da ters düşmektedir. Bu tecellîler nefsin kişiyi aldatmasından ibarettir. İnsanda akıl, irâde ve rûh üçlemesi zuhûr ederse Mürşid-i Kâmilin tariflerini uygulamada zorluk çekmeden Allah’a vuslat bulur. Ebedî mutluluğu elde etmiş olur. Zaman zaman zikir ve şühûdlardan uzaklaşırsa nefse uyduğu için, ilimle her şeyi bilse bile, bir türlü dalâletten kurtulamaz. Kişi vücûdun Vücûdullah olduğunun idrakiyle hem bedenin hem de rûhun irfâniyetine sahip olarak kemâle erip saadeti yakalamış olur.

Demek ki saadet, Rabbimize ârif olup Âdem’de ve âlemde tecellîlerini görerek huzur içinde yaşamaktır. İnsanın sulh ve sükûna ulaşması için nefsinin bütün âfetlerinden kurtulması ve bu vücûd şehrinde âfetlerin yerine rûh hasletlerini ikame ettirmesi lâzımdır. Bu, saadete ulaşmaktır. Âl-i İmrân Sûresi 119. âyet-i kerîmesinde “Onlar sizi sevdikleri halde siz onlara muhabbet beslersiniz(seversiniz). Çünkü siz kitabın bütününe tâbi olursunuz” buyrulmaktadır. Görülüyor ki bu hâl nefsin âfetlerinden kurtulmuş olanların davranışıdır. Tevbe Sûresi 100. âyette “İslâmiyet inançları dolayısıyla muhacir ve ensarlar (Mekke’den Medine’ye göç edenlere muhacir, Medine’de evlerini açanlara ensar denir) Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdırlar. Altlarından ırmaklar akan Cennetler ihsân edilerek orada ebedîyyen kalacaklardır.” buyruluyor. İşte en büyük saadet budur.

İşte hem kendimizle hem de cümle âlemle barışık olmak rûh birliği irfâniyetinin Allah’a vuslatıyla mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Allah cümlemizi nefs âleminden kurtararak rûh âlemine vuslatımızı nasîb etsin. Rûhumuzun mutmain olmuş nefisle Allah’a kavuşarak her sıfattan Cemalullahını müşâhede etmeyi nasîb eylesin. Âmin.

İNSANLARIN HAKK’I BULMASI VE KUL OLMASI

İnanan her kişi, bu âleme geldiği günden beri, dâima Hakk’ı bilmenin, görmenin ve O’nda O olmanın yollarını aramış, bulanlar bulmuş, bulamayanlar ortada, ümitsizlik içinde ömürlerini bitirmişlerdir. Niyazi-i Mısrî Hazretleri bakın bir ilâhisinde ne buyuruyor:



Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş

Bürhan arardım aslıma aslım bana bürhan imiş.

Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu

Ben taşrada arar idim, ol can içinde canan imiş.

İnsanoğlu bu âleme geldiğinden beri hep nereden geldiğini, nereye gideceğini merak etmiş ve bunu dert edinmiştir. Cenâb-ı Allah’a âşık olan bir kişinin derdi, aşkıdır. Âşık olduğu Hakk’a kavuşmayı ve bu soruların cevabını bilmeyi arzular. Bir kişinin derdi olmazsa aşkı da olmaz. Şu halde dermanı da aşkı olmuş oluyor. İkilikteki insanlar, Cenâb-ı Hakk’ı kendilerinden çok uzaklarda zannettikleri için, hayâllerinde Allah’ın Zâtı veya mutlakiyet yönünün dışında, bir bilince sahip olmayışları, onların îmânlarını kuvvetlendirmemektedir. Îmân üç bölümde mütalaa edilir:

1- Bilmek (ilm-el yakînlik) zâhir ilimle, şühûdsuz bilme hâli,

2- Görmek (Ayne’l-yakînlik) sıfatlarından tecellîlerini görme hâli,

3- Olmak (Hakk-al yakînlik) O’nda O olma hâli.

Kişinin bu idrâke vâkıf olabilmesi için, bir İnsan-ı Kâmilden Tevhîd tahsilini yapması lâzımdır. İşte o zaman insan-ı asliyyesini öğrenecek ve Âdem (AS)’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin kendi gönül sevk ve idare eden tecellîsi olduğunu öğrenmiş olur. İşte bu onun aslı olduğu için âleminde, mevcûdiyetlerini, görev idrakları ve yaşamını zevk edebileceğini, Cenâb-ı Hakk’ın da, kendi gönlünde taht kurarak, her şeye hükmettiğini görecektir.

Burhan arardım aslıma aslım bana burhan imiş.”

Bir kişi Hakk’a vuslat etmek için delil yani kılavuz arıyorsa, onun aslı ona delildir. Bir kişinin aslı nedir ki ona delil olsun. Kişi kendisine ayrı bir vücûd verdiği için kendisini ayrı, Rabbini ayrı zanneder. Nefsini bildiğinde, Rabbinin kendisini delili de o olmuş oluyor.

Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu

Ben taşrada arar idim ol can içinde canan imiş.”

Bu ikilik hâlimle sağı solu gözleyerek Cenâb-ı Hakk’ın yüzünü göreyim diye, Mekke’de, Medine’de ve birçok yerlerde aradım, bulamadım. Rabbimin öğrettiği Tevhîd tahsilinden sonra anladım ki, aradığım bendeki can içinde canan imiş. Burada can nedir, canan nedir. diye bir soru akla gelmektedir. Allah’ın her bir sıfatının ayrı ayrı diriliğine can denir, rûh denir. Canan ise, Allah’ın bütün sıfatlarının diriliğine veya küllî rûhuna denir.

Öyle sanırdım ayriyem, dost gayridir ben gayriyem

Benden görüp işiteni bildim ki ol canan imiş.”

Daha evvel Allah’ı ayrı, kendimi ayrı olarak biliyordum. Şimdi anladım ki benim kendime ait hiçbir varlığım yokmuş, “Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyül aziym” kudret ve kuvvet Allah’ınmış. ‘Ben yaptım, ben ettim’ diye hep şirk hâlinde imişim de haberim yokmuş. Allah’ın, bir sıfatı olarak beni, istediği yerde kullandığını idrâk etmiş oldum.

Savm, salât, hac ile bitmez zâhit senin işin

İnsan-ı Kâmil olmağa lâzım olan irfân imiş.”

Oruç tutmak, namaz kılmak ve hacca gitmek inanan kişilere Cenâb-ı Allah’ın farz-ı İlâhiyesidir. Bunların zâhirini yapmak vücûdumuzun hakkıdır. Rûhanîyetimizin hakkı ise ikilikten birliğe çıkma irfâniyetine sahip olmaktır. Namaz mü’minin mi’racıdır. Mi’rac ise Allah’la beraber olmak ve O’nunla konuşma sırrına vâkıf olmaktır. Hac, ziyâret demektir. Sıfatların Zâtı ziyâret edişlerinin sırlarına vâkıf olup yaşama geçme halidir. Yoksa yapılan ibâdetlerin irfâniyeti olmadan bedensel hareketlerle icraat yalnız taklîdden ibarettir. Ancak bunların irfâniyeti kişiyi kâmil yapabilir.

Kandan gelir yolun senin ya kanda varır menzilin

Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.”

Ey insanoğlu nereden geldin ve nereye gidiyorsun. Eğer bunun mânâsını bilmiyorsan Allah’ın insanlara bahşettiği akıl nimetini kullan. Akıl nimetinden mahrum, yeme, içme ve nefsâni arzulardan başka hiçbir şey düşünmeyen hayvanlardan farkın olsun. Onun için gel, insan-ı asliyyeni öğren. Fiziksel bedeninle cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insan teşriye devri ile topraktan geldiğini, rûhsal yönünle de “Elestü bezminden” itibaren Rabbinden gelip Rabbine rücû edeceğini öğren. Bakara Sûresinin 156. âyetini Allah'tan geldiniz tekrar Allah’a rücû edeceğiz” biraz tefekkür et.

Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakka’l-Yakîn

Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş.”

Ey kardeşim, ilm-el yakîn irşâd eden Mürşîdler vardır. Ayne’l-yakîn olarak irşâd eden Mürşîdler de vardır. Sen Hakka’l-yakîn irşâd eden mürşide tâbi olarak hakîkata vâsıl olmağa bak. İlm-el yakînlik ehl-i şerîatın ilmidir ve irşâd olmaktır. Ayne’l-yakînlik ehl-i tarîkatın ilmidir. Onun da irşâdı ahlâk güzelliklerine sahip olmaktır. Hakk-al yakînlik ilmi ise ehl-i hakîkatin ilmidir. İlm-i ledün ve Kur’ân’ın sırlarını bildiren bir ilimdir. Bu ilmi, hakîkat Mürşîdlerinden başkası öğretemez. Hakîkat mürşidine tâbi olursan o seni ilm-el yakînlikten ayne’l-yakînliğe, ayne’l-yakînlikten de Hakk-al yakînliğe yükseltir. İlm-el yakîn veya ayne’l-yakîn olan bir kâmil seni, bulunduğu yere kadar götürebilir. Yoksa kitabî bilgilerle ve mütalaalarla Hakk’a vâsıl olunmaz. Yani Tevhîd ilmi sülûksuz olmaz.

Her Mürşide dil verme kim yolunu sarpa uğratır

Mürşid-i kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş.”

Bir kişinin Mürşid-i Kâmili bulması çok zordur. Zira günümüzde Mevlana Hazretlerinin “Her köşede Mürşidim diyen çokdurur, binde birinin irfâniyeti yokdurur” dediği türden bir çok mürşîd vardır. Bunların hakîkata vâkıf olanlarının yanına vardığınız zaman, mıknatıs gibi çekicilikleriyle sizleri etkilediklerini görürsünüz.”Biraz daha anlatsa da dinlesem” diye gönlünüzde arzu ve istek tecellî eder. O’nun huzurunda manevî dertleriniz ve müşkülleriniz hallediliyor, mutluluğa ve huzura kavuşuyorsanız, işte sizin irşâd kapınız orasıdır. Tâbi olmakta vakit kaybetmeyiniz.

Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur

Âlem kamu bir yüz durur gören onu hayrân imiş.”

Yukarıdan beri anlatılan irfâniyet ve kemâlâta sahip olan bir kişi, ister esmâsını söylesin, isterse aklı ile O’nu düşünsün, zerreden kürreye kadar, onun Tafsilât-ı Muhammediyyesi olan zâhirinden, Vahdâniyyetinin zuhûrunu şühûd ve müşâhede ederek hayran kalacaktır. Cenâb-ı Allah’ın bu mukayyed âlemde tecellî eden yüzüne Vahdâniyyet yüzü, tecellî olunan zâhir yüzüne de Tafsilât-ı Muhammediyye olan kesret yüzü denildiğini anlayacaktır.

İşit Niyazi’nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün

Hak’tan ayan bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş.”

Mülkünde Cenâb-ı Allah’tan başka bir varlık yoktur ki O’nu örtmüş olsun. Bütün sıfatlarında Zâtını ilâneden Cenâb-ı Hakk, ârif ve kâmillere, hem cemâlini göstermekte, hem de o varlıklardan hitâb etmektedir. Yalnız bu irfâniyet ve kemâlâta sahip olamayanların hicâbları açılmadığı için, onlar için gizli olduğundan bu hâli göremezler. Cenâb-ı Allah bizlerin de hicâblarını açarak bu sırlara vâkıf kılsın. Âmin.



Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin