Anadolu aleviLİĞİNİn tariHİ



Yüklə 1,71 Mb.
səhifə27/32
tarix01.03.2018
ölçüsü1,71 Mb.
#43482
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   32

“Benim Vezirim çukadarlardan (hizmetlilerden-bn) sayirlerden beş on adem tebdil edip (kılık değiştirip-bn) saray-ı hümayun etrafında olan yerler ve bayırlar üzerinde bulunan evlere gezdürüp avrat ve uşaklardan ve erkeklerden gözleri kestikleri ademlere, atılan taşın sohbeti ile konuşurlarsa, belki bir söz alalar, yolu hatırıma geldi. Faideden hali değildir. Bir güzelce gezsinler, bakalım ne cevap alırlar“ (245) Aktaran: Türk Halk Eylemleri ve Devrimler/Çetin Yetkin/Syf:213

Patrona Halil önderliğinde başlayan ayaklanmanın üç gün içinde sadabat köşklerini yakıp yerle bir edeceği 1730 yılına daha 4 yıl vardı… Ama Osmanlı‘nın ne ajanları, ne zindanları, ne katliamları ne de oyunları ayak sesleri duyulan bu fırtınayı dindirmeye yetmeyecekti!

Osmanlı saray tarihçilerinin bile halk için “zulmü cevrinde perişan olmuştu“ dediği bir dönemdi Lale Devri. Her şeyin fiyatı olağanüstü artmıştı yiyecek sıkıntısı baş göstermişti. Dönemin şairlerinden Taib, halkın kömür tozunu bulsa sürme diye gözüne çekeceğini, kahve yerine nohut kavrulup içildiğini yazıyor. Halkın tüm bu yoksulluğuna, açlığına aldırmayan Osmanlı ise artan masraflarını karşılamak için sırtına vergi üstüne vergi yüklüyordu. 1730 yılında padişahın İran‘a yeni bir sefere karar verip ordugahta yer kiralamak bahanesiyle esnaftan 3 milyon 168 bin akçe toplaması; esnafın dükkanını, tezgahını kapatarak sefer giderlerini karşılamak zorunda kalması bardağı taşıran son damla oldu.

Devir halk için açlık, Osmanlı içinse Lale Devridir! Lale çiçeği, güzelliğiyle, zarafeti, asaleti ile Osmanlı‘nın lüks ve safahat içindeki yaşamının üzerlerine mum dikilmiş kaplumbağaların ışıltısında geceler boyu süren eğlence hayatının sembolüdür. Bir yanda halk yoksulluk içindeyken diğer yanda 839 çeşit lale yetiştirilmiş, lale karaborsacılığı başlamış, serşukufecilik(başlalecilik)en önemli devlet görevlilerinden biri haline gelmişti. Bu tablonun baş sorumlularından Damat İbrahim Paşa “ halkı aldatacak şey lazımdir deyu“ İstanbul‘un çeşitli semtlerinde dolaplar, beşikler, atlıkarıncalar ve salıncaklar kurdurmuştu ki baldırı çıplaklar bunlarla eğlensin ve kinini unutsun…

Lale Devri, aynı zamanda Osmanlı‘da Batılılaşma hareketlerinin başlangıcı olarak kabul ediliyor, padişah III. Ahmet‘in elçi olarak Fransa‘ya gönderdiği yirmi sekiz Çelebi Mehmet Efendi sefaretnamesinde en geniş ve ayrıntılı bölümü Fransız saraylarına, saraydaki yaşam biçimine, bahçelerinin düzenlenmelerine ayırıyor, kadınlarının giyim biçimine kadar hiçbir detayı atlamadan anlatıyor. 100 kadar Sadabat köşkü, Lale bahçeleri, havuzlar, çeşmeler, Fransız sarayları taklit edilerek yapıldı. Yani batılılaşma dedikleri Osmanlı‘nın Avrupa‘nın lüks ve şatafatını taklit etmesiydi.

Halk, açlık ve yoksulluğundan, sarayı sorumlu tutuyordu. Padişah ve çevresinin zevk-ü sefa içindeki asalak yaşantısını ve bu yaşamaya bir arada yürüyen batı taklitçiliğini ve dinin gereklerinin yerine getirilmemesini sebep olarak görüyordu. Yani halk resmi tarihçilerin sunduğu gibi“ ilerlemeye ve modernleşmeye“ değil zulüm ve sömürüye karşı tepkiliydi. Zaten ortada bir ilerleme ve modernleşme de yoktu, egemenlerin çıkarına yüzeysel bir Batı taklitçiliği vardı. Ve 28 Eylül 1730’da Patrona Halil ayaklanmayı başlattı. Patrona Halil eski giysi alım-satımı yapan bir seyyar satıcıydı. Arnavutluk‘un Horpeşte kasabasından İstanbul‘a gelmişti. Daha önce bulunduğu patrona gemisinde de bir ayaklanmaya önderlik etmişti.

Ayaklanmanın diğer önderleri de İstanbul‘un esnaf ve zanaatkarlarıydı... Oduncu Ahmet, Kutucu Hacı Hüseyin, Manav İsmail, Cambaz Emir Musa, Turşucu İsmail. Ayaklanmayı ezilen esnaf ve yoksullar başlatmış, daha sonra yeniçeriler katılmış ve en sonu da ulema destek vermişti.

Zevk ve sefaya dalmış Osmanlı ayaklanmaya hazırlıksız yakalanmıştı. Padişah III. Ahmet ayaklanmalarla baş edemeyeceğini anlayınca sancak-ı şerif çıkarttı ve bütün Müslümanları ayaklanmacılara karşı din uğruna savaşmaya çağırdı. Ama İstanbul halkı ayaklanmacıların yanında saf tutuyordu, bu çağrıya kimse uymadı. Dini kullanmanın fayda etmediğini gören Osmanlı Sancak-ı Şerif altında toplananlara yüklü miktarda para vaad etti ama yine kimseyi bulamadı.

Ayaklanmacıların başlıca talebi, halkın kanını, alın terini emerek lale bahçelerinde sefa süren asalak Osmanlı yöneticilerinden hesap sorulmasıydı. III. Ahmet tahtan indirildi. Lale Devri‘nin baş sorumlusu vezir Damat İbrahim Paşa ve diğer saray görevlilerinin mallarına el konuldu ve öldürüldüler. Osmanlı tarih yazıcısı Destari Salih Efendi‘ye göre İbrahim Paşa “...Henüz teslim-i can etmezden evel malına sual eylediklerinde Hazinedarımda oniki bin keselik zalota ve iki sandık altın ve yalıda dahi iki sandık altın ve derun-i hazinemde mazmün olan taş odada bakırdan mebrü on iki sandık altın vardır“ diyerek servetini teslim etmişti. Halkın sırtından altın biriktiren bu haramzadelerden aldıklarının tek kuruşuna dokunmadan hepsini makbuz karşılığı hazineye teslim eder ayaklanmacılar.

Osmanlı tarih yazıcılarının “ ipten kazıktan kurtulmuş baldırı çıplaklar“ diye aşağıladığı ayaklanmanın ilk yaptığı işlerden biri de İstanbul‘da yağma ve talanı kesinkes yasaklamaları ve her kim olursa olsun yapanı cezalandıracaklarını açıklamalarıydı. Kendileri için hiç bir makam, mevki, ödül istememiş, almamışlardı.

III. Ahmet‘in yerine tahta geçen I. Mahmut Patrona Halil ve adamlarına isteklerini sordu. Ayaklanmacılar halkı ezen vergilerin kaldırılmasını ve kamu topraklarının özel kişilere devredilmesine son verilmesini istediler. Patrona Hali, padişaha, kendisi için hiçbir şey istemediğini ve hatta sonunda öldürüleceğini bildiğini söyledi.

Haklıdır patrona Halil. Osmanlı düzenini ortadan kaldırmaya gücü yetmemişti. Bilir ki nice yenilmiş olursa olsun Osmanlı‘da oyun bitmez. Ayaklanmacılar gibi mert, yiğit ve sözünün eri değildir Osmanlı. Biraz da bu bilinçle Patrona Halil her yaptığıyla, söylediğiyle bu eyleme halk için halk adına girişimciliğini göstermeye çalıştı. Kılıç alayı töreninde Padişahın önünde sürdüğü atına ayakları çıplak biner! Zulme ve sömürüye isyan eden tüm baldırı çıplaklara bir selam gönderir asırlar öncesinden.

Ayaklanma önderleri resmi bir görevleri olmamasına rağmen iktidar gücüne halk adına ortak olmuşlardı. Divan toplantılarına katılıp halkın çıkarlarını savundular. Bu durumdan çok rahatsız olan Osmanlı yeniçeri ağası aracılığıyla Patrona Halil‘e İstediği yere çekip gitmesi için 100 bin altın teklif etti ama ikna edemedi. Osmanlı için geriye tek yol kalmıştı.

25 Kasım 1730‘da patrona Halil ve adamları sorunlarının tartışılacağı bir divan toplantısı için saraya çağrıldılar önceden tuzak kurulmuş ve divanın toplanacağı oda da dolapların içine silahlı adamlar yerleştirilmişti. Toplantı sırasında ayaklanma önderleri katledildiler. Ama Osmanlı içinde Lale Devri kapanmıştı artık.

III. SELİM VE OSMALI DA BATILILAŞMA

Osmanlı yöneticileri, özellikle Avrupa ile yakın ilişkiler sonucu, eski düzende ısrar ettikçe güçten düştüklerini ve geride kaldıklarını fark etmişlerdi. Yağma, talan haraç ve vergiye dayanan Osmanlı ekonomisi çökmüştü. Askeri başarısızlıklar üst üste gelmişti. Otoritesini sürdürmek için halkı daha çok ezen ve daha çok kan döken padişahlar tam tersine giderek gücünü yitirmekteydiler. Bir yandan halk ayaklanmaları ile boğuşurken bir yandan da iktidarını yeniçeri ocağı, ulema ile paylaşmak zorunda kaldılar.

Ulema çoğu kes iktidar gücünü Yeniçerilerle ittifak yaparak kullandı. Ocağı kışkırtarak ya da ayaklandığında yönlendirerek istediklerini elde etmeye çalıştı. Beğenmedikleri her fermana karşı kazan kaldırmaya başlayan Yeniçeriler sık sık bu kararlardan sorumlu tuttukları vezirlerin paşaların hatta Yeniçeri Ağaları‘nın kellelerini istediler ve aldılar. Sultanahmet Meydanı ayaklanan Yeniçerilerin topladığı meydandı. Halk arasında Yeniçeri Ağacı olarak anılan Ulu çınar ise Yeniçerilerin beğenmedikleri Osmanlı yöneticilerini astığı “ Vak Vak“ ağacıydı.

Osmanlı‘da Lale Devri ile başlatılan “ batılılaşma hareketi“ III. Selim döneminde hız kazanmıştı. Daha önce değindiğimiz gibi Osmanlı‘nın Batılılaşmadan anladığı Avrupa saraylarının, burjuvaları kaba bir taklitten başka bir şey değildi. Çünkü “Batıda olan “ kapitalizmin gelişmesi burjuvazinin hakim hale gelmesiydi. Osmanlı‘da ise bunun ekonomik, sosyal koşulları yoktu. Osmanlı bu koşulların oluşmaması için tüm ceberrutluğunu kullanıyordu. Osmanlı egemenlerinin batılılaşma dedikleri esas itibariyle yarı sömürgeleşme süreciydi. Giderek çürümüş, bozulmuş ekonomik yapının üzerinde saray çevresi ile sınırlı kalmış bir takım kültürel reformlara girişilmesi taklitçilikten öteye geçmedi, geçemedi. Örneğin III. Selim‘in saraya opera getirmesi (!) açlık ve yoksulluktan kıvranan halkın durumunu değiştirmediği gibi daha çok öfke ve tepkisini çekmişti. Ki halkın yaşam koşullarını düzeltmeyen ve hatta kötüleştiren bu reformlara halk tepkisi Ulema tarafından istismar edilecekti. “ Din elden gidiyor“ diyerek “ Felaketlerin sorumlusu kafirlere özenen yöneticilerdir“ diyerek halkın tepkisinin düzen dışına çıkmasını engelliyordu.

“Gerici“ diye damgalanan bu ayaklanmalarda esasında halk, saray çevresinin lüks, sefahat ve özenti içindeki yaşamına tepki gösteriyordu. Tepkinin dini söylemlerle açığa vurulması özünü değiştirmiyor. Burjuvazinin zayıf olması, muhalefetin zayıf olması nedeniyle halka önderlik edecek bir güç olmaması nedeniyle halkın Osmanlı düzenine olan tepkisini yine düzen güçleri kendilerine yedekliyorlardı.

Matbaa Osmanlı‘ya Lale Devrinde gelmişti. Ama 1727‘den 1743‘e kadar sadece 17 kitap basılmıştı. Görüldüğü üzere batılılaşma dedikleri görüntüdeydi. Sonra ilgi görmediği için matbaa kapatıldı!

“ Avrupa‘daki kapitalist gelişmeye bilimsel teknik devrime seyirci kalan Osmanlı imparatorluğu, kendi iç güçlerinde boy veren kapitalist unsurları da ezmeye yönelince, Avrupa sömürgeciliğinin acımasız ekonomik güç ilişkilerine teslim olmuş yarı- sömürgeleşme sürecine girmiştir. 17. yüzyılda başlayan süreç, sömürgeci Avrupa devletlerine tanınan ayrıcalıklar kapitülasyonlar ve süreğen hale gelen borçlanma politikaları (istikrarlar) devleti sömürgeciliğin, acımasız pençelerine kaptırmış, giderek bozulan ekonomi, siyasi, sosyal “yaşam“ hastayı ağırlaştırmıştır.“ (246) Haklıyız Kazanacağız Dursun Karataş Bu sözde batılılaşma esasında bu yarı sömürgeleşme sürecini örten bir perdeden başka bir şey değildi.

Örneğin III. Selim 1789‘da Fransız İhtilali’nin olduğu yıl tahta çıkmıştı. Dönemi, Fransız hayranlığı ve Fransız taklitçiliği ile geçti. Mustafa Nuri Paşa bu dönemi şöyle anlatıyor.

Sultan Selim Han, zevkle ve şevkle vakit geçiriyordu. Devrin akıllı ve etkili kişileri de onun ardından gittikleri için Boğaz içinde, mehtaplı gecelerde gezinti yerlerinde, konaklarda yalılarda yapılan eğlence ve sefahatı nizam-ı cedid icaplarından olan bazı alafranga şeyleri görenlerin bağnazlıkları ve devlet yöneticileri haklarındaki düşmanlıkları gün geçtikçe artıyordu“ (247) Aktaran: Osmanlı çalışmaları / Taner Timur/ Syf 117

Halk ise Osmanlı‘nın Avusturya ve Rusya ile savaşta olması nedeniyle vergilerden bunalmış, açlık ve veba salgınlarıyla boğuşmaktaydı. Öyle ki ulema dahi bu koşullara isyan ederek hale gelmişlerdi. Örneğin 1790‘da III. Selim savaş bütçesini sağlamak için ulemaya da ağır bir vergi koydu. Bu alışılmamış vergi yüzünden ulemadan 60 kişi kılıcı, tabancayı çekip kızgın halkı da peşine takarak padişah içerdeyken Sultanahmet Camii’ne saldırdılar. Padişahı son anda etrafındaki Yeniçeriler kurtardılar ve caminin kapılarını kapatarak ulemayı kılıçtan geçirdiler.

Osmanlı ordularının Tuna boylarında, Karadeniz’de yenildikçe halk üzerindeki baskılar arttı. Savaşla ilgili haberler fermanlarla yasaklandı, tüm kahvehaneler kapatıldı. Ölüm cezası tehdidi ile insanların sokakta toplanması bile engellendi. Bu ağır baskı döneminde İstanbul’da peş peşe yangınlar çıkmaya başladı. Fransız Manileva gazetesinin 9 Kasım 1791‘de yazdığına göre korkunç bir yangında İstanbul’un onda biri yanmıştı. Bu yangınları Yeniçeriler çıkardığı düşünülerek Yeniçeri Ağası asıldı. Diğer yandan yine aynı tarihte Padişah görülmemiş derecede lüks ve görkemli bir düğünle yeğenini evlendirdi.

Saltanat aleyhine ağzını açanın boğdurulup denize atıldığı, en hafif muhalefetin sürgünle cezalandırıldığı bu baskı koşulları çok geçmeden yeni bir ayaklanmanın fitilini ateşleyecekti. Ve 1807‘de İstanbul Kabakçı Mustafa öncülüğünde bu baskıya “artık yeter“ der“

KABAKÇI MUSTAFA AYAKLANMASI

III. Selim tahta çıktığında Osmanlı yöneticilerine mektup gönderdi: “ Bana beyan edin Allah aşkına, devlet elden gidiyor, sonra faide vermez; ben bildiğimi ise ifade ettim. Siz de devlete hissemendisiniz“ (248) Aktaran: Türk Halk Eylemleri ve Dervimler/ Çetin Yetkin/ Syf: 221 Böylece Osmanlı iktidar ortakları sınıflarında görüşünü alarak “ ıslahat“lara girişti. İlk işi Avrupa ülkelerindekine benzer yeni bir ordu kurmaktı. Modern şekilde giyinip, talim yapacak bu orduya Nizam-ı Cedid adı verildi. Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) yalnızca ordunun değil bu döneme de izlenen politikaların adı oldu. Ki bu politikaların başındaysa haktan “ irad-ı Cedid“ adında yeni bir vergi toplanması vardı. İrad-ı Cedid Hazinesi‘nde toplanacak bu parayla ordu ve diğer “ıslahat“ gideri karşılanacak, devlet ayağa kaldırılacaktı. Halkın durumu ise kimsenin umurunda değildi!

Sonuçta hep olduğu gibi halk bu vergi ile iyice ezilirken sadrazamlar, vezirler bu vergiden çaldıkları ile lüks ve sefahat içinde yaşamaya servetler biriktirmeye devam ettiler. Örneğin Nizam-ı Cedidcilerden İbrahim Kethüda ahırında altmış at beslemekte; Hüseyin Paşa Bahemya‘dan getirdiği kristal kadehlerde Fransa’dan ve Macaristan‘dan getirttiği şarabı içmekteydi.

Boğaz kalelerinde bin-iki bin civarındaki Trabzon tarafından gelmiş yamağa (Yeniçeri adayına) Nizam-ı Cedid ünüformaları giydirilmek istenince ilk kıvılcım parladı, ya...cılar ayaklandılar. Ve Yeniçerilerin de desteğini alarak başlarındaki Kabakçı Mustafa önderliğinde İstanbul‘a yürüdüler. Aksaray‘daki et meydanına ulaşana kadar halkın katılımı ile sayıları iyice büyüdü. Burada Şeyhülislam ve ulema aracılığıyla şikayetlerini ve kellesini istedikleri Nizam-ı Cedidci on bir yöneticinin ismini padişaha yolladılar. Başlıca şikayetleri şunlardı:

1- Nizam-ı Cedid harcamaları için 20 bin keselik vergi konması (1 kese 50ben akçeydi)

2- Tağşiş (devalüasyon) yüzünden sabit gelirlilerin yoksulların çektiği sıkıntılar.

3- Saray çevresinin lüks ve sefahat düşkünlüğü, mehtap alemleri.

4- Ulemanın padişah ve çevresini alafrangalık Fransız züppeliği ile suçlaması

Asalak yöneticilerin kellesi alındıktan sonra ertesi gün de Şeyhülislam Ataullah Efendi‘den fetva alınarak padişah III. Selim tahttan indirildi yerine IV. Mustafa geçirildi.

Kabakçı Mustafa Ayaklanması Rumeli Ayanlarından Alemdar Mustafa Paşa‘nın ordusuyla İstanbul’a yürümesi sonucu bastırıldı. III. Selim‘i yeniden tahta oturtmak isteyen Alemdar Mustafa Paşa o öldürülmeden yetişemediği için II. Mahmut‘u tahta geçirdi. Ayaklanmadan sorumlu tutuğu bin kadar kişiyi astırdı. Sokaklarda terör estirdi ve yeniçerileri de sindirmeye çalıştı.

Ama İstanbul‘u teslim almak kolay değildir. Bir Ramazan günü Alemdar Mustafa Paşa‘nın askerlerinin yolu açmak için halkı kamçılaması, dövmesi sonucu yeniçeriler ayaklandılar. Önce yeniçeri Ağası Mustafa‘yı öldürdüler. Ardından Bab-ı Ali‘yi kuşattılar. Ele geçirileceğini anlayan alemdar cephaneliği patlatarak kendini yeniçerilerle birlikte havaya uçurdu.

Ertesi gün İstanbul savaş alanına döndü. Yeniçeriler Ayasofya minarelerinden saraya kurşun attılar. II. Mahmut ise donanmaya İstanbul‘u topa tutmayı emretti. Böylece Osmanlı kendi başkentini bombalamaya başlamıştı! Sonuçta ulemanın araya girmesiyle anlaşma sağlandı. İktidarın dizgilerini iyice kaçırdığını gören II. Mahmut uzunca bir süre hazırlık yaparak Yeniçeri Ocağı‘nı ortadan kaldırmak için bir saldırıya girişecekti.

YENİÇERİ OCAĞININ “BOZULMASI“!

“Behey ahmaklar, boş yere canınızı neden telef edersiniz? Size gaza ve şehitlik diye yutturulan lafların aslı yoktur. Osmanlı padişahı kendi sarayında ve sefasına bakıyor; Frenk kralı kendi cümbüşünde; sizin burada dağ başlarında, metrislerde canınızı telef etmenizin ne anlamı vardır? “

Bu sözler, yeniçeriler arasında “ bozgunculuk“ yapan bir Bektaşi babasına aittir. Osmanlı‘nın resmi tarih yazıcısı Esad Efendi “ Üss-i Zeyer“ adlı tarihçesinde ocağının bozulmasına örnek olarak aktarıyor. Esad Efendi‘ye göre: “dinsiz“ dediği Bektaşi babalarının etkisinde kalan yeniçeriler, savaşlardan kaçan, asi, laf anlamaz bir serseri güruhuna dönmüştü:

“Bektaşiler yeniçerilerle birleşerek hem devlete hem de dine karşı çeşitli ihanet işlerine girişmişlerdir. Dine karşı ihanetleri halk arasında dinsizliği yaymak tekke ve zaviyelerde ayinler yaparak içki içmek, namaz kılmamak, ramazanda oruç yemek, sünnet ehlinin inançlarıyla açıkça alay etmek gibi şeylerden devlete karşı ihaneti…“(249) Yeniçerilerin Bektaşiliği/ Reha Çamuroğlu/Syf:14

Resmi tarihin “Yeniçeri Ocağı bozulmuştu“ derken ne kast ettiği açık. Ocak, sorun çıkaran bir iktidar ortağı haline gelmişti. Müslüman olmayan halkın çocuklarından, esirlerden devşirilen Yeniçeriler kuruluşundan itibaren alabildiğince halktan uzak, ayrıcalıklı tutulmuşlardı.

Osmanlı saltanatının vurucu gücü olmasının gereğidir bu. Ama sonradan ocağa Müslümanlarında alınması, Yeniçerilerin askerliğin yanında esnaflık gibi işler yapmaya başlamaları halkla ilişkilerini arttırdı. Ki bu ilişkilerin önemli bir aracıda Ocağın bağlı bulunduğu Bektaşi dergahlarıydı. Özellikle 18. yüzyılda, “modernleşme“ adına lüks ve sefahata gömülen Osmanlı saltanatına karşı ezilen halkın ayaklanması ile Yeniçerilerin kazan kaldırması çoğu kez iç içe geçiyordu.

Osmanlı düzeninin temel organlarından bir olan Yeniçeri Ocağı‘nın 18. yüzyılda bu duruma evrilmesi ilginçti ve o dönem yaşanan ayaklanmaları değerlendirirken daha dikkatli olmayı gerektirir. Çünkü Yeniçeri Ocağı Osmanlı düzeninin temelidir. İç düzeni ocak sağlıyordu. Başta İstanbul olmak üzere Kahire gibi, Konya, Manisa ve önemli merkezler de yeniçerilerin kontrolü ve denetimindeydi. Yani Osmanlı işgalini, yağmayı, talanı yeniçerilerle yapıyordu. 18. yüzyılın sonlarından itibaren yeniçeri ocağı bu hak düşmanı işlevini büyük oranda yerine getiremez oluyor. Osmanlı bu nedenle “bozuldu“ diyor.

Kuşkusuz taht çevresinde dönen sultanların, vezirlerin it dalaşına ulemanın ve yeniçeri ocağının da her zaman taraf olduğu, sömürüden daha büyük pay koparmak için diğerleriyle dalaştığı gerçektir. Ama yeniçerilerin sayıları artıp halkla ilişkileri sıklaştıkça son dönemlerde kendi içinde de ayrıştıkları, yeniçeri ağaları ve subayların saraydan yana saf tutarken, alttakilerin ise hakla birlikte hareket ettiği de gerçektir. Osmanlı‘nın “bozulma“ derken kastettiği de öncelikle buydu zaten. Yeniçerileri eskisi gibi ne fetih savaşlarına ne de ayaklanmaları bastırmak için istedikleri gibi halkın üstüne süremedikleri için tu kaka ilan etmişlerdi.

Örneğin, yalan propagandadan ibaret olsa da“ kuruluşundan beri Bektaşiliğe bağlandı“ dedikleri Yeniçerilerin dinsizliği, işgal ve yağmalardan ganimetle döndükleri zamanlarda akıllarına gelmiyordu.

Resmi tarihçiler yeniçeri, Osmanlı‘da gericiliğin ve modernleşme karşıtlığının kaynağı olarak gördükleri ulemanın askeri destekçisi kabul ederler. Oysa ilerde açıklayacağımız gibi gerici, yenilik karşıtı denilerek Yeniçeri ocağı kaldırılırken padişahın en büyük destekçisi ulemaydı. Öte yandan Yeniçeri Ocağı‘nın Bektaşi babalarına bağlı olması da bu demagojileri boşa çıkartıyor. O sıralar İstanbul Bektaşilerinin Fransız Devrimi‘nin etkisiyle Osmanlı başkentine de ulaşan burjuva düşünce akımlarını takip ettiği tartışıldığı biliniyor. Ki Bektaşiler arasından çıkmış aydın ve yazarlar Jön Türkler, Genç Osmanlılar gibi akımlar içinde yer aldılar. Bu kuşkusuz ki, yeniçeri ocağı ilericiydi anlamına gelmez. Sorun şu ki Osmanlı egemenleri açısından artık işlerini görmüyordu. Zayıf da olsa bir muhalefet odağı gibi davranıyordu, yarı sömürgeleşen Osmanlı onu ayak bağı olarak görmeye başlamıştı. Onu tasfiye etmek için ortam hazırlıyor, fırsat kolluyordu. Çıkarılan yalan ve demagojilerin amacı böyle bir ortam yaratmaktı.

16. yüzyılda Anadolu‘da ardı arkası kesilmeyen Alevi katliamlarına paralel olarak “ Aleviliği Katletmek“ için Osmanlı tarafından beslenip büyütülen işbirlikçi Babagan Bektaşilikte Yeniçeri Ocağıyla aynı dönemde tasfiye edildi. Çünkü “ Yeniçeri ocağı“ işlevini yitirmişti, zaten hiçbir zaman Anadolu Aleviliği üzerinde bağlayıcı bir etkisi olmamıştı. Etkisi Balkanlar ve İstanbul ile sınırlı kalmıştı. Bu etkide 18. yüzyılda Osmanlı‘nın aleyhine dönmeye başlamıştı.

Sonuç olarak Osmanlı‘nın 1826‘da giriştiği katliam saldırısı yalnızca “bozuldu“ dedikleri Yeniçeri Ocağı ile sınırlı değildi. Bektaşiliğin Babagan kolunun dergahları yakılıp yıkılmış Bektaşiler de katliama uğramışlardı. Dahası Osmanlı saldırısını Bektaşilerle de sınırlı tutmamış, fırsat ele geçmişken Anadolu‘daki Alevi dergahlarına da saldırmıştı. Osmanlı‘nın “Vaka-i Hayriye“ yani “Hayırlı Olay“ diye adlandırdığı olay yeni bir Alevi- Bektaşi katliamı, Alevi inancını tümden yasaklama, tasfiye girişimiydi.

YENİÇERİ OCAĞININ KALDIRILMASI

Osmanlı “Vaka-i Hayriye“ dediği katliamı tarihe kaydetmesi için vakanüvis Mehmet Esad Efendi‘yi görevlendirmişti. Bu görevi büyük bir pişkinlikle yerine getiren Esad Efendi, yazdığı “Üss-i Zeyer“ (Zeyerin Sahibi) adlı eserinde yeteneğinin 10 bin kuruş ve 2630 altın ile ödüllendirildiğini ve terfi ettirilerek Üsküdar Mollalığına getirildiğini de kaydeder!

Mehmet Esad Efendi‘nin yazdığına göre, Yeniçeri Ocağı‘nı kaldırmakta kararlı olan II. Mahmut bir divan topladı. Bu divanda Sadrazam Yeniçerilere ağır hakaretler etti. Ocağın soysuzlaştığını, devletin çöküşünün nedeni olduğunu söyledi. Yunan ihtilalinden ve yenilgilerden onları sorumlu tuttu ve çöküşün nedeni olarak dinin zayıflamasını, dini görevlerinin unutulmasını gösterdi. Böylece dinsizlikle suçlanan, hatta aralarına Ermenilerin, Rusların, Yahudilerin de sızdığı söylenen Yeniçeriler için hazırladığı 45 maddelik bir reform programını divanda okudu. Bu reforma göre: her Yeniçeri birliğinin İstanbul kadısı tarafından seçilen bir imamı olacak, yeniçerilere eğitimden önce dua ettirip fatiha okutacaktı.

II. Mahmut divanda açıklanan bu programın ve hareketlerin yeniçerileri ayaklandıracağını bilmekteydi. Beklendiği gibi Yeniçeriler ayaklanarak Et Meydanın‘da toplandılar. İlk iş olarak Yeniçeri ağasının konağına saldırdılar. Ardından Mısır valisi Mehmet Paşa‘nın temsilcisi Necip Efendi‘nin konağını yağmaladılar. Necip Efendi bir sürü paşanın servetini emanet ettiği banka gibi bir şahsiyetti! Konaktan sekiz bin keseyi aşan bir servet çıktı “Kavuklulara ölüm“ diye ayaklanan saray ve çevresini hedef alan Yeniçeriler halka ise “ herkes dükkanını açsın bir cam parçası çalınana elmas iade edeceğiz“ diye çağrı yapmaktaydılar.

II. Mahmut önceden her türlü hazırlığı yapmıştı. Ulemadan umuma karşı hareket caiz değildir, bunların ıslah ve teskini çaresine bakılmalıdır “ şeklinde tereddütlerine rağmen şeyhülislamdan gerekli fetva alınmıştı. Önceden hazırlanan, topçu, humbaracı, lağımcı, kalyoncu neferlerinin yanında “ Sancak-ı Şerif“ çıkarılarak İstanbul halkı din uğruna Yeniçerilere karşı savaşmaya çağırdı. Et Meydanı‘ndaki kanlı çatışmalarda geri çekilen Yeniçeriler Aksaray‘daki kışlalarına sığındılar. Kışla topa tutulup yerle bir edildi. Kalanlar da meydanda derme çatma yargılanıp asılarak 6 bin ile 20 bin arasında Yeniçeri katledildi. II. Mahmut adeta İstanbul‘u yeniden fethetmekteydi!

Yüklə 1,71 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin