3 nolu alt komisyon tutanaklari iÇİndekiler



Yüklə 4,73 Mb.
səhifə43/72
tarix28.07.2018
ölçüsü4,73 Mb.
#61445
1   ...   39   40   41   42   43   44   45   46   ...   72

  • Elbette, biz her ne kadar eğitim alanında çalışsak da bu tabii aynı anda çocuk alanında da çalışma anlamına geliyor. Anayasanın çocuklara ve çocuk haklarına yaklaşımı birçok alanda olduğu gibi eğitim alanı açısından da çok önemli.

  • Öncelikle aslında benim bahsetmek istediğim, burada başlığa da koyduğumuz, çocuklardan -bazen bunu sadece politikacılar değil, sivil toplum örgütleri de sıkça yapıyor- geleceğin yurttaşları olarak bahsetmek, çocuklardan sadece geleceğimiz olarak bahsetmek. Hâlbuki bu, çocukların bugünün hak sahibi bireyleri olduğunu görmezden gelmek anlamına gelebiliyor. Kastımız bu olmasa bile artık dilde bu yerleşikleşmiş durumda. Dolayısıyla anayasanın aslında biz bu algıyı kırmakta önemli bir rol üstlenebileceğini düşünüyoruz çünkü çocuklar sadece gelişimlerinin farklı bir döneminde olan ve haklarını kullanmada ve haklarını savunmada daha fazla kolaylaştırıcılığa ihtiyaç duyan bir kesim. Bu vesileyle, aslında biraz da buradan yola çıkarak biz 2008 yılında bir çalışma başlattık “Eğitimde haklar” adı altında. Burada yola çıkış amacımız da Türkiye’de aslında özellikle okullaşma oranlarının artmasıyla birlikte çeşitli dezavantajlı kesimlere dönük projelerle birlikte, eğitim ve erişim alanında önemli bir aşama kaydedildi fakat tabii, çocuk hakları sadece okula erişimle tamamlanan bir süreç olmadığı için, çocukların bütün haklarının, eğitim süreçlerinin her anında ve eğitim ortamlarının her köşesinde gerçekleşmesi gerektiği için biz birazcık bu alana bakalım. Çocuklar okula eriştikten sonra ne oluyor? Ne tür sorunlar var ve ne tür çözüm önerileri geliştirebiliriz diye düşündük.

  • Şimdi, burada yaptığımız bir çalışma Türkiye’deki ulusal eğitimle ilgili, ulusal mevzuat ki bu Anayasa’dan genelge düzeyine bir tarama çalışması yapıldı akademisyenler tarafından ve bazı sonuç raporları hazırlandı. Ulusal mevzuatı uluslararası insan hakları belgeleriyle karşılaştırmalı olarak inceleyen, daha sonra da bu bir rapor olarak ayrıca yayınlandı, bu raporun üzerinde de 14 farklı uzmanlıklara sahip farklı sivil toplum örgütü, bir araya gelerek bu önerileri inceledi ve kendi Ortak Öncelikler Bildirgesini hazırladı. Şimdi, burada özellikle vurgulanan önerilerden biri aslında Türk hukukunun uluslararası insan hakları, çocuk hakları hukukuyla uyumunun sağlanması için Anayasa’da on sekiz yaşını tamamlamamış herkesin on sekiz yaşına kadar çocuk olduğunun tanımlanması gerektiğini düşünüyoruz.

  • Bunun dışında, şimdi, çocuklar genelde bizde mevzuatta ailesiyle birlikte ele alınan… Bağımsız birer hak sahibi olarak ele alınmıyor. Dolayısıyla çocuk ve çocuk haklarıyla ilgili düzenlemelerin aileyle ilgili hükümlerden bağımsız olarak ele alınmasının ilk bahsettiğimiz bu algının kırılmasında ve çocuk haklarının yaşama geçmesinde önemli rol sahibi olabileceğini düşünüyoruz. Aynı zamanda anayasanın çocuklara homojen bir grup olarak değil, farklı özellik ve gereksinimlere sahip bireyler olarak yaklaşmasını önemli buluyoruz ve bunun yolunun da Türkiye’nin de tarafı olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde benimsenen dört ana ilkenin anayasada birebir yer bulmasıyla olacağına inanıyoruz.

  • Yani özetlemek gerekirse anayasada çocuğu ilgilendiren her türlü kararda çocuk için neyin yararlı olduğunun öncelikli olarak dikkate alınması, çocuğun kendini ilgilendiren tüm kararlara katılım hakkı, ayrımcılık yasağı ve çocuğun yaşama ve gelişme hakkının anayasada birebir yer almasını öneriyoruz.

  • Bunun dışında Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmelerine baktığımızda ve eğitim hakkının ele alındığı diğer insan hakları sözleşmelerine baktığımızda eğitimin amaçlarının ön planda ele alındığını biz gördük. Hâlbuki Türkiye’de Anayasa düzeyinde değil, Millî Eğitim Temel Kanunu düzeyinde yapılan bir düzenleme. Bu nedenle bizim bu farklı devletlerin anayasalarında da bunu gördük. Hatta bazı devletlerin anayasalarında birebir Çocuk Hakları Sözleşmesi’nden ilgili paragrafın alınıp anayasada kullanıldığını gördük.

  • Dolayısıyla bizim bu noktadaki önerimiz, yine diğer mevzuata ışık tutmak amacıyla başta çocuğun en üst düzeyde ve bütüncül gelişimi, aynı zamanda demokratik bir toplumda aktif yurttaşlık ve insan haklarına saygı amaçlarının eğitimin amaçları olarak anayasada yer alması ve bu konuda temel yönlendirici belgenin de Birleşmiş Milletlerin Çocuk Hakları Sözleşmesi olabileceğini düşünüyoruz. Ancak tabii ki Türkiye bunları sadece asgariler olarak kabul edip kendi değerlerini, kendi amaçlarını da oraya dilediğince yansıtabilir ve yansıtmalıdır diye düşünüyoruz.

  • Eğitimin amaçlarıyla ilgili özellikle ben engelliler bağlamında değinmek istediğim bir nokta var. Şimdi, normalde biz aslında bugün hiç mevcut Anayasa’da ne var, nasıl olmalı üzerinden değil, olması gereken üzerinden bir sunum yapmaya ben gayret ediyorum ama bu noktada mevcut Anayasa’da göstermek istediğim bir tanım var. O da özel gereksinimli çocuklarla ilgili. Normalde eğitimin amaçlarını ele almayan Anayasa özel gereksinimli çocuklara geldiğinde “Devlet, durumları sebebiyle özel eğitime ihtiyacı olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri alır.” ifadesini kullanıyor. Fakat bu ifadenin yeni anayasada çok kaçınmamız gereken bir yaklaşım olduğunu çünkü buradan anlaşılanın sanki engellilerin eğitim almasının tek amacının onları topluma yararlı kılmak olduğu, onların kendi potansiyellerini gerçekleştirmesi ya da toplumsal yaşama etkin katılımlarının burada gözetilmediğini görüyoruz. Bu açıdan aslında Anayasa dışındaki konuya ilişkin mevzuat da Anayasa’dan zaten daha ileri bir noktada. Dolayısıyla anayasada böyle bir düzenlemenin kolay olacağına da inanıyoruz.

  • Bunun dışında yeni anayasada eğitim hakkının mümkün olduğu kadar, eğitim hakkına ilişkin devletin yükümlülüklerinin mümkün olduğu kadar bağlayıcı ve açık ifadelerle yer almasının önemli olduğunu ve bunun yanı sıra sadece eğitime erişim hakkının değil, aynı zamanda eğitim süreç ve ortamlarındaki hak ve özgürlükleri de içeren yükümlülüklerin anayasada yer alması gerektiğini öneriyoruz.

  • Bunun dışında, şimdi, artık bu tabii gündemde olan 4+4+4 yasasıyla da ilgili bir nokta var. Bu da okulöncesi eğitim. Eğitim reformu girişimi olarak yıllardır AÇEV gibi farklı ortaklarla okulöncesi eğitimin yaygınlaştırılması ve zorunlu hâle getirilmesi için çalışıyoruz ve Türkiye bu alanda önemli bir aşama kaydetmiş durumda. Beş yaş için okullulaşma oranı artık yüzde 70’e ulaşmış durumda ve okulöncesi eğitimin sayısız bireysel ve toplumsal yararı var. Özellikle sosyoekonomik açıdan dezavantajlı diyebileceğimiz çocuklar açısından.

  • Öte yandan ülkemizde okulöncesi eğitimde hâlâ velilerden kayıt ücretleri alınabiliyor ve bize ne kadar az gibi gözükse de bu tutarlar -işte 50 TL ile 200 TL arasında- aslında birtakım ailelerin üzerinde çok ciddi bir yük oluşturabiliyor ve özellikle sosyoekonomik açıdan elverişsiz koşullara sahip çocukların, aslında bu eğitime en çok ihtiyacı olan çocukların okulöncesi eğitimden yararlanmasını da engelleyebiliyor. Bu nedenle, bu yararları nedeniyle ve Türkiye’deki atılan adımları artık daha da güçlü hâle getirmek için biz zorunlu ve ücretsiz okulöncesi eğitimin anayasada yer alması gerektiğini düşünüyoruz.

  • Bunun dışında zorunlu eğitim kapsamında ya da değil, tüm eğitim kademeleri için maddi olanaksızlıkların hiçbir çocuğun eğitim hakkını engellememesi gerekiyor elbette ve bunun içinde aslında mevcut Anayasa’da olan bir şey, hani burslar sağlanması, özellikle maddi olanaktan yoksun çocuklar için yapılan düzenlemeler var, hani burslar veya başka yollarla fakat sosyoekonomik kökenin eğitimde başarı üzerinde de oldukça belirleyici bir rolü olduğunu Türkiye’de biliyoruz. Bu nedenle sadece başarı değil aynı zamanda ihtiyaca bağlı burslar ve başka yardımlar yapılmasının da anayasada düzenlenmesini öneriyoruz.

  • Son olarak, temel eğitimden yararlanmamış bireyler için temel eğitim olanakları sağlanması ve herkes için erişilebilir yaşam boyu öğrenme olanaklarının da güvence altına alınması gerektiğini düşünüyoruz.

  • Şimdi, 2007’den bu yana üzerinde çalıştığımız bir konu da -aslında 2007’den bu yana üzerinde çalışıyoruz, 2009’dan bu yana çalışmalarımızı hızlandırdık giderek- eğitimde farklı ana dillerinin kullanımı meselesi. Türkiye’de bu konu, gözlemleyebildiğimiz kadarıyla aslında daha çok belki kutuplaşmış bir zeminde ve daha siyasal ortaklar arasında tartışılan bir konu. Oysa konu -elbette siyasal bir boyutu var fakat- aslında birebir çocuğun yaşamını etkileyen, çocuk odaklı bir şekilde ele alınması gereken ve eğitim bilimi ve dilbilimin sunduğu kaynaklardan beslenerek tartışmamız gereken bir konu diye düşünüyoruz.

  • ERG olarak yayınladığımız bir rapor var, Çift Dillilik ve Eğitim diye 2009 yılında ve bunun ardından farklı kesimleri bir araya getirerek bazı diyalog toplantıları yaptık. Biz de bu çalışmalarda konuyu çocuk odaklı bir şekilde ele almaya ve bu eğitim bilim ve dilbilimin bize ne tür kaynaklar, ne tür sonuçlar sunduğuna bakmaya gayret ettik ve her şeyden önce terminolojide bir ortaklaşma aradık. Türkiye’de bu konu genelde ana dilinde eğitim ekseninde tartışılıyor fakat dilbilim ve eğitim bilimi temel aldığımız noktada aslında konuya daha kapsamlı bakabileceğimizi fark ettik. Dolayısıyla biz öncelikle önerilerimizi paylaşmadan, bu alanda, bilimsel alanda kabul görmüş bazı tanımlardan başlamak istiyoruz. Dolayısıyla bizim çalışmalarımızda ve bugün bahsederken ana diliyle kastettiğimiz, doğduğu andan itibaren çocukla iletişim kurmak için ailesi, arkadaşları ve yakın çevresindeki kişilerin kullandığı başlıca dil.

  • Birinci dil ise ki dilbilim literatüründe özellikle kullanılan bir terim. Türkiye bağlamında Arapça, Boşnakça, Çerkezce, Ermenice, Kıptice, Kürtçe, Lazca, Rumca, Süryanice, Türkçe, Zazaca ve benzeri diller. İkinci dil ile kastettiğimiz ise bu yukarıdaki dillerden biri ana dili birinci dili olan kişiler için Türkçe.

  • Bu yaklaşım ve kavramlarda uzlaşı arayışımızın bir parçası da elbette eğitim modellerine ilişkindi ve bu kavramlarda aslında ortaklaşmanın birazcık çözümsüzlüğe sürüklendiğini düşündüğümüz bir konuda yol almanın ilk adımı olabileceğini düşünüyoruz.

  • Burada ana dili eğitimi ve öğretimi derken dersler toplumda egemen olan dilde işlenirken ana dilinin bir dil dersi olarak verilmesini anlıyoruz. Ana dilinde eğitimde ise öğrencinin tüm derslerini ana dilinde işlemesinden bahsediliyor.

  • Çift dilli eğitim ise ERG’nin aslında benimsediği çerçeve ve bizim burada kastettiğimiz hem birinci hem ikinci dilin kullandığını modeller ve bu modellerin temelinde çocuğun iki dilinin birden kabul edilmesi ve birbiriyle bağlantılı olarak öğretilmesi yatıyor. Bu alandaki araştırmaların ne söylediğini kısaca özetleyecek olursak, öncelikle birinci dili Türkçeden farklı çocuklar eğitime erişim, devam ve eğitimde başarı açısından çeşitli sorunlar yaşıyorlar. Aslında çift dil gelişimi çocuğun bilişsel ve dilsel becerilerine katkıda bulunabiliyor. En önemlisi de belki bir dili diğerine tercih etmek gerekmiyor. Doğru pedagojik koşullar altında birinci dil ve ikinci dil birbirini destekleyebiliyor. Yani çocuk bir dili öğrenirken diğer dildeki becerilerinden yararlanabiliyor ve bu aktarım iki yönlü de olabiliyor, yani birinci dilden ikinci dile, ikinci dilden birinci dile doğru ve dünyada da iki dilin farklı ağırlıklarla kullanıldığı ve farklı koşullarda başarıya ulaşan çeşitli çift dilli eğitim modelleri bulunuyor. O çift dilli eğitim modelleri gerçekten çok çeşitli, çok farklı koşullara göre uyarlanmış modeller var. Hani iki dilin eşit ağırlıkla yer aldığı modeller varken bir dilin ilk başta kullanılıp daha sonra diğer dile geçişin kademeli olarak yapıldığı, dolayısıyla burada birazcık koşullar ve ihtiyaçlar belirleyici oluyor.

  • Biz de Anayasa’da yapılacak ilgili düzenlemelerin ve geliştirilecek uygulamaların bu bilimsel temellerden hareket ettiği sürece çocuk odaklı bir yaklaşımın gereklerini yerine getireceğine inanıyoruz.

  • Çift dillilik ve eğitim alanında bizim bu yayınladığımız raporun ardından -çok kısaca bahsettim- eğitim bilim, dilbilim, farklı alanlardan akademisyenler, siyaset bilimciler, aynı zamanda farklı sivil toplum kuruluşlarından temsilcilerle ve uygulayıcılarla bir araya geldik ve bir dizi toplantı yaptık. Bu bulgular bize ne söylüyor, konuyu çift dillilik ve eğitim çerçevesinden ele almak ne söylüyor ve hem yasal düzenlemelere ilişkin hem de uygulamaya ilişkin birtakım öneriler geliştirildi. Bunlar da size daha önce aslında ilettiğimiz -tekrar da paylaşabiliriz- Türkiye’de Çift Dillilik Ve Eğitim, Sürdürülebilir Çözümlere Doğru Atılması Gereken Adımlar başlıklı politika notumuzda yer alıyor. Ben, şu anda sadece tabii ki Anayasa’ya ilişkin önerileri paylaşacağım.

  • İlk olarak, aslında, Anayasa’da devletin resmi dili olan Türkçenin tüm yurttaşlara öğretilmesinin devletin sorumluluğu olarak tanımlanmasını öneriyoruz.

  • Diğer bir önerimiz ise eğitimde dil haklarının korunmasıyla ilgili atılacak politik adımların önüne anayasal engel koymamak. Tüm Türkiye için tek bir model önermek, tek bir eğitim modeli önermek ve bunu henüz mevcut olmayan, Türkiye’de kapsamlı araştırmalara dayanmaksızın yapmanın sonuç vereceğine kısa vadede inanmıyoruz. Kaldı ki bu model geliştirme ve uygulama ayağının birçok disiplinden kişinin katılımıyla ve yürütücü bakanlıklar aracılığıyla gerçekleştirilebilecek bir süreç olduğunu düşünüyoruz. Bu noktada önemli olanın çocukların özelliklerine ve gereksinimlerine duyarlı ve kaliteli bir eğitimin Anayasa düzeyinde önünün kesilmemesi olduğuna inanıyor ve bu öneriyi yapıyoruz. Bunun yanı sıra tabii herhangi bir çift dille eğitim modelinin başarıya ulaşmasının temel bir koşulu da aslında farklı ana dillerinin varlığının kabulü ve saygı görmesi Anayasa düzeyinde ve Türkiye’de konuşulan tüm dillerin yaşatılması ve geliştirilmesine zemin hazırlayan bir anlayış bulunması.

  • Bir diğer tartışmalı konuya geçeceğim. Bu konu da yine Türkiye’de aslında uzun yıllardır tartışıldığını ve belki bir üzerinde henüz tam olarak bir uzlaşı sağlanamadığını düşündüğümüz bir alan. Bizim bu alandaki çalışmalarımız da bu kavramlar etrafında esas olarak şekilleniyor ve dinler hakkında eğitimden dünyada etkili olmuş din ve inançlara ilişkin temel bilgileri, tarihleri, inançları, ibadet esasları gibi, işte sanat yaşamına etkileri ve bu konulara ilişkin tartışmaları içeren ve tüm dinlere eşit mesafede duran dersleri anlıyoruz. Din eğitimi ise belirli bir din ya da inancı açık ya da örtük referanslarla o dinin inanç esaslarını ve ibadetlerini benimsetmeyi amaçlayan dersler olarak tanımlanıyor. Belki bu tanımları yapmam biraz hani size sıkıcı ve uzun da geliyor olabilir fakat bu konularla ilgili çalışırken fark ettiğimiz bir şey, aslında aynı terimlerin farklı anlamlarla kullanılabildiğini çok gördük ve biraz da belki aslında uzlaşı eksikliğinde bunun da bir neden olduğunu düşünüyoruz.

  • Seçmeli derse gelecek olursak öğrencinin normal ders saatleri içinde aldığı ancak seçenekler arasında tercih yapabildiği dersler. İsteğe bağlı dersse seçmeli dersten farklı ve genellikle okul dışı saatlerde sağlanan öğrencinin almak için ayrıca çaba göstermesi gereken dersler ve özel bir talep sürecini gerektiriyor.

  • Bizim bu alandaki çalışmalarımızdan da ben çok kısaca bahsetmek istiyorum öneriye geçmeden önce. 2004-2005 yılında aslında Eğitim Reformu Girişimi bu konuda yoğun olarak çalıştı. Burada uzun bir diyalog süreci işletildi. Bu diyalog sürecinde hem eğitim fakültelerinden, ilahiyat fakültelerinden akademisyenlerin katıldığı, aynı zamanda yine bu konuda son derece farklı görüşlere sahip sivil toplum örgütlerinin katıldığı, aralarında Hrant Dink ve Türkan Saylan gibi isimlerin olduğu bir grup bu diyalog süreci sonunda aslında Türkiye’de din ve eğitime ilişkin bir değişim ihtiyacı olduğunda hemfikir oldular ve bir ortak ilkeler metni hazırladılar. Bu süreçte hem okullardaki mevcut Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin kapsamı ve nasıl olması gerektiği tartışıldı hem de din eğitiminin, ailelerin çocuklarının din eğitimi almasına yönelik taleplerinin nasıl karşılanabileceği tartışıldı. Bu konu bizim gündemimize, eğitimde haklar çalışmalarıyla beraber özellikle mevzuat ve içerik boyutuyla tekrar girdi ve en sonunda 2011 yılında Türkiye’de Din ve Eğitim, Son Dönemdeki Gelişmeler ve Süren Değişim İhtiyacı Raporu’nu yayınladık. Burada da bu dönemde uluslararası eğilimler nedir, Türkiye’de neler yaşandı ve önümüzde nasıl bir yol vara baktık.

  • Öncelikle paylaşmak istediğimiz, insan hakları ve çocuk hakları perspektifinden bu konuya yaklaştığımızda anayasada dinle ilgili bir dersin zorunlu kılınmaması gerektiğini görüyoruz ancak bir yandan da inançsızlık da dâhil olmak üzere farklı inançlar, dinler, mezheplerin birlikte karşılıklı saygı ve anlayış çerçevesinde toplumda birlikte yaşaması için de Dinler Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin pozitif bir rolü olabileceğini de öngörüyoruz fakat bu dersin seçmeli olarak sunulmasını ve dersin seçme prosedürlerinin başka derslerden farklılaşmamasını, dolayısıyla bu dersi seçen öğrencilerin dinlerini, inançlarını açıklamak zorunda bırakılmamasını ve herhangi bir biçimde bu dersin okul ortamında toplumsal bir baskıya zemin hazırlamaması gerektiğini savunuyoruz.

  • Öte yandan, elbette din eğitimi talepleri de var ve bunların da karşılanması gerekiyor ancak bu taleplerin de örgün eğitim sistemi dışında, çocuğun veya ailenin talebi sonucunda isteğe bağlı olarak karşılanmasını öneriyoruz ve bunun uygulama, finansman modellerinin tartışılmasının da Türkiye’deki inanç çeşitliliğini yansıtan katılımcı bir süreç içerisinde yapılmasını öneriyoruz.

  • Burada aslında belki son nokta bu konuya ilişkin ama benim kişisel olarak da kurumsal olarak da aslında en önemli bulduğumuz noktalardan biri, çocukların bu süreçteki yeri. Mevcut sistem ve tartışmalara baktığımızda çocuklar ya devletin ya da ailenin güdümünde olarak gözüküyor. Oysa Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 14’üncü maddesi açıkça çocukların da din ve vicdan özgürlüğünü tanıyor ve burada ailelere bir rehberlik hak ve sorumluluğu veriliyor. Dolayısıyla ve çocukların geliştikçe kendileriyle ilgili kararlar alınırken daha fazla söz sahibi hâline gelmeleri gerekiyor fakat Türkiye’de bu tartışmalarda biz açıkçası, çocuğun ne noktada sürece dâhil olduğunu görmüyoruz ve yine Çocuk Hakları Komitesi tarafından yayınlanan son derece ayrıntılı Çocuk Katılımı İlkeleri var. Bu ilkelerin Türkiye’de din ve eğitim bağlamında nasıl yaşama geçebileceğinin de anayasa tartışmalarına paralel olarak belirlenmesi gerektiğini düşünüyoruz.

  • Yeni anayasada uluslararası insan hakları hukukuyla uyumlu bir ayrımcılık anlayışının benimsenmesinin, eğitimde doğrudan ve dolaylı ayrımcılıkla mücadelede Türkiye’ye önemli kazanımlar getireceğini düşünüyoruz. Baktığımızda uluslararası insan hakları sözleşmelerine, yasaklanan ayrımcılık zeminlerinin çok çeşitliliğe sahip olduğunu ve bunların aslında açık uçlu bir ifadeyle ve benzeri nedenler gibi sonlandırıldığını görüyoruz.

  • Ek olarak, eğitimin kadın ve erkek herkes için temel bir hak olduğunun anayasada tanınması ve cinsiyetler arası eşitliği yaşama geçirmenin devletin yükümlülüğü olarak düzenlenmesini önemli buluyoruz.

  • Son olarak da biraz önce de çok kısaca bahsetmiştim ama Türkiye’de hâlâ cinsiyet, sosyoekonomik köken, yerleşim birimi veya yerleşim yeri, Türkiye’de çocukların eğitime erişimini ve eğitimde başarısını ve eğitime devamını etkilemeye devam ediyor. Dolaysıyla pozitif ayrımcılık uygulamalarının sadece maddi olanaklardan yoksun bireyler ya da kadınlar ve engelliler için değil Türkiye’de doğrudan ya da dolaylı ayrımcılığa uğrayan risk altındaki bütün çocuk grupları için yaşama geçirilmesini, yani Türkiye’de eşitlik ve sosyal içerme açısından bunu çok önemli buluyoruz.

  • Çok sona yaklaşıyorum artık. Bildiğiniz üzere, Türkiye’nin taraf olduğu İnsan Hakları Sözleşmelerine ilişkin beyan ettiği çekinceler çoğunlukla eğitimle ilgili maddeler veya azınlıklarla ilgili maddelerde yoğunlaşıyor. Bunlardan, konumuz açısından özellikle önemli olanlar Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 13’üncü maddesi, eğitim hakkıyla ilgili ve Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 17, 29 ve 30’uncu maddeleri ki, bunlar da bilgi ve belgeye erişim, eğitimin amaçları ve azınlık gruplarından çocukların haklarıyla ilgili. Bizim çalışmalarımızda gördüğümüz, bu çekincelerin aslında hak sahiplerinin eğitim hakkını tam anlamıyla yaşama geçirmede birtakım sıkıntılar yarattığı ve ayrımcılıkla mücadeleyi zayıflattığı yönünde. İlgili insan hakları komiteleri ve Avrupa Birliği organları da Türkiye’yi bu çekinceleri kaldırmaya teşvik etmeye devam ediyorlar. Dolayısıyla, bizim önerimiz çekincelerin kaldırılmasına ortam hazırlayan bir anayasa ve böyle bir anayasanın Türkiye’yi demokratikleşme ve insan haklarının yerleşikleşmesi konusunda ileri götüreceğini düşünüyoruz.

  • Son olarak, tüm bu düzenlemelere çocuk odaklı ve uyarlanabilir eğitime uygun bir yönetişim ve finansman yapısının eşlik etmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bundan kastımız, çocukların farklı gereksinim ve özelliklerini dikkate alan, toplumların zaman içinde veya koşullarla göre değişen gereksinimlerine göre uyarlanabilir bir eğitim sistemi. Bunun dışında, çocuklarla birebir temas hâlinde olan okullarımızın daha güçlü kurumlar hâline getirildiği, çocukların ve ailelerinin eğitimde daha çok söz sahibi olabildiği bir eğitim sisteminde ve dezavantajlı gruplara öncelik veren bir sistem.

  • Bir son nokta da çalışmalarımızda biz, eğitime ayrılan kamu kaynaklarını da incelemeye, izlemeye çalışıyoruz ve eğitime ayrılan kamu kaynakları açısından Türkiye’deki politikalar ve kaynaklar arasında bir uyumsuzluk olduğunu görüyoruz çeşitli konularda ve eğitime ayrılan kamu kaynaklarının düzeyinin ve eşitlikçi dağılımının da yine Anayasa’da güvence altına alınmasının Türkiye için önemli olduğunu düşünüyoruz.

  • Dinlediğiniz için çok teşekkürler. Umarım katkı sunabilmişizdir. Zaten bütün çalışmalarımızı elimizden geldiğince hem İnternet’te paylaşıyoruz hem de istediğiniz çalışmaları ayrıca gönderebiliriz.

  • ALTAN TAN (Diyarbakır) – Biz de çok teşekkür ederiz.

  • Şimdi, eğer arkadaşlarımızın soracakları sorular varsa onları alalım.

  • Rıza Bey, buyurun.

  • RIZA TÜRMEN (İzmir) – Çok teşekkür ederim, son derece değerli bilgiler verdiniz, bizim ufkumuzu genişlettiniz.

  • Tabii, bu çift dilli eğitim çok enteresan bizim için de, bunun çocuk odaklı olması önemli bir şey.

  • Ben kendi torunumdan biliyorum ki, deneyler onu gösteriyor ki, okulda konuşulan dil aslında çocuğun ana dili oluyor yani evde konuşulandan daha önemli galiba okulda konuşulan dil veya okulda eğitimin, öğretimin verildiği dil. Evde ne konuşursanız konuşun okulda başka bir dil konuşuluyorsa bir bakıyorsunuz, çocuk sonunda okulda konuşulan dili konuşmaya başlıyor birinci dil olarak, evde konuşulan dil ikinci dil oluyor. O bakımdan da belki çift dilli eğitimde buna dikkat etmek lazım.

  • Çok sağ olun.

  • ALTAN TAN (Diyarbakır) – Mehmet Ali Bey, buyurun.

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) - Sanıyorum, şu iki sayfadan ibaret broşürünüz de bu konuda Anayasa’da benimsenmesi önerilen ilke ve düzenlemelerin özeti; bu, sizin anlattığınızın bir yansıması olarak düzenlenmiş. Biz çalışmalarımızda bundan yararlanmaya çalışacağız.

  • Ben de çok teşekkür ederim. Zahmet ettiğiniz, buraya kadar geldiniz. Lütfen, Üstün Hocaya selamlarımızı götürün.

  • Başarılar diliyorum.

  • ALTAN TAN (Diyarbakır) – Çok teşekkür ederiz arkadaşlar.

  • Ben de şahsım adına görüşlerimi ifade edeyim: Çok yararlı bir çalışma olarak gördüğümü söylemek isterim. Çok teşekkür ederim.

  • EĞİTİM REFORMU GİRİŞİMİ KOORDİNATÖRÜ BATUHAN AYDAGÜL – Biz de size çok teşekkür ediyoruz bu fırsat için. Bütün soruların cevabının bir anayasayla çözülemeyeceğinin farkındayız, Işık Hanım’ın söylediği gibi ama en azından soruların cevaplarını hiçbir yasal engel olmadan tartışmak…

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Siz bir tek konuya dikkat çektiniz: Çocukların eğitimi. Tabii, biz Komisyon olarak, inşallah, mayıs başından itibaren yeni anayasa yapım sürecine girdiğimizde, eğitim bölümünü konuşurken, bu sizin söylediklerinizi dikkate alacağız, inşallah yararlanacağız.

  • EĞİTİM REFORMU GİRİŞİMİ KOORDİNATÖRÜ BATUHAN AYDAGÜL – Teşekkürler.

  • İyi çalışmalar dileriz.



  • ALTAN TAN (Diyarbakır) – Şimdi, diğer konuklarımızı dinleyeceğiz.

  • Şimdi, KATÜ Mezunları Dayanışma Vakfı temsilcilerine hoş geldiniz diyoruz.

  • Anayasa Uzlaşma Komisyonu bugün sizleri dinleyecek. Her partiden birer arkadaşımız var. Adalet ve Kalkınma Partisinden Sayın Mehmet Ali Şahin, Cumhuriyet Halk Partisinden Sayın Rıza Türmen, Milliyetçi Hareket Partisinden Sayın Oktay Öztürk ve Barış ve Demokrasi Partisinden ben Altan Tan.

  • Süremiz kırk dakika ama bunun son beş on dakikasını böyle eksik kalan veya sorabileceğimiz sorular için, daha iyi anlamak için bırakırsanız memnun oluruz.

  • Usulümüz bir tartışma veya müzakere şeklinde değil, sizi dinleyeceğiz biz, yani sizin fikirleriniz en açık ve net şekilde bütün zabıtlara girecek. Bu hem sözlü olarak zabıtlara giriyor hem de yazılı olarak bunların dökümü çıkacak. Onun için, konuşmaya başlarken isimlerinizi söylerseniz sesli kayıtta, dökümde yardımcı olursunuz.

  • Buyurun.

  • KATÜ MEZUNLARI DAYANIŞMA VAKFI GENEL BAŞKANI KÖKSAL KOÇER - Karadeniz Teknik Üniversitesi Mezunları Dayanışma Vakfı 1987’de Ankara’da kurulmuş bir vakıftır. Hâlihazırda 3 binin üzerinde kayıtlı üyesi vardır. Mezunları arasında dayanışmayı sağlamak üzere kurulmuştur. Teknik bir üniversitenin vakfıdır.

  • Ben Vakfın Genel Başkanı Köksal Koçer, Kazım Ütük Bey Vakfımızın Genel Sekreteri, Semir Avcı Bey Vakfımızın yönetim kurulu üyesi. Bu sunmuş olduğunuz fırsattaki sunumumuzun sözcüsü Kazım Ütük Bey’dir. Sunumumuz yazılı olarak takdim edilmiştir ama sözlü olarak da ifade etmek belki arada yazılı metin dışında açıklamalar gerekebilir.

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Vakfın başkanı ve yöneticilerisiniz de bunun dışında sosyal hayatta hangi görevdesiniz?

  • KATÜ MEZUNLARI DAYANIŞMA VAKFI GENEL BAŞKANI KÖKSAL KOÇER – Onu söyleyelim, tabii efendim. İnşaat mühendisiyim. Kazım Bey yüksek elektrik elektronik mühendisi, Semir Avcı Bey inşaat mühendisi, emekli bürokrat. Ben serbest çalışıyorum, iş adamıyım. Kazım Bey de serbest çalışıyor, bizle beraber. Aynı zamanda “2023” dergisinin genel yayın yönetmenidir. Meclisimiz de dergimizin üyesidir, abonesidir.



  • OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Karadenizli değilsiniz yani?

  • KATÜ MEZUNLARI DAYANIŞMA VAKFI GENEL BAŞKANI KÖKSAL KOÇER – Hayır, ben Sivaslıyım, Kazım Ütük Bey Tarsuslu, Semir Avcı Bey Kerküklü.

  • ALTAN TAN (Diyarbakır) – Ben de soracaktım, çünkü Semir ismi Arap ismi, Araplarda kullanılıyor daha çok.

  • KATÜ MEZUNLARI DAYANIŞMA VAKFI GENEL SEKRETERİ KAZIM ÜTÜK – Efendim, biz de anayasa yapım aşamasında Meclis Başkanımızın da özel olarak davetiyle, sivil toplum kuruluşlarına ve bizzat bizim vakfımıza da yazılmış olan yazı çerçevesinde düşüncelerimizi aktarma ihtiyacı duyduk çünkü sonuçta inşallah, hayırlı bir anayasa yapılır, çıkar ve milletimizin faydasına olur, o umut içerisindeyiz. Ama dedik ki: uzakta durmakla, uzaktan eleştirmekle, yarın bir gün bir anayasa çıktıktan sonra da efendim, şurası eksik olmuş, burası fazla olmuş demek çok da yakışır bir tutum olmayacak. Dolayısıyla, bir düşüncemiz varsa, birikimimiz varsa -iyidir, kötüdür, doğrudur, ayrı bir konu- böyle de bir imkân verildiyse biz bundan faydalanalım dedik. Arkadaşlarımızla da çalışmalarımızı… Tabii 3 kişiyiz burada ama daha geniş alanda bu çalışmalar yürütüldü. Biz, ayrıca Türk Dayanışma Konseyinin de üyesiyiz. Türk Dayanışma Konseyi de bu konuda ciddi bir çalışma yaptı, sizlere de ulaştırdı bildiğim kadarıyla Anayasa’yla ilgili çalıştay sonuçlarını. Tabii, biz biraz daha farklı nelere bakıyoruz, ortak noktalarımız ne, onları da tespit ettikten sonra biraz da mesleki anlamıyla son bölümde söyleyeceklerimizi bir araya getirmeye çalıştık.

  • Şimdi, sunumumuzu okuyacağım artık, müsaadenizle.

  • Bilindiği gibi, ülkemizde yeni bir anayasa yapmak için, başta siyasi partilerimiz olmak üzere, bütün toplum kesimleri âdeta bir ortak istek hatta ortak irade ortaya koymuşlardır. Son yılların gündemini belirleyen bu konu, maalesef temel hak ve hürriyetlerin yetersizliği öne sürülerek, etnik bölücüler tarafından âdeta mayınlı bir alan hâline de getirilmiş bulunmaktadır.

  • Diğer taraftan, mevcut 1982 Anayasası'nda 17 defa değişiklik yapılmış, 100’den fazla madde değiştirilmiş, temel hak ve hürriyetlere ilişkin tartışmalar büyük ölçüde sonlandırılmıştır. Ancak mevcut Anayasa, gerek yapılış şekli gerekse içeriği itibariyle kamuoyunun gündemini sürekli meşgul etmiş ve meşgul etmeye de devam etmektedir.

  • Görüldüğü kadarıyla eksikliklerin giderilmesi için Anayasa’nın yenilenmesi, tüm toplumun kesimlerinin beklentisi hâline gelmiştir. Şu gerçek de ortaya çıkmıştır ki, yapılacak anayasa gerçek anlamda toplumsal sözleşme belgesi hâline gelmeden tartışmalar



  • bitmeyecektir. Bize göre bu yenilenme, devleti inşa eden anayasal temel değerler muhafaza edilmek şartıyla mümkündür.

  • Diğer taraftan, bazı çevrelerin anayasa tartışmaları çerçevesinde, millî devlet anlayışını ve millî devlet yapısını yıpratmak, Türk toplumunun milletleşme sürecini sekteye uğratmak hatta geriye götürmek için büyük bir gayretle çalıştıkları görülmektedir. Bu çevreler tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin millete dayalı devlet modeli yerine, federasyona dayalı milletler sistemi ikame edilmek istenmektedir. Bunların gerçek hedeflerinin ülkemizi bölmek, milletimizi dağıtmak olduğu açıktır. Bu ise emperyalizmin ülkemiz üzerinde hiç vazgeçmediği asli amacıdır.

  • Bilindiği gibi, bir toplum için milletleşme, tarihî süreç içinde tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişle varlığını her alanda hissettiren bir olgu olup, toplumun millî seviyede ortak bir yaşama tarzına kavuşmasını, millî mutabakatların geliştirilmesini, millî seviyede ortak kabul ve retlerin, müşterek paydaların ortaya çıkmasını ifade eder.

  • Sanayi toplumu döneminde nitelik ve niceliği olgunluğa kavuşan millet ve millî irade, aynı zamanda, demokrasiyi de hayata geçiren tarihî sosyal bir gerçekliktir.

  • Bu yüzden cumhuriyet ve demokrasi, birlikte yaşama şuuruna ulaşarak milletleşmiş toplumların rejimidir. Yine bu yüzden, millî birliğini kuramamış, mutabakatlarını geliştirememiş, millî devlet olma özelliğini kazanamamış, kısacası milletleşememiş toplumlar için demokrasi sadece tartışılan teorik bir konudur.

  • Kısacası milletleşme; her türlü etnik, mezhep, aşiret, boy ve bölge taassubunun aşılarak millî seviyede "biz" duygusunun hissedilmesidir. Milletleşme ile demokrasi arasında doğru bir ilişki vardır. Demokrasi milletleşme üzerinde yükselir. Dolayısıyla, demokrasi ile etnik ırkçılık uzlaşamaz.

  • Bu genel değerlendirmelerin ışığında, KATÜ Mezunları Dayanışma Vakfı olarak yapılması düşünülen anayasada şu temel konulara ağırlık verilmesi gerektiğine inanıyoruz:

  • 1) Anayasa değişikliklerinde devlet, birey, toplum ile güvenlik ve hürriyetler arasındaki anlamlı denge korunmalı, ülkenin millî birlik ve bütünlüğü tartışmaya açılmamalıdır.

  • 2) Anayasa yapımında temel amaç, meşru usuller kullanarak temel hak ve özgürlükleri garanti altına almak ve iktidar erkini kullananların keyfî tasarruflarını engellemek olmalıdır.



  • 3) Anayasa yapım sürecinde mümkün olduğunca geniş bir katılım sağlanmalıdır.

  • Bu konuda sivil toplum kuruluşlarının dinleniyor olmasını gerçekten ileriye yönelik ciddi, iyi niyetli bir adım olarak görüyoruz.

  • 4) Yapılacak anayasa kısa, açık, anlaşılır ve net hükümler içermelidir.

  • 5) Yapılacak anayasada, cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi ile taşınan değerlerin koruma altına alındığı mevcut Anayasa’daki "ilk 3 maddesi" ve bu maddeleri koruma altına alan "4’üncü maddesi" asla ve asla anayasa tartışmalarının konusu yapılmamalıdır. Türk milletinin Anayasası’nın ruhunun yaşadığı bu maddeler aynen muhafaza edilmelidir.

  • Bilindiği gibi, cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi, Türk milletinin yaşama ve yaşatma istek, arzu ve iradesinden doğan, kökleri binlerce yıllık Türk tarihinin derinliklerine kadar uzanan, milletimizin köklü kültür ve inanç değerlerinden güç alan, kurduğumuz devletlere ve imparatorluklara yön veren, yol gösteren Türk milliyetçiliğidir. Yapılmak istenen anayasanın da kılavuzu yine bu temel felsefe olmalıdır. Millî iradeye saygının ve demokrasiye bağlılığın bunu gerektirdiğine inanıyoruz.

  • Bu çerçevede, biz, anayasa yapılırken mademki, bizim ciddi bir tarihî birikimimiz ve köklü bir bağlantımız var devlet olarak binlerce yıllık geçmişimiz içerisinde, en azından Türk devlet felsefesini, Türk toplum yapısının özünü ve bizim gerçekten hem inanç yönünden hem devlet yapılanması yönünden temel ideolojimizi, belki de felsefemizi ifade eden Bilge Kağan’ın söylemini, söylevlerini de kaynak olarak almamız, en azından tarihe olan saygımız olabileceği gibi, birikimlerimizi de değerlendirmek anlamında iyi bir bakış açısı olacağına inanıyoruz çünkü o metinde, dikkatlice baktığımızda, bir toplumun öz değerleri ifade ediliyor, geleceğe olan tam inanç ifade ediliyor ve aynı zamanda, devlete çok önemli sosyal görevler de yükleniyor. Aç milleti doyurmak, çıplak milleti giydirmek, az milleti çok etmek ve kültüre yabancı, musallat olan düşüncelere, fikirlere, bakış açılarına karşı halka dayalı bir millî refleks geliştirmenin ne kadar önemli olduğu ciddi bir şekilde bizlere hatırlatılmak için taşlara kazılmış ve bugün orada bulunuyor.

  • Öbür taraftan da bizim yine çok önemli devlet felsefemizin yansıtıldığı “Kutlu bilgi” anlamına gelen, bildiğiniz “Kutadgu Bilig” adlı eserden de faydalanılması gerektiği kanasındayız. Tabii ki, bu tarafa doğru geldiğimizde de çok yoğun ciddi kaynaklarımız var, zaten ilgili birimler oraları çok daha iyi biliyorlar.





  • 6) Mevcut Anayasa’da temel hak ve hürriyetler konusunda özellikle 2001 yılında ve 2004 yılında yapılan Anayasa değişiklikleriyle önemli ve olumlu düzenlemeler yapılmıştır. Bu değişiklikler aynen muhafaza edilmelidir.

  • 7) Yapılacak anayasada uluslararası sözleşmeler ile ilgili mutlaka bir ön denetim sistemi getirilmeli ve bu denetim görevi Anayasa Mahkemesine verilmelidir.

  • 8) Temel hak ve hürriyetlerle ilgili yapılacak düzenlemede çok kültürlülüğü çağrıştıran temalara ve "grup hakları" gibi tanımı ve hukuki niteliği belli olmayan ayrıca siyasi açıdan kötüye kullanılmaya müsait ifadelere yer verilmemelidir. Bilinmelidir ki, çok kültürlülük çok seslilik demek değildir, çok kültürlülük küresel emperyalizmin ideolojisidir ve millî kimliğe, millî devlete ve millî egemenliğe karşıdır.

  • 9) Vatandaşlık tanımı ile ilgili 1982 Anayasası'nın 66’ncı maddesindeki mevcut düzenleme aynen muhafaza edilmelidir. Asla unutulmamalıdır ki, bu vatan Türk vatanıdır, üzerinde yaşayan millet de tarihin en eski, en köklü milleti olan Türk milletidir. Türk milleti devletiyle vatanıyla hür ve bağımsız olarak kıyamete kadar yaşatılmalıdır. Yapılacak anayasa bu millî hedefle her anlamda uyumlu olmalıdır.

  • 10) Bilindiği gibi, Türk milleti, diğer inançlara da saygı gösterilmesini esas alan, insan sevgisi odaklı evrensel bir hoşgörü kültürünün mirasçısıdır. Laiklik ilkesi özgürlük boyutu ile ele alınmalı, din ve devlet işlerinin ayrılığının yanı sıra, din hürriyeti boyutu da Anayasa ile korunmalıdır.

  • 11) Din kültürü ve eğitimi konusunda mevcut Anayasa'daki düzenleme aynen korunmalı, orta öğretimde Kur'an-ı Kerim seçmeli ders olmalıdır.

  • 12) Yapılacak anayasada devletin Türkçeden başka bir dilde eğitim ve öğretim yapmasının önü açılmamalı, ancak vatandaşlarına yabancı dil öğretmenin bütün yollarını açmalıdır.

  • 13) Yapılacak anayasada grev hakkının, kamu-özel ayrımı yapmaksızın tüm çalışanlara (hâkim ve savcılar, kolluk kuvveti ile silahlı kuvvetler mensupları hariç), örgütlenme hakkı çerçevesinde eşit olarak tanınmalıdır.

  • 14) Yapılacak anayasada devlet organları birbirini dengeleyecek şekilde güçler ayrımı temelinde birbirinin alanına karışmamalıdır.

  • 15) Yapılacak anayasada yargı bağımsızlığı güvence altına alınmalıdır.

  • 16) Yapılacak anayasada Siyasi Partiler Yasası ve Seçim Yasası AB standartlarına uygun hâle getirilmelidir.

  • Bu noktada bir ufak parantez açmak istiyoruz: Ülkemiz Avrupa Birliğine müracaatından itibaren, oraya henüz giriş yapamasa da ama bu ülkenin çağdaş bir yapıya kavuşması noktasında kendi irademizle, maalesef, yapamadığımız bazı şeyleri orayı referans alarak “Oraya giriş şartlarının kriteridir.” diyerek birtakım güzel kanunlar, gelişmeler o anlamda yapıldı fakat bir şey dikkatimizi vatandaş olarak hep çekti, o da şu: Sokağımızdaki kaldırım taşının santimini, yüksekliğini bile bizden Avrupa Birliği kriteri çerçevesi içerisinde isteyen Avrupa Birliği neden bir defa olsun bu Siyasi Partiler Kanunu’nuzu ve Seçim Kanunu’nuzu AB standartlarında çıkarın diye bir istekte bulunmadı? Bunu anlayamadık.

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Bulundular, AB ilerleme raporlarında hepsi de var.

  • KATÜ MEZUNLARI DAYANIŞMA VAKFI GENEL SEKRETERİ KAZIM ÜTÜK – Veya bulundularsa niye yerine getirilemedi? Onu anlayamadık.

  • Öyle bir sorun var. Bu da tabii, hepimiz içinde yaşıyoruz.

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Bütün ilerleme raporlarında var.

  • RIZA TÜRMEN (İzmir) – Seçim barajı hepsinde var.

  • KATÜ MEZUNLARI DAYANIŞMA VAKFI GENEL SEKRETERİ KAZIM ÜTÜK – Sadece baraj değil, parti içi demokrasi, seçimlerin daha demokratik yapılması gibi konularda. İnşallah, bu yeni yapılacak olan anayasada bunlar Avrupa Birliği istiyor diye değil de bu milletin ihtiyacı var diye yapılır.

  • 17) Yapılacak anayasa, federasyona ve başkanlık sistemine kapalı olmalıdır.

  • 18) Yapılacak anayasa, Türk milletinin bir an önce çağlar üzerinden sıçrayarak sağlıklı bir bilgi toplumu hâline ulaşmasının yasal yollarını açmalıdır.

  • Bilindiği gibi, içinde yaşadığımız 21’inci yüzyıl “Bilgi çağı” olarak da adlandırılmaktadır. Milletler mücadelesi bu çağda da bilgi gücüne dayalı olarak her alanda acımasızca sürdürülmektedir.

  • Bu çağda nitelik ve nicelik olarak yeteri kadar bilimsel bilgi üretemeyen, mevcut bilgileri en verimli ve en hızlı bir şekilde ekonomiye, siyasete, kültüre, kısacası hayatın her alanına aktaramayan ülkeler için bu çağ oldukça zor geçecektir. Bu sarsıcı durum doğrudan doğruya insan gerçeğini ve insan potansiyelini, dolayısıyla insanın -beyninin ve gönlünün- eğitimini çok önemli hâle getirmiştir.

  • Diğer taraftan, sanayinin diğer ana gücü olan sermaye, gittikçe hızlanan rekabet şartlarında ayakta kalabilmek için yeni teknolojilere ihtiyaç duymaktadır. Bilgi çağının gelişmiş ülkeleri, bilgi ile sermayeyi en verimli şekilde bir araya getirebilen ülkeler arasından çıkmaktadır.

  • Yapılacak anayasa, sanayi, üniversite, devlet üçgeninin oluşturulmasının, sermaye ve bilginin verimli bir şekilde bir araya getirildiği bilgi kentlerinin kurulmasının yollarını açmalıdır.

  • Bizim Karadeniz Teknik Üniversitesi Mezunları Vakfı olarak, bilgi kentleriyle ilgili ve bilgi toplumu konusunda geçmişte birtakım çalışmaları oldu, yayınları oldu, yayın organlarında da bunu yayınladık ve özellikle 1995’li yıllarda “Bilgi kentleri” diye ismini de bizim koyduğumuz bir proje oluşturmaya çalıştık. En azından, bu dikkat çeker, bunun çerçevesinde bir şeyler gelişebilir dedik. Gerçi, bu konu yeni bir buluş değil, yeni bir konu değil. Gelişmiş ülkeler bunu teknokent şeklinde filan geçmişte hep uygulamışlar zaten ama bizim önerdiğimiz bilgi kentinin bir farklı yönü var. Teknokentler ve diğer buna bağlı unsurlar, bizim bahsetmiş olduğumuz bilgi kentinin mahalleleri gibi düşünülebilir. Bütün bunları içerisine kapsayan, insanların yerleşim amacıyla orada bulunmadıkları, yerleşimde bulundukları yerle oranın arasında hızlı bir şekilde iletişim ve ulaşımla gidip geldikleri ama esas ana noktada devletin altyapı ve yönlendiriciliğinde yardımcı olan fakat rekabet için yeni teknoloji isteyen sermayeye ve sanayiye hazır bilgi üreten ve o bilgiyi esasında ekonomiye dönüştürmek için fırsat arayan üniversiteyi bir araya getirmeyi amaçlıyoruz. Bu çerçevede son dönemlerde umut verici gelişmeler olmuştur. Bunu da takdirle karşılıyoruz.

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Teknokentler bu amaca yönelik zaten.

  • KATÜ MEZUNLARI DAYANIŞMA VAKFI GENEL SEKRETERİ KAZIM ÜTÜK – Evet, evet.

  • İşte bilgi kenti biraz daha büyük, kapsamlı bir şekilde düşündüğümüz bir şey, hepsini içerisine alan. Mesela yazılım mahalleleri olan içinde bilgisayar sektörü açısından. Böyle geniş çaplı düşündüğümüz, önerdiğimiz bir şey. Burada ekte de kısa özet hâlinde detaylarını veriyoruz, Ek-1’de bu kitapçıkta.

  • 19) Yapılacak anayasada YÖK, bilgi çağının gereklerine uygun bir öze ve biçime kavuşturulmalıdır.

  • Üniversitelerdeki rektörlük makamı genel koordinasyon ve genel temsil göreviyle sınırlı hâle getirilmeli, rektörlük seçiminde YÖK ve Cumhurbaşkanı devreden çıkarılmalı, rektörler doğrudan üniversite öğretim üyeleri tarafından seçilmelidir.

  • Üniversitelerde mali, idari, bilimsel yetki bölüm başkanlıklarına verilmeli, bölüm başkanlığına da bilimsel çalışma derecesi en yüksek olan öğretim üyesi atanmalıdır diyoruz.

  • Bu üniversitelerde rektörlük seçimlerinin özellikle üniversite camiasında ciddi bir sosyal parçalanmaya, insanların birbirleriyle olan dostluklarını âdeta bitirmeye yönelik ama bu arada da üniversitenin genel çalışmasını da olumsuz yönde etkileyen ama bunun yanında artıları da tabii ki mevcut olan fakat eksilerin daha fazla olduğuna inandığımız şu anki yapısı gerçekten üniversitelerde bir sorun olarak görülüyor ve yaşanıyor.

  • Bizim bunun yerine bir önerimiz var yani bu öneride…

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Ek-3’te…

  • KATÜ MEZUNLARI DAYANIŞMA VAKFI GENEL SEKRETERİ KAZIM ÜTÜK – Ek-3’te bulunuyor da…

  • Rektörlük makamının bu derece cazip olması, onun üniversitenin her şeyini kontrol etmesinden kaynaklanıyor yani âdeta şöyle bir şey var: “Madem ben Cumhurbaşkanı olamadım, buranın cumhurbaşkanı olayım, devlet başkanı olayım.” gibi bir psikoloji de veriyor bu makam ama bunun yerine eğer sadece genel koordinasyonu sağlayan ve temsilî ifade eden bir yük yüklenirse, misyon yüklenirse bu kadar cazip bir merkez olacağını zannetmiyoruz. Belki birçok yetkili kişiyi onore etmek için, üniversite içerisindeki yaşlı, özellikle emeği geçmiş insanları, onları belki öne itecektir diğer öğretim üyeleri ama bu arada, Amerika Birleşik Devletleri üniversitelerinde genelde uygulanan bir sisteminin bir şeyini burada önerdik. O da şu: Bütün mali, idari ve bilimsel yetki -bütün yükü çeken, esasında şu anda da çeken- bölüm başkanlıklarına verilirse -bir üniversitede 50-60 tane de belki bölüm başkanlığı var- hem bu geniş anlamda kendi alanlarına dağılmış olacak hem de buraya başkan olarak seçilecek olan kişinin de seçimle gelmesi gerekmiyor, bilimsel çalışma standardı en yüksek olan öğretim üyesi oraya işte şusuna busuna bakılmadan tayin ediliyor, o da görevini yapıyor. Böyle bir önerimiz var.

  • 20) Bilindiği gibi, içinde yaşadığımız bilgi çağında temsilî demokrasi yerini katılımcı, çoğulcu, doğrudan demokrasiye bırakmaktadır. Bir sivil toplum kuruluşu olarak bizim, bugün, burada, yüce Meclisin çatısı altında görüş bildiriyor olmamız bunun en canlı örneğidir.

  • Katılımcılık ve çoğulculuk geleneksel aile yapımızı bile ciddi biçimde etkilerken ne yazık ki bugünün Türkiyesi'nde genelde meslek odalarına ve özellikle mühendis ve mimar odalarına hiç uğramamaktadır. Bu odaların yönetimleri 1940'lı yılların şartlarında hazırlanmış kanun ve yönetmeliklere göre yapılan seçimlerle belirlenmektedir. Oda yönetiminin tamamı seçimlerde 1 oy fazla alan grup tarafından belirlenmekte, diğer gruplar odadan tamamen dışlanmaktadır. Bunun sonucu olarak seçimlere katılım oranı düşmekte, odalar ideolojik mücadelelerin kaleleri hâline gelmekte, mesleki konular ve sorunlar odaların gündeminin en alt sırasına düşmekte, bunun doğal sonucu olarak da odaların, dolayısıyla mühendislerin ve mimarların, genel ve yerel yönetimlerin, dolayısıyla toplumun nezdinde değer ve itibarları sürekli erozyona uğramaktadır.

  • Çoğulcu ve katılımcı bir anlayışla yapılmaya başlanan anayasanın, meslek odalarına da çoğulculuğun ve katılımcılığın kapılarını açmasını istiyoruz.

  • Şimdi, bu 20’nci madde olarak söylemiş olduğumuz konu, gerçekten mühendis odalarının içinde bulunmuş olduğu çok ciddi seviyede çıkmazı yüksek sesle de olsa burada ifade etmemize sebep oluyor çünkü şöyle bir şey var. Ben elektrik elektronik yüksek mühendisiyim, odaya kaydım var ama reel olarak şu yaşanıyor: İki grup giriyorsa -ki genelde öyle oluyor- seçimlere, 1 tane fazla oy alan, yönetimi tepeden tırnağa devralıyor. İnanın şuna, diğer gruplar, hiç kimse odaya uğramıyor. Hani bir kale düşünün, düşmana kaptırılmış ve düşman da gelmiş oturmuş, kaybedenler de bir daha oraya uğrayamıyor. Ta ki ikinci bir hücum borusu çalacak da, orayı fethedecek de ondan sonra o gelip oturacak. Eğer oturursa öbür taraf da bir dahaki seçime kadar oraya uğramayacak.

  • Şimdi, düşünebiliyor musunuz böyle bir anlayış, 1940’lı yıllarda çıkarılan bir kanun veya yönetmelikle bu seçim sistemi belirlenmiş. 1940’lı yıllarda, benim yaptığım araştırmada, Ankara ve civarında yani taş çatlasa 25-30 tane elektrik mühendisi var, belki o kadar da yok. Şimdi, bunlar oda kuracaklar. E, tabii ki bunların seçimlerinde 1 oy fazla alanın başkan olması, filan olması mantıklı bir şey ama bugün 20 binden fazla elektrik mühendisi bu odaya kayıtlı ama seçim sistemi aynı şekilde yapılıyor.

  • Sonuçta, karşılıklı gruplar eğer biri diğerini tam izole etmediyse rövanş şeklinde seçime katılıyorlar ama büyük çoğunluğu oluşturan mühendis kesimi “Ya, bunlara çatacağıma, rahatsız olacağıma, ben gidip bir de oy kullanacağım, masraf edeceğim, bir daha ben oda seçimlerine uğramayayım.” diyerek katılım yüzde 10’lara, 15’lere filan düşüyor. Tabii bu neyi getiriyor? O oda yönetimini ele geçiren zihniyetin hiçbir eleştiri filan olmadığından, alternatif düşünceler olmadığından canının istediği gibi bir faaliyet göstermesini oluşturuyor ve dergilerine bakın bu odaların -ben bunu işte A rengi, B rengi, C rengi olarak söylemiyorum, kim eline geçirirse- dergilerine bakarsanız, bir meslek dergisi olmasına rağmen, içinde 10 sayfası vardır meslekle ilgili bir yazı, diğer kalanı işte ideolojik mücadelede öldürülen, ölen, şunlar bunlar, falanlar filanlar, verilecek olan sınıfsal mücadele veya bilmem ne mücadele çerçevesinde bir örgüt yayını hâlinde devam ediyor. Göstermelik olarak arada sırada bir protesto gösterisi filan yapılır belli günlerde, pankartlar açılır veyahut da bir iki tane de konferans düzenlenerek mesele tatlıya bağlanır. Ama bu neyi getiriyor? Bu şunu getiriyor: Bir yerde diyelim ki devlet veyahut da yerel yönetim bir köprü yapsa veyahut da bir alt geçit yapsa o gerçekten mühendislik olarak ve halka hizmet noktasından sorunlu olsa, bir mühendis odası da, ilgili mühendis odası da bunu tespit etmiş olsa, raporlarıyla ortaya koysa ve kamuoyuna açıklasa, hepimiz içinde yaşıyoruz, zerre kadar itibara alınmıyor bu raporlar, bu değerlendirmeler, bu teknik uyarıların hiçbiri dikkate alınmıyor. Çünkü yerel yönetim de bunu iyi kullanıyor, diyor ki: “Yahu, bunlar zaten köprünün satışına bile karşıydı, bunlar şuna da karşıydı, buna da karşıydı, bu zihniyetten bir hayır gelmez, bir hizmet yapıyoruz, bunu da kapatıyor.” Hâlbuki eğer katılımcı bir oda seçimi olsa muhalefetiyle, şusuyla busuyla, evet, siyasette konuşulur ama bir müddet sonra insanlar sıkılır, yahu şu proje de vardı, bu proje de vardı deyip mühendisliğin gereği yapılır. Böyle hazırlanan bir rapor da yerel yönetimler tarafından, genel yönetimler tarafından da dikkate alınır. O zaman belki o alt geçidi su basıp da içinde insanlar ölmeyebilir veyahut da işte bir tarafta bütün tedbirlere rağmen trafik kazası olmayıp birilerinin hayatı kurtulabilir.

  • İşin ilginç tarafı, bir şeyi daha söylemek istemiyorum, burada mademki böyle bir imkânımız oldu, Balgat’ta Cevizlidere Caddesi var biliyorsunuz, Türkocağı Caddesi’nin ilerisinden itibaren yukarıya doğru çıkıyor. Oraya karşılıklı, işte gidiş-gelişli bir cadde yapıldı, güzel de bir cadde oldu. Yalnız bu caddenin ilginç bir yönü var, giriş kısmında dört şerit, iki gidiş-iki geliş olmak üzere devam ediyor, belli bir metreye geldiği zaman tek şeride düşüyor, ondan sonra tekrar yine çift şerit olarak devam ediyor. Tek şeride düşen yerde bir devlet kuruluşumuzun duvarı var, fi tarihinde yapılmış. Oradan kendi çalışanları da dâhil karanlıkta göremeyip arabasıyla takla atmasına rağmen, kaç defa bizim söylememize rağmen biz bu duvarı yıkamayız, bundan sorumlu şunlardır bunlardır denip oraya gittiğimizde orada da bir cevap alamadık.

  • Şimdi, bir mühendis odasının önemi tabii ki her alanda ciddi bir şekilde ortada. Mademki bilgi çağında yaşıyoruz, bilgi çağının da ana çekirdeğini üniversitedeki bilim adamları oluşturuyor ama mühendisler de bu çekirdeğin hemen birinci yörüngesinde bulunan çok önemli vazgeçilmez eğitilmiş insanlar. Bunlar, şu an ciddi bir şekilde böyle bir itibarsızlık çukuru içerisinde debeleniyor. Buna bir çıkış yolu olması hasebiyle de bizim ekte sunmuş olduğumuz “Türkiye mühendis meclisi kurulmalıdır.” diye ifade ettiğimiz bir önerimiz geçmişten bu tarafa var. Onu da ek olarak sunduk.

  • Bizleri Türk milletinin kutsal iradesinin tecelli ettiği Türkiye Büyük Millet Meclisine davet ederek görüş ve önerilerimizi dinleyen siz değerli vekillerimize ve saygıdeğer görevlilere KTÜ Mezunları Dayanışma Vakfı olarak saygı ve şükranlarımızı sunuyor, çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.

  • Allah, milletimize, devletimize zeval vermesin.

  • Teşekkür ederiz.

  • Saygılar sunuyoruz.

  • ALTAN TAN (Diyarbakır) – Çok teşekkür ederiz.

  • Arkadaşlarımızın soracakları sorular…

  • RIZA TÜRMEN (İzmir) – Tek söyleyeceğim şey, çok teşekkür ediyorum verdiğiniz bilgiler için.

  • ALTAN TAN (Diyarbakır) – Mehmet Ali Bey…

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Evet, ben de teşekkür ederim. Kazım Bey hayatta yaşadığı bazı tecrübelerle de süsleyerek güzel bir sunum yaptı. Tabii, biz Komisyon olarak, mayıs ayı içerisinde çalışmalarımıza başladığımızda sizin bu değerlendirmelerinizi de göz önünde bulundurarak inşallah milletimiz için, işte Türkiye için nasıl bir anayasa gerekiyorsa onu yapmaya gayret edeceğiz.

  • Odalar için önerdiklerinizi Türkiye için de eğer nazarıitibara alabilirsek sorunları büyük ölçüde çözebileceğimizi düşünüyorum.

  • Peki, çok teşekkür ederiz.

  • KATÜ MEZUNLARI DAYANIŞMA VAKFI GENEL BAŞKANI KÖKSAL KOÇER - Ben, o konuya sadece şöyle çarpıcı olması anlamıyla bir şey ifade etmek istiyorum.

  • Şimdi, hepimizin bildiği gibi, insan evladı ana rahmine düşüyor ve ana rahminde büyüyor yani insanlık hayatına atılacağı dönem ama en önemli sürecini ana rahminde yaşıyor, bir çevrede yaşıyor. Annesinin, kendisinin, ailesinin beslenmesinin, hava şartlarının, iklim şartlarının etkisiyle içerideki yavru biçim ve şekil alıyor. Dünyaya geldiğinde yani bir arıza olmadıysa çevresinde sağlıklı bir nesil olarak dünyaya geliyor.

  • Şimdi, olaya mühendislik boyutunda baktığımız zaman da bizim yaşadığımız çevrenin yani evlerin, yolların, parkların, bahçelerin, her tür ulaşımın, hakeza genel anlamda dünyanın, bu da insan neslinin sosyal hayata intikali ve insanlığa yapacağı katkılarda yetiştiği fikirlerinin, düşüncelerinin olgunlaştığı, aklının olgunlaştığı ve dinen de akıl iradesinin geliştiği ve sorunlu olduğu bir neslin yetişmesine sebep oluyor. Ancak şu anda bizim sosyal çevremize baktığınızda, şehirlerimize baktığınızda, beni bağışlayın, bir çocuk, sadece şu anda okula gidiyor, okuldan geldiği zaman evine kapanıyor. Mahallesinde oynayacağı ne yeşil alanı ne insanlarla, arkadaşlarıyla bir grup, birliktelik oluşturup fikirlerini tartışacağı, kavga edeceği, insan grubuna önderlik yapacağı yani insan oralarda gelişip biçimleniyor. Ancak biz ne yapıyoruz, yaptığımız sosyal çevreyle ilgili olarak? Çocuk okuldan gelir, evine kapanır, aşağı inemez, hep yol ve araba parkıdır, vızır vızır arabalar gider, bir tane bahçe yoktur. Ne yapacaktır? 1) Bilgisayar, malum. 2) Televizyon.

  • Şimdi, şu anda, ben ülkemiz için söylüyorum, insanlarımızı bilgisayar ve televizyon biçimlendiriyor.

  • MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Bağımlısı olmaktan nasıl kurtaracağız?

  • KATÜ MEZUNLARI DAYANIŞMA VAKFI GENEL BAŞKANI KÖKSAL KOÇER- O biçimlendiriyor yani birey kendisini geliştiremiyor. Bunlarda dünyaya her şey açık olduğu için kirli bilgisi de var, temiz bilgisi de var. Sizin oraları da kontrol etme şansınız bir yere kadar. Onun için, işte mühendislik meclisi, mühendislik, belediyecilik, her şeyi ben bilirim, ben yaparım meselesiyle ilgili değil bu. Bunun ruhunu anayasada Meclisteki siz sayın vekillerimiz dikkate alarak, bizim için aslolan insandır. Biz insanımızı yetiştirmediğimiz sürece yani her şeyi söyleyebilirsiniz.

  • Biz, Kazım Bey’in de sunuş metninde de söylediğimiz gibi, bu milleti ve bu devleti kıyamete kadar hür ve bağımsız, insan haysiyet ve şerefini onurlu bir şekilde yaşatmak için önce sosyal çevresini kurmamız lazım. Burada tabii ki sosyal adamların, din sosyologlarının, bilim adamlarının ama mühendisliğin de çok büyük etkisi var. O yüzden, mühendisliğin buna katkısının sağlanması lazım.

  • Şu anda, siyasi partiler-beni bağışlayın, bir şey kastetmiyorum- odaları aman bizim işimize karışmasın, aidatlarını alsınlar, ihalelere de zaten girmeniz için oda aidatını yatırmak zorundasınız, binlerce mühendisten aidatını alsın bu odalar, bizle uğraşmasın, önümüze engel çıkartmasın, Kazım Bey’in anlattığı alanlarda uğraşsınlar. Değil, değil, onunla uğraşanlar onunla uğraşsınlar ama mühendislik alanında bu konuların buralardan geçerek bir bağlantısının olduğunun dikkate alınmasını, yasalarda, kanunlarda özellikle, anayasada bunu zikredemeyebiliriz ama bu anayasanın içerisinden bağlı olarak çıkacak kanunlarda bunun düzenlenmesi yolunda bu Meclisin bir görev yüklenmesini istiyoruz.

  • ALTAN TAN (Diyarbakır) – Oktay Bey, buyurun.

  • OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Efendim, çok teşekkür ediyoruz.

  • Tabii, Köksal Bey’i dinleyince biz meseleyi ana rahminde kaybetmişiz. Yani şu çevreye baktığımız vakit, sonra biraz önce çok önemli bir noktaya işaret ettiniz, yüzde 10’luk bir çoğunlukla aldığımız oda meclisinin yönetimindeyken işte seçim kanunlarının veya Siyasi Partiler Yasası’nın değişmesini istemek ne kadar gerçekçidir, ne kadar haklı kılar sözün sahibini ama yine de diyoruz ki bir yerden başladık. Bizi sevindiren tarafı, yüz otuz beş yıl aradan sonra en azından konuşarak, birbirimizi anlamaya çalışarak, herkesi haberdar ederek bir anayasa yapmaya çalışıyoruz. Bu bile geçmişe baktığımız vakit akla getirmediğimiz, zaman zaman zorlamalarla üzerinde durmadığımız birtakım düşünce veya bir adım diyelim yani ilk bir adım. İnşallah buradan hayırlı bir sonuç çıkacak.

  • Ana rahminde kaybettiklerimizi hayata atıldıktan sonra kazandıklarımızla yerine getirmeye çalışacağız. Bu uğurda sizlerin ve diğer toplum katmanlarının tabii büyük katkılarını görüyoruz, yardımlarını görüyoruz. Sonuçta da bir ortak akılla, evet yani bu milletin dünden bugüne geldiği gibi yarınlara da aynı şekilde daha şahsiyetli, kişilikli bir şekilde birlik ve beraberliğini muhafaza ederek gitmesi hepimizin gayretidir.

  • Çok teşekkür ediyoruz efendim, sağ olun.

  • KATÜ MEZUNLARI DAYANIŞMA VAKFI GENEL BAŞKANI KÖKSAL KOÇER- Biz teşekkür ederiz, sağ olun.

  • ALTAN TAN (Diyarbakır) – Teşekkür ederiz efendim.



  • Kapanma Saati: 15.22











  • Yüklə 4,73 Mb.

    Dostları ilə paylaş:
  • 1   ...   39   40   41   42   43   44   45   46   ...   72




    Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
    rəhbərliyinə müraciət

    gir | qeydiyyatdan keç
        Ana səhifə


    yükləyin