Muhabbetname



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə5/83
tarix12.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#69835
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   83

ÂDEM’İN YARATILMASI


Âdem’in yaradılışı iki bölümden meydana gelmiştir:

1- Et ve kemikten meydana gelmiş olan fiziksel vücûdunun yaradılışı

2- Rûhsal vücûdu olan sîret vücûdunun yaratılması.

1- Et ve kemikten meydana gelen vücûdu topraktan meydana gelmiştir. Yani, teşri devresiyle, cemâdâttan nebâtâta, nebâtâttan hayvânâta, hayvânâttan da insan vücûduna geçerek insan vücûdu haline gelmiştir. Ten, rûhun taşıyıcısıdır. Fânidir. Bu gün var, yarın yok olacaktır. Rûhun taşıyıcısı olarak, çocukluk devri, delikanlılık devri, olgunluk devri, dolgunluk devri ve ölgünlük devirlerinde, ızdırari ölüm tecellî edesiye kadar görevini yapacaktır.

2- Rûhsal vücûdumuz olan sîret yönümüz, bezm-i elest olan Hakk Mürşîdinin dizinin dibinde, Hicr Sûresi 29. âyeti “Rûhumuzdan bir rûh üfledim” gereğince, Rabbinin evvelâ zikir rûhunu üfürdüğünde, o sâlikte ne kadar Rabbine sevgi ve teslimiyeti varsa, o kadar onda zikir rûhu tecellî etmiş olacaktır. Hakk Mürşîdi tarafından atılan bu Muhammedî zikir tohumu, ona her yerde ve işinde, Rabbi ile dâima beraber olma zevkini verecek ve kendisinden zikredenin de, Rabbi olduğunu anlayacaktır. O sâlik Rabbini can-ı gönülden seviyorsa, Rabbinden ayrılmamak için saat gibi gönlünde zikreden Rabbini yakın takibe alarak, O’nu dinleyecek ve O’nunla dâima zikirde beraber olma zevki ile dirilmiş olacaktır. Bu zikir rûhundan sonra, onun Hakk Mürşîdi, ef’al-i İlâhiye rûhunu, sıfat-ı İlâhiye ve Zât-ı İlâhiye rûhlarını üfürerek, Muhammedî tohumunu sâlikin gönül tarlasına ekmiş olur. Sâlikler bu Muhammedî tohumunu, zikir, şuhûd ve râbıtalarla sulayıp, çapalarsa, o sâlikin Muhammedî vücûd ağacının, yeşerip dal ve yaprakların arasında çiçek açtığını görürüz. Artık, “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Hadis-i Şerifi gereğince, kendisinin diye bildiği vücûdunun Rabbinin vücûdu olduğunu anlamıştır. Rabbinin ise, Kaf Sûresi 16.”Biz kulumuza şah damarından daha yakınız” âyeti gereğince, gönlünde tahtını kurduğunu, o kulundan duyan, o kulundan gören ve o kulundan her türlü icraatı yapanın Rabbi olduğunu anlamış olur. Zikir rûhundan başlayarak ef’al-i İlâhiye rûhu, sıfat-ı İlâhiye rûhu ve Zât-ı İlâhiye rûhuna hamile kalan sâlik, manevî sîret vücûdunu bir anne karnındaki çocuğun birinci 40 günde kan pıhtısı, ikinci 40 günde et parçası, üçüncü 40 günde kol ve bacakları teşekkül ederek hareket ettiği gibi, hareket edecektir. Biz bu devreye Âdem’in Fenâfillâh olan uruc seferi diyoruz. Âdem rûh sahibi olarak yaratılmış, fakat henüz sıfatlarından zuhûr etmediği için, kendisini ispat edememektedir. Kadir Sûresi 4.”O gecede melekler ve rûh Rabbinin izniyle fecrin doğuşuna kadar inerler” âyetinde de belirtildiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyeti olan gecede, bütün sıfatlarından kemâlâtıyla zuhûr edesiye kadar, rûhun, melek olan kuvveleriyle, Rabbinin o kişideki kabullenişi kadar sıfatlardan tecellî etmiş olur. İşte, rûhun zuhûruna kadar Âdem’in urucu ve sıfatlardan tecellîsiyle nüzûl devresini bitirdikten sonra, vücûdun vücûdullah olmasının Tevhîd idrâki ile Âdem yaratılmış olacaktır. Yoksa bu gördüğümüz bütün insanlar Âdem değillerdir. Onun için Âdem üç nev’idir.

1- Sûrette Âdem sîrette hayvan

2- Sûrette Âdem sîrette nâkıs

3- Sûrette Âdem sîrette de Âdem

Sûrette Âdem sîrette hayvan olanlar, “hay” diri demektir.”van” varlık anlamına gelir. Yani “hayvan” diri olan canlı varlıklar demektir. Yiyen, içen, nefsânî bütün istek ve arzularını yerine getiren anlamındadır.

Sîrette nâkıs olanlar da, Âdemiyet tahsilinde olup, henüz kemâlâtı elde edememiş kişilerdir.

Sûret ve sîretinde Âdemiyetini bulanlar ise, Hakk Mürşîdinden rûh üfürülmüş ve Âdemiyetinin idrâk kemâlâtına vâkıf olanlardır. Âdem’in bütün varlığı Hakk’ın varlığı olduğunu zevk etmiş, Hakk’ın yeryüzündeki halifesidir. Cenâb-ı Hakk, Âdem yüzünden Zâtını ilânetmiştir. Onun sûreti Âdem sîreti Hakk’tır. Yalnız ona Hakk denilmez. Âdem’in başındaki “A” Harfi Allah’ı remzeder, “dem” de zaman demektir. O dem, bu demdir. Anlayan anladı. Anlamayanlar da yalnız dinledi.

ALLAH BÜTÜN İNSANLARI ZÂTINA DAVET EDİYOR


Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’in Hac Sûresi 27. âyetinde “Bütün insanlar içinde haccı ilânet ki, gerek yaya olarak ve gerek uzak yoldan develer üzerinde sana gelsinler” buyrulmaktadır. Hac ziyâret etmek demektir. Neyi ziyâret etmemizi Cenâb-ı Allah istemektedir Kâbe’yi ziyâret etmemizi istemektedir. Kâbe Allah’ın zâtını remzeder.

Kâbe, zâhir ve bâtın olarak iki şekilde mütalaa edilir. Biri zâhir Kâbe’dir ki, zâhiri Kur’ân-ı Kerîm’de emredildiği gibi, Suudi Arabistan’daki Mekke şehrinde, Kâbe’yi ziyâret etmek, bütün Allah’a ve Resûl’üne inanan, en üstün sadakat ve teslimiyetle, ehl-i sünnet vel cemâat kardeşlerimizin, bedenen o beldeye giderek, haccın farzları olan: 1- İhrâma girmek 2- Arafat’ta vakfeye durmak 3- Kâbe’yi yedi defa tavâf etmek, Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır. İster yaya, isterse bineklerle, o mübarek Kâbe’yi ziyâret etmek, hayatında bir defa her inançlı kardeşimizin, istek ve arzusudur.

Biri de, bâtın olan Kâbe’dir ki o da Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyetini kendisinde, kemâlâtıyla cem eden, Kâbe kavseyn sahibi olan İnsan-ı Kâmillerdir. Allah’ın Kâbe olarak davet ettiği bu kâmiller, bizlerin gönüllerinde Hakk’ın Cennet ve cemâlinin, kemâlât tecellîsini zuhûra getirmesi nedeniyle bizleri onlardan kendi insan-ı asliyemizi ta’lîm ve terbiye ederek öğrenmemizi istemektedir. Kuran-ı Kerîm’in Müzzemmil Suresinin başında bizlerin cehâlet uykusundan uyanarak İnsan-ı Kâmilde Tevhîd tahsili yapmamızı istemektedir. Yine Kur’ân-ı Kerîm’in Müddessir Sûresi 1 ve 2. âyetlerinde Ey örtüsüne bürünen, kalk artık uyar” buyrulmaktadır. Rûhullah olanların kemâlât sıfatlarında tecellîsiyle onları uyarmamızı istiyor. Bu da günümüzde Mürşid-i Kâmillerin Îsâ nefesli olmaları nedeniyle bizlerin uyarılmasıdır. İşte Cenâb-ı Allah’ın emri üzerine, hem zâhirini hem de bâtınını idrâk ederek bu davete icabet edenler, Kâbe’nin sahibiyle görüşme lütfuna mazhar oldukları için, hacc-ı ekber (büyük hac) olurlar. Bunların diğer zâhir davete icabet edenlerden farkı, zâhir ve bâtın yönüyle Kâbe’ye ziyâret ibâdetlerini yapmalarıdır. Gâye taştan yapılmış bir binayı ziyâret değildir. O ziyâretin sırrını idrâk etmektir. Resûlullah efendimiz “Kim ki Kâbe’yi taştan ibaret görürse o hac yapmamıştır” buyurmuşlardır.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin hocası Fakrullah Hazretleri hüccacın önüne geçerek, nereye gittiklerini sormuş onlar da hacca gittiklerini söylemeleri üzerine “Kâbe Kâbe olalı o taştan yapılmış binaya Allah hiçbir zaman girmedi, fakat bu fakirin gönlünden de hiçbir zaman çıkmadı” diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın tahsil tavâfının kendisinde olduğunu söylemiştir. Şu halde, taştan yapılmış bir bina, bizlere Allah’ın Zâtın tecellîsi olan, tavâfların mânâsını ve bu kâinattaki tecellî-i İlâhisinin îzâhını yapamaz. Kâbe’ye gitmeden bir İnsan-ı Kâmilden, Kâbe’nin Allah’ın zâtının remzedildiğini, onun tavâfının ondan merâtib-i İlâhinin tahsili yapıldıktan sonra, o mübarek yerlerde, bizzât yaşamak gerektiği vurgulanmıştır. İşte bu İnsan-ı Kâmili ziyâret ederek, Zâtının sıfatlarından, esmâ alarak fiilleriyle eserlerinin sırlarını öğrenmemizi Cenâb-ı Allah istemektedir. Zâhirde bütün inanan kardeşlerimizin kıblesi nasıl Kâbe ise, onun remzettiği mânâ da, canlı Kur’ân olan, Kâbe kavseyn sahibi İnsan-ı Kâmillerdir.

Zira Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyet tecellîleri, onlarda kemâlâtiyle açığa çıkar. İster yaya olan fiillerimizle, isterse binekler olan sıfatlarımızla, Allah’ın zâtını ziyâret etmemiz bizlerin üzerinde Allah’ın bir hakkıdır. Zira Harem-i Şerîf’e girmek, bedeni arzu ve isteklerimiz olan, bütün nefsani haram lezzetlerden geçmedikçe, kendi nisbîyetlerimizden kurtulmadıkça mümkün değildir. Zan ve sûretlerden geçtikten sonra ancak hakîkatin zevkine ulaşılır. Bu da İnsan-ı Kâmilleri ziyâret tahsili ile mümkündür. Çünkü Cenâb-ı Hakk kullarının şirkle, günahkar olarak huzuruna gelmelerini istemiyor. Zâten şirk ve günahkar olarak ikilikle Harem-i Şerîf olan Kâbe’ye girmek mümkün değildir. Dikkat edilecek olursa, hacılar Hacer-ül Esved taşını öperek, tavâfa başlamaktadırlar. Aynen bunun gibi, Hacer-ül Esved rumuzâtı da, kendi insan-i asliyyesini öğrenmek isteyen inanan kardeşlerimizin bir İnsan-ı Kâmile gelerek, elini öpmesidir. El ele, el Hakk’a denmiştir. Gâye, et ve kemikten meydana gelen İnsan-ı Kâmilin gölge elini öpmek değil, tende canı, canda cananı bulmak olup teslimiyeti izhar etmektir. Ondan sonra hacdaki gibi, kişinin kendisindeki Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini yedi sıfat-ı subûtiyesinden zuhûra getirmektir.

Kur’ân eşittir İnsan-ı Kâmile. Fatiha-i Şerîf yedi âyettir. İnsan-ı Kâmildeki Cenâb-ı Hakk’ın 3 fenâ, 4 bekâ tecellîleriyle o da canlı bir Kur’ân’dır. Fatiha Sûresi 7 âyet olup, üçü Cenâb-ı Hakk’a ait bâtın, dördü de kula ait ifadeler taşıdığı için, zâhir olması nedeniyle İnsan-ı Kâmiller bizlere bu tahsili yaptırmaktadırlar. 3’ü çalımlı ve 4’ü sakin olarak tavâfımız, insanlardan tecellî eden üç bâtın olan Allah’ın sıfatlarının (hayat, ilim, irâde), mutmain nefs olarak zuhûra gelmesi içindir. Kişi bir an evvel şirkten kurtulmak ve buna kavuşması için koşmalıdır. Dört sakin olan tavâflar da kulun mazharından açıkta olan Allah’ın (duymak, görmek, kelâm, kudret) sıfatlarının, sakin olarak zuhûrunu istemekten ibarettir. İnsan-ı Kâmilde, üç fenâ mertebesi ve dört bekâ mertebelerindeki tahsili sonunda, kendisinde Cenâb-ı Hakk’ın vahdet ve kesret tecellîlerini kemâlâtıyla görmek istediği için, insanlar üzerinde bu Kâbe’ye daveti Allah’ın insanlar üzerindeki hakkı olmuş oluyor. Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir ilâhisinde :

Halkı bunca evliya ki geldi davet eyledi

Vahdetin sırrı bilinmektir o davetten garaz

Sanii gör günde yüzbin sanat gösterir

Kendini göstermek içindir o sanattan garaz”

Buyurmakla, zâtının bütün sıfatlarındaki ef’âl tecellîlerini bilmek ve görmek için olduğu anlaşılmış olunur.

İşte İnsan-ı Kâmilde bu tahsil yapıldıktan sonra, emr-i İlâhi olduğu için, o mübarek beldeye giderek, her türlü ziyâret ibâdetlerimizin, taşıdığı rumuzâtlarıyla tekrar zevk etmek elbette güzeldir. Zâten hac ziyâretini tetkik ettiğimizde, birinci farzı olan, evvelâ ihrâma girmenin, kişinin kendi varlığından kurtulması olan Fenâfillâh olduğunu görürüz. Yunus Emre’nin bir ilâhisinde:

Aşkın bahrına dalmayan, canını feda kılmayan



Senin cemâlini görmeyen meydana gelmez Allah’ım

Aşık yunus seni ister, lütfunla cemâlini göster

Cemâlini gören aşıklar, ebedî ölmez Allah’ım.”

Dediğini görüyoruz. İkinci farz, Arafat’ta vakfeye durmaktır. Arafat Hakk’a ârif olmaktır. Hakk’a vâkıf olanlar Bakara Sûresi 115. âyetin “Bununla beraber, doğu da Allah'ın batı da! Nerede yönelseniz, orada Allah'a durulacak yön vardır! Şüphe yok ki Allah'ın rahmeti geniştir ve O, her şeyi bilendir” idrâkinde oldukları için, Allah’ın Vahdâniyyet tecellîsini zevk ederler. Niyazi-i Mısrî Hazretleri:

Her neye baksa gözün bil sırrı Sübhan ondadır

Her ne işitse kulağın mahzı Kur’ân ondadır

Her şeye mahlûk gözüyle baksan o mahlûk olur

Hakk gözüyle baki bi şek nûr-u Yezdan ondadır.”

Buyurmakla zerreden küreye kadar her varlıktaki Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyetinin tecellîsini söylemişlerdir. Ayrıca:

Hakk’ı istersen yürü insana bak

Şemsü zâtı yüzünde Rahşan eylemiş

Hakk yüzü insan yüzünden görünür

Zâtı Rahmân şeklin insan eylemiş”

Demekle de, İnsan-ı Kâmillerin Allah’ın kemâlât sıfatı olan Rahmân’ın İnsan-ı Kâmil’den göründüğünü söylemiştir. İnsan-ı Kâmiller Allah’ın Rahmân sıfatlarıdırlar.

Üçüncü farziyette, Kâbe’yi yedi defa tavâf etmek olan, üçü bâtın sıfatların zuhûru, dördü zâhir olan sıfatlardan mutmain nefs olarak yedi subût sıfatlar olarak yaşamayı istemek değil midir. Onun için hac ziyâreti, zâhirde de bâtında da kişilerin insan-ı asliyyelerini öğrenerek, kul mazharından Cenâb-ı Hakk’ın zuhûrunu seyirden ibaret olduğu anlaşılmış olunur. Bu da İnsan-ı Kâmilden merâtib-i İlâhiyeyi tahsil etmekle mümkündür. Allah bizleri de bu davete icabet edenlerden eylesin.


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin