septe-, düzeltmek, yoluna koymak; eptep septep: türlü çareler ve usullerle hareket etmek, her türlü çarelere başvurarak; eptep septep ookat kılğan: zor geçiniyor.
septeş-, biri birine yardım etmek, ihtiyaç zamanında mevcudu aralarında paylaşmak.
serbey-, çok küçük veya, güç görünür olmak, zor gözükmek (herhangi bir küçücük nesne hakkında); tört çömölö çöp kepenin üstündö serbeyip turat: samanlığın üstünde dört tane kuru ot yığını sivrilip duruyor.
serbeyt-, et. serbey-‘ den.
serçi = sıykırçı.
serdımak = ser dımak (bk. ser II).
sere I, 1. çardak, üstü örtülü hangar, ahır çatısı; 2. kunut (keş) kurutmak için hasırdan saçak, küçük çardak.
sere II, araları bir parça açılmış olan dört parmağın genişliği (uzunluk ölçüsü).
sere III: tanğdınğ ere – seresinde: henüz şafak sökerken.
seregey, tek başına sivrilip duran.
serek: can serek: bayılma, baygınlık; kök serek: mec. bahçe bekliyen köpek; capan kök serek: mec. kurt (yırtıcı hayvan).
serele-, araları hafifçe açılmış olan dört parmakla ölçmek (karş. sere II).
serenğde-, 1. hareket etmek (küçücük şey hakkında: çocuk, tavşan gibi); 2. sivrilip durmak (herhangi bir küçük nesne hakkında).
serenğdet-, et. serenğde-‘ den; kulakçındın eki kulağın serenğdetip koyo ciberip: kulakıl kalpağın iki kulağını boş bırakarak.
sergi-, 1. havalanmak, tazelenmek, (güneşte, havada) kurumak et veya balık hakk.); kir sergisin-: bırak çamaşır bir parça havalansın ve kurusun; kün sergidi: hava bir parça açıldı; köönüm sergidi: bir parça rahat ettim; kendimi iyi hissediyorum. 2. bir şeyin içinden düşmek; kurtulmak.
sergigensi-, hafifçe havalanmak, bir parça kurumak.
sergit-, dinlendirmek, tazelendirmek, rahatlandırmak; at sergitip al-: atları bir parça dinlendirmek.
sergüü, işs. sergi-‘ den.
serik = tsirk.
serin, birin sözünün tekidir.
serinde-, birinde sözünün tekidir.
seriya, r. seri.
serke, 1. iki yaşına basan teke; 2. mec. kösemen.
serkülör, kon. =tsirkulyar.
serme-, sallamak, kapmak maksadiyle eli şiddetle uzatmak; kanat serme-: kanat çırpmak; kol serme-: 1) kasdetmek, tasaddi eylemek; 2) zaptetmeye çalışmak; kalem serme- mec. yazmak.
sermel-, mut. serme-‘ den; bugünkü kün 16 ğa sermelding: bugün 16- ncı yaşına bastın; abanı karay sermeldi: o havalandı, yükseklere doğru uçtu; tanğ sermeldi: şafak söktü.
serp-, sallanmak, anî bir hareket yapmak, bir yana atmak (mes. av köpeği tilkiyi); (güreşte) öteki pehlivanı çelme atılmakla bir yana fırlatmak; serperimde balıktı, çayan kelip suğundu folk. (oltaya takılan) balığı çekip çıkarayım derken, yayın balığı yanaştı ve o balığı yutuverdi; murut serp-: bıyığı kırpmak; kaş serp-: (kırıtarak) kaş oynatmak.
serpil-, yeltenmek, silkinmek; tuman serpildi: sis dağıldı.
sestüü, tesir edici veya korkunç çehreli (insan hakkında).
seyil, f. 1. gezinti; 2. küçük çümbüş.
seyildik, 1. mesire, gezinti yeri; gezinti; 2. küçük çümbüş.
seyilke, r. tohum ekme makinesi.
seyindey, 1. zayıflamış, bitkin bir hale gelmiş; bezgek bolğon kişi seyindey bolot: sıtmadan ıstırap çeken adam bitkin oluyor; 2. kara kuru, kuru adam, incelmiş (mes. at); atın seyindey kılıp caratıp alğan: atını iyi idman ettirdi.
seyit, a.srk. peygamber Muhammedin zürriyetinden olan kimse.
seyrek.1. tek tük; nadir tesadüf edilen; 2. seyrek (sık değil); seyrek cal: seyrek yele.
seyrektel-, seyrekleşmek, seyrek ve nadir tesadüf edilir olmak.
sez- III, sezmek, duymak, farkına varmak, önceden hissetmek.
sezden-, hiddetlenmek.
sezdir, hissettirmek, sezdirmek.
sezdirüü, işs. sezdir-‘ den.
sezgen-, iltihap yapmak; aldınan sezgenen kişi: belsoğukluğu veya diğer bir zührevî hastalıkla musap olan adam; kabırğadan sezgen-: zaturriye ile hastalanmak.
shemalık, tasak kabilinden; shemalık karta: taslak kabilinden olan harita.
sıda, mızrağın günderi.
sıdır-, kazımak.
sıdıra: sıdıra basık: emin ve sert adım.
sıdırğı, deriyi sırım veya kayış şeklinde kesmek için kullanılan bir aygıt (7-9 santim uzunluğunda ve bir tarafında hafifçe oyuğu bulunan bir tahtadan ibarettir).
sıdırım, hafif ve serin yel, esin, sabah esini, lâtif rüzgâr, nesim; sıdırım suuk: hafif rüzgârlı soğuk; tündün sıdırım suuk celi: gecenin serin yeli.
sıdırımda-, hafif surette esmek (rüzgâr hakkında); soğuk yapmak, hafifçe ayaz olmak.
sığan, r. çingene, kıptı.
sığıl-, sıkılmak, kısılmak, ezilmek.
sık-, sıkmak; kir sık-: çamaşırı sıkmak; bit sık-: bitleri ezmek.
sıkım, cimri, hasis.
sıkma, sıkmaktan hasıl olan şey, sıkma maylar: tüplerdeki kosmetik yağlar.
sın I, 1. imtihan, uzmanlar vasıtasiyle yapılan muayene (expertise); tenkit; sın cana öz özün sınoo: tenkit ve kendine tenkit (autocritique); sın tak-: tenkit etmek; sın cukpayt yahut sın tayğılat yahut sın takkıs yahut sın tağar ceri cok: tenkit edecek yeri yok, tenkide bir behana yok; her tenkitten üstün; 2. iç vasıf karakter, seciye; 3. sın atooç gram sıfat ismi, adjectif.
sın II: sınım tutaşıp turat: bütün vücudumda bir ağırlık hissediyorum; (ağrıdan) arkamı bile doğrultamıyorum; sın sööğü kalğan: yalnız kemiği kalmış, aşırı zayıflamış; kurumuş.
sın- III, 1. kırılmak; 2. iflâs etmek.
sına-, müşahede etmek, denemek, sınamak, tadını bakmak, tenkit etmek.
sınakı, denenmiş, tetkik edilmiş; sınakı at: vasıfları mâlum olan at.
sınal I = sın I, 1.
sınal- II, tecrübe edilmek, denenmek, sınalmak; sınalğan colbaşçılık: denenmiş rehberlik.
sınalış, kendi kendini tenkit.
sınaluu, işs. sınal- II’ den kendi kendini tenkit.
sınamal, denenmiş; özümö sınamal bolğon at: vasıfları ve tabiatı kendime belli olan at.
sınaş-, müş. sına-‘ dan.
sınaşuu, karşılıklı tenkit, karşılıklı deneme; öz ara sınaşuu: kendi kendilerini tenkit.
sınat-, et. sına-‘ dan.
sınç, iskelet, kafes (carcasse).
sınçı, 1. insanların savaşlık hassalarını, atların yürüklük sıfatlarını anlıyan uzman; caynap catkan san koldu, sınçılarğa sınatıp, çubatuuğa saldı emi folk: binlerce kişiden ibaret olan orduyu teftiş etti ve uzmanlara o ordunun savaşlık evsafını tayin ettirdi; kayrattuu cigit, külük at – munun kadırın biler sınçısı folk: cesur yiğit ve yürük atın evsafını sınçı bilir; 2. at tanıyan kimse; 3. tenkitçi; ehlihibre, esper; adabıyat sınçsı: edebiyat tenkitçisi.
sınçılık, sınçı (bk.) mesleği yahut vaziyeti.
sında- = sına-; calğanın çının sındaymın folk: yalanın, doğrulığun neresinde olduğunu meydana çıkaracağım.
sındal- = sınla- II.
sındaş-, evsafça denk olan.
sındat- = sınat-.
sındır-, 1. kırmak, yırtma; 2. iflâsa kadar götürmek.
sındırım: bir sındırım nan: bie dilim ekmek, bir parçacık pide.
sındırt-, et. sındır-‘ dan.
sınduu, 1. güzel, endamlı, iyi evsafa malik olan; sınduu cigit: yakışıklı delikanlı; 2. gibi, benziyen; çoyun sınduu: çöygen gibi ( dökme demir misilli).
sınğar, çiftin teki, yalnız, birlik (vâhit), egizdin sınğarı: ikiz çocukların biri; sınğar ötük: çizmenin teki; sınğar tizelep otur-: bir ayağını altına alarak oturmak (nitekim nişancı diz çökerek attığında böyle yapıyor); oşonun sınğarı: onun gibi.
sınık I, kırık, kırılmış.
sınık II, terbiyeli, nezaketli, nazik, mütevazi, kendi halinde olan; sınık cigit: nezaketli, terbiyeli delikanlı; sınık söz: nezaketle hitap.
sıp, sı hecesiyle başlıyan sözlere takviye için katılır: sıp – sınık: çok nezaketli, çok mütevazi, gayet terbiyeli.
sıpaa = sıpayı.
sıpakerlik = sıpayılık.
sıpat = sapat.
sıpatta-, 1. tasvir etmek, tavsif eylemek; 2. aşırı derecede övmek, göklere çıkarmak.
sıpayçılık = sıpayılık.
sıpayı, sıpaa f. nezaketli,zarif, nâzik, terbiyeli; <sen> degen sıpayığa ölüm ats. : nezaketli adama diye hitap etmek ölümdür; spayı söz: nezaketli söz; sıpayı tonğbos, kaltırar ats.: sıpayı üşümez ama titrer.
sıpayıker f.= sıpayı.
sıpayılık, nezaket, incelik, zerafet; terbiyelik.
sıpçı, (r. <şçiptsı>) kerpeten.
sıpılda- = zıpılda-.
sıpır, ıpır sözünün tekidir.
sıpıra, defa, sefer; bir sıpıra: bir defa, bir sefer; bir sıpırası: bir kısmı.
sıpıratır, kon. = separator.
sıpra = sıpıra.
sır I, boya, cilâ; sır sırda-: boyamak, boya sürmek.
sır, II, a. sır, mahrem; oo sırın coo bilet ats.: düşmanın sırrını düşman bilir; sır ber-: bir sırrı ifşa etmek, ağızdan kaçırmak; ak sır: mukaddes sır.
sıra, 1. herhangi bir zaman, genelce; sıra körgönünğ barbı? herhangi bir vakit gördün mü? 2. (menfi cümlede): büsbütün, tamamiyle katiyen; sıra oşonun işi onğbos: bunun işi hiçbir zaman, asla yoluna konmaz.
sırak: sırak – sırak et- = sırakta-.
sırakta-, çifte atmak, kıç atmak.
sıranğke = siranğke.
sırastı, bir efsanevî yılanın adıdır.
sıray-, kütleden ayrı bulunmak, tek başına kalmak.
sırçı, boyacı.
sırda-, boyamak, boya sürmek, cilâlamak.
sırdal-, boynmak; cilâlanmak.
sırdana, a – f. malûm, etraflıça tetkik edilmiş olan; sırdana at: bütün adetleri ve tabiatı gereği gibi bilinmiş ve tetkik edilmiş olan at.
sırdaş I, sırdaş, sır arkadaşı.
sırdaş- II, biri birine sırlarını söylemek.
sırdaştır-, et. sırdaş-‘ den.
sırdat-, et. sırda-‘ dan.
sırdığaç, sırdığaş, kaşı boyalı olan (eyer hakkında).
sırduu, 1. boyalı; cilâlı; 2. bir sırduu: ayrıca bir hususiyete malik olan.
sırga = sırğak; kulağına sırğa kılabız mec.: kendisini malûmattar ediyoruz, kulağında küpe. olsun (harfiyen: kulağına küpe takıyoruz).
sırğak, küpe.
sırgana-, kaymak.
sırğanakta- = sırğana-.
sırkoo, 1. hastalık; 2. hasta.
sırkoola-, hastalanmak.
sırkooluu, hastalıklı.
sırmak, önceden suda ıslatılmaksızın kabuğundan ayıklanmış olan darı.
sırt-, 1. dış taraf, dış görünüş; sırttan okutuu yahut sırttan okuu: muhabere ile tedris; sırttan kes-: gıyaben hükmetmek: sırttan kesil-: gıyaben mahkûm olmak; sırt sal-: hasmane ve beğenmiyerek muamele etmek, surat asmak, küsmek; sen mağa emne sırtınğdı salıp kalgansınğ?: sen bana neden küstün!; at kuyruğun sırtına salıp (yahut basıp) oynoktop ketti: at kuyruğunu dikerek ve kıç atarak gitti; 2. sırt (bıçağın, palanın); bıçaktın sırtı: üzerindeki düz ova, yayla.
sıyla-, hürmet ve takdir göstermek, ikram etmek, ağırlamak; seni emine menen sıyladı?: seni ne ile ağırladı.
sıylan-, mut. sıyla-‘ dan; orden menen sıylanğan: nişanla mükâfatlandırılmış.
sıylaş-, II müş. sıyla-‘ dan.
sıylat-, et. sıyla-‘ dan.
sıylığış-, biri birine sıkışmak, yaklaşmak; biri birine sıkışık oturmak.
sıylığışuu, işs. sıylığış-‘ tan.
sıylık I, ikramiye.
sıylı- II, yerinden oynamak, kımıldamak.
sıylıktır-, et. sıylık- II’ den.
sıyluu, muhterem, sayılan.
sıymık, 1. talih, muvaffakiyet; sınğanı cok düşmandan, sıymığı bar başımda folk.: düşmandan yenildiği yoktur, başında talihi vardır; sıymık kuşu başında folk.: başında devlet kuşu vardır, sıymık konğon kişi: cemiyette itibar sahibi olan kimse, cemiyette ileri mevkiî bulunan kimse; 2. mafharet; bizdin ölkönün sıymığı: memleketimizin mafhareti (kendisiyle iftihar edilen adamı).
sıymıktan-, iftihar etmek; biz süyünöbüz cana sıymıktanabız: biz seviniyoruz ve iftihar ediyoruz.
sıymıktı, iftiharı mucip olan.
sıynat = zıynat.
sıypa-, sıvazlamak, okşamak; upa sıypa-: pudra sürmek, ak düzgün sürmek.
sıypal-, kaybolmak, yok olmak, yerin dibine batmak, kökünden kaldırmak; körkünön sıypaldı: cemalinden mahrum oldu.
sıypala-, sıvazlamak, elle yoklamak, araştırmak, el yordamiyle harekette bulunmak; toppasanğ, sıypalap kal: farkına vardın, tam hedefe isabet ettin.
sıyra, defa, kere; bir sıyra: bir kere; eki sıyra kiyim: iki takım giyim; keseler törtünçü sıyrasın kıdırıp cetken sonğ: kâseler dördüncü defa dolaştıktan sonra.
sıyralat-: üç – tört sıyralatıp cutup: üç dört defa yutarak.
sız I, (sıhhî olmıyan) rutubet; sız cer: rutubetli yer; sızğa oturğuz mec.: kafese koymak, iğfal etmek, dolandırmak.
sız- II, 1. çizmek, çizgi geçirmek; sızıp uç-: süzülerek uçmak; asmanda corular sızıp kele catat: gökte akbaba kuşları süzülerek uçup geliyorlar; 2. dokumak (kordeleyi); sızmasız bk. sızma 2, 3. teraşşuh etmek, sızmak; may sızıp çıktı: (daracık delikten) yağ sızdı; atadan sızbay kalsamçı: folk. keşke doğmamış olsaydım!; 4. sıvışmak; sızsam dep turam: bir yolunu bulup sıvışmayı düşünüyorum; 5. keçeten bei daam (yahut tamak) sızğanım cok: dünden beri hiçbir şey yemedim; içimden sızdım: sabır edip kendimi tuttum.
sızda-, sızlamak (ağrımak); zonklamak; sızdap ıyla-: acı acı (fakat sesle değil) ağlamak.
sızdaş-, müş. sızda-‘ dan.
sızdat-, şiddetli ağrıyı mucib olmak.
sızdır-, 1. çizdirmek; 2. atıhızlıca koşturmak.
sızğıç, 1. çizmek için cetvel; 2. plânlar çizen, ressam.
sızğır, (yağı) eritmek, sızırmak.
sızğırıl-, mut. sızğır-‘ dan.
sızğırılt-, et. sızğırıl-‘ dan.
sızğırt-, et. sızğır-‘ dan.
sızğıruu, işs. sızğır-‘ dan.
sızık I, çizgi, hat; tüz sızık: düz çizgi; orolmo sızık: helezonî çizgi; çalır sızık: iğri çizgi; tolkuma sısız: dalgalı çizgi; çekit sızık: noktalarla yapılan çizgi; çırpına sızık: paralel çizgi; tik sızık. şakülî, çizgi; cantık sızık: eğik (maîl) çizgi; içine alınğan sızık: ihtiva edilen çizgi; içine aluuçu sızık: ihtiva eden çizgi; gorizont sızığı: ufkî çizgi (yatay).
sızık II, kıkırdak (kuyruk yağı eridikten sonra kalan).
sızıkça, çizgi, tire.
sızıl- I = sızda-; armandarı ar tamırda sızılğan: tâ ruhunun derinliklerine kadar küsmüştü (harfiyen; bütün daarlarında küsme sızıyı mucib olmuştu).
sızıl- II, 1. çizilmek (çizgi hakkında), bir hat gibi uzamak; 2. sızılıp uç-: kanatlarını gerip kımıldatmadan uçmak; 3. sızıla – sızıla karayt: ciddiyetle, vekarla (aynı zaanda güzel) bakıyor; 4. sızmak, akmak; biz atanın belinen sızılıp, ene kursağınan cay alğan kezibizde ele: bu, daha biz doğmamışken olmuştu (harfiyen; daha bir baba belinden akarak, ana karnında yer tuttuğumuz zaman).
sireş, katılaşmak, kısılmak; bütkön boyu sireşken: bütün vücudu büzülmüş.
sirk = tsrik.
sirke I, bit yumurtası, sirge; birin eki kılıp, bitin sirke kılıp ats. habbeyi kubbe ederek (harf.: biri iki yaparak, biti sirke yaparak); sirkedey da: sirge kadar bile, hiç; sirkedey da özgörgön cop: zerre kadar bile değişmemiş.
sirke II, sirke; sirkesi suu kötörböyt: şakayı kaldırmıyor, derhal alınıyor, (sirkesi su kaldırmıyor).
sirkekte-, kendini keyifsiz hissetmek (çocuk hakkında).
siydik-, sidik, idrar; kara ayğırdın siydiginen bolğon kulun: kara aygırdan doğan tay; siydiydir, catını başka: babları bir, anaları başka olan (çocuklar); aram siydik: piç; Azizkandın Almambet- aran siydik uulu eken folk. Almam- bet, Azizkanın gayri meşru oğlu imiş.
siydikteş, (karş. kindikteş) bir babadan, muhtelif annelerden olan çocuklar yahut yavrular.
sokku, defetme, darbe; tap duşmandarğa sokku berildi: sınfî düşmanlara darbe indirildi.
sokmo: sokmo col: toprak yol (taş v.s. döşenmemiş araba yolu) sokmo dubal: balçıktan örülmüş olan duvar.
sokmok I, patika, keçiyolu.
sokmok II, 1. darbe, vuruş; 2. ağırlık.
soko, pulluk, saban.
sokolo-, pullukla sürmek, yer sürmek; soko sokolop cürgön dıykan: çift sürmekle meşgul olan çiftci.
sokoo = soko.
sokoolo- = sokolo-.
soksoğoy, (bir kuru ot yığını şeklinde) kabarık saçlı olan.
soksokto-, seke seke koşmak; uylar kaçat soksoktop: folk. inekler sıçrıya sıçrıya koşuyorlar; ceti baştuu al kempir sokusuna minip, soksoktop: folk. yedi başlı öteki kocakarı havanına binmiş ve sıçrıyor.
soksonğdo-, kabarık, örperik olmak; bir kuru ot yığını gibi durmak (saçlar hakkında).
soksonğdoo, işs. soksonğdo-‘ dan.
soksonğdot-, kabartmak, örpertmek; bir kuru ot yığını gibi yükseltmek (saçları).
soksonğdotuu, kabartma, örpertmek; bir kuru ot yığını gibi yükseltme (saçları).
soksoy-, sivrilip durmak, öne doğru çıkık durmak; cılanbaş soksoyup olturat: açık başını öne doğru çıkararak oturuyor.
soksuy- = soksoy-.
soktuk-, takılmak (kusur aramak) takılgan olmak; bir şeye çarpmak, çatışmak; coldo coldoşuma soktuğa ötkün: geçerken arkadaşıma söyle bir uğra.
soktukkuç, takılgan, muzip.
soktuktur-, et. soktuk-‘ tan.
soku, havan; soku bilek = sokbilek; soku baltır: kalın baldır; soku kant: kelle şeker.
sokula-, havanda dövmek.
sokulat-, havanda dövdürmek.
sokulatuu, işs. sokulat-‘ tan.
sokuloo, havanda dövme.
sokur, kör; sokur tıyın bk. tıyın II; sokurğa tayak karmatkanday boldu: (bu), köre değenek tutturulmuş gibi oldu (yani bu artık işe vuzuh, katiyet ve emniyet verdi; sokur sezim bk. sezim.
sokuray-, kör olmak; kör gibi gözükmek.
sokurayt, et. sokuray-‘ dan.
sokurduk, sokurluk, körlük; sayası sokurluk: siyasî körlük.
sokuy-, sivrilip durmak; sokuyup oltur-: biçimsizce oturmak (açık baş ile); başı sokuyğan: başı sivrıdir; emne sokuyasınğ, barsanğ bolboydu?: ne (burada) diklip duruyorsun, gitsen olmaz mı?
sokuyt-, et. sokuy-‘ dan.
sol I, 1. sol; sol kol: sol el; 2. sol cenah (orduda); onğ sol: sağ ve sol cenahlar (orduda), yanlar; 3. (bu manayla sık sık: sol tüştük cak) kuzey, şimalî; sol celkelik cak; kuzey doğu; 4. yanlış, kötü; kılğan işi sol: yaptığı iş hata, fena hareket etti.
sol II, 1. biçilen ot yerinde açılan yol; sol sol kılıp çapat: tırpanla geniş yol açarak biçiyor; 2. haşhaş tarlasında, orada çalışan kimsenin geçmesine yarıyan dar yol; 3. bu gibi iki yolun arasında bulunan uzunca tarla kısmı; başkalar bir sol otoğonço, Abdiş bir carım soldon otodu: başkaları birer parçadaki zararlı otları ayıklamışken, Abdiş bir buçuk parçanın zaralı otlarını ayıkladı.
solbu-: at butun solbup turat: at kâh bir ayağına, kâh öteki ayağına basıp duruyor.
solbuy, olbuy sözünün tekidir.
solçul, sis. sol cenah mensûbu, solcu.
soldoy-, 1. gevşemek, sölpümek; sol doyup catıp kaldı: uzandı, yattı (bacaklarını ve kollarını ne topladı, ne de uzattı); soldoyup oozdu açıp karap curöt: gevşek ve ağzı açık geziniyor; soldoyğon: hareketsiz ve çolpa; 2. uzun yahut yüksek ve biçimsiz olmak; soldoyğon neme anı kantip kötöröm? hantal bir şeydir onu nasıl kaldırayım?
solo-, 1. (hapse) kapatmak; 2. tıka basa doldurmak, tıkmak.
soloğoy, solak.
soloğoylon-, sol elle iş görmek (solak hakkında).
solok: solok en, bk. en II.
solot-, et. solo-‘ dan.
solu-, 1. solmak; 2. = solukta-; solup solup: sık sık soluyarak.
solukta-, 1. solumak, şiddetle ve sık sık nefes almak (sıcaktan, yorgunluktan, nefes darlığından); 2. hıçkırıkla ağlamak.
soluktat-, et. soluta-‘ dan.
solut, et. solu-‘ dan.
som, 1. ruble; 2. kalıp; 3. maden külçesi; som balka: balyoz; som temir: büyük demir parçası; som tuyak: kalın tuynaklı (hayvan), som cigit: sağlam, tıknaz delikanlı, hantal; som et: bir gövde et.
somduk, bir rublelik; beş somduk: beş ruble kıymetinde olan.
somke, (r. <sumka>) çanta; kol somkesi: kadın çantası.
somo I: somodoy: sağlam, iri yarı; somsodoy cigit: sağlam, iri yarı delikanlı.
somo II, r. yekûn.
somolo-, takriben, umumî olarak tayin eylemek; yekûnunu hesaplamak.
somoo = somo II.
somoolo- = somolo-.
sonğ, ondan sonra, arkasından; birdin sonğu: ikinci; sonğunğdan: senden sonra, senin peşinden; andan sonğ: ondan sonra, sonra; kelgen sonğ, berüü kerek: geldikten sonra vermek lâzım; bul sözdü ukkan sonğ: bu sözü işittikten sonra; beş münit ubakıt ötkön sonğ: beş dakika geçtikten sonra.
sonğku, son, sonuncu, sonra gelen; sonğku eki cıl içinde: son iki sene içinde; bizden sonğkular: bizden sonrakiler, gelecek nesil.
sono I, at sineği.
sono II, yeşil baş ördek.
sonor, ilk kar; sonor kar menen: ilk karla.
sonun, 1. iyi, ala; sonun körünöt: 1) iyi görünüyor, 2) eğlenceli, zevkli görünüyor; 2. dilber (güzel kadın); 3. nahoş hal, felâket; başıma sandınğ sonundu: folk. başıma felaket getirdin; kör gözüpsünğ közümö adam körbös sonundu: folk. sen benim başıma kimsenin uğramadığı işi çıkardın.
sonundat-, bir işi iyi yapmak.
sonurka-, taaccup etmek; şaşmak; bir şeyi olağanüstü, tuhaf ve acaip saymak; bir şeye kapılmak, candan verilmek; sonurgabay turğan keppi?: taaccube değer söz değil midir?
sooda, f. ticaret; mamleket soodası: devletlik ticaret; sırkı sooda: harici ticaret; içki sooda: dahili ticaret; mayda sooda: es. bakkaliye ticareti; kolmo – kol sooda: parası peşin verilmek üzere yapılan ticaret; sooda kıl: ticaret yapmak.
soodaçı = soodager.
soodager, f. tüccar, tacir.
soodagerçilik, 1. ticaret; 2. alış verişte yalnız menfaati düşünme.
soodala-, 1. bir şeyi satmak gayesiyle hareket etmek; 2. (Acc. ile) satmak.
soodalanuu, pazarlık; soodalanuuğa kirişti: pazarlık etmeye başladılar.
soodalaş-, pazarlık etmek.
sooğa, harpta yahut avda elde edilen şikârdan hediye; tolup catkan kiyikten bizge sooğa berinğiz: folk. gyet çok avladığınız geyiklerden bize de hediye veriniz; can sooğa: cana kıyma; kurtar; galibin merhametine teslim oluyorum; can sooga, can sooğa: can kurtaran yokmu.(öldürülme tehlikesine çarpan adam böyle bağırır).
sooğala-: can sooğala-: hayatını kurtarmak, aman istemek.
sooğat = sooğa.
sook = zook.
sool-, tükenmek. kuruma; kaynap atıp soolup kaldı: kaynayıp tükendi, yalnız dibinde kaldı; köz dörü kirip soolğondoy: gözleri büsbütün batmıştır.
soolo-, soola-, teşkin etmek, teselli vermek; aldap soolop: her türlü öğütlerle, tatlı sözlere avutarak, tatlı sözlerle igfal ederek.
soolot-, soolat-, teskin eylemek; teselli etmek.
soolt-, yok etmek, kökünden kaldırmak, helâl etmek, kurutmak.
sooltul-, yok edilmek, kökünden kaldırılmak.
sooltuluu, işs. sooltul-‘ dan.
sooltuu, imha etmek, kökünden kaldırma.
sooluk I, sağlık, sıhhat; den sooluk: beden sağlığı; den sooluk- çonğ baylık ats. sıhhat- büyük zenginliktir.
sooluk II, beş yaşına basan koyun.
sooluk- III, sükunet bulma, susmak, dinmek, gevşemek.
soopker, a-f. dn. sevaplı iş yapan, bu gibi bir işe sebep olan kimse; bilsenğ er, menmin soopker, soop- ko cakın men bir er folk.: eğer bilmek isterseniz, sevaplı işi yapan benim; zaten ben sevaplı işlere yakın duruyorum.
sooron-, sükunet bulma, teselli bulmak, avunmak.
sooronuu, sükun; teselli.
soorop-, teskin eylemek; teselli vermek; cakşı- sözü menen soorotot, caman- tokmoğu menen ıylatat: ats. iyi adam sözü ile teselli verir, kötü adam ise tokmağiyle ağlatır.
soorotkuç, teskin edici, teselli verici çare.
soorotuu, teskin etme, tesliye.
sooru, 1. sağrı; kapkan sooru: dik sağrılı; may sooru: oturak yeri; 2. sağrı derisi; sooru ötük: sağrı derisinden yapılan çizme; 3. bir çeşit ayakkabı; 4. cerdin soorusu : en iyi (en mümbit) toprak.
sopol = sopok; sopol kuyruk koy: sivri kuyrulu koyun.
sopul, a.dn 1. sofu (mystigue – pantheiste), mutasavvıf; 2. zahit müttaki; 3. müezzin; 4. tesbihte en büyük tane; sopusu altın şuru tespe: folk. en büyük tanesi altın olan mercan tesbih.