Muharrem Kaya makaleler adı, Soyadı : Muharrem Kaya İş Unvanı : Doç. Dr


GENÇ TEMUÇİN ROMANINDA HALK KÜLTÜRÜ UNSURLARI



Yüklə 1,26 Mb.
səhifə28/36
tarix02.01.2022
ölçüsü1,26 Mb.
#32867
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   36
GENÇ TEMUÇİN ROMANINDA HALK KÜLTÜRÜ UNSURLARI
Genç Temuçin Romanında Halk Kültürü Unsurları, Zeynep Kerman Kitabı, Dergah Yay., İstanbul, 2010, s. 264-277.
Modern edebî türlerden biri olan romanda, geleneksel halk anlatılarının çeşitli amaçlarla kullanıldığı görülür. Cengiz Dağcı’nın Genç Temuçin adlı tarihî romanında yer alan halk kültürü unsurları ise dönemin atmosferini, yaşayışını, inançlarını yansıtmak için kullanılmıştır. Bu unsurlar okuyucuya hem şahısların dünyasını kavramakta yardımcı olmakta hem de romanın kurgusal zamanının daha gerçekçi algılanmasına yardımcı olmaktadır.

Bu romandaki halk kültürü unsurları arasında en önemli olanı, tarihî bir kişilik olan Cengiz Han’la ilgili efsanelerin romanın olay örgüsünü oluşturmasıdır. Bunun dışında o dönemde yaşayan insanların inançlarıyla ilgili pek çok unsur da kullanılmıştır.

Öncelikle romanın olay örgüsünü oluşturan ana hikâye üzerinde durmakta yarar vardır. Halk bilimi alanında bilindiği üzere, sözlü kültürde anlatılanlar kolay hatırlanmak için kalıplar haline dönüştürülürler. Halk hikâyelerinin, destanların, masalların, efsanelerin anlatıcının kolay hatırlayıp anlatabilmesi ve dinleyicinin hafızasındaki bilinen hikâyelere denk düşüp onun ilgisini çekmesi için bu olay örgüsü kalıpları sürekli tekrarlanır.

Batı’da, mitoloji, destan ve masal kahramanları için birkaç araştırmacının tespit ettiği kalıplar üzerinde çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bunlar arasında J. G. Von Hahn’ın “Aryan Kahramanı Biyografik Modeli”, Otto Rank’ın “Kahraman Kalıbı”, Lord Raglan’ın “Geleneksel Kahraman Kalıbı”, Eric Hobsbawm’ın “Sosyal Haydut ve Halk Kahramanı Kalıbı” en çok üzerinde durulanlardır. Ayrıca Vladimir Propp’un masalların yapısal çözümlemesini yaparken kullandığı model de masallardaki olay örgüsü kalıplarını tespit etmek için yararlı olmuştur.[1] Bunların dışında James Frazer, Carl Gustave Jung, Joseph Campbell, Erich Fromm’un da törenler ve psikanaliz bağlantılı çözümlemeleri de vardır.

Lord Raglan’a göre geleneksel kahramanın hikâyesi şöyledir:

“1. Kahramanın annesi soylu bir bakiredir.

2. Babası bir kraldır ve

3. Baba çoğunlukla kahramanın annesinin yakın bir akrabasıdır, fakat

4. Kahramanın anne rahmine düşüş şartları olağan dışıdır ve

5. Kahraman aynı zamanda bir tanrının oğlu olarak kabul edilir.

6. Çoğunlukla baba tarafından, onu öldürme girişiminde bulunulur, fakat

7. Kahraman gizli bir yere gönderilir ve

8. Uzak bir ülkede evlat edinen bir aile tarafından büyütülür.

9. Kahramanın çocukluğu hakkında bize hiçbir şey anlatılmaz, fakat

10. Kahraman yetişkinlik çağındayken, gelecekte kral olacağı yere gider.

11. Kahraman, kral, dev, ejderha veya vahşi bir hayvana karşı kazandığı bir zaferden sonra,

12. Çoğunlukla kendisinin selefinin kızı olan bir prensesle evlenir ve

13. Kral olur.

14. Bir süre herhangi bir hadise olmaksızın ülkeyi yönetir ve

15. Kanunlar yazar fakat

16. Daha sonra kahraman tanrıların ve/veya halkının sevgisini kaybeder ve

17. Tahttan ve şehirden uzaklaştırılır.

18. Kahraman, esrarengiz bir şekilde ölümle tanışır,

19.Çoğunlukla bir tepenin üzerinde ölür.

20.Çocuklarından hiçbiri, eğer varsa, onun yerine tahta geçemez.

21. Kahramanın vücudu gömülmez, fakat buna rağmen

22. Kahramanın gömülü olduğu kabul edilen bir veya daha fazla kutsal mezarı vardır.”[2]

Türk destanları ve halk hikâyelerindeki olay örgüsü kalıpları da araştırmacılar tarafından tespit edilmiştir. Şakir İbrayev’in Destanın Yapısı[3] adlı kitabında yer alan Kazak destanlarındaki kahramanın biyografisine dayalı olay örgüsü kalıbı, hem Lord Raglan’ın hem de Vladimir Propp’un modeline göre oluşturulmuştur. Özkul Çobanoğlu da Türk Dünyası Epik Destan Geleneği adlı kitabında Şakir İbrayev’in modelini Türk dünyasında anlatılan destanların büyük bir kısmını içine alacak şekilde geliştirmiştir.Genç Temuçin romanıyla destan kalıbı arasındaki bağı göstermek açısından Özkul Çobanoğlu’nun ileri sürdüğü bu kalıbı aşağıya alıyoruz:

“A.) Birinci Daire: Kahramanın Doğumu, Çocukluk ve Yetişme Dönemi.

A.1. Kahramanın ailesi, yurdu ve halkı hakkında tanıtıcı bilgiler verilip tasvir edilir.

A.2. Destan kahramanının olağanüstü kişiliği ve doğumu.

A.3. Destan kahramanının olağanüstü çocukluk dönemi.

A.4. Kahramanın ilk kahramanlığı.

A.5. Kahramanın müstakbel sevgilisi hakkında haber alması.

A.6. Kahramanın sevgilisi ile güreşmesi veya aynı kıza talip olan diğer adaylarla yarışma.

A.7. Kahramanın sevdiğini alarak yurduna dönmesi.

B.) İkinci Daire: Kahramanın Kahramanlıkları.

B.1. Kahraman düşmanın saldırısı hakkında haber alır.

B.2. Kahraman hazırlanır ve sefere çıkar.

B.3. Kahramanın dövüşmesi.

B.3.1. Kahramanın teke tek dövüşü ve zaferi.

B.3.2. Kahramanın başarısızlığa uğraması ve düşmana esir düşmesi

B.4. Kahramanın yurduna zaferle dönmesi.

C.) Üçüncü Daire: Kahramanın Sevdiklerini Kurtarması.

C.1. Kahramanın sevgilisi veya akrabalarının düşman eline düştüğüne dair haber alması.

C.1.1. Kahraman rüya görür veya benzeri bir işaretle haber alır.

C.1.2. Kahraman aşağılanarak bu durum kendisine bir kişi tarafından bildirilir.

C.2. Kahramanın sevgilisine bir düşmanın, rakibin veya bir hizmetkârının talip olması.

C.3. Kahraman sevdiğinin düğününe kılık değiştirerek gizlice gelir ve sevdiğiyle görüşür.

C.4. Kahraman sevdiğinin düğününde yapılan güreş veya diğer yarışlar esnasında tanınır.

C.5. Kahraman yurduna döner ve düşmanlarını ve hainleri cezalandırır.

C.6. Kahramanın düğünü ve yapılan şenlikler.

D.) Dördüncü Daire: Kahramanın Ölümü.

D.1. Kahraman ölümsüzdür.

D.2. Kahraman savaş anında yaralanır ve ölür.

D.3. Kahraman öldükten sonra tekrar dirilir.

D.4. Kahraman intihar eder.

D.5. Kahraman yakalanır ve idam edilir.”[4]

Cengiz Han’la ilgili halk anlatıları ve bunların edebî eser olarak işlenmiş olan Cengiznâme’lerde bu iki kalıbın bazı maddelerini ikisinden de alınmış bir şekilde görmemiz mümkündür. Cengiznâme’lerdeki olay örgüsünü kısaca gösterirsek ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır. Necla Pekolcay, Cengiznâme’leri iki ana planda şöyle özetler:

“1. Cengiz’in ataları ve başlarında geçenler:

a. Cengiz’in baba tarafından en eski ceddinin Oğuz Han, anne tarafından en eski ceddinin Altın Han olduğu;

b. Altın Han’ın Kerlevüç adlı hatından bir kızının dünyâya geldiği ve ona Ulemeli adının verildiği;

c. Çok güzel olan Ülemek’i korumak için, Ordu Han adlı dayısının nezâretinde yüksek bir taş saraya hapsettikleri;

ç. Bir süre sonra, dışarıyı merak eden kızın pencereden güneşe bakması sonucu, güneşten hâmeli kalması;

d. Kızlarının durumundan utanan ailesinin, onu kırk kız ile berâber bir altın gemiye bindirip, denize salmaları;

e. Oğuz Han soyunda Tumavl Mergen adlı kahramanın, avlanmaya çıktığı sırada gemiden, yanındaki Türkmen bekçisi Şıba Sokun vâsıtası ile haberdar olması;

f. Mergen’in Ülemelik ile evlenmesi;

g. Ülemelik’in önce gün ışığından bir oğlan dünyâya getirmesi ve bu çocuğa Duyun Bayan adının verilmesi;

h. Sonra da, Ülemelik’in Mergen’den iki oğlunun olması ve bu çocuklara Bilgüdey ve Büdenedey adlarının verilmesi;

i. Dubun Bayan’ın büyüyünce, Alanguya adlı bir kızla evlenmesi;

2. Cengiz’in doğuşu ve başından geçenler:

a. Dubun’un öldükten sonra bir nur alarak tekrar dünyâya gelip, Alanguya’yı hâmile durumuna getirmesi;

b. Alanguva’nın ışık hâlinde gelip, kurt şeklini alarak ortadan kaybolan Dubun’dan olan çocuğuna Cengiz denilmesi (Dubun’un dünyâya bir nur olarak tekrar gelip, bir kurt olarak gittiğinden bahsedildiği için, rûhu hem ışık, hem kurt olarak gösterilmiştir);

c. Alanguva’nın daha önce doğmuş bulunan erkek çocuklarının Cengiz’in nurdan doğduğuna inanmamaları ve onu kardeşleri olarak tanımamaları;

ç. Cengiz’in, kardeşlerinden kaçarak Kürlen dağına çıkması;

d. Türk boylarının Cengiz Han’ı tanımaları;

e. Cengiz’in, büyük bir devlet kurduktan sonra, ülkesinin idâresini çocuklarına tevdî edip, ölmesi.”[5]

Pekolcay, Cengiz Han’la ilgili destanın, İslâmî çevrede oluşan kısmındaki birkaç motifi de şu şekilde sıralar: Asıl adı Temuçin olan Cengiz’in hanlığa Tanrı tarafından seçilmesi; kâhinlerin Cengiz’in doğacağını önceden haber vermeleri; Cengiz’in doğacağı sırada, babasının Çimuçin’i mağlup etmiş olduğu için çocuğa Çimuçin (Timuçin) adının verilmesi; Davut peygamber gibi on yedi yaşına kadar ömrünü çobanlıkla geçirmesi; babası ölünce halkın ona gelerek han olmasını istemesi, onun da bu teklifi kabul etmesi; Evliya Abız’ın Çimuçin’e gelip ona Cengiz adını vermesi ve dünyayı fethedeceğini söylemesi, bu sırada bir kuşun “Cengiz, Cengiz” diye ötmesi.[6]

Fuat Köprülü, Cengiznâme’nin eski “Kök-türk” destanının bir tür devamı olduğunu, Cengiz menkıbesinin sonuna Timur ve Cengiz neslinden başka kahramanlara ait menkıbelerin de eklendiğini, bunların asıl destana sonradan eklenen unsurlar olduğunu belirtir.[7] Benzer bir düşünceye sahip olan Abdülkadir İnan da, Cengiznâme’nin, “eski Oğuz ve Uygur hükümdarlarının sülâlelerine dair Türk kavimleri arasında söylenen menkıbeleri, Moğol futühatından sonra Çengiz adı etrafında toplayan bir eser” olduğunu iddia eder.[8]

Romanın olay örgüsü, Temuçin’in doğmadan önce annesinin yaşadıkları, doğumu, on üç yaşına geldiğinde evlenmesi, liderlik özelliklerini gösterdiğinde kendisine rakip olanları bertaraf edip obasının başına geçmesi üzerine kuruludur. Bu olaylar kronolojik bir sıra takip eder. Romanın başında Temuçin’in doğmadan önce annesi Yulun Eke’nin kaçırılışı anlatılır. Daha sonra, muhtemel babası Çılaydı Eke, bunun öcünü almak için Tukta Beyci ve Hatay Darmala’yı Yesügey Bahadır’ın obasına baskın yapmak için kışkırtması, fakat bu öcün ancak on üç yıl sonra alınabileceğinin söylenmesi, Temuçin’in doğumu, on üç yıl sonra ona uygun bir eşin bulunması, Yesügey Bahadır’ın zehirlenerek öldürülmesinden sonra annesiyle birlikte koruyucusuz kalmaları, Temuçin’in kavga çıkaran kardeşi Bektar’ı öldürmesi, Yesügey’in yerine geçen Targutay Kurulduk’tan kaçıp Burhan Kaldun’a sığınması, burada yakalanıp esir edilmesi, Yesügey’in eski dostlarından Sorgan Şira’nın onun kaçmasına yardım etmesi, etrafında kabilelerin toplanması, nişanlısının da kaçırılıp muhtemelen kendi babası Çılaydı tarafından hamile bırakılması, Temuçin’in nişanlısı Bortay’ı kurtarması fakat hamile olduğunu anladığında ondan uzaklaşması, Temuçin’in birliği sağlaması anlatılır.

Kısaca özetini verdiğimiz romanın belirli bölümleri, daha önce üzerinde durduğumuz geleneksel kahraman kalıplarıyla benzerlik taşımaktadır. Romanın bazı bölümlerinin Lord Raglan’ın “Batı Kahraman Kalıbı” ile Özkul Çobanoğlu’nun “Türk Dünyası Kahraman Kalıbı”yla örtüştüğü görülür. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

Lord Raglan’ın geleneksel kahraman kalıbındaki 2, 9, 10, 11, 13. maddelerinin, romanda karşımıza çıktığı görülür. 2. maddede kahramanın babasının bir kral olduğu belirtilir, romanda ise Temuçin, bir bey olan Yesügey’in oğlu olarak dünyaya gelir. 9. maddede kahramanın çocukluğu hakkında bir şey anlatılmadığı belirtilmektedir, romanda da çocuğun doğumundan 13 yaşına gelinceye kadar yaşadıkları anlatılmaz. 10. maddede gelecekte kral olacağı yere gider diye belirtilen husus, romanda yöneteceği toprakları evleneceği kızı bulma bahanesiyle gezme şeklinde gerçekleşir. 11. maddede kahramanın bir zafer kazandığı üzerinde durulur, romanda da Temuçin, dağılan birliği toplamak için babasının yerine geçmeye çalışan Targutay’la savaşır ve onu yener. 13. maddede kral olması belirtilir, Temuçin de bu zaferden sonra babasının yerine geçer, bey olur. Romanla, Lord Raglan’ın kahramanın biyografisi modeli arasında birkaç maddede ortaklık görülmekle birlikte, Özkul Çobanoğlu’nun Türk dünyası destanlarına dayalı olarak oluşturduğu modelin pek çok maddesinde ortaklık tespit edilebilmektedir.

Özkul Çobanoğlu’nun modelinde A.1, 2, 3, 4; B.1, 2, 3, 4; C.1, 5, 6 başlıklı ana maddelerle, romanda bazı ortaklıklar görülür. A. 1, kahramanın ailesi, yurdu ve halkı hakkında tanıtımyapılmasıyla ilgilidir, romanın ilk bölümleri tamamen bunu gerçekleştirmektedir. Annesinin kocası Çılaydı’dan Yesügey ve adamları tarafından kaçırılması, özellikle Temuçin’in babasının kim olduğu sorusunu okuyucuya sordurmaktadır. Tarih-i Cihangüşa, Moğolların Gizli Tarihi gibi tarih kitaplarında ise ikisinin nişanlı olduğu belirtilmiştir. Yazar özelikle, boylar arası savaşlar üzerine durarak, Temuçin’in bu dağınık siyasi birliği nasıl toparladığını göstermek ister.

A.2’de kahramanın olağanüstü doğumu, romanda Temuçin’in avucunda kanlı bir çulla doğması şeklinde gerçekleşir. Bu da şamanlar tarafından dünya hakimiyetinin bir sembolü olarak yorumlanır. A.3’te kahramanın olağanüstü çocukluk döneminden bahsedilir, fakat romanda bu çocukluk dönemi, on üç yaşından sonra gösterilir. Bu haliyle daha bir yetişkin değildir ama çok usta bir savaşçıdır. A.4’te kahramanın ilk kahramanlığı üzerinde durulur. Romanda bunun için belirtilebilecek en önemli unsur, siyasî birliği toparlamak anlamında sembolik ilk teşebbüsü, üvey kardeşini öldürmesidir. Daha sonra da babasının yerine bey olan Targutay’ı yerinden indirir.

İkinci daire, kahramanın kahramanlıklarıyla ilgilidir. B.1’de kahramanın düşmanın saldırısı hakkında haber alması, romanda nişanlısının bulunduğu topraklardayken babasının zehirlendiğinin haberini almasıyla başlar, Targutay’ın ona saldırmasıyla devam eder. B.2’de kahramanın hazırlanıp sefere çıkması, romanda Temuçin’in Targutay’la savaşmaya başlamasıyla belirtilir. B.3’te kahramanın dövüşmesi, romanda Temuçin’in savaşıp yenilgiye uğraması, Burhan dağına kaçması, fakat yakalanıp esir edilmesi şeklinde cereyan eder. B.4, kahramanın yurduna zaferle dönmesini belirtir, bu da romanda Temuçin’in nihai zaferi kazanmasıyla gerçekleşir.

Üçüncü daire, kahramanın sevdiklerini kurtarması üzerine kuruludur. C.1’de kahramanın sevgilisinin düşman eline düşmesi, romanda nişanlısı Bortay’ın Çılaydı tarafından kaçırılması, ama sonra Temuçin’in onu kurtarması şeklinde anlatılır. C.5’te kahramanın yurduna dönmesi, hainleri cezalandırması söz konusu edilir, romanın sonunda da Temuçin siyasî birliği kurma yolunda en önemli zaferini kazanır, Targutay ve adamlarını cezalandırır. C.6’da kahramanın düğünü ve şenlikler yer alır, fakat Temuçin, Bortay’ı kurtarıp onun Çılaydı’dan hamile kaldığını anlayınca beklenen düğün, şenlik gerçekleşmez.

Görüldüğü üzere Moğol tarihinin ve edebiyatının en önemli şahsiyetlerinden olan Cengiz Han’ın doğumundan tahta geçmesine kadarki hayatını anlatan bu tarihî romanın olay örgüsü Batı kahraman kalıbından çok, Türk dünyası kahraman kalıbıyla bağlantılıdır. Zaten roman da tarih kitaplarında anlatılan, Cengiz Han’ın yer yer efsaneleşmiş, destanlaşmış hayat hikâyesi üzerine kuruludur.

Romanın Ergenekon’la benzerliği ise genç Temuçin’in babası öldükten sonra hayatta kalmak için Burhan dağına kaçması bölümünde gerçekleşir. Ama burada fazla kalamaz esir düşer. Dolayısıyla Ergenekon’dan güçlenip çıkma ve öcünü alma konusunu burada göremeyiz.

GÖK TANRI

Gök Tanrı inanışı, eskiden Orta Asya’da halk arasında Budizm, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık’tan daha yaygındır. Göğün, Gök Türkler arasında da kutsal olduğu, yılın belirli dönemlerinde bütün halkın toplanıp Gök Tanrı’ya kurban sunup ibadet ettiği, tarihî kaynaklarda kayıtlıdır.[9]

Güneş, Gök Tanrı inanışıyla bağlantılı olarak kutsal görülür. Güneşin doğuşunu bekleyip dua etmek de güneş kültüyle bağlantılı olarak açıklanabilir. Yesügey Bahadır, Yulun Eke, Temuçin, Temuçin’in kardeşi Kazar, üvey kardeşleri Bektar ve Belgütay çadırdan çıkarak güneşin doğuşunu beklerler. Herkesin gözü Burhan dağının doruğundan doğacak güneştedir. “Herkes güneşi bekliyor. Ve işte, güneş! (…) Moğolların çadırları ışıl ışıl. Ama sessizlik hâlâ derin. Sessizlik içinde, önce Yesügey Bahadır, onun ardından başkaları da, başlarını göğüslerine eğiyorlar, içten bir saygıyla güneşi selâmlıyorlar. Neden sonra, uzaklardan gelen boğuk davul sesleriyle yavaş yavaş başlarını kaldırıyor, tekrar güneşe bakıyor ve güneş tamamen Burhan dağının doruğu üstünde durunca göğüslerden müthiş bir gürültü kopuyor:

-Ha-hu!... Ha-hu!...”[10]

Merkit ve Bargut kabileleri Burhuçın-tögüm topraklarını hayvanlarıyla birlikte terk edip kuzeye doğru gittiklerinde onlara tek yardımcı olan Gök-Tengri’dir: “oralarda yeryüzünde ot, gökyüzünde güneşi göremedikleri, gökyüzünde gördükleri güneşin Burhıçın-tögüm diyarında gördükleri güneşe benzemediği, kandan bir kalkan gibi ışınsız olduğu, toprağı ısıtmadığı ve bu yüzden Gök-Tengri’nin bu kabilelere yardıma geldiği, insanlara Kuzey denizinin kıyılarında yaşayabilen çok boynuzlu geyikler verdiği, onlar da bu geyikleri önlerine katıp güneşin ardından Batı’ya yöneldikleri, Batı’da adları duyulmamış, insansız boş topraklara göç ettikleri söyleniyordu Merkitler arasında.”[11]

Gök Tanrı, sadece insanların hayatını yönetmez, insanlarla av hayvanlarının arasındaki ilişkiyi de düzenler. Fazla avlanmak, yavru hayvanları, anne hayvanı öldürmek, av alanındaki hayvanların neslini yok edeceği için bir tür av kontrolü oluşturmak için Gök Tanrı, adeta av tanrısı gibi düşünülür. Romanda, ormanda yürüyen Temuçin, Kasar ve Bektar homurtu duyarlar, bu ses anne kaplanla yavru kaplandan gelmektedir. Hemen Kasar, Bektar’ı uyarır: “Kaplan yuvası var orada. Ana kaplan, yavrularını yediriyor. Dokunmayınız. Yavaşça geçelim, kaplan duymasın… Yavrularını yediren ana kaplana dokunulmaz. Gök-Tengri küser…

Bektar dudaklarını kıvırdı, yere tükürdü;

-Şaman gibi konuşuyorsun!

-Şaman gibi konuşmuyorum ben, dedi Kasar. Ana kaplan yavrularını emziriyor. Temuçin’e sor… O da bilir. Ana kaplan yavruların yedirirken kimse…”[12]

Gökte uçan kuşlar da hem yüksekte uçmaları hem de gökteki tanrıya yakın olmaları dolayısıyla kutsaldırlar. Bunların Gök Tanrı’ya ait olduklarına inanırlar: “Sus sus! Gök-Tengri kuşları onlar. Bilmiyor musun bunu? Tatarlar kuş öldürmezler. Yasak… Söylemek bile yasak… Okunu başka yere sakla. Çin ulusuna… Gök-Tengri’nin bir tek kuşu on Çin’linin canından daha kıymetlidir. Söyleme öyle. Gök-Tengri küser…”[13]

Gök Türklerde, göğün, yöneticilere yönetme meşruiyetini, kut’u verdiği inanışı tarihî kaynaklarda tespit edilmiştir. Ayrıca göğün insanları, suyu cezalandırma gücünün olduğuyla ilgili bilgilere de rastlamaktayız.[14]

Romanda ölen insanların ruhlarının da Gök Tanrı’nın katına gittiğine dair bir inanış da vardır. Yesügey zehirlenip öldürüldükten sonra yerine onun komutanlarından Targutay göz diker, buna karşı çıkıp insanların önünde onu aşağılayan Yulun Eke’nin üzerine atını sürer. Tam bu sırada onu Munlık, Targutay’ı şu sözlerle uyarır: “Targutay! Yapamazsın bunu Yulun Eke’ye! Düşün Targutay! Kendine gel!.. Yesügeyi düşün… Onun Gök-Tengri’ye taşınmış canını düşün, Targutay! Bırakma Yulun Eke’yi, Yesügey Bahadırın oğullarını bırakma yüzüstü! Gök-Tengri küser sana… Bırakırsan dayanamazlar!...”[15] Gök Tanrı’nın katına, büyük kahramanlar, devlet yöneticilerinin ruhları ulaşabilmektedir.[16] Dolayısıyla onların ruhlarını üzmek, Gök Tanrı’yı da üzmek anlamını taşımaktadır. Gök Tanrı, bu saygısızlığı çeşitli şekillerde cezalandırmaktadır.

Havanın kararması bile Gök Tanrı’nın bir tür cezalandırması olarak görülür. Savaşçılar, hava kararınca şöyle düşünürler: “Gökyüzü kararıp korkunçlaştıkça savaşçıların kalblerine bir korku giriyordu. Neden öyle kararmıştı gökyüzü? Gök-Tengri mi küsüyordu Temuçin’e. Yoganbo ve Yamuga’nın savaşçılarına? Savaşı kazandılar diye üzerlerine abanmıyacak mıydı gökyüzü?”[17] Havanın kararması Anadolu’da bile iyiye yorumlanmaz Hele güneş ve ay tutulması hadisesi, cinlerle, kötü ruhlarla kapatıldığına inanılan bu gök cisimlerinin kurtarılması için gürültü çıkarılması şeklinde uygulamalara sebep olur.[18]

Havanın kararması, gökyüzünün gümbürdemesi, şimşek düşmesi insanların yüreklerine korku salar. Altay şamanları bunun sebebini şöyle yorumlarlar: “Çünkü yaz günlerinde insanlar ırmaklarda deri, kete yıkıyor; kirli vücutlarını yıkıyor; Gök-Tengri şerefine kara renkli değil de ak renkli hayvanları kesiyorlar, ormanlarda mantar koparıyorlar da gökyüzü küsüyor”[19] Irmağın, suyun deri ve kirli vücut gibi şeylerle kirletilmesi de su kültü çerçevesinde yorumlanması gereken bir konudur.[20] Su, tabiattaki hayatı ayakta tutan temel güç olduğu için onun kirletilmesi, cezalandırılma korkusunu oluşturmuş, buna dayalı olarak fırtına, yıldırım gibi pek çok kötü olayın sebebi de buna bağlanmıştır.

İLAH ÖTEGEY

Romanda halkın inanışını belirtmek için “Merkit’ler Gök Tengri’ye ve ilah Ötegey’e taparlar. Gök-Moğollar, Tatarlar, Naymanlar gibi…” ifadesi kullanılır.[21]

İlah Ötegey, Gök Tanrı ile insanlar arasında bağlantıyı kuran aracı bir kutsal ruh olarak anlatılır. Altay ve Yakut mitolojisinde baş tanrı ile insanlar arasında aracılık yapan tanrılar veya kutsal ruhlar bulunur. Mesela Yayık, Suyla, Utkuuçı gibi.[22]

Romanda buna verilebilecek en uygun örnek, Temuçin’in babasının ölümünden sonra yakalanıp esir edilmesini ve Moğolların çektiği acılarını, Gök Tanrı’ya iletmesi için İlah Ötegey’e dua etmesidir: “Sen bunları görüyorsundur, ilah Ötegey. Elbette görüyorsundur. Namusumu ve benim olanı korumak hakkımdır elbet. Babam Yesügey Bahadır hayatta iken kimse bana itsin, kölesin, demedi. Moğol toprakları üstünde ben de, her Moğol gibi özgürdüm. Ama şimdi… Bak, boynumdaki boyunduruk yaralarına, bak! Babam ölünce bu ulusun yılanları, tilkileri har vurup harman savurdular. Moğol ulusunun özgür kartalları tutsak oldular, hırsız çobanlar otlaklarımızda at oynatıyorlar. Bekledim, ilâh Ötegey, çok bekledim. Bu topraklar üstünde yaşıyan insanlar yüreklerini garaz ve cimriliklerden temizlerler, diye çok bekledim. Yağılarına karşı birleşirler diye çok bekledim. Tanımıyorlar birbirlerini bu insanlar, ilâh Ötegey! Sen de bunu görüyorsundur! Artık beklemiyeceğim. N’olursun, yüreğim içindekileri Gök-Tengri’ye bildir, ilâh Ötegey!”[23]


Romanın başka bir bölümünde, Çelmay, Temuçin’le karşılaştığında onu selamlarken şunları söyler: “Gök-Tengri senin ömrünü uzun etsin, Temuçin! İlâh Ötegey senin çadırında aşsız susuz kalmasın. Altay’da, Curçen ilinde, Bargut ormanlarında senin adın dillerden düşmesin, Temuçin! İlâh Ötegey yüreğin içindekileri Gök-Tengri’ye bildirsin.”[24] Ötegey ve Gök Tanrı arasındaki aracılık ilişkisi burada da vurgulanmaktadır.

Yemek yenmeden önce de Ötegey’in payı küçük bir törenle verilir. Romanda Çılaydı Eke ile Kargun Batır, yemeğe başlamadan önce çeşitli şekillerde oyma işlemelerle süslü bir kürsüde bulunan “vücuduna göre kapası küçük, ağzı açık, yuvarlak ve şişman karnı dışarıya çıkık, ağaçtan bir şahsiyet”in önünde dururlar. Çılaydı ateşteki kazanın içinden yağlı bir et parçası alır, diz üstü çöker, dudaklarında fısıltı şeklindeki dualarla, kürsüye yaklaşır, elindeki eti ağaç putun açık ağzına üç kere sokup çıkarır. Sonra aynı et parçasını omzunun üzerinden dışarıya fırlatır. “Böylece ayin sona erdi. Yani: Çadır sahibi, kendisi sofraya oturmadan önce, yeryüzündeki uluslara göz-kulak olan, yeryüzünde olup bitenleri Gök-Tengri’ye bildiren ilah Ötegey’e ilk lokmayı yedirdi.”[25] Buradan açıkça insanlara yiyecek veren, insanlarla Gök Tanrı arasında aracılık eden bu kutsal ruhun payının yemekten önce verildiği anlaşılır.

Benzer bir durumla, güneş batarken savaşçıların Ötegey’e kansız kurban vermelerinde de karşılaşıyoruz: “Güneş batmadan önce arabalardaki kadınlar, otlaklarda hayvanları otlatan çobanlar, savaşçılar ayağa kalkıyor, bütün vücutlarıyle güneşten yana dönüyor ve başlarını göğüslerine eğerek içli ve duygulu dualarını söylüyor, ellerinde tuttukları buklaklardan ilah Ötegey’in şerefine yeryüzüne kımız ve ayran döküyorlardı.”[26] Burada hem güneş aracılığıyla Gök Tanrı’ya hem de koruyucu bir ruh olduğuna inanılan Ötegey’e kımız ve ayrangibi içecekler kurban olarak sunulmaktadır. Benzer bir örnek de Dede Korkut Kitabı’nda çocuk isteyen kadınların “kuru kuru çaylara sücü dökmek” şeklindeki yine su ruhuna kansız kurban vermeleridir.[27] Burada bir şükran ifadesi olarak Ötegey’e yukarıda belirtilen içecekler sunulmaktadır.

Ayrıca Gök Tanrı ve ilah Ötegey, bu toplulukların başka topluluklar üzerinde hakimiyet kurması için güç ve meşruiyet veren kutsal ruhlar olarak gösterilir: “Birge! Gök-Tengri bize bunca otlak verdi, bunca hayvan verdi. Üstelik ilah Ötegey’i de bizim uluslara gönderdi. Öyleyse neden Temuçin Üge, Yesügey Bahadır ya da Togrul Han bu ulusların tümünü birleştirip, tümenlerini bir araya getirip atlarını Çin ulusunun Hatang Hanlarına karşı sürmüyorlar?”[28]

AK ŞABEK

Ak Şabek, çadırda bulunan bir puttur, tözdür. Ak Şabek, Birge adlı roman kahramanının ağzından şöyle tasvir edilir: “Çagan Sara da derler ona. Ama gerçek bir Şabek değil, keteden. Birbirinin yanında duran beş at kadar büyüktür. Kafası renkli, kulakları kamıştan. Keteden yapılmış bu Çagan Sara denen ak şabeğin içerisine Naymanlar girerler, ayaklarına ağaç ayalıklar takıp şabeği sırtlarında taşırlar.” Bazı eğlencelerde şamanların “Ak Şabek’in çevresine birikip yırlar” söylediğini de ekler. Birge bu fetişin, o topluluk için önemini ise şöyle belirtir: “Şamanların dediklerine göre Çagan Sara ruhanî bir şabektir. Çok eski zamanda, daha Naymanlar gelmeden önce, bu otlaklara gelip yerleşmiş…

-Niye?

-Çagan Sara, yani Ak Şabek, bir gün Naymanların bu otlaklara gelip hayvanlarını otlatacaklarını biliyormuş. Naymanların savaşçı olmadıklarını da bildiğinden ötürü onların ömürlerini hoş ve eğlenceli yapmak istemiş...”[29]



Yemek yemeden önce onun ağzına yemekten bir parça değdirilir. Âdeta evin bereketinin sürekli olması için o putun ruhu hoş tutulur, kansız kurban sunulur.

TOTEM HAYVANLAR

Kurt, tilki, birer totemdir. Bunlar çobanlıkla, avcılıkla geçinen toplumlar için avcılık yaparken model oluşturmuş, saygı görmüşlerdir. Ayrıca insanlar, evcil hayvanlarını korumak için bunları birer düşman olarak görmüşler, korkmuşlardır. Ayrıca o totemi kabul eden insanlar, kendilerini başka toplumlardan ayırt etmek için adlandırma ve sınıflandırma yapmakta totemi kullanmışlardır.

Romanda, insanların üzerinde çeşitli totem hayvanlarının parçaları bulunduğundan bahsedilir. Başta öküz boynuzlu bir tolga, göğüste demir zincire asılı eski ve kuru bir kurt çenesi, kurt çenesine ilişik bembeyaz bir tavşan kuyruğu bulunur.[30] Ak kartallı sancak taşınır.[31] Bu nesnelerin hepsi güçlü olduğuna inandıkları totem hayvanının gücünü kendi üzerlerine aktarma inanışıyla bağlantılıdır. Savaşçı çoban topluluğun gücünü aktarmak istedikleri totem hayvanlarıkurt, kartal gibi avcı veya tavşan, öküz gibi çoğalmayla, bereketle ilgili hayvanlardır.

Çılaydı Eke, Kargun Batır’ın çadırına yöneldiğinde, çadırın sahibinin önemli kişi olduğunu gösteren şu unsurlar dikkatini çeker: “Ortadaki çadırın önünde toprağa sançılı değnekte ak, kızıl, kara at kuyrukları, kuyrukların arasında güneşin ışınlarında ışıldayan çıngıraklar, kuyrukların henüz dibinde gene değneğe ilişik büyük bir kasır parçası, değneğin ucuna ise sançılı bir kurd kafatası vardı. Çadırların aralarındaki arazilerde, güneşte kurumaları için, kargılara saplanmış kaplan kafaları, enserlere bağlı kaplanlar, bu çadır sahibinin önemli bir kişi olduğunu gösteriyordu.”[32]

Buradaki kurt, kaplan kafatasları, ak, kızıl, kara at kuyrukları avcı, çoban toplumun hayatının birer unsurlarıdır, fakat bunları değerli kılan şeyler onların taşıdıkları manevî değerlerdir. Bu hayvanlar totem olarak görülüp yüceltilen hayvanlardır. O yüzden onların vücutlarının bir parçasının, insanın üzerinde taşınması, yerleşim yerinde bulundurulması, onun gücünü kendilerine geçirme isteğinin birer tezahürüdür.

GEÇİM TARZLARI

İnsanların geçim tarzlarıyla ilgili romanda bazı bilgileri bulabilmekteyiz. Çobanlıkla ve toplayıcılıkla geçinen bu toplumun neden savaşçı olduğu da daha iyi anlaşılabilir. Çünkü çoban toplumlar, yetiştirdikleri hayvanlar beslenmelerine yetmeyeceği için, tarımla geçinen toplumlara akınlar düzenleyip onların fazla üretimlerini ele geçirirler. Hem tarım toplumlarından yiyecek almak hem de kendi hayvanlarını korumak için avcılıktan gelen silâhkullanma yeteneklerini geliştirip savaşçı olmak zorunda kalmışlardır.[33]

Romanın bir yerinde yenilen Temuçin Üge’nin, balık tutan, ormanlarda savaşçı erleri için ok kesen, yavrularına yabanî sarmısak koparan Moğol kadınları gibi ormanda yalnız kaldığından bahsedilir.[34] Kadınlar toplaycılık, erkekler ise çobanlık ve askerlik yaparlar.[35] İnek, öküz ve at besiciliği yapılır. Buna bağlı olarak çadırlarından “yanık, çiğ deri, köpüklü kımız, ayran, et, süt kokuları” gelir.[36]

Udut, Merkit toplulukları hayvancılıkla geçinir ve Çin ulusunun hanlarına deri gönderirler, samur kürkler gönderirler, onlarla kan kardeşi olurlar.[37]

Romanda anlatılan toplum için hırsızlık, özellikle at hırsızlığı ölümcül bir suçtur. Hırsızlığın on katı malın sahibine geri ödenirse suç bağışlanır. Ayrıca katile karşı da af tanınmaz.[38]

ŞAMAN


Şamanlar, beylere danışmanlık yaparlar, gelecekle ilgili kehanetlerde bulunurlar, doğum, evlilik, ölüm törenlerini idare ederler, büyü yaparlar.

Romanda şamanlar, şahıs kadrosu içinde fonda bulunan şahıslar olarak çokça geçer. Bunlardan farklı olan Demirci Çelmay, Yesügey’in akıl danıştığı bir kişidir. “Yesügey Bahadır, Çelmay’a karşı bizzat saygıyla davranır, onun öğütlerini dinlerdi. Hattâ büyük avlarda, en büyük ulusların elçileri yanında dahi, Çelmay’ı kendi yanına çağırıp kendisiyle konuşmağa vakit bulabiliyordu.”[39] Demircilik, dört unsuru (ateş, hava, su, ateş) bir araya getiren bir meslektir. Hem bu özelliğiyle hem de ateşin şamanın alter ego’su (öteki beni, eşdeğeri) olduğuna inanılması sebepleriyle demircilik ve şamanlık arasında sıkı bağ kurulmuştur.[40]

Bir şaman, ölen iki çocuğun ruhunu, babalarının isteği üzerine evlendirir. Ölen çocukların nasıl evlendirilebileceğini soran Kaltugay’a, Birge şu açıklamayı yapar: “Bir babanın dört, beş; ya da altı yaşında olan bir kızı ölürse, az vakit geçince, aynı yaşta oğlan çocuğu ölmüş bir babayı aramağa koyulur. Öyle bir babayı bulunca ikisi başbaşa verir, konuşur ve ölmüş çocuklarını evlendirirler. (…) Önce şamana giderler. Şamana çocuklarını evlendirmek istediklerini bildirirler. Sonra ya bir Uygur, ya da resim yapmasını bilen bir şaman bulurlar. Şu çadırda resim çizen ihtiyar gibi birini… Şaman, ya da Uygur kâğıda iki çocuğun resmini çizer kâğıdı götürüp kuru çıraların arasına kor ve kâğıdı yakar. Ateşin dumanı göğe yükselirse eğer öbür dünyadaki çocukların evlenmiş olduklarından hemen haberli olurlar; iki baba ise o günden sonra yeryüzünün en mutlu insanı sayılır. Atlarını aynı otlaklarda otlatır, iki Anda’dan daha yakın olurlar birbirlerine.”[41]

Bu büyüsel işlem, tamamen taklit büyüsüyle açıklanabilir. Ölmüş çocukları temsil eden resimler kâğıda çizilerek onların varlığı taklit edilmiş, böylelikle temsilî varlıklar olarak kabul edeceğimiz çizimler, ruhları etkilemiştir. Bunun yapılmasının sebebi ise bu dünyadaki hayatın öldükten sonra da devam ettiğine inanılmasıdır. Babalar, çocukları ölmüş olsalar bile toplumsal rollerine uygun törenleri, simgesel, büyüsel de olsa yapmaktadırlar.

Şamanlar Temuçin’in avucunda kanlı bir çul ile doğmasını, onun ileride büyük bir lider olacağı şeklinde yorumlayarak bir kehanette bulunurlar. Türeyiş efsaneleriyle bağlantılı olarak bu konu aşağıda açıklanmıştır.

TÜREYİŞ EFSANELERİ

Bozkurt ve Alageyik’ten türeyiş efsanesi anlatılarak, adı geçen boyun ne kadar kutsal olduğu vurgulanır. Bunu anlatıcı değil, roman kişileri yapar. Bu kutsallık anlayışı, bu soydan geldiği için halkı Temuçin’in etrafında birleştirecektir.

Çılaydı Eke, Temuçin’in doğuşunu şöyle anlatır: “Şamanların arasından Yulun Eke çıktı. Elleri arasında oğlu… Ben kendi gözlerimle gördüklerime inanamıyordum. Gök Moğolların kökü sayılan Bozkurt’la Alageyik’in Tibet dağından kalkıp, göl ve ırmakları yüzerek, Burhan dağının yamaçlarına gelip yerleştikleri zamandan beri böylesine bir görüntüyü görmek az kimseye nasip oldu, Çılaydı! Yulun Eke’nin oğlu karnı üstünde iki eli arasında tuttuğu kıp-kızıl bir çul ile doğdu. Yulun Eke oğlunu Yesügey Bahadırın yüzüne kaldırdığı zaman çocuğun elleri arasında tuttuğu o kanlı çul parçası, tüm savaşçıların ve şamanların gözleri önünde, gözkamaştırıcı bir parıltıyla parladı. Yulun Eke’nin oğluna bakamıyorduk. Çocuğun karnı üstünde tuttuğu çulun parlamasıyla savaşçıların çoğu yere dizüstü çökmüşlerdi, hatunlar yere kapanmışlardı. Sonra şamanlar Yulun Eke’nin oğlunu hatunun elleri arasından alıp Yesügey Bahadırın çadırına götürdüler. Moğollar gene davullara vurdular. Orda çadırları üzerine gene kuşlar uçtular. Çadırların önünde kadınlar, kurtlar gibi ürüyor, saçların yoluyor, geceleyin genç savaşçılar ellerinde yanan ışıklarla, atlarını koşturuyor, ateşlerin çevresinde Altay şamanları Yesügey Bahadırın buduna ait yırlar söylüyorlardı.” Üç gün üç gece süren eğlenceler yapılır. “Sonra ulusun tüm şamanları Yulun Eke’nin doğurduğu oğlanın “Soto Bogdo” olduğunu, yani Gök-Moğol ulusuna Tengri tarafından gönderildiğini bildirdiler.”[42]

Alıntıda geçen Bozkurt ve Alageyik, birer hayvan olmanın ötesinde, bu hayvanları totem olarak kabul etmiş iki topluluğun insanı olarak görülmelidir. Zira totem inanışına bağlı topluluklarda totem olarak kabul edilen hayvan, o toplumdaki insanların da bir tür etiketi, adıdır.[43] Totemizmdeki bu sınıflandırma mantığı göz önünde bulundurulursa, hayvan ve insan birleşmesinden doğan kahramanların anlatıldığı mitlerin, efsanelerin de gerçek mahiyeti anlaşılabilir.

Şamanların kehanetine Yesügey Bahadır da inanmaktadır. Yesügey, o yüzden oğlu Temuçin, on üç yaşına geldiğinde ona iyi bir eş seçebilmek için başka yerlere, yerleşik hayat süren toplumların bulunduğu ülkelere gider. Temuçin’i kıskanan Bektar da bunu açıkça ifade eder:

“-Niye? Neden Yesügey Bahadır Temuçin’e öyle kokulu bir hatun bulmak istiyor?

-Çünkü şamanların lâfına inanmış; Temuçin’in bir gün ulu savaşçı olacağını sanıyor da…”[44]

Genç Temuçin’in doğduktan sonra baba bildiği Yesügey Bahadır’ın kökeni, Bozkurt’la Alageyik’ten gelen kurt nesline dayandırılır. Hatay Darmala, Çılaydı Eke’ye Yesügey Bahadır’a karşı gelemeyeceğini anlatmak için onun soyuyla ilgili şu efsaneyi anlatır: “Şamanların dediklerine göre Duva Sohor’la Doben adlı oğlan Alageyik’le Bozkurdun dokuzuncu nesli… Yesügey Bahadır’ın nesli de Dobenlerden başlarmış.

-Öyle. Duva Sohor tek gözlüymüş. Tek gözü alnındaymış… Hayvanları, çadırları gözetliyebilirmiş. Kendisi hatun sevmezmiş; ihtiyaç da hissetmezmiş hatuna, ama kardeşi Doben için hatun bulmağa çırpınırmış… (…)

-Günün birinde Duva Sohor, kardeşi Doben’le birlikte Burhan dağına tırmanmışlar. Dağdan aşağıdaki vadiye bakıyorlarmış. Tungeli vadisinde hayvanlarıyla hareket eden bir çalınmış Duva Sohor’un gözüne. Duva Sohor: “İşte! O insanların arasında benim kardeşin Doben için bir hatun bulunur” demiş. Sonra Doben’den yana dönerek:

“Git, gör; şayet evli değilse, o hatunu kendine al” demiş. Doben gitmiş. Hatun’un adı Alan Goa’ymuş, göç eden kabile de Horulartay kabilesiymiş…

Alan Goa, Doben’le evlenmiş ve iki oğlan doğurmuş. Bir gün Doben ava çıkmış, bir karaca vurmuş. Karacayı atının eğerine bağlayıp çadırına dönerken yolda Meliş Boyanday adlı ihtiyar bir adama rastlamış. Adam aç ve bitkinmiş. Meliş Boyanday adındaki adam Doben’in ayaklarına kapanarak bir parça et vermesi için yalvarmış ve vereceği etin karşılığına kendi oğlunu bağışlıyacağını söylemiş. Doben eğere bağlı karacanın budunu kesip Meliş Boyanday’a vermiş ve karşılığına oğlunu alıp çadırına götürmüş. Az vakit sonra Doben ölmüş, ama Doben’in ölümünden sonra Alan Goa üç oğlan daha doğurmuş…”[45] Efsanenin sonunda Alan Goa’nın sonradan doğan çocuklarının babasının çadıra et karşılığında alınan oğlan mı olduğu yoksa babasız türeme motifini mi kastedildiği anlaşılamamaktadır. Bilinen Alankova efsanesinde, Alankova adlı kadın ay ışığından hamile kalmıştır.[46]

Tukta Beyci, bu köken efsanesini anlatan Hatay Darmala’nın, Yesügey Bahadır’ın kurt neslinden geldiğine inandığını, böylelikle onu kışkırtmak isteyen Çılaydı Eke’nin amacına ulaşamayacağını açıkça söyler. Bunun sebebi hem anlatılan efsanedeki kurt toteminin ve onun soyundan gelenlerin kutsallığıyla hem de askeri gücü yüzünden Moğol, Uygur, Taycut, Tatar beylerinin onunla iyi geçinmek istemesiyle ilgilidir.

DAĞ

Burhan dağı, romanda önemli bir işleve sahiptir. Temuçin’in kaçıp saklandığı, canını kurtardığı bir mekândır. Temuçin, önce Gök Tanrı’ya sonra Burhan dağına dua eder: “İkinci defa Burhan dağına sığınıyorum. Evet evet. Sen de beni bir ana gibi korudun, Burhan. Bana sadık kaldın… Sağol Burhan-Kaldun, sağol!... İlerde, ben, Yesügey Bahadır’ın oğlu, bu ulusa han olunca oğullarıma, oğullarımın oğullarına sana kurban vermeleri için emir vereceğim.”[47] Romanda, bu bölümde, dağa kurban verme, dağı kutsal görme, sanki Temuçin’le başlıyormuş gibi gösterilse de aslında dağ, çok daha eskiden beri, hatta neredeyse bütün toplumlarda kutsal kabul edilen bir coğrafî yapıdır. Özellikle yer altından çıkması, gövdesinin yeryüzünde bulunması, doruklarının göğe uzanması, dağın üçlü bir kozmolojik yapı içinde algılanmasına yol açar. Gök, yer, yer altı üçlüsü sadece dağla değil, ağaçla, çadır direğiyle, ev direğiyle de bağlantılıdır. Bunlar âdeta mikrokozmos olarak görülür. Dağın doruklarında ata ruhlarının bulunduğuna da inanılır. Ayrıca Yakut ve Altay mitolojisinde dağ, hep çevresinde toplulukları koruyan ilahî bir güç hem de çevredeki av alanını kontrol eden bir av tanrısı olarak görülür.[48]



SONUÇ

Bütün bu unsurlar, romandaki şahısların inanç dünyasını, ruh durumunu, tarihî zemini, coğrafyayı okuyucuya inandırıcı bir şekilde anlatmak, gerçeklik hissini kuvvetlendirmek için kullanılmıştır. Bu konuda, tarihîbelgelerden elde edilmiş bilgilerin kullanıldığı da görülmektedir. Romandaki alıntılar ve diğer kaynaklardaki bilgilerin karşılaştırılması bu durumu bize göstermektedir.

Ama olay örgüsündeki tek çizgililik, roman şahıslarının ruh tahlillerinin yapılmaması, sadece hareketlerini tasvir etmekle yetinilmesi, bazı şahısların tek bir sahnede gözüküp olay örgüsünde işlevsiz kalmaları romanın sanatsal yönünü zayıflatan unsurlardır.[49]

[1] Özkul Çobanoğlu, Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş, Akçağ Yay., 2. bs., Ankara, 2002, s. 189-215.

[2] Lord Raglan, “Geleneksel Kahraman”, çev. Metin Ekici, Millî Folklor, sayı: 37, Bahar 1998, s. 126-127.

[3] Şakir İbrayev, Destanın Yapısı, aktaran Ali Abbas Çınar, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara, 1998, 318 s.

[4] Özkul Çobanoğlu, Türk Dünyası Epik Destan Geleneği, Akçağ Yay., Ankara, 2003, s. 343-344.

[5] Necla Pekolcay, İslâmî Türk Edebiyatı Tarihi, Kitabevi Yay., İstanbul, 1996, s. 46-47.

[6] Pekolcay, age., s. 47-48.

[7] M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyâtı Tarihi, yay. haz. Orhan F. Köprülü, Nermin Pekin, Ötüken Yay., 4. baskı, İstanbul, 1986, s. 237.

[8] Abdülkadir İnan, “Destan-ı Nesli Çengiz Han Kitabı Hakkında”, Makaleler ve İncelemeler, Türk Tarih Kurumu Yay., 2. baskı, Ankara, 1987, s. 204.

[9] Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler, c. 1, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1995, s. 98.

[10] Dağcı, age,, s. 75.

[11] Dağcı, ae, s. 42.

[12] Dağcı, ae, s. 94.

[13] Dağcı, ae, s. 45.

[14] Taşağıl, age, s. 163.

[15] Dağcı, age, s. 133.

[16] Jean-Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, çev. Aykut Kazancıgil, İşaret Yay., 2. baskı, İstanbul, 1998, s. 204-210.

[17] Dağcı, age, s. 256.

[18] Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Türk Tarih Kurumu Yay., 5. baskı, Ankara, 2000, s. 29.

[19] Dağcı, age, s. 257.

[20] Jean-Paul Roux, “Su”, Mitolojiler Sözlüğü, c. 2, yön. Yves Bonnefoy, Türkçe yay. hzl., Levent Yılmaz, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 2000, s. 1020; Turgut Akpınar, “Eski ve Bugünkü Türkler’de Su Kültü ve Âdetler”, Türklerin Din ve Hukuk Tarihi, İletişim Yay., İstanbul, 1999, s. 63-66.

[21] Dağcı, age, s. 14. Ayrıca benzer bir ifade s. 20 ve 22’de tekrarlanır.

[22] A. V. Anohin, Altay Şamanlığına Ait Materyaller, çev. Zekeriya Karadavut, Jannet Meyermanova, Kömen Yay., Konya , 2006, s. 10-14.

[23] Dağcı, age, s. 192.

[24] Dağcı, ae, s. 188-189.

[25] Dağcı, ae, s. 30.

[26] Dağcı, ae, s. 71.

[27] Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi II, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1995, s. 322, 377.

[28] Dağcı, age, s. 43.

[29] Dağcı, ae, s. 12.

[30] Dağcı, ae, s. 63.

[31] Dağcı, ae, s. 73.

[32] Dağcı, ae, s. 28.

[33] Alaeddin Şenel, İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Bilim ve Sanat Yay., Ankara, 1995, s. 171-174.

[34] Dağcı, age, s. 9. Kadınların yaptığı iş olarak bunlar s. 22’de tekrarlanır.

[35] Dağcı, ae, s. 24.

[36] Dağcı, ae, s. 27.

[37] Dağcı, ae, s. 43.

[38] Dağcı, ae, s. 20-21.

[39] Dağcı, ae, s. 188.

[40] Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, s. 63-64.

[41] Dağcı, age, s. 49-50.

[42] Dağcı, age, s. 38-39.

[43] Jean-Paul Roux, Orta Asya’da Kutsal Bitkiler ve Hayvanlar, çev. Aykut Kazancıgil, Lale Arslan, Kabalcı Yay., İstanbul, 2005, s. 391-402.

[44] Dağcı, age, s. 88.

[45] Dağcı, ae, s. 56-57.

[46] Ögel, age, s. 194, 201, 202.

[47] Dağcı, age, s. 236.

[48] Fuzuli Bayat, “Türk Mitolojisinde Dağ Kültü”, Folklor/Edebiyat, S. 46, 2006/2, s. 47; İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm s. 48-51.

[49] Benzer bir yorum için bakınız: İbrahim Şahin, Cengiz Dağcı’nın Hayatı ve Eserleri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1996, s. 344.




Yüklə 1,26 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin