PARK OTEL VE YAHYA KEMAL BEYATLI
Mekânların kimliğini veren biraz da içinde yaşayan insanlardır. Sosyal hayat, mekâna çeşitli anlamlar yükler. Bu anlamlar orada yaşananlar, konuşulanlar, paylaşılanlarla ilgilidir. Sanatçıların bulunduğu mekânlar da onların adlarıyla anılırlar; edebiyat tarihlerinde önemli mahfiller olarak kayda geçerler.
Yahya Kemal’in Park Otel’de kaldığı 1940’lı 1950’li yıllarda, İstanbul’un ünlülerinin, genç yazarlarının devam ettiği kahveler, kıraathaneler, pastaneler Beyoğlu’nda Nisuvaz, Petrograd; Taksim’de Park Otel Pastanesi, Kristal Gazinosu altındaki kıraathane; Osmanbey’de Haylayf; Tünel’de Lebon ve Markiz’dir.[1]
Yeni edebiyat uzmanlarının, Park Otel söz konusu olduğunda ilk akıllarına gelen ise, Yahya Kemal’in orada uzun yıllar yaşamış olması ve çevresinde toplanmış dostlarıyla kültürel, sanatsal, politik konularda sohbet etmiş olmasıdır. Yahya Kemal’in hayatını yazan Kâzım Yetiş, onun önce 1941-1946 yılları arasında 75 numaralı, sonra da 1950’li yıllarda, 1958’de ölümüne kadar, 165 numaralı odada kaldığını belirtmiştir.[2] Taha Toros, burada Yahya Kemal’in 1930’lu yıllardan itibaren değişik aralıklarla, 19 yıl oturduğunu yazmıştır.[3]
Yahya Kemal’in Park Otel’deki gündelik hayatı şöyle anlatılmıştır: “Her sabah 6.30’da uyanırdı. İlk işi zili çalmak, kahvaltı istemekti. Sabahları sütlü kahve içer, kızarmış ekmek yerdi. Sonra gazeteleri okurdu. Edebiyat dergilerini de dikkatle izlerdi. Kendisinden söz eden gazeteleri dergileri saklardı. Şiir yollayan genç şairlerin mektuplarını da atmazdı. Saat 9’da yatağından kalkar, aynanın karşısına geçer, tıraş olurdu. Bir süre eski kahverengi robdöşambrı ile odanın içinde dolaşır, saat 11’e doğru yatağının üzerine oturarak şiir yazardı. Öğle yemeği için ya otelin lokantasına iner, ya da Abdullah Efendi’ye giderdi. Yemekte bir bütün tavuk, üç porsiyon pilav yerdi. 13.30’da yine odasına döner, öğle uykusuna yatardı.
Akşam yemeğini çoğu zaman odasına getirtirdi. Doktorların itirazlarına rağmen her akşam 395 kuruşluk (küçük şişe) Yeni Rakı içerdi. Turşu, midye dolması, fırında pastırma, leblebi baş mezeleriydi. İçerken radyoyu açar, alaturka şarkılar dinlerdi. Münir Nurettin ile Safiye’nin seslerini çok beğenirdi. Günde iki paket Birinci sigarası içerdi. Paltosu iki defa ters yüz edilmişti. Malı çok kıymetliydi. Bir çöpünü atarken bile düşünürdü. Kırık çakmakları, bozuk saatleri bavulda; kırık kalemleri, düğmeleri ilaç kutularında saklardı. Buna rağmen çöp kutusu her gün dolardı. Ancak çöpler atılırken engel olur, ‘Belki gerekli bir şey atarız’ diyerek, oturur çöp sepetindeki kâğıtları yeniden gözden geçirirdi. Böylece bir sepet dolusu kâğıt yarıya inerdi. Aylık geliri 1500-2000 lira arasındaydı. Otele ayda 700-800 lira öderdi.
Arkadaşları odasına sık sık gelirlerdi. Yine de yalnızlıktan şikâyetçiydi. Bir gün servis şefi Dursun’u karşısına almış, ‘Evlen’ demişti. ‘Ben evlenmedim, yalnızlığın acısını âlâ çekiyorum.”[4]
Bu röportajda otele ödenen para açıkça belirtildiği halde bir başka kaynakta oteli işleten Aram Hıdır Bey’in şairin hayranı olduğu için ondan ücret almadığı yazılmıştır.[5]
Yahya Kemal’in otel odası, Sermet Sami Uysal’ın gözünde bir göçebe hayatının izlerini taşır: “Otel odası dağınık, dersiz topsuzdur. Gömme dolabın hemen yanında üst üste konulmuş bavullar göze çarpar. Bavulların tepesinde kitaplar, gazeteler ve boş pasta kutuları. Şairin karyolası odasının ortasındadır. Yahya Kemal hep karyolada oturur. Ufak bir sehpada gelişigüzel duran Birinci sigarası paketleri, kibrit kutuları, paslı çakı, kalemler, cep saati. Tam bir savruluş içinde. Telefonun az berisinde dolu ve boş maden suyu şişeleri, reçeteler, ilaçlar… Tuvalet masasında bir dolu küçük makas, kolonya şişeleri, fırçalar… Şurda bir radyo… Şurda Yahya Kemal’in eski bir fotoğrafı… Yaman bir yalnızlık!”[6] Park Otel’de ne kadar yalnızlık çekerse çeksin, o sürekli misafirlerini ağırlamış; hatta 1954 şubat ayının başında “İstanbul’u şiirde en güzel terennüm eden şair” olması dolayısıyla kendisine verilen plaketi yine Park Otel salonlarında yapılan törenle kabul etmiştir.[7]
Yahya Kemal’in Park Otel’de yaşarken yanına kimler geldi, neler konuştular diye sorulduğunda çevresinde bulunmuş insanların yazdığı hatıra kitaplarına, yazılarına bakmak gerekiyor. Yalnız bu konuda Yahya Kemal’in, sohbet ortamına gelenlerden not almamalarını istediği de birkaç yerde belirtiliyor. Bunun sebebi, not almanın belki sohbet ortamının lezzetini bozacak, dikkati dağıtacak bir hareket olarak düşünülmesi belki de o ortamda konuşulup başkalarını rahatsız edebilecek veya siyasilerin kulağına gidecek zülfüyare dokunulacak şeylerin kaydedilmesinden çekinilmesi de olabilir.
Yahya Kemal’in görüştüğü şahıslar ise çok değişik çevrelerden insanlardır: Dr. Nihat Reşat Belger, Dr. Şefik Esat, Satvet Lütfi Tozan, Adnan Adıvar, Mustafa İnan, İhsan Kongar, Halis Erginer, Tevfik Celiz, Hicabî Fıratlı, Salim Rıza, Cahit Tanyol, Hilmi Ziya Ülken, Mustafa Şekip Tunç, Münir Nurettin Selçuk, Behçet Kemal Çağlar, Dr. Tarık Temel, Orhan Şaik Gökyay, Abdülhak Şinasi Hisar, Hüseyin Nakip, Münir Ertegün, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Fazıl Ahmet Aykaç, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Prof. Albert Gabriel, Muzaffer Esat, Kâzım İsmail, İhsan Şükrü, İsmail Habip, Ahmet Hamdi Tanpınar, Rıfkı Melul Meriç, Nihat Sami Banarlı, Vehbi Eralp, Fuat Bayramoğlu, Asım Sönmez.[8] Bu şahısları bir araya getiren Yahya Kemal sevgisidir.
Yahya Kemal, dostları karşısında daima hükümdar rolündedir; bazan kızdığı da görülür. Yahya Kemal’in şiirde yaptığını romanda gerçekleştiren Abdülhak Şinasi Hisar’la uzun yıllar süren dostlukları, Park Otel’in kahvesinde Yahya Kemal’in sert sözleriyle son bulur. Buna rağmen Abdülhak Şinasi, dostluğunun bir göstergesi olarak Yahya Kemâl’e Vedâ kitabını yazar.[9]
1944’ten ölümüne kadar, Yahya Kemal’i haftada bir ziyaret eden Cahit Tanyol, onunla görüşmelerini bir usta çırak ilişkisi olarak niteler. Onun Selçuklu, Osmanlı tarihiyle ve Fransız devrimiyle ilgili okuma önerileri, önemli edebi eserlerin okunmasına kadar gider. Onun kendisiyle görüşmeye gelen bir sürü insana rağmen ne kadar yalnız bir insan olduğunu gözlemleyen Cahit Tanyol, Yahya Kemal’in otel odalarında yaşamasına sebep olan kardeşi Reşat Beyatlı’yı hiç affetmediğini de belirtir.[10]
Yahya Kemal’i örnek alarak hem şiir hem nesir alanında yazdıklarıyla Türk edebiyatında haklı bir yere sahip olan Ahmet Hamdi Tanpınar, hocasının şiir ve edebiyat anlayışını açıklayan Yahya Kemal kitabını yazar. Huzur romanındaki İhsan karakteri de büyük ölçüde Yahya Kemal’i andırır. Yahya Kemal, şiirde hiç kimseyi rakip olarak görmez, onun yanında başka bir şairin adı anılmaz, şiiri okunmaz. Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer’e yazdığı mektuplardan birinde, yakın dostluklarına rağmen, Yahya Kemal’in ona ve yanındaki Muhip adlı arkadaşına şöyle dediğini yazar: “Sonra ‘şiirden vazgeçin’ dedi. “Onu yapmayın, o benimle bitti. Müsaadenizle bendeniz o işi yaptım. Artık yapamazsınız” diye bir baba nasihatı verdi.”[11]
Şiirin onunla başlayıp onunla da bitmeyeceğinin farkındadır Tanpınar, fakat Yahya Kemal’i kıskananları da düşünmeden edemez: “Bütün sol cenah ve sağ parazitleri kimi şöhretini kıskanıyorlar, kimi ise ma’lûl bir adamın Park Otel’deki tek odasını. Düşünmüyorlardı ki Yahya Kemal kitapsız, kâğıtsız, bavullarıyla ve yalnızlığıyla hiçbir kımıldanacak yeri olmayan, bir masadan dahi mahrum tek bir odada yaşıyor. Bu paryanın isyanından başka bir şey değildi.
Gözlerinin önünde milyonlar çalınıyor, Türkiye’nin mukadderatı kökünden değişiyor, onlar zavallı bir şairi iki garsonun yardımından, nispeten iyi işleyen bir otel mekanizmasının asgarî konforundan istifade ettiği için mahkûm sanmıyorlardı.”[12] Kendisiyle Yahya Kemal arasında kurduğu bağ da edebiyat dünyasının inkarcı, haksız tutumu sebebiyledir. Tanpınar kendisine karşı “sükût suikastı” yapıldığını düşünür.
Tanpınar, Yahya Kemal’i Park Otel’de bir muhacir kuş olarak görür; onun yaşlılık hali, etkili bir imge olarak Tanpınar’ın zihninde kalır. “Zavallı Yahya Kemal. Bir insanın bir insanda bu birbiri ardınca değişen çehreleri ne garip ve hazin oluyor ve nasıl en son çehre hepsini siliyor, bitiriyor. Park Otel’in barında gördüğüm küçük, dar, takatsiz adımlarla ancak yürüyebilen bîçare ve acınacak ihtiyar. Otelin odasındaki hasta ve büyük kuş. Muhacir kuş. Ve nihayet şimdi çıktığım odada son defa konuştuğum, tebessümüne, bakışının mânalılığına ve hiddet ve o kadar psikolojik hususiyetine rağmen iskelet olarak gülmeye hazır kemik külçesi baş nasıl hepsini sildiler.”[13]
Bir İstanbul âşığı olan Yahya Kemal, Demokrat Parti döneminde yapılan şehir düzenlemelerine ses çıkartamamış, İstanbul’da tarihi dokunun tahrip edilmesini üzüntüyle izlemiştir. Daha sonra aynı tahribat kendisinin yaşadığı Park Otel’le devam eder. Daha iyisinin yapılacağı iddiasıyla otel yıkılır, fakat uzun bir hukuk mücadelesinin sonucunda otel inşaatı tamamlanamaz. Günümüzde ise inşaat halinde kalan bir otopark olarak şehrin siluetini bozmayı sürdürür.
[1] Cahit Tanyol, Türk Edebiyatında Yahya Kemal, Özgür Yay., İstanbul, 2008, s. 198.
[2] Kâzım Yetiş, Yahya Kemal I Hayatı, İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., İstanbul, 1998, s. 194, 198.
[3] Taha Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, İsis Yay., İstanbul, 1998, s. 124.
[4] Konur Ertop, Mektepten Memlekete, Fotoğraflarla Yahya Kemal’in Yaşam Öyküsü, Sel Yay., İstanbul, 1998, s. 162-165.
[5] Remzi Gökdağ, Park Otel “Olayı”, Anahtar Kitaplar, İstanbul, 1992, s. 11.
[6] Selim İleri, İstanbul Hatıralar Kolonyası, Doğan Kitap, 3. baskı, İstanbul, 2008, s. 124-125.
[7] Yahya Kemal Beyatlı, Ölümünün 50. Yılı, editör: Kâzım Yetiş, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., İstanbul, 2008, s. 57.
[8] Tanyol, a.g.e., s. 90-92; Toros, a.g.e., s. 124.
[9] Toros, a.g.e., s. 125.
[10] Tanyol, a.g.e., s. 198-207.
[11] Tanpınar’ın Mektupları, haz. Zeynep Kerman, Dergâh Yay., 2. baskı, İstanbul, 1992, s. 36-37.
[12] İnci Enginün, Zeynep Kerman, Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, Dergâh Yay., 2. baskı, İstanbul, 2008, s. 302.
[13] Enginün, Kerman, a.g.e., s. 158-159.
MAÇKA PALAS VE ABDÜLHAK HAMİT TARHAN
Türk edebiyatının modernleşmesinde Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa gibi öncülerden sonra gelen Recaizade Ekrem, Sami Paşazade Sezai gibi isimlerin arasında yer alan Abdülhak Hamit, Türk şiirine getirdiği yeni konu ve imgelerle adını Türk edebiyat tarihine yazdırmıştır. Fakat onun kullandığı Arapça, Farsça unsurlarla dolu dil, Cumhuriyet döneminde Türkçe kelimelerin türetilmesi ve kullanılmasıyla, artık okunamaz olmuş ve Abdülhak Hamit’in şiiri etkisini yitirmiştir.
Abdülhak Hamit, gerek diplomat olarak yurt dışında yaptığı görevler sırasında gerekse milletvekili olduğu dönemde İstanbul’dan ayrı kalmanın hüznünü yaşamıştır. Bebek’i vatanım içinde vatanım diye nitelendirmesine rağmen, hayatının son döneminde İstanbul Belediyesi’nin tahsis ettiği Maçka Palas’taki dairede yaşamıştır. Bir dönem milletvekilliği yaptığı süre dışında, 1924’ten, ölüm tarihi olan 1938 yılına kadar toplam 11 yıl Maçka Palas’ta kalmıştır. Onun bulunduğu mekân hayranlarıyla, dostlarıyla dolup taşmıştır. Abdülhak Hamit’in Maçka’da komşusu olan Münevver Ayaşlı’nın yazdıkları bize o dönemi bir nebze olsun aydınlatmaktadır.
1924’te Viyana’dan yeni gelmiş olan Abdülhak Hamit, ihtiyar ve yalnızdır. Maçka Palas’ın “bir nevi kibar Osmanlıların garajı gibi” olan bodrum katında oturmaktadır. Ondan başka Keçecizade İzzet Fuat Paşa da Maçka Palas’ın bodrumunda yaşamaktadır. Burada ölen oğlu, sefaret kâtibi Hüseyin Bey’in eşi ve iki kızıyla da bir süre beraber oturur. Fakat asıl burada hayatını paylaştığı Lüsyen Hanım’la kalır. 1927’de İtalyan kocası kont Soranzo’dan boşanan Lüsyen Hanım, ikinci defa Abdülhak Hamit’le nikâhlanır.[1]
Abdülhak Hamit ve Lüsyen Hanım’ın “Çarşamba kabul günleri”nde pekçok yazar, şair, dost ve hayranı onları yalnız bırakmazlar. Maçka Palas müdavimleri arasında İsmail Hami Danişment, Fethi Ahmet Paşa’nın torunu Nazan Hanım, Sami Paşazade Sezai, İsmail Habib, Fazıl Ahmet, Necip Fazıl, Şükûfe Nihal ve eşi Limancı Hamdi Bey bulunur. Onu ziyarete gelen Reşit Ben Ayad Bey, Keçecizade İzzet Fuat Paşa, Sadullah Paşazade Nusret Bey gibi isimler, onun yazdıklarından çok dostluğuyla ilgilidirler. Fakat Süleyman Nazif, İsmail Hami, İsmail Habib, Necip Fazıl gibi isimler ise onun şairliğiyle, kültürüyle de ilgilidirler. Yahya Kemal de onu ziyaret edenler arasındadır; fakat o Abdülhak Hamit’in şiirini sevmez, Abdülhak Hamit de Yahya Kemal’le ilgili tek kelime etmez, onu yok sayar. Hamit’in kaşlarını o zamanın modasına uyarak kalemle incecik yapan, çok süslü giyinen Şükûfe Nihal’e “Şükûfe Nihal, bun ne hal” şeklinde sürekli takıldığı da belirtilir.[2]
Ziyaretine gelen Necip Fazıl’ı çok sevdiği anlaşılan Abdülhak Hamit, hoşlanmadığı veya beylik laflarından sıkıldığı ziyaretçilerini uzaklaştırmak için, onu çağırır ve aforizmalarıyla rahatsız edip o şahısların evden gitmesini sağlar. Necip Fazıl, Hamit’in yaşadığı mekânda, ziyaretçileriyle birlikteki halini şöyle tasvir eder: “Maçka Palas’ın ilk katındaki dairesinin büyükçe salonunda, (Goblen) desenli, (berjer) dedikleri uzun arkalıklı koltuğunda, tek gözlüğü kalkık kaşının altın, Abdülhak Hâmid; ve ziyaretçileri, kadınlı, erkekli bir grup… Ayakta da taburenin üstündeki tepsiden misafirlerine ikramla meşgûl, Lüsyen Abdülhak Hamid Hanımefendi…”[3] Bu toplantılarda konuşulan konulardan birisi de dil alanında yapılan devrimlerdir. Hamit, hernekadar Türk Dil Kurumu’nun bu konuyla ilgili toplantılarına katılsa da yapılanlara karşı çıkmaz; bazı kelimelerin sonundaki d’lerin t ile yazılmasına da “ömrümün sonunda, ismimin sonuna bir “it” ilâve ettiler” diyerek rahatsızlığını dile getirir.[4]
Necip Fazıl, Hamit’in nükteyi seven bir insan olduğunu belirttikten sonra Maçka Palas’ta yaşanmış bir olayı anlatır. Mikrop korkusu yüzünden sürekli elini yıkayan, kolonyalayan Abdülhak Şinasi, tuvalete gittiği sırada, meclistekilerden biri snob kelimesinin anlamını sorar. Hamit de cevabı yapıştırır: “Şimdi kapıyı açıp (snob) işte benim derse, mânâsı nedir, anlarsınız!..”[5]
Hamit’in evine bayramlarda giden, bazen Cuma sohbetlerine katılan Taha Toros, o meclisleri ve Hamit’i şöyle anlatır: “Şairimizin vekarlı kibarlığı, nâzik ihtiyarlığı bizi duygulandırmaktaydı. Hâmid konuşmalarında, her biri ayrı değerde olan, anıları işlerdi. Sanki şiir okurmuşcasına konuşurdu. Çok süslü cümleler yapar, olayları büyük bir ustalıkla, gözler önüne sererdi. Misafirler, onu edebî bir zevk içerisinde, hayranlıkla dinlerlerdi. Sohbetlerin ağırlığı eski edebiyat anıları, Hâmid’in dış ülkelerdeki hayatı ile maceraları, klasik Türk musikîsi, tarihî konular ve bazen de içinde bulunduğumuz günlük hayatın olaylarını teşkil ederdi. Hâmid çok konuşmazdı, konuştururdu. Lüsyen muziplik yapar –safdil bir kişi imişcesine- daha çok tebessüm yaratacak konuları ortaya atardı.”[6]
Hamit’in evindeki toplantılarda herkesin bir yerinin olduğunu belirten Taha Toros, Halit Ziya ve Cenab Şahabettin’in kendisine en yakın koltuklarda oturduğunu, sonradan gelenler ve gençlerin, salonun kapıya yakın köşesindeki iskemlelere oturduğunu yazar. İbnülemin Mahmut Kemal’in koltuğu ise ya Hamit’in en yakına ya da karşısına doğru konulur. Taha Toros, bir toplantıda Halit Ziya Uşaklıgil, İsmail Hami Danişmend, Mithat Cemal Kuntay, Ahmet Reşit, Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Yusuf Razi ve bazı tanınmış kişiler buluduğunu yazarak müdavimleri de sıralamış olur.[7]
Taha Toros, Lüsyen Hanım’ın Abdülhak Hamit’e olan bağlılığını, ünlü bir kişi ile beraber yaşamak tutkusuna, onun meclislerinde, sohbetlerinde, çevresinin ona gösterdiği saygıdan mutlu olmasına dayandırarak açıklar. Fakat bu bakış açısı Lüsyen Hanım’ı yakından tanımış olan Münevver Ayaşlı, Samiha Ayverdi gibi isimler tarafından benimsenmez. Zaten Lüsyen Hanım, Hamit’in gösterdiği baba şefkatine geldiğini; onun ölümünden sonra da güneşli bir ülke olan Türkiye’yi terkedip puslu, soğuk Belçika’ya dönmek istemediğini de belirtmiştir.
Maçka Palas, Körfezbank’ın genel müdürlük binası olarak hizmet vermeye başladıktan sonra “Maçka Palas’ta Bir Şair” adıyla, 8 Kasım-16 Aralık 2000 tarihleri arasında bir sergi düzenlenir. Abdülhak Hamit’in Maçka Palas’ın 4. kapı, 6 numaradaki dairesinde kalan, ailesinden alınan çeşitli belgeler ve özel eşyaları, Taha Toros’un arşivinden fotoğraflar, İstanbul Üniversitesi’nden bulunan portresi, Körfezbank Sanatevi’nde sergilenir.
[1] Münevver Ayaşlı, İşittiklerim Gördüklerim Bildiklerim, Timaş Yay., İstanbul, 2006, s. 39-42.
[2] Ayaşlı, a.g.e., s. 42-46.
[3] Necip Fazıl Kısakürek, Bâbıâli, Büyük Doğu Yay., 13. baskı, İstanbul, 2008, s. 131.
[4] Kısakürek, a.g.e., s. 131.
[5] Necip Fazıl Kısakürek, Hitâbeler, Büyük Doğu Yay., 9. baskı, İstanbul, 2007, s. 77.
[6] Taha Toros, Mâzi Cenneti I, İletişim Yay., 2. baskı, İstanbul, 1998, s. 54.
[7] Toros, a.g.e., s. 54-55.
YUNUS EMRE BATILI ANLAMDA HÜMANİST MİDİR?
Yazının sonunda vereceğim cevabı başta vereyim. Yunus Emre’nin şiirlerinde görülen insan sevgisi, insanın yüceltilmesi, hümanizmin batıda kazandığı anlamın dışındadır. Çünkü hümanizm hareketinin temelinde dinî konulardan uzaklaşma, insanın dünyasını yansıtma, birey olma bilincinin gelişimine önem verme vardır. Halbuki hümanizmdeki din dışılığın tersine Yunus Emre’nin şiirlerinde insan, Allah’ın var olmasıyla ilgili olarak bir anlam kazanır; “yaratandan ötürü yaratılanın” yüceltilmesi çerçevesinde insan değerlidir. Bu noktada şunu sormak gerekir: Hem düşünce temelleri hem de insan sevgisinin, insanı ulaştıracağı amaç farklı olduğuna göre neden böyle bir benzeştirme, aynileştirme yapılmıştır? Öncelikle yüzeysel bir okuma bu benzerliği doğurmuştur diye düşünebiliriz. Fakat Osmanlı’dan günümüze kadar devam eden, önceleri Batı Avrupa, daha sonra Amerika’nın model alındığı çağdaşlaşma çabalarına bakıldığında bunun bir zihniyet meselesi olduğu ortaya çıkar.
Hilmi Yavuz, Osmanlı’dan itibaren bu çağdaşlaşma hareketlerinde üç aşamanın görüldüğünden bahseder.[2] Birinci aşama Namık Kemal gibi yazarların, dönemin ihtiyaçlarına göre şekil alan seçmeci bakış açısıdır. Devletin siyasi sistemi üzerine tartışıldığında batıyı temsil eden parlamenter sistem Osmanlı’ya uyarlanır. Namık Kemal, bizde meşveret sisteminin Hz. Muhammet devrinde bile bulunduğunu, şurâ-yı ümmet ve şurâ-yı devlet gibi kurumlar oluşturularak bunun yapılabileceğini öne sürer. Ama Tanzimat döneminde, batıyı temsil eden diğer siyasi, ekonomik, sosyal değerler bütününe değinilmez. Meşrutiyet döneminde ise batı düşüncesinde ne varsa alınmaya çalışılır. Bunun en güzel örnekleri olarak Rıza Tevfik ve Abdullah Cevdet gösterilebilir. Üçüncü aşama ise onlarda olanın bizde de çok önceden beri var olduğunun ispatlanmaya çalışılmasıdır.
İşte bu noktada Türk entelijansiyasının batı karşısındaki en temel kompleksi ortaya çıkmaktadır. Çünkü Osmanlı’nın ve yeni Türkiye’nin farklı kavramlara, temellere dayanan düşüncesi, sosyal yapısı, değerleri, batıyla yarıştırılırcasına, bir tür aşağılık kompleksinden üstünlük kompleksine geçilir şekilde yorumlanmaya çalışılır.
Maalesef Yunus Emre’deki insan sevgisi de bu noktada batılı kavramlarla adeta özdeşleştirilmeye çalışılarak yorumlanmıştır. Halbuki onu hümanist gösterenlerin de çok iyi bildiği gibi batıdaki hümanizm ile bizdeki tasavvuf anlayışı çok farklı temellere dayanmaktadır.
HÜMANİZMA
Hümanizmle ilgili tanımlara bakıldığında, anlam genişlemesine uğrayarak, insanlık sevgisinin, insanlar arasında fark gözetmeden sevmenin, insanlığın hayrını düşünmenin vurgulandığı görülür. Fakat felsefi anlamı dikkate alındığında, “akıllı insan varlığını tek ve en yüksek değer kaynağı olarak gören, bireyin yaratıcı ve ahlâkî gelişiminin, rasyonel ve anlamlı bir biçimde, doğaüstü alana hiç başvurmadan, doğal yoldan gerçekleştirebileceğini belirten ve bu çerçeve içinde insanın doğallığını, özgürlüğünü ve etkinliğini ön plâna çıkartan felsefî akım” diye tanımının yapıldığını görürüz.[3] XIV. yüzyıldan XVI. yüzyıla kadar varlığını hissettiren Hümanizma ve Rönesans hareketinde Ortaçağ’ın dogmalarına karşı, akılcı bir başkaldırı görülür. Hıristiyanlık ve Platonizm de etkilidir. Eski Yunan ve Latin sanatına hayranlık görülür. Özellikle rasyonalizm, natüralizm, laisizm ve bireycilik dört temel ilkesini oluşturur. Sanat da bu çerçevede dünyevî, beşerî ve aklîdir.[4]
Yunus Emre, Yunus ve Âşık Yunus mahlasıyla farklı yüzyıllarda yaşamış, aynı mahlası kullanmış şahısların, tasavvufu merkeze alan bir dünya görüşüyle yazdığı, şiirlere baktığımızda aynı şeyi görebilir miyiz?
TASAVVUF
Tasavvufta insanın yaratılma sebebine baktığımızda, hem Kur’an-ı Kerim’deki bazı ayetlerle hem de tasavvuftaki tecelli kavramıyla bağlantılı açıklamaları görürüz. Secde suresi 32. ayette “Onu düzelttik ve kendi ruhumdan üfledim.”, Hicr suresi 29. ayette ise “Onu düzelttiğim zaman ona (insana) kendi ruhumdan üfledim.” diyen Allah, insana yücelik vermiştir. Bezm-i elestte, insanın ruhu da Allah’ın, Bir olanın içindedir.[5]
Bu durumu Yunus Emre, bir şiirinde şöyle dile getirir:
Âşık cânına ‘ışk koyan ol bir yüce Sübhân’ımış
Cânum içinde bulmışam cânlara dahı cânımış[6]
Allah görünür olmak istediği zaman bütün evrende tecelli etti. Hurufiler, Allah’ın tecelli ettiği yerlerden biri olan insanın yüzünde de bu gizi çözmeye çalıştılar. Yunus Emre de tecelli yerinin insan-ı kâmil’in gönlü olduğunu vurgular:
Yunus Hak tecellîsin senün yüzünde gördi
Çare yok ayrılmağa çün sende görinde Hak[7]
İnsanda yaratıcının ruhunun bulunduğunu, bu sebeple eşref-i mahlukat olduğunu bilen Yunus Emre, insanlar arasında ayrım yapanları şöyle uyarır:
Yitmiş iki millete birligile bakmayan
Şer’ile evliyâsa hakîkatde ‘âsîdür[8]
Allah’ın tecelli yerlerinden birisi de insanın gönlüdür. Yunus Emre’nin şiirlerinde gönül, Allah’ın, aşkın, hikmetin, bilginin merkezi olarak işlenir. Gönül, Allah ile buluşur. Bu yüzden gönül, Ka’be’dir.
Gönül mi yig Ka’be mi yig eyit bana ‘aklı iren
Gönül yigdür zirâ Hak gönülde tutar turagı[9]
Gönül bu derecede önemli olduğu için, gönül inciten, kalp kıran gerçekte Allah’ı incitmiş gibidir. O sırçadır ki kırıldığı zaman bir daha yerine konamaz.
Sakıngıl yârun gönlin sırçadur sımayasın
Sırça sınduktan girü bütün olası degil[10]
Konunun değişik yönlerini ve bunlara bağlı örnekleri çoğaltmak mümkündür. Fakat bizim vurgulamak istediğimiz nokta açıklığa kavuşmuştur sanıyoruz. XIV. yüzyılda İtalya’da başlayıp Avrupa’ya yayılan Hümanizma hareketi, sanatta, edebiyatta, düşüncede dini konuların dışında, dünyanın, insanın, aklın merkez alındığı bir anlayışı ön plana çıkarır. Hümanizm, bireyin duygusal ve düşünsel özgürleşmesine vurgu yapar. Bunun yolu da şüpheci, eleştirel düşüncedir. Bu olgunlaşmada ilahi bir yardım söz konusu değildir. Batıdaki Hümanizm anlayışının tersine, Yunus Emre’nin şiirlerinde tasavvuf ve din anlayışı hakimdir. Hümanizmde dinden kopmuş, bireyleşerek özgürleşen bir insan anlayışı yüceltilirken, Yunus Emre’de, Allah’ın ruhunu üflediği varlık olarak şereflendirilmiştir. İçindeki o ilahi cevherle bedenini taşıyan insan da bir mürşide bağlanarak, insan-ı kâmil olma yolunda nefsini olgunlaştırmalıdır.
Sonuç olarak şunları da belirtmeliyiz ki Yunus Emre’yi hümanist olarak göstermenin yanında, Freud’dan itibaren kullanılan ego kavramıyla, tasavvuftaki nefs kavramını; batı edebiyatında sembolizm akımının sembol kavramıyla, şathiyelerdeki remizleri; yine batı düşüncesinde yer eden diyalektik ile tasavvuftaki devriye nazariyesini bağdaştırmaya çalışanlara da rastlanmıştır. Aynı tarzda bir bakış açısıyla, Karacaoğlan bir Don Juan, Şeyh Bedreddin ilk Türk komünisti, Namık Kemal ve Tevfik Fikret birer devrimci diye nitelendirilmiştir. Maalesef bu konularda, elmalarla armutları aynı sepete toplamak diye tabir edilen bir durumla karşılaşıyoruz. Bu kavramların temelleri farklıdır, nihai amaçları farklıdır. Bunları yerinde ve doğru kullanmamız gerekir. Biz neysek oyuz.
[1] Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi.
[2] Hilmi Yavuz, “II. Meşrutiyet Entelijansiyası ve Ziya Gökalp ile Rıza Tevfik’in ‘Felsefe Dersleri’”, Zaman, 6.1.2010.
[3] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay., İstanbul, 1999, s. 431.
[4] İsmail Çetişli, Batı Edebiyatında Edebî Akımlar, Akçağ Yay., 6. Bbaskı, Ankara, 2004, s. 49-52.
[5] İbrahim Agâh Çubukçu, “Yunus Emre’nin Felsefesi ve Hoşgörü”, Yunus Emre Nasrettin Hoca Hacı Bektaş Veli Düşüncesinde Hoşgörü, haz. Şevket Özdemir, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1995, s. 26-27.
[6] Mustafa Tatçı, Yunus Emre Dîvanı I, İnceleme, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1990, s. 278.
[7] Tatçı, a.g.e., s. 230.
[8] Tatçı, Yunus Emre Dîvanı II, Tenkitli Metin, s. 46.
[9] Tatçı, Yunus Emre Dîvanı I, İnceleme, s. 237, 240.
[10] Tatçı, a.g.e., s. 240.
Turkiston Kutubxonasi
Turkistan Library
Туркестанская Библиотека
www.turklib.ru
www.turklib.uz
www.turklib.com
Dostları ilə paylaş: |