Muhabbetname


ALLAH’I NASIL BİLMELİ VE GÖRMELİDİR



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə7/83
tarix12.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#69835
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   83

ALLAH’I NASIL BİLMELİ VE GÖRMELİDİR


Cenâb-ı Hakk insanlara iki göz ve iki kulak vermiştir. Bu gözlerin birisi ile, ötelerin ötesinde, mutlak, kahhar, tecellî ettiği mazharlara benzemeyen münezzeh, ulaşılamaz olarak bilmelidir. Mekanı, şekli nasıldır diye düşünülmemelidir. Resûlullah Efendimizin “Allah’ın zâtını düşünmeyiniz” diye hadisi vardır. Bu Makâmda ona mutlak Rab sıfatıyla, yalnız îmân edilmelidir. Zerreden küreye kadar, bütün varlıklarda, Vahdâniyyeti ile tecellî eden yalnız O’dur. O’na burada soru sorulmaz. Yalnız itaat edilir. Burası hak arama yeri değil, îmân etme ve külli kurbiyetle itaat etme Makâmıdır. Fakat aynı kişi, öteki gözüyle Allah’ı gönlünde, kalbinde her an tecellî halinde görür. O bize şah damarımızdan daha yakındır. Bu Makâmda O dosttur. Sevgililerin en sevgilisi, güzellerin en güzelidir. Bu Makâmda ona, sadece kulluk edilmez, aynı zamanda sevilir, özlenir, arzulanır. O’nunla burada sohbet edilir. Aradaki perdeleri kaldırıp onunla bir dost, bir sevgili gibi konuşmak mümkündür.

Allah insanlara iki de kulak vermiştir. Bir kulağı ile Hakk’ı duyması, bir kulağı ile de halktaki Hakk’ın, isti’dâdlara göre, farkıyla tecellîlerinin sedâsını duyması içindir. Niyazi-i Mısrî Hazretlerinin:

Her neye baktım ise vechi Rahmân ondadır.

Her neyi duydum ise mahzı Kur’ân ondadır.”

Buyurdukları gibi, Cenâb-ı Allah’ın vahdet yüzünün, bütün varlıklarda tecellî ettiğini, cemâl yüzüyle de, bütün varlıklarda, bu varlıkların isti’dâd ve kabiliyetleri nisbetinde zuhûr ettiğini, fakat tecellî ettiği hiçbir varlığa benzemediğini görürüz. Onu kemâlâtıyla, peygamberlerde ve evliyalarda görmek mümkündür. İnsan-ı Kâmiller onun bir sesi gibi olduğu için, her türlü müşküllerimizi, onlara sormakla, Hakk’ın onların mazharından bizlere cevap verdiğini, bizlerin insan-ı asliyemizi bulmamıza vesîle olduğunu görürüz.

Ahadiyet sahibi olan bu İnsan-ı Kâmiller, vahdet ve kesret gözleriyle, Allah’ın evvel ve bâtın olan celâl yüzünü, zâhir ve âhir olan cemâl yüzünü görerek ve duyarak gönlünde Tevhîd yaparak, tek dil azasıyla, sohbetleriyle bizlerin gönül kitaplarımızı yazarlar. Bizlere, Allah’ın Zât yönüne yalnız îmân ederek itaat etmemizi, Rahmâniyyet yönüyle de, zerreden kürreye kadar her varlıkta tecellîsini gösterdiği için, O’nu görmeye, O’nunla sohbet etmeye, O’nu sevmeye, dâima O’nunla bir olmaya teşvik etmektedirler. Onlar insanın yaradılışındaki yedi âyette cem olan canlı Kur’ân’ı okuttukları için, Tevhîdin, Ahadiyet mertebesinden, fiilleriyle zuhûra gelesiye kadar, yedi merâtib-i İlâhiye zevkiyle bizlerin idrâk ve anlayışına göre îzâh etmektedirler. Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhisinde;

Söyler kelâm bakar sana, görmez gözü hiç mâsivâ



Vermiş gönlünü Hakk’tan yana, hep gördüğü dîdâr olur.”

Buyurmakla kâmillerden bizlere bakarak sohbetleri yapanın kim olduğunu açık açık söylemektedir.

Bizler, kesafet vücûdumuz olan bu dünyada, canımızın taşıyıcısı, hammalı olan et ve kemikten meydana gelmiş unsuriyetimize, ihtiyacı kadar ilgi gösterip, esas bâkilikte yoluna devam edecek sîret vücûdumuzun ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmalıyız. Bu zâhir bedenimiz fânidir. Sîret vücûdumuz ise bâkidir. Dünya âhiretin madem tarlasıdır, burada sîret vücûdumuzu ne kadar besler ve manevî gıdalarla geliştirirsek, âlem-i âhirette o nisbette Cennet’e hak kazanmış oluruz. Zâten Cenâb-ı Hakk’ın mutluluk refah ve saadeti, Hakk’la beraber olup, huzur ve şühûd zevkindekilerdedir.

ALLAH’IN İNSANDAKİ ZUHÛRU


Daha Allah ile cihan yok iken

Biz onu var edip ilân eyledik

Hakk’a hiçbir lâyık mekan yok iken

Hanemize aldık mihmân eyledik

Kendisinin ismi henüz yok idi

İsmi şöyle dursun cismi yok idi

Hiçbir kıyafeti resmi yok idi

Şekil verip tıpkı insan eyledik

Bu insan ve kâinat yok iken, Cenâb-ı Allah altında ve üstünde boşluk olmayan ama’da idi. Bilinmekliğini murâd etti ve bu âlemi ondan sonra sevdi ve halk etti. Bu halk ettiği âlemlerin içinde de en üstün olarak insanoğlunu yarattı ve onu merkez üssü olarak mekân seçti.

İnsanı yaratmazdan evvel kendisini bilen hiçbir varlık yoktu. İnsan denen bu varlıkta Cenâb-ı Allah, Hüviyyet ve Eniyyetini cem ederek insan sûretinde şekillenerek zuhûr etti. İnsandaki bu yüceliklerden mütevellit ona “Halifem” dedi. Câmi’-ül esmâ’m dedi. Âlem-i kübra, Sin sahibi, Beytullah, en üstün yaratık gibi bir çok isimlerle taltif edildi.

Allah ile işte burada birleştik

Noktayı ama’ya girdik yerleştik

Sırrı küntü kenzi orada söyleştik

İsm-i şerifini Rahmân eyledik.

Kur’ân-ı Kerîm 28 harften meydana gelmiştir. Bu harfler de noktadan meydana gelir. 7 noktayı üst üste koyduğumuzda, bir “elif” meydana gelir. Bu elifi de değişik şekillere bürüyerek Kur’ân’daki 28 harfi meydana getiririz. Aynen bunun gibi Cenâb-ı Allah da, nokta sırrındaki altında ve üstünde boşluk bulunmayan ama’dan, ulûhiyetine tecellî etti. Allah’ın ulûhiyet mertebesi, elif harfinin sırrıdır. Oradan da rubûbiyeti olan kulluğuna tecellî ederek Kur’ân’daki 28 harfin sırlarını meydana getirmiştir. Allah’ın gizli hazinesinden, tafsilât-ı Muhammediyye dediğimiz şu kesret âleminde, zuhûrunu görüyoruz. Kemâlâtı olan insan-ı şerifindeki Rahmâniyyetinden evvel, o ne biliniyor, ne de görünüyordu.



Aşikâr olunca Zâtı sıfatı

Kün dedik var ettik bu semâvâtı

Birlikte yarattık hep kâinatı

Nam-ü nişanını cihân eyledik.

Yerleri gökleri yaptık yedi kat

Altı günde tamam oldu kâinat

Yarattık içinde bunca mahlûkat

Erzâkını verdik ihsân eyledik

Zâtından sıfatlarına tecellîsini zuhûr ettiğinde, insanlığını bulan âriflerden görmeye başladı. Ârifler, kemâlât sahibi olmaları nedeni ile, kendilerini okumaları, kâinatı da okumak olduğu için, Cenâb-ı Allah’ın bu kemâlât mazharlarından, ister Âdemde olsun, isterse âlemde olsun, yerlerin ve göklerin 7 kat olduğunu ve 6 günde bu âlemlerin yaratıldığını gördüler. Çünkü bir âyet-i kerîmede “Allah bu âlemi altı günde yarattı.” buyrulmaktadır. Yerlerin ve göklerin yedi kat olmasının sırrı da insandaki 7 sıfat-ı subûtiyesi ile Tevhîd mertebelerindeki, 6 pencereden kemâlâtı ile zuhûrundan ibarettir. Bu 6 pencerenin dışında, Cenâb-ı Hakk’ı, şuhûd etmek mümkün değildir.



Gerçi kün emriyle var oldu cihan

Arşı kürsi gezdik durduk bir zaman

Boş kalmasın bu kevn-i mekan

Âdem’in halkını ferman eyledik.

Ârif olan bilir sırrı müphemi

İzhar etmek için ism-i âzâmı

Çamurdan yoğurduk yaptık Âdem’i

Rûhumuzdan bir rûh revân eyledik

Gerçi Cenâb-ı Allah kün emri ile bu cihanı yarattı. Fakat bu âlem hazır olasıya kadar “ol” emrini vermedi. Hazır olduğunu gördükten sonra, “Kün” yani “ol” dedi. Buna binaen de bütün varlıklar da “fe yekün” “oldum” dediler. Yani oluverdiler. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın, “ol” demesi için üçleme sırrı olan varlıklardaki, zaman, mekan ve ihvânın hazır olması lâzım idi. Bunlardan biri eksik olsa, Cenâb-ı Hakk, “kün” emrini vermez. İşte onun için, Azrail Âdem’in çamurunu Mekke’nin Numan vâdisinden getirdi. Cenâb-ı Hakk da onu, iki eli olan celâl ve cemâl elleriyle yoğurdu ve Âdem şeklinde şekillendirdi. Artan simsime çamuru ile de hakîkat şehri yapıldı. Bu Âdem şeklindeki varlık, üç yüz yıl güneşte pişirildi. Yani ef’al yüzü, sıfat yüzü, zât yüzü olarak kemâlâta getirildi. Her seferinde, “sen kimsin, ben kimim” diye Rabbi ona sordu. O da “Sen sensin, ben benim” demek sûretiyle, henüz kemâlâta gelmediğini gösterdi. Üçüncü yüzü piştikten sonra, bu sorulara cevaben “Ben aciz bir kulum. Sen ise âlemlerin Rabbisin” dedi. Çünkü nefsini bilen Rabbini bilebilir. İşte ondan sonra “kün” emrini verdi.

Daha evvel “kün” ol emrini vermiş olsa idi, henüz eksik olduğu için, “kün” emrini taşıyamayacaktı. Allah’ın rahmeti gadabını geçtiği için, emaneti taşıma hasletini kazanmasını bekledi. Ârif olanlar bu gizli sırrı bilirler. İşte bu ism-i azam sırrını ehline ifşâ etmek için, bu Âdem’e “Rûhumuzdan bir rûh üfledik” âyet-i kerîmesi îzâh edildi.

Âdem ile Havva birlik idiler

Ne güzel bir mekân bulduk dediler

Cennetin içinde buğday yediler

Sürdük bir tarafa payan eyledik

Âdem’le Havva’dan geldi çok insan

Nebiler velîler oldu nübeyân

Yüz bin kere doldu boşaldı cihan

Nuh nebiyyullaha tufan eyledik

Âdem Cennet’te o kadar mutlu idi ki Bakara Sûresi 115.”Doğu ve Batı Allah’ındır. Yüzünüzü nereye çevirirseniz çeviriniz, onun yüzü oradadır” âyetinin zevki ile zevkiyâb olmuştu. Fakat yalnızlıktan canı sıkıldı. Cenâb-ı Hakk da, ona Havva isminde bir kadın arkadaş ihsân etti. Beraberce yaşamaya başladılar. Cenâb-ı Hakk onlara “her şeyden yiyin için, fakat şu yasak meyveye yaklaşmayınız” diye yasak koydu.

Âdem ile Havva bir zamana kadar, o yasak meyveye yaklaşmadan neşe içinde yaşadılar. İblis Âdem’e secde etmemekten mütevellit Cennet’ten kovulmuştu. Artık Cennet’e girme müsaadesi yoktu. Cennet’teki Âdem’i kandırmak için çeşitli çareler arıyordu. En sonunda yılanın ağzına girerek Cennet-i âlâ’ya girme imkânı buldu ve Havva validemizi kandırarak, yasak meyveyi yedirdi. Havva Âdem’e gelerek “Ben yedim hiçbir şey olmadı, sen de ye diyerek” o da Âdem’i kandırdı ve o da yedi. Cenâb-ı Hakk ise, onlara yasak kıldığı meyveyi “Ne için yediniz” dedi. Âdem de “Ya Rabbi nefsime zulmettim” dedi. Böylece her ikisi de Cennet’ten çıkarıldılar. 70 yıl, Cenâb-ı Hakk’a yalvardılar. Ve sonunda affedildiler. Âdem’le Havva’dan çok insanlar ve nebiler bu âleme geldiler. Bu âlem yüz binlerce defa doldu boşaldı. Bu cihan, insanlığın ikinci atası olan Nuh (A.S.) ile tekrar yaşama başladı. Nuh, necata (kurtuluşa) erdiren demektir. Nuh tufanı ile bütün insanlar Tevhîd gemisine davet edildi. Binenler kurtuldu, binmeyenler tufanda helâk oldular. Nuh tufanı Kur’ân-ı Kerîm’in Hud Sûresi 25-48 âyetleri arasında anlatılan bir kıssadır.

Nuh (A.S.) kavmini Hakk ve hakîkata davet etmiş fakat kavmi onu inkâr etmiştir. Cenâb-ı Hakk Nuh (A.S.)’a bir gemi yapmasını vahyetmiştir. Sanatı dülgerlik olan Nuh (A.S.)’a gemiyi yaptırdıktan sonra canlılardan dişi ve erkek olarak birer çift alması için vahyedildi. Nuh (A.S.) inanmayanlara Cenâb-ı Hakk’ın kendilerini helâk edeceğini bildirdi. Nuh’un oğlu Kenan da gemiye binmeyenlerdendi. Kenan babasına “Ben yüzme biliyorum, dağcılığım da var, tufanda ben helâk olmam” diyordu. Hatta Nuh (A.S.) buna binaen Cenâb-ı Allah’a münacaatla oğlunun kendisine tâbi olmadığını bildirdiğinde, Cenâb-ı Hakk da Nuh’a: “O senin oğlun değildir. Senin oğlun senin sulbünden gelen değil, senin yolundan gelendir.” buyurdu. Nuh tufanı, günü gelince başladı. Gemiye binenler kurtuldu, gemiye binmeyenler tufanda helâk oldular. Nuh’un gemisi de tufan sonunda Cudi dağına oturdu. Gemidekilerin hepsi kurtuldu.

Günümüzde de Nuh (A.S.)’lar ilmiyle âmil, güzel ahlâk sahibi, edeb, iffet ve hayâ yüceliklerini sergileyen, mütevazı Mürşîd-i Kâmillerdir. Onlar peygamber vârisi oldukları için Hakk ve hakîkati tebliğ görevindedirler. Bu görevlilerin Tevhîd gemisine davetine icabet etmeyenler gayriyet ve cehâlet tufanında şirk denizinde boğulup durmaktadırlar. Resûlullah Efendimiz “Ehlibeytim, Nuh’un gemisi gibidir. Her kim o gemiye binerse kurtulur. Her kim muhalefet ederse gark olur.” buyurmuştur.

Şu dünya su dolu bir denizdir. Eğer bedeni fâni olduktan sonra binecek Tevhîd zevkleriyle bir Tevhîd gemisi yaptın ise, kurtuluşa erenlerden, yapmadın ise o suda helâk olanlardansın. Cenâb-ı Allah Nuh (A.S.) gibi kurtuluşa davet eden Tevhîd gemisine binerek şirk tufanından kurtulanlardan eylesin.



Salih’e bir deve eyledik ihsân

Kayanın içinden çıktı nâgehân

Pek çokları buna etmedi îmân

Onları hâk ile yeksân eyledik

Nuh (A.S.)’un davetine icabet etmeyenlerin tufanda helâk oldukları gibi bir zaman sonra Semud kavmine de Cenâb-ı Allah Salih isminde bir Peygamber gönderdi. O da kavmini Hakk ve hakîkate davet ettiği halde kavmi ona inanmadılar.”Sen hakîkaten peygambersen şu taştan bir deve çıkar da görelim.” dediler. O an Cebrail gelip Salih (A.S.)’e kırk yıl evvel o taşın içinde bir dişi devenin konulduğunu, Allah’a dua ettiğinde çıkacağını söyledi. Salih (A.S.) de Rabbine münacaatla taşın içinde dişi bir deve çıkardı. Deve dile gelerek: “Ben şehâdet ederim ki Allah birdir. Salih onun kulu ve resulüdür.” dedi. Bu mucizevî olaya binden fazla insan inandı. Salih (A.S.) suyu, bir gün kavminin, bir gün de devenin içeceğini söyledi. Bu tebliğine uymayanların helâk olacaklarını söyledi. O kavmin Salih (A.S.)’e inanmayanları bir gece vakti, deveyi ayaklarından keserek öldürdüler. Salih (A.S.) bunu duyunca çok üzüldü. O kavim de üç gün içinde evlerinin ve mallarının ateş içinde yanması ile helâk oldular. Kur’ân-ı Kerîm’in Araf Sûresi âyet 73 den 79’ a kadar ve Hud Sûresi 64 den 67’ye kadar, Salih ile ilgili diğer âyet-i kerîmelerde anlatılmıştır. Bu gün de, Salih (A.S.) gibi bir Mürşîd-i Kâmile inanır ve tebligatını uygularsak kurtuluşa ermiş oluruz. Uymadığımız takdirde, ilim ve irfâniyetten yoksun olarak helâk oluruz.

Salih (A.S.)’in taştan dişi bir deve çıkarması, taşlaşmış olan kalp sahiplerinden Tevhîd aşkını ve irfâniyetini çıkarmaktır. Deve dişidir. Erkek olmuş olsa idi çoğalamazdı. Bir kişi de, Tevhîd aşkı zuhûr ettiğinde, elbette “Ben şahitlik yaparım ki Allah birdir. Salih (A.S.) onun kulu ve resulüdür” diyecektir.

Suyu bir gün kavmin, bir gün devenin içmesi de, nefs sahibi kavmin akıllarıyla taklîd şekilde ibâdet etmeleri, devenin ise irfâniyet ve küllî akılla ibâdet etmeleridir. İşte günümüzde de Salih (A.S.) kavmi gibi cehâlet ve şirk halinde olanlar küfür ateşinde yok olup gidiyorlar.



Bir zaman Ashâb-ı kehfi uyuttuk

Hazreti Musa'yı Tur’da okuttuk

Şid' e çulha yaptık bezler dokuttuk

İdris' e biçtirip kaftan eyledik

Kur’ân-ı Kerîm’in Kehf Sûresinde 9. âyetten itibaren anlatılan bir kıssadır.

Hakk ve hakîkata inanan yedi kişi, o zamanın padişahı olan Takyanus'tan şiddetli işkence görmüşler. Bu yedi kişi anlaşarak firar edip Tarsus'taki mağarayı kendilerine mesken tuttular. Mağarada üçyüz yıl uyudular. Kendilerine gelip uyandıklarında karınları acıkmıştı. Aralarından bir kişiyi, ekmek almak için şehre gönderdiler. Giden kişi, ekmeği alıp Takyanus'tan kalma parayı verince yakayı ele verdi. Fırıncı, bu paranın geçmediğini, o zalim hükümdarın öldüğünü, yerine salih bir hükümdar geldiğini, onun da parasının altından olduğunu söyledi. Fırıncı ona: “Korkma evladım, her şeyi anlat” dedi. O kişi de her şeyi açık açık anlattı. Hep beraber mağaraya gittiler. Mağaraya varınca beraberindekiler dışarıda kaldı, o bir kişi arkadaşlarının yanına, mağaranın içine girdi. Bir daha çıkmadı ve hepsi birden sır oldular.

İşte, Ashab-ı Kehfi uyuttuk demekten mânâ, zâhirde budur. Bizler de vücûd mağaramızda, nefs-i emmâre olan nefs hükümdarından şiddetli azap görüp kaçan, yedi sıfatımızın Hakk ve hakîkat şuhûdu istemesinden ibarettir. Bir sâlik de Mürşîd-i Kâmilden, kendi vücûd mağarasındaki, ef’âl yüzünü, sıfat yüzünü ve Zât yüzünü tahsil ederse, üçyüz yıl mağarada, uyanasıya kadar uyudular demektir. Hakk’ın varlığı ile uyanan sıfatlar veya kişiler, elbette acıkacaktır. Kalb sahibi olan Mürşîd-i Kâmilden manevî taamlar için rızık isteyecektir. Fakat ikilikteki nisbîyet parası, bekâ olan letâfet âleminde hemen kendisini gösterecektir. Çünkü bekânın hükümdarı İnsan-ı Kâmillerdir. Parası da bakır değil altındır. Kendi varlığından geçerek, Hakk’ın varlığı ile varlıklanıp, bekâ âlemine geçen kişiler, artık ikilik ve şirk yeri olan fenâya dönmeyecekleri için de, mağarada sır olmuşlardır. Dâima Hakk’la beraberlik zevki onları fâni olan fenâda sır haline dönüştürmüştür.

Hz. Musa’nın Tur dağında okutulması da, Musa (A.S.)’nın Cenâb-ı Allah’tan, Tevrat levhaları almak için kavminin arasından seçtiği yedi kişi ile birlikte, Tûr-i Sina'ya çıkmasıdır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’in Araf Sûresi âyet 143 de buyrulduğu gibi “Musa kendisi ile konuşacağımızı vaad ettiğimiz vakit gidince, Rabbi ona kelâmını söyledi. Şöyle dedi: ‘Cemalini bana göster. Sana bakayım. ’ Allah da ‘beni hiçbir zaman göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durursa sen de beni görürsün’ buyurdu. Nihâyet Rabbi dağa tecellî edince onu yer ile bir etti. Musa da bayılarak yere düştü. Sonra ayılınca şöyle dedi. ‘Allah'ım, seni tenzih ederim. Tövbe ettim ve ben mü’minlerin ilkiyim’ ”diyerek Musa (A.S.)’nın Tur dağında Cenâb-ı Hakk’la konuşmasıdır.

İşte bizim gibi Musalar da her zaman gönül Tûr-i Sina'sında tecellî ederse Hakk’la mülâki olmuşlar demektir. Kendi varlığı olanlar onu maalesef göremezler. Musa gibi varlık dağlarının yok olması lâzımdır. İşte o zaman bizlerin bildiği gibi Rabbimizi görmek değil, irfâniyet ve kemâlât şuhûdu ile görmek olacağını anlamış oluruz.

Şid (A.S.) de Âdem (A.S.)’in oğludur. Kabil ve Habil’den sonra, Cenâb-ı Allah tarafından hediye olarak verilen ve 50 sahife kitap indirilen bir Nebidir. Şid (A.S.)’in çulha yapıp bezler dokuması şeriat-ı ahkâmiyenin tam ve adaletli olduğunu göstermektedir. Şeriat, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına tam uyum halinde oluşudur.

Şid (A.S.)’den sonra İdris (A.S.)’e peygamberlik verildi. 30 sahifelik kitapçık da indirildi. Terzilik sanatını İdris icat etti. Elbise dikip giydirirdi. Terzilerin Pîri İdris (A.S.)’dir.

Bir gün Cennet-i Âlâ’ya elbise dikmek için davet edildi. Cennet’te elbiseleri biçip diktikten sonra, Cennet’ten çıkması için, Cebrail ondan söz aldı. O da elbiseleri diktikten sonra, makasını Cennet’te bıraktı. Cebrail’le birlikte Cennet’ten çıktıktan sonra İdris : “Eyvah makasımı Cennet’te unuttum. Gidip alayım.” dedi. Cebrail de: “Peki, git al” buyurdu. İçeriye girince, ben verdiğim sözü tuttum. Şimdi artık bir daha ben Cennet’ten çıkmam dedi. Cebrail Cenâb-ı Hakk’a bu durumu bildirdi. Cenâb-ı Hakk da bundan böyle Cennet’te kalmasına ve elbise dikmesine müsaade etti. O gün bu gün, İdris Cennet’te elbise dikmektedir.

İşte günümüzde de Mürşîd-i Kâmiller, hakîkat şeriatı ile, Cenâb-ı Hakk’ın her tecellî ettiği varlığın, farkla şuhûd etmeyi ve muamele yapmayı öğretmektedirler. Yani her mutmain olmuş nefsin, şeriat-ı sani elbisesini dikmektedirler.



Süleyman’ı dehre sultan eyledik

Eyyub’a acıdık derman eyledik

Yakub’u ağlattık nalân eyledik

Musa’yı Şuayb’e çoban eyledik

Davud (A.S.) âlem-i Âhirete intikal ettikten sonra, tahtına Süleyman (A.S.) geçti. Süleyman (A.S.) zâhir ve bâtın zamanın padişahı idi. Süleyman (A.S.)’ın emrinde cinler, rüzgâr ve kuşlar var idi. Bütün istek ve arzusunu bunlara yaptırırdı. Hatta Cenâb-ı Allah, Mescîd-i Aksa’yı, babası Davud (A.S.)’a nasîb etmeyip, Süleyman (A.S.)’a nasîb ettiğini söylediğinde, Mescîd-i Aksa’yı da Süleyman tamamlattı. Süleyman (A.S.) Cenâb-ı Allah’tan üç şey istemişti:

1- Melik olmak

2- Hikmet ilmine sahip olmak

3- Beyt-ül Mukaddes’te iki rek’at namaz kılanların günahlarının affedilmesi

İşte bir kişi de vücûd ülkesinde, nefsin padişahlığı değil de rûhun padişahlığına sahip olabilirse, birinci isteği kabul edilmiş demektir. Kulun kendine nisbet ettiği, ilim ve irfâniyetinin olmadığını, ilim Allah’ın bir sıfatı olduğu için irfâniyetin Hakk’ın olduğunu bildiğinde, gönül semâsından yağacak olan o Rahîmiyyet rahmeti ile ilm-i ledün hikmet ilmine sahip olmaktır. Süleyman olmak isteyenler bunu da isterler. Üçüncüsü, Beyt-ül Mukaddes’te iki rek’at namaz kılmakta zâhir ve bâtın şirklerden kurtularak Cenâb-ı Hakk’ın, vahdet ve kesret tecellîsi olan iki rek’atlık kalb namazı olan vusta namazını gönül Mescîdinde kılınmasıdır. Çünkü her kim emin beldeye ayak basmışsa, o, günahlardan temizlenmiş olan emîn kişidir. Süleyman (A.S.) da bize Tevhîddeki kavseyn mertebesine kadar vuslat etmemizi ve kuş dili olan bu hikmet ilmine sahip olmamızı remzediyor.

Eyyûb (A.S.)Yusuf (A.S.)’dan sonra gelen bir peygamberdir. Çok zengin ve çok da ibâdet eden bir kişiydi. İblis bunu çok kıskanıyordu. Cenâb-ı Hakk’tan müsaade isteyerek, malına, mülküne, çoluk ve çocuğuna musallat oldu. Eyyûb bunlara sabrederek “Veren Allah, alan Allah” dedi. Üçüncü defa İblis vücûduna da musallat olmak istedi. Cenâb-ı Hakk “Eyyûb’un aklına, kalbine ve diline musallat olma da, diğer a’zalarına musallat olabilirsin” diye müsaade etti. Eyyûb bu ibtilâ ile 42 derece sıtma hastalığı ateşi ile yatağa düştü. Buna rağmen, zikrinden ve ibâdetinden hiç eksiklik yapmadı. Bu ibtilâlara o kadar sabrediyordu ki, Cenâb-ı Allah “Ya Eyyûb sen benim sabreden kullarımdansın. Artık ayaklarını yere vur.” dedi. Eyyûb ayaklarını yere vurunca, yerden bir sıcak su, bir de soğuk su çıktı.”Soğuk suyu iç, sıcak su ile de yıkan” denildi. Eyyûb da aynen öyle yaptı. Sonunda sıhhate kavuştu.

Kur’ân-ı Kerîm’in Sad Sûresi âyet 43 de “Eyyûb’a ve bütün ehline ve beraberinde daha bir mislini bağışladık. Eşi ve çocukları da eski iyi günlere döndüler” buyrulmaktadır.

Eyyûb’(A.S.)dan almamız gerekli bir çok dersler vardır. Eyyûb kul anlamındadır. Bizim gibi, Cenâb-ı Hakk’a yüzünü dönmüş kullara, elbette iblis musallat olacaktır. Onun görevi Hakk yolundaki Hakk yolcularına musallat olup, Hakk yolundan saptırmaktır. Eyyûb’(A.S.)un Kur’ân-ı Kerîm’in Sad Sûresi âyet 41 de “Şeytan beni zorluk ve eleme uğrattı”buyurması, kişinin gaflet zamanlarında vesvese ve vehim gibi haktan uzaklık hali, ahlâksızlık ve gadap hallerini nefs yönü ile yaşamasıdır. Şeytan Eyyûb’a, üç defa musallat olmuştur. Birincisinde malını mülkünü almış, yani fiillerin fâili Allah iken onu engellemiştir. İkincisi çocuklarını elinden almıştır. Yani sıfatların mevsûfunu örtmüş ve rûh tecellîlerini engelleyerek nefsine nisbet ettirmiştir. Üçüncüsünde de vücûduna hastalık vererek eleme uğratmıştır. Yalnız kalbi, aklı ve dili hariçtir.

İşte bir sâlik de, mürşîdinden, kendine nisbet ettiği, Cenâb-ıAllah’ın, bu üç tecellîsini, Allah’a nisbet etmeyi öğrendiğinde, enfüsünde nefs-i emmâre olan Şeytanın vehim ve vesveselerinden kurtularak, kuvve-i rûhun selametine mazhar olacaktır. Bu tahsilde, her türlü ibtilâ ve tecellîlere sıdkıyle sabredenler, Tevhîd yolu olan ayağını yere vurması ile, sıcak ve soğuk su çıkacaktır. Soğuk su bedenin, sıcak su da sîretin mutluluğu için kişiyi huzura kavuşturur. Sıcak su, hakîkat-ı Muhammediyyeyi, soğuk su da şeriat-ı Muhammediyyeyi remzeder. Bir kişi Fenâfillâh olasıya kadar şeytanın bütün ibtilâlarına sabredip Hakk’ın varlığıyla var olursa, şirklerinden ve vücûd varlığı gibi en büyük günah hastalığından kurtulmuş ve hakîkat sıcaklığı ile yıkanmış olur. Cenâb-ı Hakk’ın her mazhardan farkı ile bütün tecellîlerini, zevk ettiğinde de Şeriat elbisesini giyerek soğuk suyu içmiş olacaktır. İşte vahdet zevki hakîkattır. Kesretteki Cemalullah zevki de Şeriattır. Kendi diye bildiği malı, mülkü olan ef’alini, çocukları olan sıfatlarına ve vücûdu diye bildiği vücûdullahı Cenâb-ı Hakk ona ihsân etmiş ve eski zenginliğine tekrar kavuşmuştur. Çünkü Hakk’ın zenginliğiyle zenginleştiğinde dâimî mutluluğa ermiştir. Cenâb-ı Hakk bizlerin de Eyyûb gibi sabırla ve sadakatla teslim olduğumuz nisbetle, günah ve cehâlet hastalığından kurtularak mutluluğa erebileceğimizi bildiriyor.

Yakup (A.S.) da oğlu Yusuf (A.S.)’ dan ayrı düşmesi nedeniyle gelen, geçen kimselere oğlu Yusuf’u sormak sûretiyle çok inledi. Ayrılık ateşi onu harâb etti. Kur’ân-ı Kerîm’ in Yusuf Sûresinde, uzun uzun îzâh edilen bu vak’aya göre kardeşleri tarafından Yakup (A.S.)’un oğlu Yusuf kuyuya atıldı. Kervancıya pul olup satıldı. Kervanla Mısıra giden Yusuf, köle olarak satıldı. Onun için babası olan Yakup (A.S.) dan uzun müddet ayrı kaldı. Bunun sevgi ve ayrılık ateşi Yakup (A.S.)’u çok inletti, hatta öyle hâle geldi ki, gelen geçene oğlu Yusuf u soruyordu. Diğer evlatları ona diyorlardı ki: “Baba, sen artık bunadın. O sorduğun kişiler senelerce evvel ölmüş olan Yusuf’u nereden bilecekler”. Yakup (A.S.) da onlara, “Ben Peygamberim, kime sorduğumu biliyorum, siz kendinize bakın” dedi. Sonunda Mısır’a sultan olan oğlu Yusuf, babasına beyaz bir gömlek gönderince her şeyi anladı. Ağlaya ağlaya gözleri de kör olmuştu. O beyaz gömleği gözlerine sürünce gözleri de açıldı ve görmeye başladı.

İşte bu olayda da bizlere çok ibretler var. Ten Yakub’u, oğlu can Yusuf’undan ne zaman ayrı kalır, dünya kuyusuna atılıp, bir Mürşîd-i Kâmilin Tevhîd kervanına pul olarak satılarak, Tevhîd kervanının tahsilinde, Mısır olan kalp ülkesinde Sultan olasıya kadarki devrede, Yakup çok ah u figan ederek inler. Ayrılık ateşi onu yakar. Ne zaman rûhun kemâlâtı tamamlandı, teselli etmek için kalb Yakub’u ona ihtiyaç hissetti. İşte o beyaz gömlek olan Tevhîd gömleği ile gözleri açıldı ve inlemesi de sona erdi.

Ey ihvân kardeşim, senin de bu inleme ve Hakk’tan ayrılık ateşi seni yakıyor ve harap ediyorsa, sen de kuyuya atıl. Tevhîd kervanına pul olarak satıl ve vücud ülkesinde hükmünü gösteresiye kadar Yakup gibi inlemekten kurtul.

Musa (A.S.) da firavunun askerinden birini öldürünce Mısır’dan çıkarak Şuayb (A.S.)’ ın ülkesi Medyen e gitti. Orada Şuayb (A.S.)’ ın emrinde sekiz sene çobanlık yaptı. Sonunda, kızı ile evlenerek on sene sonra Mısır’a döndü.

İşte bizler de, nefs firavunundan kaçarak, Şuayb (A.S.) gibi bir Mürşîd-i Kâmilin Tevhîd ülkesine giderek ona sekiz sene çobanlık yaparsak, yani sekiz sıfat-ı subûtiyemizin aslını tahsil ederek Fenâfillâh olursak, kendi gönül kuyumuzdan çıkacak olan, o kalbin cemâl tecellîlerine sahip oluruz. Yoksa bir hikaye olarak anlamaktan öteye geçemeyiz. Şuayb (A.S.)Musa’ya sekiz seneden sonra “İki sene daha hizmet edersen, doğacak kuzular size veririm. Onlarla geçiminizi sağlarsınız, hem de memnun olurum” dedi. Musa da bunu kabul etti. Birinci sene kuzuların hepsi erkek doğdu. İkinci senede kuzuların hepsi dişi doğdu. Musa bu erkek ve dişi kuzuları alarak o beldeden, eşi ile birlikte ayrıldı.

Fenâfillâh olan bir sâlik de, birinci sene olan ferâizde, vahdet zevki ile zevklenir. İkinci senede ise kesretteki her varlıkta cemalullahı Muhammedî olarak zevk eder demektir.



Yusuf u kuyuya attırmış idik

Mısır’da kul olarak sattırmış idik

Züleyha’yı ona çattırmış idik

Zellesinden bendi zindan eyledik.

Kur’ân-ı Kerîm’in Yusuf Sûresinde anlatılan, Yusuf’la ilgili kıssa, hepimize malûmdur.

Bir gün Yusuf babası Yakub’a, rüyasında on bir yıldızla ay ve güneşin kendisine secde ettiklerini gördüğünü söyledi. Buna binaen, babası Yakup “Oğlum rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir kötülük yaparlar” dedi. Babası onun bu rüyasından anladı ki, Yusuf üstün bir isti’dâda sahip olup, peygamberliğine vâris olacaktır. Onu diğer kardeşlerinden fazla sevmeğe başladı. Kardeşleri de bunu gördükleri için, ona tuzak kurdular. Yusuf’u babalarından, oynamak bahanesiyle rica ederek aldılar ve oyun sahasındaki bir kuyuya döverek attılar. Uzaktan gelen bir kervanın sucusu onu kuyudan su çıkarırken gördü ve çıkardı. Bunu gören kardeşleri, kervancı başına: “O bizim kölemizdir. Size satalım” diyerek Yusuf'u pul değerinde kervancı başına sattılar. Kervancı başı Mısır’a vardığında, Züleyha’nın kocası maliye nazırına da, ağırlığı kadar altına sattı. Züleyha Yusuf’a sahip olmak için çok diller döktü. Bir gün sahip olamayacağını anlayınca, Yusuf’un gömleğini arkasından yırttı. O anda kapıdan içeriye giren kocası bunu gördü. Züleyha kocasına şikâyetle, “Yusuf bana sahip olmak istedi” diye iftira attı. Yusuf’un gömleğinin arkadan yırtılmasını gören efendisi, suçlunun Züleyha olduğunu ve yalan söylediğini anladı. Buna rağmen Züleyha yine de Yusuf’u zindana attırdı. Böylece Yusuf birçok ibtilâların sonunda Mısır’a sultan oldu.

İşte onun için, can Yusufları bu günde, varlık kuyusuna atılmadan, Tevhîd kervan başı olan bir Mürşîd-i Kâmile pul olup satılmadan, Tevhîd kervanında merâtib-i İlâhiye tahsili sonunda, vücûd ülkesinin başşehri kalp Mısır’ında, ağırlığı kadar altına o zaman satılabilir. Yani kişi, kendi varlığını Rabbine, pul değerinde satarsa, Hakk’ın varlığını giyeceği için onun değeri de kendi ağırlığı kadar altın olur.

Yusuf’un Züleyha ile mücadelesi ise, rûh sahibi olan bir kişinin nefsi ile mücadelesinden ibarettir. Yusuf’un halvet zindanına atılması ve kemâlâta kadar vuslatı sonunda, kalp Mısır’ına padişah olmasıdır. Bir kişi de kendi vücûd ülkesinin padişahlığını, nefsten alarak, idareyi rûha teslim edebilirse, o kişi kurtuluşa ermiştir. İşte Yusuf kıssası bizlere bunu anlatmaktadır.

Davut Peygambere çaldırdık udu

Kazâdan kurtardık Lût ile Hud’u

Bak ne hale koyduk narı Nemrut’u

İbrahim’e bağı bostan eyledik.

Davud (A.S.)’un çok güzel sesi var idi. Davud, Makâmında, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini ilâhîlerle ud çalarak söylerdi. Kendisine verilen Zebur hep ilâhîlerden ibarettir. Yanık sesini duyan bütün insanlar, kendisinden geçiyorlardı. Sen de Davud gibi bir kâmilin sohbetlerinde bulunursan, hem onun ilm-i ledün olan, sır ilimlerinden etkilenerek sarhoş olursun. Hem de, kendi varlığını yok ederek Hakk’ın varlığı ile dirilmek sûretiyle dâimî haylığa vâsıl olursun.

Lût (A.S.)’un kavmi oğlancı idi. Lût (A.S.)’un Hakk’a olan davetini de hiç dinlemiyorlardı. Bir gün Lût (A.S.)’a oğlan kisvesinde iki melek geldi. Onun kavmi bu gelen iki meleği gördü ve onlara sahip olmak istediler. Lût (A.S.)’ un kapısına gelip dayandılar.”Kapıyı aç, o iki delikanlıyı bize teslim et” diye direndiler. Lût (A.S.) da “Tanrı misafirlerine dokunmayın, isterseniz benim iki kızım var, onların yerine size kızlarımı teslim edeyim” dedi. Kavmi ise, “Sen de biliyorsun ki biz kızlara bakmayız. Bize oğlanlar gereklidir” diye ısrar ettiler. İçerdeki melekler de “Biz Cenâb-ı Hakk’ın emrini size tebliğe geldik. Bu kavmi Cenâb-ı Hakk helâk edecek. Ya Lût, siz bu beldeyi inananlarla birlikte terk edin” dediler. Gece karanlığı olasıya kadar, kavminden müsaade aldı. Gündüz göz göre göre bu livata (oğlana tevessül etme) olmaz. Gece olunca yaparsınız diye, dilekte bulundu. Onlar da bunu kabul ettiler. Lût (A.S.), eşi ve ona inananlar akşam olunca, evin arka kapısından o beldeyi terk ettiler.”Kimse geriye bakmasın. Bakan olursa helâk olur” dendiği halde, şehirden çıktıklarında, şiddetli bir gürültü ile şehirdekiler helâk oldu. Bu gürültüyü duyan Lût (A.S.)’un eşi geriye baktığında o da helâk olanlardan oldu. Böylece Lût (A.S.) ve ona inananlar, bu kötü kavimden kurtulmuş oldular.

İşte nefs-i emmâre sahipleri dâima Lût (A.S.) gibi, kâmillerin sözlerini reddettikleri ve o yolda gitmedikleri için, dâima helâk olup durmaktadırlar. Çünkü çoğalması mümkün olmayan kesbî ilimler, gönüllere tat vermez. Dolayısıyla da sönmeye mahkûmdur. Zâhiri, taklîdî ilim ve ameller kişiye fayda vermediği gibi. . . İlm-i ledün olan, vehbî ilimlerle amil olmak, kişileri kurtarır. Nefs şehrinden gece olan vahdet zevki ile çıkanlar, Lût (A.S.) ve inananlar gibi o helâktan kurtulmuşlardır. Lût’un eşi gibi geriye bakan, yani, nefsinden kopamayanlar helâk olmaya mahkumdurlar. Cenâb-ı Hakk’ın bu gazâbından kurtulmak istiyorsan, bir kâmilin yolunda gitmeye bak.

Hud (A.S.)da Ad kavmine gönderilmiş bir Peygamberdi. Hakk ve hakîkata kavmini davet ettiği halde, ona karşı geldiler. Atalarının dininden dönmemek için Hud (A.S.)’a kötülük yapasıya kadar ileri gittiler. Cenâb-ı Hakk da, âyetlerini inkâr edip, peygamberlerine isyan ettikleri için Hud (A.S.)ve inananları kurtarıp diğer Ad kavminin hepsini ağır bir şekilde helâk etti.

Bak ne hale koyduk nâr-ı Nemrud'u

İbrahim’e bağı bostan eyledik.

İbrahim (A.S.)bir gün putların yanında kalmıştı. Herkes bayram yerine gittiklerinde, eline bir balta alarak, bütün putları paramparça etti. Yalnız büyük putu kırmadı. Elindeki baltayı da büyük putun boynuna astı. Bu hali gören bir kişi Nemru'da giderek İbrahim'in putları parçaladığını haber verdi. Nemrut, İbrahim'in yanına gelerek, “Bunları sen mi kırdın” dedi. İbrahim de, büyük putu göstererek, “Balta boynunda, belki o yapmıştır. Ona sorsanız ya” demiştir. Nemrut, “O konuşamaz” deyince İbrahim (A.S.) şöyle dedi: “Sizlere cevap vermekten aciz olan puta tapıyorsunuz da, her şeyi yaratan âlemlerin Rabbine inanmıyorsunuz.”

Bunun üzerine, mancınıkla yüksek bir yerden ateşe atılmasına karar verildi. Kırk gün ateş şiddetli bir şekilde yakıldıktan sonra İbrahim (A.S.)ateşe atıldı.Cenâb-ı Hakk da Kur’ân-ı Kerîm Enbiya Sûresi âyet 69’ da “Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol” buyurdu. İbrahim düştüğü yerde güllük gülistanlık olarak oturur bir vaziyetteyken Nemrut onu görünce, hayretini gizleyemedi. Sonra Cenâb-ı Hakk’ın gazâbına uğrayan Nemrut kulağına giren bir sinekle helâk oldu. Nemrut kafasının içindeki sineğin vızıldamasından, bir kişi tutarak, devamlı tokmakla başına vurduruyordu. Ancak biraz o zaman rahat edebiliyordu. Zamanla ağrıları o kadar şiddetlendi ki, tahammül edemeyecek hale geldi. Kafasına tokmakların şiddetli vurulmasıyla da kafası parçalanıp geberdi gitti. İşte Nemrud'u bu hale koyan ve İbrahim’i de güllük gülistanlık içinde mutlu kılan Cenâb-ı Hakk’tır buyruluyor.

İsmail’e bedel Cennet’ten kurban

Gönderdik şâd oldu Halil-i Rahmân

Balığın karnında bir hayli zaman

Yunus Peygambere mekân eyledik.

İsmail (A.S.), İbrahim (A.S.)’ in oğludur. İsmail’den evvel İbrahim (A.S.)’ in oğlu olmadığı için, Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulundu.”Ya Rabbi bana bir evlat verirsen, canımdan daha çok sevdiğimi sana kurban edeceğim” dedi. İsmail büyüdü. İbrahim (A.S.) Rabbine verdiği sözü tutmak için koyun ve yüzlerce deve kurban etti. Fakat rüyasında “Verdiğin sözü yerine getir” diye her gece ikaz ediliyordu. En sonunda anladı ki, canından daha çok sevdiği oğlu İsmail’dir. Saffat Sûresi âyet 102 “Ya İsmail, seni rüyamda kurban kesmem emredildi” dedi. O da, “Ey babam, madem ki sana bu emir verildi, onu yap”dedi. Bunun üzerine, İbrahim bir iple bir bıçak alarak, oğlu ile birlikte dağa odun kesmek için yola çıktılar. Dağa vardıklarında, Hz. İbrahim, oğlu İsmail’i koyun gibi kesmek için yatırdı. Elindeki bıçağı boynuna çaldı. Fakat bıçak kesmedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk Saffat Sûresi âyet 105 “Ya İbrahim, gerçekten rüyana sadakat gösterdin. Şüphe yok ki biz güzel amel işleyenleri işte böyle mükafatlandırırız” dedi. Bunun üzerine gök yüzünden bir koç gönderildi.”Allahü ekber, Allahü ekber” nidâsıyla İbrahim (A.S.)’ in yanında belirdi. Bu koçu gören İsmail de “La ilâhe illallah vallahu ekber” dedi. Hz. İbrahim de “Allahü ekber velîllahul hamd” dedi. İşte Cennet’ten gönderilen bu koç da Allah’a sonsuz inanç ve ondan razı olmanın karşılığı olarak, Hz. İbrahim’e verilmiş oldu. O da bu olaydan sonra, çok mutlu oldu.

İşte bizler de, inanç ve Hakk’a olan cömertliğimizi gösterirsek, yani her türlü varlık şirklerinden kurtulup, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ile var olursak, bunun karşılığı olarak da, bizlere bir koç lütfedilecektir. Zira İsmail, Hz. İbrahim’in nefsi idi. Nefsin hiçbir zaman kesilemeyeceğini, kurbiyetle Hakk’a yaklaşılacağını bizlere göstermiş oluyor.

Meleklerin iki defa, “Allahu ekber Allahu ekber” diye koçu getirmeleri Allah’ın Hüviyet ve Eniyetinin, yani zâhir ve bâtındaki ululuğu ve yüceliğidir. Meleklerin bu tekbirini duyan İsmail de “La ilâhe illallahu Allahu ekber” deyişi, Allah’ın zandaki, bilinçteki ululuğu ve büyüklüğü değil, bizzat şuhûd ettiğimiz zerreden kürreye kadar, bütün sıfatlardan ilânedilen, Cemalullahını gösteren Allah büyüktür anlamındadır. Buna cevaben Hz. İbrahim de “Allahu ekber velîllahu hamd”demekle, zâhir ve bâtın bütün varlıkların Allah’a hamd ettiklerini, hepsinin varlığı Allah’ın varlığı ile var olabildikleri için, teşekkür ettiklerini söyledi.

İşte tenzih ve teşbihi, Hz. İbrahim Tevhîd yaparak, bu tekbiri kâl lisanıyla ifade edilmiş oldu. Bizler de, kalbimizle tenzih, hissimizle teşbih yaparak, Hz. İbrahim gibi Tevhîd yapabilirsek, Cenâb-ı Hakk’ın koç lütfuna mazhar oluruz.

Balığın karnında bir hayli zaman

Yunus Peygambere mekân eyledik.

Yunus (A.S.) otuzüç sene kavmini Hakk ve hakîkata davet ettiği halde, kavmi ona tâbi olmadı. O da kavminin üç güne kadar, helâk olacağını söyleyerek, onların arasından ayrıldı. Ve bir gemiye bindi. Gemide kur’a çekildi. Çekilen kur’ada, denize atılacak kurban, Yunus’a isabet etti. Yunus’u denize attılar. Cenâb-ı Allah da Yunus’u, bir yunus balığının yutmasını tecellî ettirdi. Kırk gün Yunus (A.S.), yunus balığının karnında kaldı. Bu müddet içinde, Yunus hep zikir yapıyordu. Enbiya Sûresi âyet 87 “La ilahe illa ente subhaneke inni küntü minazzalimin” (Noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbim, beni bir daha zalimlerden eyleme) diyordu. Kırk gün sonra deniz kenarına çıkarıldı. Karaya çıktığında üryandı. Kabak yaprağıyla avret yerlerini örterek, kısa zamanda sıhhatına kavuşup, ümmetinin arasına gitti. Ümmetinin yüzbin mevcûdu vardı. Hz. Yunus kavminden ayrılırken onlara söylediği sözler tahakkuk etmişti. Birinci günde her taraf sararmış, ikinci günde kırmızılaşmış, üçüncü günde de her taraf kararmıştı. Kavmi bunları görünce, nedâmet duyarak tövbe edip Cenâb-ı Hakk’a yalvardılar. Hz. Yunus’un geri geldiğini görünce hepsi birden îmân edip uzun seneler, Hz. Yunus’la birlikte mutluluk içinde yaşadılar.

İşte bu, bir kişinin, enfüsünde, rûh Yunus’unun beden balık karnında kırk gün kalarak Fenâfillâh olup kendi insan-ı asliyyesini bulması veya bir Mürşîd-i Kâmilden ferâiz olan dördüncü mertebeye kadar, merâtib-i İlâhiye tahsilinde bulunmasıdır. İnsanlar isyanda ve nefs sahibi oldukları müddetçe, rûhları dâima zulmettedir. Bir İnsan-ı Kâmile gelip, nefsini terbiye ederek mutmain olabilirse, balığın karnındaki karanlıktan Hz. Yunus’un kurtulduğu gibi, rûh Yunus’u da, bu ten zulmetinden kurtulmuş olur. Çünkü bu âlem bir denizdir. Ten balık, rûh Yunus gibidir. Âfâkımızda ise, kişilerin kâmil olan seçilmiş Yunus balıkları tarafından dâima yutulmalarıdır. Kırk gün kendi terbiyelerinde bizleri Tevhîd-i Ef’âl, Tevhîd-i Sıfât ve Tevhîd-i Zât günlerinden sonra Vahdâniyyet deryasında kemâle getiriyorlar.

İşte nisbîyeti olan nefsle, yaptığı kötülükleri idrâk ederek “Ya Rabbi artık beni zalimlerden eyleme” diye dua etmiş oluyor. Sahile çıkarıldığında Yunus hasta idi. Yani henüz daha kemâlâta gelmemişti. Zamanla kemâlâta geldi. Rabbine şükrânî olarak ilk defa ikindi namazını da Yunus kıldı. Bizler de, Hz. Yunus gibi dâima tesbihâtla meşgul olalım. Nefsimizin mutmain olmasıyla uzun seneler mutluluk içinde, Hz. Yunus gibi yaşayalım. Vücûd ülkemizde, a’za ve sıfat kavimlerimizin rûha olan idrâk tâbiliğini istiyorsak, ikilikteki nefs vâdisinden, teklik vâdisi olan rûh vâdisine geçerek, vücûdumuzda rûhu padişah yapalım. Vücudumuzda rûh padişah olunca, bütün sıfat ve a’zalarımızda, mutmain olarak onu en güzel bir biçimde açığa çıkaralım. . Artık, kulak Hakk’ı duyacak, göz Hakk’ı görecek, dil Hakk’ı konuşacak ve hiçbir ihtilaf kalmayacaktır. Dolayısıyla da mutluluk ve saadet içinde yaşanmış olunacaktır. Cenâb-ı Hakk’tan bütün kardeşlerimin Hz. Yunus’u örnek almalarını ve onun gibi mutluluğa kavuşmalarını niyaz ederim.



Bir Mescîde soktuk Meryem Ana’yı

Pedersiz doğurttuk orda Îsâ'yı

Bir ağaç içinde Zekeriya'yı

Biçtirip kanını rizan eyledik.

Zekeriya (A.S.) Meryem validemizin dayısıdır. Ailesi, Meryem validemizi islami bir terbiye içinde yetiştirmek istedi. Aile arasında, Meryem’in terbiyesi için kur’a çekildi. Kur’a Zekeriya (A.S.)’ya isabet etti. Zekeriya (A.S.) ona bir Mescîd yaptı. Başkaları ile irtibâtını keserek hem terbiye ediyor, hem de yemeklerini getiriyordu. Bir gün Mescîdde Meryem’in yanında kış ve yaz meyvelerini gördü.”Ya Meryem bu meyveleri sana kim getiriyor” dedi. O da “Bana bunları Rabbim ihsân etti. Bundan sonra yemek getirme” dedi. Zekeriya'nın terbiyesinde Meryem tamamen kemâle gelince, bir gün Cebrail’i karşısında gördü. Meryem Sûresi âyet 19 da “Cebrail gerçekten, ben sana temiz bir oğlan vermek için sırf Rabbimin gönderdiği bir elçiyim” diyerek, Îsâ’nın müjdesini verdi. Meryem validemiz de, Meryem Sûresi âyet 20 de belirtildiği gibi “Benim için nasıl bir oğlan olur. Bana bir insan dokunmadı ve ben iffetsiz bir kimse değilim” dedi. Cebrail de “Evet doğru söylersin. Fakat Rabbin için her şey kolaydır” diyerek, Meryem validemizi sakinleştirdikten sonra, sağ yakasından üfürmesi ile Îsâ’ya gebe kaldı. İşte bir zaman sonra, bir hurma ağacının dibinde de Îsâ'yı doğurdu. Onun için zâhirde Îsâ (A.S.)’nın babası yoktur.

Bizler de Zekeriya gibi bir kâmilden Meryem gibi bir sâlik olup, nefs terbiyesi alırsak, elbette bizlerde de yaz ve kış meyveleri olan ilham tecellîleri zuhûr edecektir. Bunu da bizlere, zâhir ilmiyle irfâniyetimizi geliştiren Mürşîd mazharından, Rabbimiz zevk ettirecektir. Bu tecellîler kemâlâta geldiğinde, Cebrail olan, bâtın Rabbimizin bizim gibi Meryemlerden Rûhullah olan Îsâ’ları doğurmuş olacaktır. Îsâ’nın kişilerde doğması, o kişinin rûh sahibi olmasıdır.

Mürşîd-i Kâmiller, Fenâfillâh olasıya kadar bizim gibi Meryemlerin anası, bekâ zevklerine geçince de babası olmaktadır. Meryem’de hem erkek hormonu, hem de kadın hormonu olduğu için “Îsâ’yı babasız doğurdu” denmiştir. Bu söz mecâzîdir.



Bir ağaç içinden Zekeriya’yı

Biçtirip kanını rizan eyledik.

Zekeriya (A.S.) bir gün Yahudilerden kaçtı. Çünkü Hakk ve hakîkata davetinden, kavmi hoşlanmıyordu. Yahudiler Zekeriya’nın arkasına düştüler. Zekeriya bir ceviz ağacının içine gizlendi. Şeytan bunu gördü ve kavmine haber verdi. Yahudiler bıçkı ile bu ağacı ikiye ayırdılar. Zekeriya da ağaçla birlikte ikiye ayrılmış oldu. Böylece Zekeriya, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kanıyla da kazanmış oldu. Bir kişi de, vuslatında ceviz ağacına sığınırsa (Çünkü cevizde üç haslet vardır. 1-Yeşil kabuk, 2- Ağaç sert kabuk, 3- Cevizin özü) Cenâb-ı Hakk’ın Ef’al, Sıfat ve Zâtının zevkleriyle yok olur. Hakk’ın varlığı ile var olduğunda, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsi iki bölümdür. Vahdet ve Kesret’tir. Bu tecellîlerle Hakk’ın rızası kazanılmış olunur. Zekeriya(A.S.)’ da celâl ve cemâl tecellîleriyle zuhûr edip kanı rıza-yı Bâri için akıtılanlardan oldu.



Beyt-iMmukaddes’te Kudüs şehrinde

Nehr-i Şeria’da Ürdün şehrinde

Tathir etmek için günün birinde

Yahya’yı Îsâ’yı üryân eyledik.

Mukaddes ev olan Mescîd-i Aksa, Orta Doğuda bu günkü İsrail devletinin işgal ettiği yerdir. Bir zamanlar, Zekeriya (A.S.)’nın oğlu Yahya (A.S.) ile Meryem validemizin oğlu Îsâ (A.S.) da, bu beldede aynı zamanda yaşamışlardı. Yahya (A.S.)’yı Cenâb-ı Allah, Zekeriya’ya, ihtiyarlığın son deminde, bir armağan olarak ihsân etti. Hiç günah işlemeyen ve karşılıksız lütuf olarak verilen bu oğlan, çok güzeldi. Meryem oğlu Îsâ ile aynı devrede yaşadılar. Her ikisi de Cenâb-ı Hakk’ın peygamberiydi.

Bir gün ikisi karşı karşıya geldiler. Yahya (A.S.) çok üzgün ve kederli duruyordu. Îsâ (A.S.)Yahya’ya “Niçin bu kadar kederlisin, yoksa Cenâb-ı Allah’ın rahmetinden ümidini mi kestin” dedi. Îsâ (A.S.) da, çok neşeli ve güleçti. Yahya (A.S.) da Îsâ’ya “Sen de çok neşeli ve güleçsin. Yoksa Cenâb-ı Allah’ın gadabından emin misin” dedi. Her ikisi de birbirlerine cevap vermediler.

İşte, akraba olan bu Yahya ve Îsâ (A.S.)ları, İsrail oğulları, Allah için Hakk ve hakîkata davet ederlerken, Yahya’yı boynundan kestiler. Kanını akıttılar. Îsâ’yı da kendi zanlarına göre çarmıha gererek öldürdüler. İşte, bir sâlik de Hakk’ta fâni olarak, rûhullah zevki ile zevkiyâb olursa, gayriyetlerden ve günahlardan soyunduğu için, üryan olur. Ferâiz zevki kişilerde, Îsâ (A.S.) olan Rûhullah (Allah’ın rûhu) şuhûdunu ihsân eder. Mukaddes ev olan gönül evinde vahdet tecellîleri, Îsâ ve Yahya’yı remzeder. Rûh tecellîleri her nerede zuhûr ederse, esmâ aldığı için çoğalmanın ve tafsilâtta görünmenin mutluluğu ile Îsâ gibi neşeli ve güleç olur. Îsâ rûhtur. Yahya candır. Can da her nerede tecellîsiyle diriliğini gösterse de, rûh gibi esmâ almadığı için üzgün olur. Bunların her ikisi de, enfüste Hakk’ın bizlerdeki tecellîleri olduğu için, gayriyetten temiz olduğu için üryan denmiştir. Bu mertebede, Hakk’tan gayri hiçbir şey görülmediği için de, Tevhîdde o Makâmın hâli üryanlıktır



Böylece cilvelerle vakit geçirdik

Bu Enbiya ile çok iş bitirdik

Başka bir Nebi yüz zişan getirdik

Onun her nutkunu Kur’ân eyledik.

İşte, böyle zamanın ve toplumun isti’dâd ve kabiliyetlerine göre, her devirde Peygamberlerle toplumları Cenâb-ı Allah imtihan etti. Bu Peygamberlerin kavimlerle olan münasebetlerini de, Kur’ân-ı Kerîm’de ayrı ayrı beyan etti. Bugün de, evliyaların irşâd çalışmaları ile toplumların yaşantıları, o günlerdeki gibi zuhûr edip durmaktadır. O dem bu demdir.



Küffarı Kureyş'i ettik bahâne

Muhammed Mustafa geldi cihana

Halkı davet etmek için îmâna

Murtaza'yı ona ihvân eyledik.

Peygamber olarak en son Hz. Muhammed dünyaya gelmiştir. Damadı Hz. Ali (K.V.) de ona ihvân, yani talebe oldu. Böylece Hz. Muhammed zamanında da toplumları îmâna davet etmek için, bunları Cenâb-ı Allah görevlendirdi.



Ona kıyas olmaz asla bir nebi

Nebiler şahıdır Hakk’ın habibi

Dünyanın ukbanın O’dur sebebi

Biz onu Nebiy yi yüz zişan eyledik.

Hz. Muhammed ile diğer peygamberlerin herhangi birisi asla mukayese edilemez. Her ne kadar, Kur’ân-ı Kerîm’de sayılan Peygamberler, Hz. Muhammed gibi görevli peygamberse de, Hz. Muhammed dünya ve âhiretin yaratılmasına sebeptir. Çünkü Hadis-i Kudsîde “Levlake levlak, vema halaktül eflak” (Habibim ya Muhammed, sen olmasaydın, sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım) buyrulmaktadır. Onun için dünya ve Âhiretin yaratılmasına yalnız Hz. Muhammed sebeptir. Cenâb-ı Allah onu rûhanîyet yönü ile ilk Peygamber, unsuriyet yönüyle de son Peygamber olarak yaratılmıştır.



Hakk Muhammed Ali ile birleştik

Hep beraber Kâbe kavseyne gittik

O Makâma pek çok muhabbet ettik

Leyletel esrayı seyran eyledik.

Kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok ederek, ölmezden evvel ölme zevkine sahip olanlar, bu âlemde Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerinin velâyet yönünün Ali, nübüvvet yönünün Muhammed olduğunu çok iyi bilirler. İşte, tenzih ve teşbih zevklerini birleştirerek, Kâbe kavseyn olan kalbin Tevhîd zevkinde, dâimlik elde edilir. Bütün enbiya ve evliyalar orada ikamet ederler. Kâbe kavseyn Makâmı, rûhanî mi’rac yapan evliyaların muhabbetle sarıldıkları bir yerdir. Onun için Peygamber Efendimizin, gece yolculuğu yaparak, Cenâb-ı Hakk’ın üstün âyetlerini seyrettiği gibi, bütün evliyalar da, rûhanî olarak bu âyetleri seyrederler. Malûmunuz, Peygamber Efendimizin 34 mi’racı vardır. Bunun 33’ü rûhanî, biri cismânîdir. Rûhanî olan 33 mi’racı bütün evliyalar yapıp, mi’rac zevkine sahip olurlar. Fakat cismânî olan Mi’rac, yalnız Resûlullah Efendimize aittir. Çünkü Makâm-ı Ahadiyet, Makâm-ı Mahmûd olduğu için Resûlullah Efendimize aittir. Kim ki oraya gitmek ister ve cismânî Mi’rac yapmak isterse, Resûlullah’ın izni olmadan oraya giremez. Velevki müsaade alarak girse bile, kendi esmâ ve sıfatını dışarıda bırakarak, Muhammed olarak girebilirler. Bütün evliyaların oraya girenleri, teberrüken, yani Resûlullah Efendimizi tebrik için girmişlerdir. Yoksa başka türlü hiçbir peygamber ve evliyanın oraya girmesi mümkün değildir.



Bu sözlerimi sanma her insan anlar

Kuş dilidir bunu Süleyman anlar

Bu sırrı müphemi ârifan anlar

Çünkü cahillerden pinhân eyledik.

Malûmunuz Süleyman (A.S.)Davud (A.S.) ’un oğludur.

Cenâb-ı Hakk, Süleyman’ın emrine cinleri, rüzgarı ve kuşları vermiştir. Mescîd-i Aksa'yı bunlarla tamamlamıştır. Onun için Süleymanlar gök ehli oldukları için, bütün dilleri bilirler. Buraya kadar söylediğimiz sözler, Kur’ân-ı Kerîm’de, ilm-i ledün diye bahsedilen sır ilimleridir. Bu ilmi her kişi bilemez. Yalnız vücûd ülkesinde bu sırların yerlerini gören ve zevk eden kişiler anlayabilir. Zira onlar, gök ehli oldukları için, bu kuşların dilinden anlarlar. Her kişi bu sırları kaldıramayacağı için, cahil olanlardan, esmâ ve sıfat perdesi ile, onu Cenâb-ı Hakk’ın örttüğünü görüyoruz.

Hakk ile Hakk idik biz ezelde

Ta rûz-i eleste kâlu belîde

Makâm-ı Hüda'da bezm-i celide

Cemâlini gördük îmân eyledik.

Ervâh âlemi olan rûhlar âleminde iken, orada Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyetinde, Hakk’la Hakk idik. Araf Sûresi âyet 172 de “Elestü Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim) diye, mürşîd-i Kâmil mazharından, hâl lisâniyle söylediğinde, (kâlu belî) dedik. İşte o yerde Rabbimizin cemalini gördük ve îmân eyledik. Çünkü bütün irfâniyet ve kemâlât Rabbimindir.



Sözlerimiz bizim pek muhakkaktır

Doğan, ölen, yapan, bozan hep Hakk’tır

Her nereye baksan, Hakk mutlaktır

Ahvâli vahdeti beyan eyledik.

Rahmân Sûresi 26 ve27. âyetlerde “Her şey yok olucu ve geçicidir. Ancak Allah’ın Zât’ı bakidir” buyrulmuştur. Onun için, mülkünde O’ndan başkası yoktur ve mutlak olan O’dur. Bu kesret âleminde, Vahdâniyyet ile her türlü tecellî, O’nun mazharlardaki renk ve şekilleriyle açığa çıkmasından ibarettir. İşte biz de, nokta sırrından, Kur’ân-ı Kerîm’de isimleri geçen peygamberler vasıtası ile bu güne kadar gelmiş geçmiş bütün kavim ve toplumları nasıl imtihan ettiğini ve ibtilâlardan kurtardığını Vahdâniyyet zevki ile zevkiyâb olursak, Cenâb-ı Hakk’ın bu 18 bin âlemin tecellî sırlarını bilmiş ve görmüş oluruz.



Vahdet sarayına girenler için

Hakk’ı Hakk-al yakîn görenler için

Bu sırrı HARABİ bilenler için

Birlik meydanında cevlân eyledik.

Harabi Hazretleri gönül vahdet sarayına girip, Hakk’ta Hakk oldukta, Hakk-al yakîn olarak görmesi nedeniyle, bu İlâhiyeyi kendi mazharından Hakk’ın söylediğini, kendisindeki her tecellînin birlik meydanında, temâşa ettiklerini söylüyorlar. Cenâb-ı Allah bizlere de bu zevkleri ihsân eylesin. Âmin.



Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin