Anadolu Türk Beylikleri Sanatı


Türklerdeki San'atkâr Hükümdarlara Dâir / Ömer Tuğrul İnançer [s.840-851]



Yüklə 12,18 Mb.
səhifə87/95
tarix17.11.2018
ölçüsü12,18 Mb.
#83030
1   ...   83   84   85   86   87   88   89   90   ...   95

Türklerdeki San'atkâr Hükümdarlara Dâir / Ömer Tuğrul İnançer [s.840-851]

T.C. Kültür Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu / Türkiye

San’at insanoğlunun ortak değerlerinin ortak ürünü olarak insanlığın ortak malıdır ve insanın insanlığa armağanıdır. Bir san’at eseri, san’atkârın insanlığa armağanı olduğu kadar, emânetidir de… Bu emânetin iyi korunması ve değerlendirilmesi insanoğlunun hem san’atkâra hem insanlığa karşı bir borcudur.

İnsanların ve tabiî milletlerin de ayrı ayrı karakterleri vardır. San’atkâr hem şahsının, hem mensûbu olduğu milletin karakterini eserinde yansıtmaya âdeta mecburdur. Ama ortaya çıkan eser, ne kendinin, ne milletinindir. Fakat insanlığındır. İnsanlık o san’atkâra da, onun milletine de minnet ve şükran borçludur.

İnsanlık âlemine nice san’atkârlar nice eserler armağan etmişler. Hepsinde kendilerinin ve milletlerinin izlerini bulmak mümkündür. Bu bakımdan sadece iyi anlatabilmenin bir şartı sayılan sınıflandırma ve isimlendirmeye tâbi tutularak anlatıldığından Fransız san’atı, İtalyan san’atı, İngiliz san’atı, Rus san’atı, vs san’atları ve Türk san’atı denmiştir. Bu isimlendirme ve ayırım, bir sahiplenme olarak algılanmamalıdır. Çünkü san’at ve bilim bütün insanlığındır.

Milletlerin medeniyet seviyeleri, insanlık âlemine armağan ettikleri san’at eserleri ile ölçülür. Bu doğru ölçü göz önüne alındığında Türkler, medeniyette en üst seviyededir. Çin sınırından Orta-Batı Avrupa’ya, Hint Okyanusundan Sibirya’ya ve Kuzey Afrika’ya yayılan bir coğrafyada yer alan Türkler bu coğrafya üzerinde mimârîden edebiyâta, mûsikîden minyatüre, hattan heykele, san’at olarak tekstilden nakışa kadar her alanda yerel ve folklorik olmanın ötesinde ve üstünde, klasik anlamda örnek oluşturacak mahiyette nice san’at eserleri ortaya koymuşlar ve insanlığa armağan ederek, insanlığın değerini yüceltmeye büyük katkıda bulunmuşlardır.

İnsanlığın yüceltilmesi san’at ve bilim adamları ile olur. San’atın korunup, kollanıp, yüceltilmesi san’atçının korunup yüceltilmesi ile mümkündür. Tarih ilmi de bunun böyle olduğunu göstermektedir. Meselâ, Avrupa Rönesans’ı, bu gelişmeyi san’atkârlara olduğu kadar, en az san’at koruyucularına da borçludur. İtalyan Medici Ailesinin san’at koruyuculuğu ile ortaya çıkan eserler bunun kanıtlarından biridir.

Türk tarihine bakıldığında ise bambaşka ve hiçbir millette rastlanmayan bir özellik göze çarpar. San’atçıyı koruma, teşvik etme, ödüllendirme, maddi imkânı elverişli kişi ve ailelerden başka, devlet idarecileri ve bizzat devlet başkanı hükümdâr tarafından da olmaktadır. Ayrıca özellikle edebiyat ve mûsikî alanlarında gerek kendi devirlerinin, gerek diğer zamanların en yüksek edebiyat ve mûsikî san’atçıları ile hem-âyâr ve hattâ daha üstün eserler verebilmiş bu kadar çok devlet başkanı hükümdâra sahip, Türklerden başka bir millet yoktur. Vezîr-i âzâm, Şeyhülislâm, Vezir, Kazasker, Vali, Danıştay üyesi, genel müdür gibi yüksek idare makamlarında görev yapmış mûsikîşinaslar ise sayılamayacak kadar çoktur. Polonya Meclis Başkanı ve Dışişleri Bakanı (1919-1922) Paderewski (1860-1941) hariç Türkler dışında bu örneğe de pek rastlanmaz.

Türk tarihindeki devlet başkanı mûsikîşinaslar veya mûsikîşinas devlet başkanlarına geçmeden önce bir yanlışlığı da düzeltmek gerekir:

Türk mûsikîsi başlı başına klâsik bir müzik türüdür ve Bizans, Arap, Hint müzikleri temeline dayanıp geliştirilmiş bir müzik değildir. Bunun böyle olduğunun îzâhına girişmek, mûsikî tekniğinin anlatılmasını gerektirdiğinden konu dışına çıkılmış olacağı için, ancak bu kadar bir dikkat çekilmesi ile yetinilebilir.

Ayrıca, saray duvarları arasına sıkıştırılmış ve belli bir entelektüel düzeye erişmiş kişilerin yahut bir aristokrat sınıfın müziği de değildir. Zaten Türklerde sınıf olmadığı için -batılılardaki gibi- bir aristokrasi de yoktur. Türk mûsikîsi tarihi incelendiğinde bestekâr ve icrâcıların büyük çoğunluğunun halktan kişiler olduğu gerçeği öğrenilecektir. Türk hükümdârları, halkları gibi yaşadıkları, düşündükleri ve hissettiklerinden, besteleri de, icrâları da, hatları da, şiirleri de halkları, yani kendileri gibidir. Zaten halktan kopuk san’at yaşamaz.

Türk san’atının her bakımdan en yüksek düzeye eriştiği Osmanlı Devleti’ndeki san’atkâr hükümdârlara geçmeden önce doğudaki san’atkâr Türk hükümdârlara bakıldığında ilk akla gelenler iki Timur oğludur: Hüseyin Baykara ve Bâbür Şah.

Hüseyin Baykara

Ebu’l Gâzi Sultan Hüseyin bin Mirzâ Doğu Türk Hakanı Timur’un oğlu Ömer Mirzâ’nın (1356-1395) oğlu Baykara Mirzâ’nın (1393-1416) oğlu Gıyâseddin Mansur Mirzâ’nın küçük oğludur. Annesi Firûze Bîbî de Timur’un diğer oğlu Mîran-Şah Mirzâ’nın torunu Kutluğ Sultan Beğim Hatun ile Emîr Sultan Hüseyin’in kızıdır. Sultan Hüseyin Baykara Timurlu Devletinin Semerkand’la birlikte payitahtı olan Herat’ta hükümdârlık etmiştir. Herât’ın kuzeybatısında Serpil-ü Tülebi’de Devlet-Hâne Sarayında, Haziran 1438’de doğdu. Timur’dan sonra Doğu Türk (Türkistan-Horasan-Harzem) Hakanlığı’nın merkezi olan Herât, onun zamanında dünyanın en büyük, kalabalık ve mâmûr şehri oldu.1496’da hakan olup, otuz altı seneden fazla hükümdârlık yaptıktan sonra altmış sekiz yaşında Mayıs 1506’da vefat etti. Kabri Herât’tadır. Kendisinden sonra hakan olan büyük oğlu Bedîüzzaman Mirzâ (1496-1515) siyasal ve askeri çalkantılara göğüs geremeyip, bir yıl içinde önce İran Hükümdârı Şah İsmail Safevî’ye ve sonra Osmanlı Pâdişahı Yavuz Sultan Selim Hân’a sığınıp İstanbul’a gitti. Orada 1515’te vefat etti. Kabri Eyüp Sultan mezarlığındadır.

Sultan Hüseyin Baykara başarılı hükümdârlık hayatının yanı sıra, san’at koruyuculuğu ve bizzat san’atkârlığı ile de dikkat çeken bir Türk hükümdârıdır. Batı Türkleri olarak da isimlendirilmesi mümkün olan Osmanlıların, Sultan II. Murâd Hân ile oğlu Fâtih Sultan Mehmet Hân dönemindeki yükselmelerinin Doğu Türklerindeki paraleli, Sultan Hüseyin Baykara dönemidir. Bu dönem aynı zamanda Timurlenk ile başlayan ve bazı tarihçiler tarafından “Timurlu Rönesansı” olarak adlandırılan döneminin hem en yüksek düzeyi ve zirvesi, hem de en son Doğu Türklüğü Medeniyeti safhasıdır. Hüseyin Baykara’dan sonra medenî yükselmede bayrak batı Türklerine, yani Osmanlılara geçmiştir. Horasan’ın Özbek Hânı Şeybek Hân tarafından alınmasından sonra İran ve Hindistan’da bir süre daha tesîrini devam ettiren Timurlu medeniyeti, daha sonra yerleşmiş ve Türklük karakteri İran ve Hint karakteri ile karışmıştır.

Sultan Hüseyin Baykara dönemi, Doğu Türklerinin mûsikîde en yükseğe eriştiği ve “Herât Mûsikî Okulu” denen 1380’li yıllar ile 1510’lu yıllar arasında yer alan dönemin en parlak bölümüdür. Hattâ yalnızca Baykara’nın saltanat dönemi olan 1470-1505 yıllarına dahî “Herât Mûsikî Ekolü” denmiştir. Bu dönem zarfında Türk mûsikîsi nazariyâtı hakkında tartışmalar ve araştırmalar gelişmiş ve önemli eserler yazılmış, ayrıca büyük icrâcılar, üstâtlar yetişmiştir. İlk büyük Türk Müziği bilgini ve nazariyâtçısı kabul edilen Azerbaycan Urmiye’li Safiyüddin Abdülmümîn’den (Bağdat’da son Abbasî Halîfesi Mustâ’sım ve sonra Hülâgû’nun ve Moğolların İran Genel Valisi’nin hakimiyeti altında yaşamış olduğundan-1224-1274-bu kadarla yetinildi) sonra gelen en büyük Türk mûsikîsi bilgini ve nazariyâtçısı Hâce Abdülkâdir Merâgî (1360-Mart 1435) Herât mûsikî ekolünü başlı başına anlatmaya yeterlidir.

Baykara döneminde de onun bir san’at koruyucusu ve bizzat önemli bir şâir, bilgin ve bestekâr olmasıyla çevresinde birçok san’atkâr toplanmıştır. Üstâd Gulâm Şâdî (ö. 1490) Merâgî’nin talebesidir ve ondan sonraki bestekârların en büyüğü kabul edilmiştir. O dönemin önemli diğer bestekârları Gulâm Şâdî’nin kardeşi Şâdi-beçe (Küçük Şâdî-ö. 1515) Ebû Said Hüseyin Pehlivan, Şah Kulu ve Ali Şîr Nevâî, Herat Sarayında, Sultan Hüseyin Baykara’nın koruyuculuğu altındadırlar.

Sultan Hüseyin Baykara’dan himaye gören çok önemli bir kişi de Molla Câmî’dir. Tasavvuf ve şiir alanında zirve kişilerden biri olan Mevlânâ Nûreddin Abdurrahman Câmî (8 Kasım 1414-9 Kasım 1492) kendinden sonra gelen Farsça yazan bütün şâirlerden üstün kabul edilmiştir. Nakşibendîliğin Türkistan-Horasan bölgesinde yayılmasında en önemli rolü oynayan ve Nakşibendîliğin Câmiye (veya Nûriye) kolunun kurucusu olarak Pîr-i Sânî (ikinci pîr) olan Molla Câmî birçok ilmi eserinden başka mûsikî nazarîyâtı hakkındaki “Risâle fi’l mûsikî” adlı eseri ve ayrıca besteleri ile önemli bir müzik adamıdır. Türk Mûsikîsinin en büyük formu -Mirâciye dışında- olan Mevlevî Âyinlerine, bu formu kazandıran kişinin Molla Câmî olduğu; bestekârı bilinmeyen ve Mevlevî mûsikîsi alanında “Beste-i Kâdîm” adı ile anılan Hüseynî, Çargâh, Pençgâh makamlarındaki üç Âyin-i Şerîf’in de O’nun tarafından bestelendiği geniş kabul gören bir rivayettir. Kendisine Hüseyin Baykara’dan ayrı, Fatih Sultan Mehmed Hân ve Sultan II.Bayezid Hân tarafından da saygı gösterilmiş, ilgilenilmiştir.

Mevlâna Câmî ile çok yakın dost olan Ali Şîr Nevâî, sultanın da yakın dostudur ve devletin en çok sözü geçen nüfuzlu ve zengin kişisidir. Çağatay Türkçesinin bu en büyük ve dehâ sâhibi şâiri, aynı zamanda bestekârdır. Zenginliğini san’at koruyuculuğu (meselâ Gulam Şâdî, O’nun koruyuculuğunda yetişmiş ve yaşamıştır) ve imar faaliyetlerinde harcamıştır (Herât yakınlarındaki Mezâr-ı Şerîf şehrinde yer alan Hz. Ali’nin makam kabrini, Hüseyin Baykara ile birlikte yaptırmıştır). 9 Şubat 1441 de Herat’da doğan Nevâî, 3 Ocak 1501’de yine Herat’da vefat etmiştir. Nevâî’nin üç bestesinin notası 1928’de Moskova’da (Türkmenskaya Muzika) yayınlanmıştır. Aynı yayında Sultan Hüseyin Baykara’nın da uzun bir eserinin notası bulunmaktadır. Sultanın “Hüseynî” mahlası ile Çağatay Türkçesinde -Lehçesi- yazdığı şiirleri, bu lehçedeki şiirlerin -Ali Şir Nevâî dışında- en önemli ve san’at değeri yüksek olanlarındandır. Bu şiirler 1926’da Bakü’de “Dîvân” olarak basılmış ve yayınlanmıştır.

Bu büyük san’at koruyucusu ve san’atçı Türk Hükümdârı’nın “Mecâlis’ül Uşşâk” (Âşıklar Meclisleri) isimli manzum-mensur (nazım-nesîr, şiir-düzyazı) ve tasavvufla ilgili kitabı ise kendisinin san’atçılığı yanında bilginliğini de göstermektedir.

Bâbür Şah

San’atkâr Türk Hükümdârlarının doğudaki bir diğer kişiliği; Hint-Türk Hükümdârı Sultan Gazi Zâhirüddîn Muhammed Bâbür Şah Mirzâ’dır. O da Sultan Hüseyin Baykara gibi Timuroğlu ailesindendir ve Timurlenk Hân’ın beşinci kuşak torunudur. Babası Fergânâ Hân’ı Ömer Şeyh Mirzâ, annesi Çağatay Hânı Yunus Hân’ın kızı Kutlu Nigâr Hânımdır. 4 Şubat 1483’te Fergânâ Hânlığı başşehri Andicân’da doğdu. 10 Haziran 1494’de henüz on bir yaşında iken, babasının ölümü ile Fergânâ Hân’ı oldu. O dönemin siyasal çalkantıları ile üç defa Büyük Timurlu devletinin Semerkand şehrindeki tahtına geçti ise de (diğer taht şehri Herât’ta Hüseyin Baykara vardı) Türkistan’ın Özbek işgâli üzerine Türkistandan ayrılıp 10 Ekim 1504’te Kâbil’i aldı ve Afganistan’a hâkim oldu. Daha sonra güneye yaptığı seferlerin sonucunda ve 29 Nisan 1526’daki Pânipat zaferi üzerine Delhi ve Agrâ’yı alıp, Afgan-Lûdî devletine son verip, Hint-Türk Hakanı ve Sultanı oldu. 16 Mart 1527’de Hindûları yenip devletini geliştirdi. Başkenti Agrâ olan Hint-Türk hakanlığı, bütün Kuzey Hindistan ve Afganistanı kapsıyordu. Bu devlet, başkent Delhi olarak 1858 yılına kadar devam etti. Bâbür Şah 26 Aralık 1530’da Agrâ’da vefat etti ve vasiyeti üzerine çok sevdiği Kâbil’de toprağa verildi.

Askerî başarıları ve devlet kuruculuğu, Pers-kaplan demek olan adının anlamına çok uyan Bâbür Şah aynı zamanda şâir, bilgin ve mûsikîşinas olarak da çok önemli bir kişiliktir. “Dîvân-ı Bâbür Pâdşah” isimli Türkçe ve Farsça şiirlerinin yer aldığı dîvanındaki Türkçe şiirleri Çağatay Türkçesiyle yazılmış şiirlerin Ali Şîr Nevâî’den sonra en yüksek seviyedekilerini oluşturur.

“Hatt-ı Bâbüriye” denen yepyeni bir hat-yazı tarzı icâd edecek kadar önemli bir hattat olan Bâbür Şâh aynı zamanda zooloji ve botanik uzmanı, mimar, nakkâş, minyatürcü, Fıkıh ve Tasavvuf konularında kitabı olan bir âlim ve mûsikîde nazariyâtçı, sâzende ve bestekârdır. En önemli eseri olan “Bâbür-nâme”, Çağatay Lehçesi ile yazılmış ise de, bütün Türkçe lehçeleri içinde cidden bir şâheser ve düz yazı örnekleri arasında bir anıt-eserdir.

Dünyaca bilinen bu eser; Bâbür Şâh’ın hatıralarını ve aynı zamanda Türk Mûsikîsine ait önemli bilgileri anlatır. Ana dili Türkçe’den başka Arapça, Farsça ve Moğolca’yı da şiir yazacak seviyede bilen Bâbür Şâh’ın Aruz Risâlesi isimli eseri de mûsikî nazariyâtı ile ilgili bilgileri içerir.

II. Gazi Giray Hân



Türklerdeki san’atkâr hükümdârlardan biri de 16. Kırım Hânı olan Ebü’l Feth Gâzi Giray Bora Hân-ı Sâni’dir. Moskova Fatihi “Taht-alan” 13. Kırım Hânı I. Devlet Giray Hân’ın (1517?-1577-Hânlığı 1551-1577) oğludur. Ağabeyi 14. Kırım Hânı Mehmet Giray Hân (1553?-1584-Hânlığı 1577-1589) ve kardeşi 15. Kırım hânı II. İslâm Giray Hân’dan (1559-1588-Hânlığı 1584-1588) sonra Aralık 1588’de 16. Kırım hânı oldu. Ekim-Aralık 1596’daki iki aylık ara (bu arada kardeşi I. Fetih Giray hânlık yaptı) hariç Aralık 1607’deki vefatına kadar 20 yıl hânlık yaptı. En büyük Kırım hânlarından biri -belki birincisi- olan Gazi Giray, öncelikle askeri alandaki başarıları ile göze çarpıyor. Ağabeyi Kalgay (veliaht) Âdil Giray’a yardımcı olarak görev yaptığı Osmanlı-İran savaşlarında (1578-1580) genç yaşta dikkat çekmiştir. Mehmed Giray Hân’ın ünlü Kırım süvarileri ile katıldığı bu savaşlarda ün kazanmış, fakat 1581’de bir öncü görevi sırasında İranlılara esir düşmüş ve ünlü Bâtinî lideri Hasan Sabah’ın (Haşhaşinler) Alamut Kalesinde dört yıl esir kaldıktan sonra kaçarak Osmanlı vezîr-i âzâmı ve Kafkas Fâtihi Osman Paşa ordusuna katılmıştır. Daha sonra İstanbul’a giden Gazi Giray, Osmanlı Devleti tarafından Kırım hânlığına getirilmiş ve bir Osmanlı askerî kuvveti eşliğinde bir Osmanlı Filosu ile Kırım’a dönmüştür. Kırım hânı olarak Rusya’ya karşı kazandığı askeri başarılar sonucu 1593’te Rus Çarlığını yıllık vergiye bağlamıştır. 1594 ile 1602 arasında Almanya (Yanık kale Fethi) Polonya ve tekrar Almanya seferlerinde ve cephelerinde de birçok başarılar kazandı. Son beş yılını Kırım’da san’at ve ilim çalışmaları ile geçiren Gazi Giray Hân Aralık 1607’de Kırım başşehri Bahçesaray yakınlarında vefat etti. Yerine oğlu Toktamış Giray Hân geçti. Öteki dört oğlundan İnâyet Giray Hân (1598-1637) 22. Kırım Hân’ı (1635-1637) (kabri İstanbul Eyüp Sultandadır); Sefer Giray ikinci veliaht olarak görev yapmışlardır. “Ârifî” mahlaslı şâir Saadet Giray ile Nureddin Hüsameddin Giray diğer oğullarıdır. Türk askeri tarihinin en büyük simalarından biri olan II. Gazi Giray Hân; aynı zamanda en büyük Türk bestekârlarından biridir. Eski kaynaklarda “Tatar” diye anılan bestekârın sözlü eserleri bugüne ulaşamamış olup ancak sekiz makamda peşrev ve saz semaisi takımı ile altı makamda ayrı peşrev ve ayrı saz semailerinden oluşan yirmi iki eseri bilinmektedir, ki devrikebir usûlündeki Mahûr Peşrevi bile bestekârlık kudretini göstermeye yeterlidir. Ayrıca birçok sazı çalabilen iyi bir saz icrâcısı idi. Edebiyatta düz yazı ve şiir alanında da yüksek bir san’atkârdı. Osmanlı lehçesi ile yazdığı şiirlerinden oluşan Dîvânı ve “Gül ü Bülbül” isimli bir mesnevîsi ve Türkçe’nin Çağatay ve Kırım lehçelerinde ve ayrıca Arap ve Fars dillerinde de şiirleri vardır. Dinî ilimlerin yanı sıra fen ilimlerini ve özellikle matematik ve astronomiyi iyi bilirdi. Tarih ilmine çok meraklı olup, ünlü ve büyük Türk tarihçisi Peçevî İbrahim Efendi’nin hem koruyucusu ve hem de yakın dostu idi. Tâlîk hatta usta bir hattattı. (Peçevî’ye talik hat meşk etmiştir.)

Kısa sayılabilecek elli üç yıllık ömrü kahramanlıklar ve san’at uğraşıları ile geçen Gazi Giray Hân’ın bir gazelinin şu iki beyti, hem kahramanlık (hamâset) edebiyâtı örneği olarak, hem de kendi kendisini anlatmak yönünden önemlidir:

Râyete meyl ederiz kâmet-i dil-cû yerine

Tûga bel bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine

Olmuşuz cân ile billâh gâzâyâ teşne

İçeriz düşmen-i dînin kanını, sû yerine

Çoban Devlet Giray

Gazi Giray Hân’ın 1596 sonundaki iki aylık ara sürede Kırım hânlığı yapan kardeşi I. Fetih Giray Hân’ın oğlu olan Nûreddin Ahmed Çoban Devlet Giray, hükümdâr değil ise de amca torunu III. Mehmed Giray Hân zamanında (1623-1624) Kırım Hânlığı ikinci veliahdı olarak yüksek bir devlet kademesi işgâl etmiştir. 26. Kırım hân’ı Âdil Giray Hân (1613-1672 Hânlığı 1666-1671) ile Kalgay (Kırım tahtı veliahdı) Fetih Giray’ın babasıdır. (Âdil Giray Hân zamanındaki Kalgay da Fetih Giray’ın oğlu Devlet Giray’dı. Fetih Giray’ın diğer oğlu Nûreddin Gâzi Giray Hân da şâirdir.) Çoban Devlet Giray’ın bugüne ulaşmış tek eseri olan Evsat usûlündeki Uşşak Peşrevi onun iyi bir mûsikîşinas olduğunun delîlidir.

I. Selim Giray Hân

Gazi Giray Hân’ın kızı Hânzâde Hâni Hatun ile amcası oğlu 23. Kırım hânı I. Bahadır Giray Hân’ın (Nisan 1637-Ekim 1641) oğlu Gâzi Hacı Hafız Selim Giray Hân-ı evvel 1634 de doğdu. Otuz yedi yaşında Kırım hânı oldu. Siyasal çalkantılarla geçen yetmiş yıllık ömründe, ayrı ayrı dört kerede toplam 23 yıl hânlık yaptı. En önemli ve büyük Kırım hânlarından biridir. Gerek askerlik alanında gerekse bilim ve san’at alanlarında dedesine benzer. Şiirde “Selîm” mahlasını kullanmıştır. Bestelerinden yalnızca bir tane Arapça güfteli (Şugl) Tahir makamında bir eseri bilinmektedir. Selim Giray’ın oğullarından altısı Kırım Hân’ı, dördü Kalgay olmuştur.

Mevlevî tarîkatına mensup olan Selim Giray Hân, Arapça gibi Farsça’yı da bilmesinden başka çok özel bir uzmanlık olan Mesnevî-hân idi ve yedi asırlık Mevlevîlik tarihinde pek sık rastlanmayan ender Mesnevî Hafızlarından (yaklaşık 26.000 beyitlik Hz. Mevlânâ’nın Mesnevîsini ezber bilen) ve yine çok ender hacca gitmiş olan hükümdârlardan biri idi. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’i de hıfzetmişti.

Kırım hânı olarak İstanbul’a sıkça gitmiş İstanbul’daki Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi, Hâfız Post, Sepetçizâde gibi büyük musikîşinaslarla hem dostluk kurmuş hem onlara destek sağlamıştır. Kırım başkenti Bahçesaray’daki hânlık sarayında misafir ettiği Evliya Çelebi, Seyahatnâmesinde I. Selim Giray Hân’dan övgüyle bahseder. Bu büyük devlet adamı, dâhî asker, âlim, san’atkâr, ve san’at koruyucusu hükümdâr 22 Aralık 1704’te âhirete intikâl etti ve Bahçesaray’da kendi yaptırdığı Hacı Selim Giray Hân Camii avlusundaki türbesine konuldu.

Türklerdeki san’atkâr hükümdârlar konusunda sıra Osmanlılara gelince; zaten başka milletlerde hiç rastlanmayan bu yüksek özellik Osmanlılarda iyice belirginleşir. 36 Osmanlı padişahının 14’ü -bestekâr ve icrâcı olarak- mûsikîşinastır bunlardan yedisinin besteleri bilinmektedir. Osmanlı hükümdârlarının bizzat san’atkâr olanlarının dışındakiler ise en azından san’at koruyucusu ve teşvîk edicisi olmuşlardır. (Osmanlı Padişahlarının yalnızca san’at tarafları ele alınacaktır).

San’at, san’atkârla somutlaştığı için bilinen en eski Türk bestekârı Hâce Abdülkadir-i Merâgî (1360?-Mart 1435) ile konuya girilebilir. O devirde, Bağdat’ın başşehri olduğu Celâyir Devleti sınırlarında olan Güney Azerbaycan’da Merâgâ’da doğan Abdülkâdir, büyük bir mûsikîşinas olarak Bağdat Sarayında Hüseyin Celâyir Hân’dan (1374-1382) ilk ilgi ve himâyeyi gördü. Moğol asıllı ama Türkleşmiş Celâyirlilerin diğer hükümdârı Ahmet Bahâdır Celâyir Hân (1382-1410) ki kendi de ressam, Hattat, kakmacı, okçu Türkçe Arapça ve Farsçada şâir ve bestekâr olan bir başka Türk hükümdârıdır-zamanında da bu himaye devam etti. (Merâgi’nin “Devr-i Şâhî” ismi ile icad ettiği usûl Ahmed Hân’a ithâf edilmiştir). Abdülkâdir 1393’den önce Osmanlı Padişahı Sultan (Yıldırım) Hân’ın (1354-8 Mart 1403) daveti ile Bursa’ya gitti. Bayezid Hân’dan iltifat ve teşvik gördü. Bu davet ve teşvik Osmanlıdaki san’at koruyuculuğunun ilk örneği olarak kabul edilebilir. (Yıldırım Hân’ın oğlu Emir Süleyman da Osmanlı’nın Fetret Devrinde Edirne’deki padişahlığında büyük bir san’at koruyucusu olarak dikkat çeker. Kendisi de şâir ve mûsikîşinas idi. “İskendernâme” sahibi Ahmedî (1335-1412) onun himayesindeki san’atkârlardandır).

1393’te Bağdat’ı Celâyirlilerden alan Timurlenk (9 Nisan 1336-18 Şubat 1405) bütün san’atkârlarla birlikte Merâgî’yi de Semerkant’a götürdü ve orada ona mevkî verdi. 1399’da Timur’un oğlu Mîranşah Mirzâ’nın Tebriz’deki sarayında bulundu. Bu sıralarda Bağdat’ı geri almış olan Ahmet Celâyir Hân’ın yanına gitti ise de 1401’de Timur Bağdat’ı tekrar alınca ölüm cezasına çarptırıldı. Fakat, çok yüksek bir mûsikî ve güzel sesi ile okuduğu Kur’an’dan dolayı, Timur onu affetti ve Semerkant’a götürdü. En büyük Türk cihângirlerinden olan büyük Timur’un san’at koruyuculuğunun bir örneği de budur. 1405’te Timur’un vefatı ile tahta geçen torunu Sultan Halil Mirzâ (1405-1409) da kendisine aynı ilgi ve himâyeyi gösterdi. Halil Mirzâ’dan sonra hakan olan Timur’un en küçük oğlu Sultan Şahruh Mirzâ (1409-1447) zamanında Doğu Türk Hakanlığı başşehri Semerkant’tan Herat’a nakledildiğinde Merâgî de Herat’a gitti. 1435 Martı’nda vebâ salgını sırasında vefat etti.

Burada çok önemli bir özellik göze çarpmaktadır. Abdülkadir Merâgî yüksek san’atı ve ilmi ile Celâyirli, Timurlu ve Osmanlı olarak üç ayrı Türk devleti ve hânedanından fevkalâde saygı, teşvik, hizmet ve himâye görmüştür. Büyük Timur ve Yıldırım Hân bir birlerine karşı her türlü siyasi ve askeri mücadeleyi yürütmüşler ise de san’at koruyuculuğunda birer Türk hükümdârı olarak aynı doğru ve yüksek davranışı ortaya koyabilmişlerdir. İşte bu Türklerin san’at ve san’atkâra bakış açılarının ne olduğunu göstermeye yeterlidir.

Osmanlı Devletinin beylikten İmparatorluğa sıçradığı dönemin hükümdârı Sultan II. Murat Hân (Mayıs 1404-Şubat 1451) âlim, şâir ve bestekârdır. Türk mûsikîsi nazariyâtını oluşturan -daha doğrusu ortaya koyan- ilk ilmî eserler bu pâdişah ile oğlu Fatih Sultan Mehmed Hân’ın teşvikleri ve hattâ ricâ yollu emirleri ile hazırlanmıştır. Hızır bin Abdullah’ın “Edvâr” isimli eseri bunun bir örneğidir. (Edvâr Topkapı Sarayı ve Berlin KütüpHânesindedir). Sultan II. Murad’ın hükümdârlığı döneminde (1421-1451) doğu Türk ellerinde Horasan’da yükselen Doğu Türk Medeniyeti ile Batı Türk Medeniyeti arasında köprü kurulmuş ve büyük bestekâr ve âlim Abdülkadir Merâgî Herât’tan Bursa’ya davet edilmiş ve “Makâsıd’ül elkân” isimli eserini padişaha sunmuştur. (Merâgî’nin kendi el yazısı ile yazılmış bu eser, Hollanda Leiden Üniversite kütüphânesindedir. Şahsî kütüphânemizde mikrofilmi vardır). II. Murad Hân’ın saltanatının ilk yıllarındaki Osmanlı ülkesindeki karışıklıklar ve iç isyanlar yüzünden Meragî tekrar Herât’a dönmüştür. Meragî’nin ebced notasıyla yazılmış yüzlerce eseri kapsayan “Kenzü’ül Elhân” (melodiler hazinesi) isimli eseri elde olabilseydi. II. Murad Hân devri Türk mûsikîsi hakkında en doğru bilgileri elde edebilecektik. Büyük Türk bibliyografyacısı Kâtip Çelebi’nin “Keşf’üz Zünûn”unda kaydettiği bu eser, ne yazık ki elde değildir. Ancak Merâgî’ye ait olduğu kabul edilen otuz kadar mûsikî eseri, II. Murad Hân devri Türk mûsikîsi hakkında fikir vermektedir.

Dünya tarihinin en önemli simalarından biri olan, Fatih Sultan II. Mehmed Hân (30 Mart 1432-3 Mayıs 1481) babasının devrindeki doğu ve batı Türklüğü medeniyeti ilişkilerini aynen devam ettirmenin yanında ve üstünde batı Türk medeniyetine büyük katkılarda bulunmuştur. Babasına kitap sunan Merâgî’nin oğlu Abdülaziz Çelebi’nin “Nakavât’ül Edvâr” adlı eseri (Nûr u Osmaniye Kütüphânesindedir) Sultan Mehmet Hân’a ithâf edilmiştir. Sultan Fatih’in “Avnî” mahlası ile yazdığı şiirleri, basit bir hevesin üstünde asırlık zaman dilimlerine göğüs germiş ciddî eserlerdir. 20. yy.’ın ünlü bestecilerinden büyük hoca Emin Ongan’ın (1906-1985) rast şarkısının ilham kaynağı Avnî’nin mısralarıdır:

“Zülfünün zencîrine bend eyledi şâhım beni

Kulluğundan etmesin azâd Allahım beni

Cevr-i Dilber sûz-i firkat ta’n-ı düşmen za’f-ı dil

Dürlü dürlü derd içün hâlk etmiş Allahım beni”

Karaman Beyliği ile yaptığı mücadeleye bile edebiyatı dahil edebilecek bir Türkçe ustasıdır.

“Bizimle mertlik gavgâsın edermiş Karamânî

Karaman’a gelir isem kara yere karam ânı”

Fizik mühendisliği (havan topu eğik atış formülü), astronomi, matematik, askerlik, dinî ilimler ve tasavvuf, döküm tekniği gibi değişik dallardaki kişisel bilginliği yanı sıra özellikle şiirdeki san’atkârlığı ve döneminde yetişen ilim ve san’at adamlarına karşı gösterdiği yakın ilgi ve himaye yurt dışına bile taşmıştır. İtalyan ressam Bellini bunun yalnızca bir örneğidir.

Abdülkadir Merâgî’nin II. Murad Hân’a; oğlu Abdülaziz’in oğlu II. Mehmet Hân’a kitap ithâfı ve takdimi sanki gelenekselleşmiş ve torun Mahmut Çelebi, “Makasıd’ül Edvâr” (O da Nur’u Osmaniye Kütüphânesinde) isimli eserini II. Murad Hân’ın torunu Sultan II. Bayezid Hân (Ekim 1448-21 Mayıs 1512) ithaf etmiştir. Osmanlık Padişahları içinde -babası Fatih ile birlikte- en büyük âlim kabul edilen Sultan II. Bayezid Hân, Şehzadeliğinde Amasya Sancak Beyliği görevini yürütürken çok mükemmel bir tahsil gördü. Ünlü Türk hattatı Amasyalı Şeyh Hamdullah Efendi’den (1426-30-1520) hat öğrendi ve icâzet aldı. Mûsikî alanında en bilinen eseri Nevâ Peşrevinin yanı sıra elimizde bulunan sekiz saz eseri daha vardır. Arapça ve Farsça ile birlikte Çağatay Lehçesi ve Uygur yazısı da bilirdi. “Adnî” mahlasıyla yazdığı şiirlerden 124’ünü kapsayan (basılı) bir dîvançesi de vardır. Pâdişahlığı zamanında Edirne, Bursa, Amasya ve Manisa Dârüşşifalarında mûsikî ile tedavinin başlatılmış olması çok önemlidir.

Bir bilim ve san’at adamı olmanın yanı sıra bilim ve san’at koruyucusu olan II. Bayezid Hân’ın “İn’amât Defteri”nde (kişilere verilen hediyelerin yazıldığı resmi evrak) pek çok san’atkârın ve âlimin ismi olması O’nun san’at ve bilim koruyuculuğunun kanıtıdır. Ayrıca, Avrupa’daki san’at hareketleri ile de ilgilenmiş, Leonardo Da Vinci ve Michelangelo gibi san’atkârlarla (özellikle İstanbul Boğazı ve Haliç üzerine köprü yapımı konularında) mektuplaşmıştır. Fatih Sultan Mehmet gibi tarihin en parlak şahsiyetlerinden birinin ardından padişah olması, saltanatının ilk yarısında kardeşi Şehzade Cem meselesi, son zamanlarında da oğulları Ahmet, Korkut ve Selim ile olan mücadeleler ve Şah kulu isyanı gibi iç olaylar O’nu gölgede bırakmış gibi görünse de Sultan Bayezid hattat, bestekâr ve şâir bir san’atkâr ve büyük bir san’at ve bilim koruyucusu ve köprü, yol imâret, medrese, cami, han, dârüşşifa gibi kamu yararına eserler yapmış büyük hayrat sahibi bir Türk hükümdârıdır. Onun hayırlı eli İspanya’da engizisyon zulmüne uğrayan Yahudilere bile uzanmıştır.

San’atkâr Sultan Bayezid Hândan bahsederken şehzadesi Korkut’tan bahsetmemek olmaz. Sultan Bayezid’in üçüncü oğlu Şehzade Mehmet Korkut (1467-17 Mart 1513) “Harîmî” mahlası ile yazan “dîvan” sahibi bir şâir, “Gıda-i Ruh” adında saz icad eden bir saz yapımcısı lutiye, günümüze ulaşmış sekiz saz eseri olan bir bestekâr, “Kitab’ül Harîmî” veya “Da’vet’ün Nefs” adında tasavvuf kitabı yazan bir mutasavvıf, “Hâfız’ül İnsan” adında Arapça akâid (inanç sistemi), “Hâll ü İşkâk-el Efkâr” adında fıkıh (İslam hukuku) kitapları yazan bir din bilgini, Kur’an yazan bir hattat ve ilim ve san’at adamları ile özellikle Türk denizciliğinin gelişmesini sağlayanları himaye eden bir büyük Türk şehzadesidir.

Şehzade Korkut’un üç yaş küçük kardeşi ve II. Bayezid Hân’ın dördüncü oğlu (Yavuz) Sultan I. Selim Hân (1470-22 Eylül 1520) babası ve dedesinden sonraki en bilgin, oğlu ve dedesinden sonraki en idareci, dedesinden sonraki en asker padişahtır. “Selîmî” mahlası ile yazdığı Türkçe şiirleri yanında Farsça bir dîvânı vardır. (“Hûn-i Hüseyn-i Mî-talebem yâ Ali meded” mısraı yeterli örnektir.) Yavuz Selim Hân’ın Çaldıran’dan sonra feth ettiği Tebriz’den özellikle Türk asıllı pek çok mûsikî bestekâr ve icrâcısını İstanbul’a getirmesi kendisinin bir san’at koruyucusu olduğunu da göstermeye yeterlidir. Kahire fethinden sonra da aynı şekilde hareket etmiştir.

Yavuz’un oğlu Osmanlı Padişahlarının en büyüğü kabul edilen (Kanuni) Sultan Süleyman Hân (27 Nisan 1495-7 Eylül 1566) da san’atkâr bir Türk hükümdârıdır. Arapça, Farsça, Sırpça, İtalyanca bilen batılıların “Muhteşem” dediği Sultan Süleyman büyük bir san’at ve bilim koruyucusudur. Kendisi san’atın şiir dalı ile meşgul olmuş ve “Muhibbî” mahlası ile yazdığı şiirleri en büyük padişah dîvanını oluşturmuştur.

“Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi”

beyti, bir darb-ı mesel gibi asırlardır halk hafızasında yaşamaktadır. Oğlu Şehzade Bayezid’in -ki O da şâirdir- isyan etmesi ve İran’a sığınması meselesinde babasına yazdığı;

“Ey ser-a-ser âleme Sultan Süleymân’ım baba

Tende cânım cânımın içinde cânânım baba”

diye başlayan

“Bî-günahım Hakk bilir devletlû sultanım baba”

nakaratlı murabbaya, aynı vezin ve nazım şekliyle;

“Ey dem a dem mazhâr-ı tûğyân u ısyânum oğul

Takmayan boynuna hergiz tavk-ı fermânım oğul”

diye başlayan ve,

“Bî-günahım dîme bari tevbe kıl canım oğul”

nakaratlı murabba ile verdiği cevap cidden şah-eserdir. Hasekisi Hürrem Sultan’a yazdığı:

“Gözlerimden ger nihân oldunsa ey zîbâ-cemâl

Sîneden nakş-i hayâli gitmek olmuştur muhâl

Ger yakarsın âteş-i hicrânına ey Hürrem beni

Aşkın ile can verem dönmeğe yoktur ihtimâl”

mısralarındaki romantik şâir Sultan Süleyman, İran Sefer-i Hümayûnu sırasında ise şöyle der:

Allah Allah diyelim sancak-ı Şahı çekelim

Yürüyüp her yakadan şarka sipahi çekelim

İki yerden kuşanalım yine gayret kuşağın

Bulaşıp toz ile toprağa bu râhı çekelim

Muhibbî’nin torunlarından büyük bestekâr padişah III. Selim Hân’ın Arazbâr makamında bestelediği ilâhîdeki sözleri de şöyle:

Âşıkın gitmez dilinden hiç bu Hû-yü Hây-ı Aşk

Tutsa ger arz u semâyı serteser gavgâ-yı aşk

Bezm-i gâmda çeng gibi hem inlemek kanûn olur

Her kimin gönlünde kala bu sadâ-yı nây-ı aşk

Sultan Süleyman’ın ünlü vezîr-i âzâmı Makbul İbrahim Paşa da klasik kemençe icrâcısı ve bestekâr bir mûsikîşinas idi.

Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Sultan II. Selim Hân (28 Mayıs 1524-15 Aralık 1574) da şâir padişahlardandır. Dedesi Yavuz gibi “Selîmî” mahlası ile yazmış, dedesi yaşında (42) padişah olmuş, dedesi kadar tahtta kalmış (8 yıl), dedesi yaşında (50) ölmüş ve dedesinin adını taşımıştır. Devrindeki bütün ilim ve san’at adamları Kıbrıs Fâtihi II. Selim Hân’ın koruması altındaydı.

Sultan III. Murad Hân (4 Temmuz 1546-16 Ocak 1595) da ataları gibi şâirdi. Aynı zamanda da büyük bir bilgin. “Murâdî” mahlası ile yazardı. 20 milyon kilometrekareyi aşan Yemen’den Cezâyir’e, Bakü’den Bosna’ya, Tebriz’den Viyana’ya uzanan topraklarda oturan dünyanın en güçlü süper devletinin hükümdârı Sultan III. Murad Hân şöyle diyor:

Uyan ey gözlerim gafletten uyan

Uyan ey uykusu çok gözüm uyan

Bu dünya fânidir sakın aldanma

Mağrur olup tac ü taht’a dayanma

Yedi iklim benim diye güvenme

Uyan ey uykusu çok gözüm uyan

Sultan III. Mehmed Hân (26 Mayıs 1566-21 Aralık 1603) da âlim ve şâirdir. “Adlî” mahlası ile yazardı. Eğri Fatihi olarak askerlik san’atında da söz sahibidir.

Onun oğlu Sultan I. Ahmed Hân (18 Nisan 1590-22 Kasım 1617) da “Ahmedî” ve “Bahtî” mahlasıyla yazdığı klasik ve tekke tarzı şiirlerinde; kahramanlıktan tasavvufa, siyasetten aşka kadar geniş bir konu yelpazesi kullanmış yetenekli bir şâirdir. Genç yaşına rağmen devlet idaresinde başarı göstermiş (tahta geçme usûlünü büyük erkek evlat yerine, en yaşlı hânedan mensubu olarak değiştirmiştir.) Arapça, Farsça bilen; büyük Türk mutasavvıfı Aziz Mahmud Hüdâyî’den tasavvuf feyzi almış, Türk mîmârisine Sultan Ahmed Camiini kazandırmış san’atkâr ve san’at koruyucusu bir padişah idi. Her gün bir kağıda Hz. Peygamberimizin ismini yazıp ayak izini çizerek kavuğuna sıkıştırması ve tâcı olarak kabul etmesi kişiliğini gösteren bir davranıştır.

N’ola tâcım gibi başımda getürsem dâim

Kademi resmidir ol Hazret-i Şah-ı Rusûl’ün

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir

Ahmedî durma yüzün sür kademine o gülün

(ünlü bestekâr Hafız Kumral’ın pençgâh makamındaki ilâhisi)

“Dil hânesi pür-nûr olur envâr-ı zikrullah ile” diye başlayan şiirini de Neyzen Osman Bey Hicaz İlahi olarak bestelemiştir. Hz. Peygamberin mübârek kabrinde zeytinyağı kandili yakılmasına gönlü el vermemiş, orada gül yağından kandil yakılması için vakıf kurmuştur.

Oğlu Osmanlı Padişahlarının en genci Genç Osman (Sultan II. Osman Hân 1604-1622) on sekiz yıllık ömrüne “Farisî” (binici) mahlasıyla şiirler yazmayı da sığdırabilmiş, kişilikli bir Gâzi Sultandı. (1621 Hotin Kalesi Seferi).

Tarihlerde Revan ve Bağdat Fatihi olarak anılan ve devlet idâresindeki sertliği, şahsî acı kuvveti, okçuluk ve cirit merakı ile tanınan Sultan IV. Murad Hân (27 Temmuz 1612-8 Şubat 1640) aynı zamanda “Murâdî” mahlası ile şiirler yazan “Şah Murad” mahlası ile de besteler yapan bir san’atkâr padişahtır. Sultan I. Ahmed’in üçüncü oğlu olup, 11 yaşında iken 10 Eylül 1623’te tahta geçti. Annesi meşhur Kösem Mahpeyker Sultandır. 28 seneyi bile bulmayan çok kısa bir ömür içinde iç isyanlardan İran Seferlerine ve Kırım meselesine kadar askerî ve siyasî alanda pek çok başarılı sonuçlar almış, bunların yanı sıra bilim ve san’at mensuplarını himâye etmiş, kendi de bizzat edebiyat ve müzikte eserler vermiştir. Aynı makamdan (hüseynî) altı ayrı peşrev besteleyebilecek çok kudretli bir bestekâr ve müzik bilginidir, bu özelliği ile de müzik tarihinde tektir. Bir yürük semâî ile bir ilâhîsinden başka diğer eserlerinin hepsi saz eseridir ve bilinen besteleri on beş tanedir.

Tebriz’i (2. defa) fethettikten sonra büyük dedesi Yavuz Selim Hân gibi oradaki bütün Türk san’atkârları İstanbul’a getirmesi, İstanbul’da san’at hayatına yeni bir canlılık kazandırmıştır. (İstanbul’un bir semtine -Emirgân- adını veren Tebriz’li Emîr Gûnâ Bey bahçe mimarisinde örnek olmuştur). IV. Murad Hân dönemindeki bu san’at hayatı padişahın yakın dostluğunu da kazanmış ve aynı zamanda mûsikîşinas olan Evliya Çelebi tarafından kayda alınmıştır.

Sultan İbrahim Hân’ın (5 Kasım-1615-18 Ağustos 1648) sekiz buçuk yıllık padişahlık döneminde de san’at korumacılığının devam ettiği hakkında “Safayi Tezkîresinde” ki şu kayıtla yetinilebilir: “Padişah-ı devrân Sultan İbrahim Hân, Yusuf Dedeye (daha sonra Beşiktaş Mevlevi Hânesi şeyhi olacak olan ünlü ney ve çenk üstadı ve şâir) ulûfe ve ta’yinât verile deyû hatt-ı hümayun ihsan edüp…”

Tarihlerde Avcı Mehmet olarak tanınan Sultan IV. Mehmet Hân (1 Ocak 1642-6 Ocak 1693) döneminin Köprülüler devresi askerî, siyasî ve idarî yönden olduğu kadar, san’at ve ilim yönünden de çok parlak bir devridir. Dâhî bestekâr Itrî, IV. Mehmet Hân’dan (Kırım Hânı Selim Giray ile birlikte) büyük destek görmüştür.

Bu san’at koruyuculuğu daha sonraki padişah Sultan II. Süleyman (Hattattır) (15 Nisan 1642-22 Haziran 1691) ile Sultan II. Ahmed Hân’ların (25 Şubat 1643-6 Şubat 1695) ikisinin de üç yıl yedi ay ondört gün süren kısa saltanat dönemlerinde de aynen devam etmiştir. Ayrıca II. Ahmet Hân bizzat şâir, bestekâr ve hattat (Kur’an da yazmıştır) olarak san’atkâr bir padişahtı. Günlük olarak tuttuğu hatırâ defteri çok önemli belgedir.

II. Ahmet Hân’dan sonra tahta çıkan Sultan II. Mustafa Hân (5 Haziran 1664-29 Aralık 1703) da amcası II. Ahmet Hân gibi şâir, mûsikîşinas ve hattattır (Hat’ta hocaları ünlü hattat Hafız Osman ve Hattat, şâir ve bestekâr Hocazâde Mehmet Efendilerdir). Şiirde mahlası “İkbâlî” ve “Meftûnî” dir. Şiirlerinin çoğu bestelenmiştir.

* “Müstârâk oldum lûtfuna”: Aşiran ve Hüseynî ilâhî (Ali Şir u Gani)

* “Allah Rabbi Layezâl”: Şehnâz ilâhî (Osman Ef.) Eviç İlahi (Ali Şiru Ganî), Suzidil ilâhi (Selahattin Demirtaş)

* “El meded ey Fahr-i Alem”: Neva ilâhî (Küçük Müezzin), Mahur ilâhî (Şeyh Ahmet Ef.)

* “Şerm-sâr etme Hüdâyâ rûz-i mahşerde beni”: Sünbüle ve Uşşak ilâhî (Ali Şîr u Ganî), Acem ilâhî (Bahri Hüseyin Efendi).

* “Dâim Salât olsun sana”: Çargah ve Uşşak ilâhî (Ali Şir u Ganî)

* “Dil-i şeydayı söyletsen Rasulallah’a aşıktır”: Dilkeş ilâhî (Ali Şir u Ganî), vs.

Bir diğer hattat, mûsikîşinas ve şâir padişah da II. Mustafa Hân’ın kardeşi, Lâle devri pâdişahı Sultan III. Ahmed Hân (31 Aralık 1673-1 Temmuz 1736) ’dır. Şiirde mahlası “Necîbî” idi. Mûsikîde hocası hünkâr imamı Kazasker Hafız İbrahim efendidir (ö. 1691), (Bu zât, IV. Mehmet Hân zamanında 18 yıl padişah imamlığı yapmıştır. Önemli bir bestekâr ve şâirdir.) Tosunzâde Abdullah, Küçük Müezzin Mehmet, Fındıklılı Hasan Efendiler gibi dönemin ünlü bestekârları bir onur görevi ve pâyesi olarak sarayda “müezzin-i şehriyârî” idiler. (Osmanlı Sarayında Enderûn-u Hümayunda hünkar imamlığı, müezzin-i şehriyârilik ve musâhib-i şehriyârilik daha sonraları da Mızıkâ-yı Hümayûnda hocalık gibi bu tür onur görevi ve pâyesi almamış san’atkâr hemen hemen hiç yoktur. Bu hâl devletin san’at ve san’atkârı desteklemek için ortaya koyduğu bir davranıştır). Dönemin ünlü Vezir-i Âzamı Damat Nevşehirli İbrahim Paşa da (1670?-1 Ekim 1730) kaim pederi III. Ahmet Hân gibi şâir ve bestekârdır. Hümayûn ve Mahûr makamında iki eseri günümüze ulaşmıştır.

Pâdişahı ve Vezîr-i âzâmı bizzat bestekâr ve şâir olan bu dönem elbette ki san’atın yükseldiği bir dönemdir ve sonraki padişah Sultan I. Mahmut Hân (2 Ağustos 1696-13 Aralık 1754) zamanında da aynen devam etmiştir. Çünkü I. Mahmut Hân da tanbûrî ve seviyeli bir bestekârdır. Zamanımıza yedi peşrev iki saz semaisi gelmiştir. Annesi Saliha Sebkâtî Vâlide Sultanın ismi ile “Sebkâtî” mahlasıyla Türkçe ve Arapça şiirleri de vardır. Türk barok mimarisinin ihtişamlı örneği Nûr u Osmaniye Camiini O yaptırmışsa da, açılışına ömrü yetmemiş, cami kardeşi ve halefi Sultan III. Osman Hân’ın adını almıştır.

Daha sonra Osmanlı tahtına çıkan Sultan III. Mustafa Hân (28 Ocak 1717-21 Ocak 1774) “Cihângir” mahlası ile şiirler yazan ve çok duygulu bir kişiliği olan bir padişahtı. Osmanlı Rus savaşından duyduğu üzüntü ölümüne sebep olmuştur.

Kardeşi Sultan I. Abdülhamid Hân (20 Mart 1725-27 Nisan 1789) da tıpkı ağabeyi gibi şâirdi (ayrıca hattat ve tarihçi) ve aynı duygusallıkla Rusların Özi Kalesi’ni alıp, kaledeki Türklere katliam uyguladığını öğrendiğinde inme inmiş ve “Ah Özi, Ah Özi” diyerek vefat etmiştir.

I. Abdülhamid Hân’ın yeğeni ve halefi 28. Osmanlı Padişahı Sultan III. Selim Hân (24 Aralık 1761-28 Temmuz 1808) Türk mûsikîsinde ekol sahibi dahî bir bestekârdır. 7 Nisan 1789’da padişah olmuş, devletin idâri ve askerî sisteminde Nizâm-ı Cedîd diye adlandırılan yeni düzenlemeler ve reformlar meydana getirmiş, san’at ve bilimin koruyucusu olmuş ve bizzat büyük mûsikî eserleri vermiş çok değerli bir devlet adamı ve san’atçıdır. 18 sene süren hükümdârlığı 29 Mayıs 1807’de tahttan indirilmesiyle sona ermiş ve ne yazık ki Alemdar Mustafa Paşa vakasında şehit edilmiştir. Sultan III. Selim (ve devri) Türk mûsikîsinde bir köşe başıdır. Mevlevî Âyini, durak, peşrev ve saz semâîleri, kâr, semaî, beste, şarkı, köçekçe gibi formlarda bestelediği eserlerden günümüze ulaşanlar 60’dan fazladır. Kendisinin icad ve terkip ettiği 14 makam vardır. Sûzidilârâ makamını pâdişah iken yaptığından en çok o makam tanınır, halbuki Evcârâ, Nevâ Buselik, Şevkefzâ gibi çok san’atlı ve günümüzde de kullanılan makamlar da onun tertibidir. Ayrıca, çok usta bir tanbûrî ve neyzen idi. Osmanlı Pâdişahı ve İslam Halîfesi Sultan Selim’in tanbur hocasının Tanbûrî İzak olması, Sultanın san’ata verdiği değerin bir göstergesidir. “İlhâmî” mahlasını kullanarak yazdığı şiirlerinden oluşan bir “dîvânı” vardır. Bu şiirlerinden 42 beyit Medîne’de Peygamber Mescidi’nin ön tarafındaki on iki sütuna yazılmıştır

“Ey Kerem mülküne sultânı Kerîm

Kulluğun Fahr bilir Şah Selim”

“Bin salât ile selâm olsun revân-ı pâkine

Eyler İlhâmî recâ nakd-i şefaat ruhsatin”

Mûsikîde usta bir icrâcı ve üstâd bir bestekâr, şiirde “Adlî” mahlasıyla yazan iyi bir şâir, özellikle celî (büyük levha halinde) yazıda büyük hattat olarak san’atkâr Türk hükümdârlarından biri de Sultan II. Mahmud Hân (20 Temmuz 1785-1 Temmuz 1839) dır. Ağabeyi Sultan IV. Mustafa’dan sonra 28 Temmuz 1808’de tahta çıktı. 31 yıllık saltanatında gerçekleştirdiği devlet düzenindeki yenilikler, Yeniçeri Ocağını kapatması, kıyafet devrimi, İstanbul’daki imar hareketleri, Mısır ve Rumeli meselelerine getirdiği çözümlerle siyasi tarihte; günümüze ulaşan 26 parça eseri ile de müzik tarihinde önemli bir yeri vardır. “Adlî” mahlasını kullanarak yazdığı şiirleri ve büyük bir hattat olması da san’atkârlığının ayrı bir yönüdür. Mûsikîyi büyük mûsikîşinas III. Sultan Selim’den öğrenmiştir. İyi bir ses icrâcısı-hânende, ve aynı zamanda tanbûrî ve neyzendir. Yeniçeri Ocağı ile birlikte Mehterhânenin de kapatılmış olması Türk mûsikîsinin gelişmesi ve yayılması açısından zararlı olmuştur. Kurduğu Mızıkâ-yı Hümâyûn ile batı müziği Türkiye’de gelişmeye başlamıştır. Sultan II. Mahmut bu olgulara rağmen kişisel san’at etkinliğini Türk mûsikîsi alanında yapmış ve dîvan, semâi, şarkı ve marş olarak besteler meydana getirmiştir. “Ebrûlarının zahmı nihândır ciğerimde” diye başlayan güftesi de kendine ait Hicaz Dîvânı bestekârlıktaki üstünlüğünü göstermeye yeterlidir.

II. Mahmut Hân’ın büyük oğlu Sultan Abdülmecid Hân (25 Nisan 1823-25 Haziran 1861) da babası gibi iyi bir hattât ve Türk ve Batı müziğini bilen, piyano çalan ve san’at koruyucusu olan bir hükümdârdı. Mızıkâ-yı Hümâyûn onun zamanında yeniden teşkilatlandırılmış ve batı müziği gelişip yayılmıştır.

Kardeşi ve halefi Sultan Abdülaziz Hân (8 Şubat 1830-5 Haziran 1876) babası ve ağabeyi gibi hattât ve mûsikîşinas ayrıca ressam idi. Sultan Abdülaziz sadece pehlivanlığa, koç ve horoz dövüştürmeye meraklı ve kaba saba bir kişilik sahibi olarak tanıtılmak istenmesine rağmen, batı ve Türk müziği olarak çok iyi bir müzik bilgisine sahip, çok iyi piyano ve lavta çalan, ve çok üstün derecede kudretli bir neyzen olan ince san’atkâr ruhlu bir pâdişahtır. Günümüze gelen Hicaz Hümayân Sirtosu, Şevkefzâ ve -güftesi de kendine ait- Muhayyer makamında iki şarkısı bu san’atkâr ruhun ürünlerindendir. Kendisinin ney hocası büyük neyzen Beşiktaş Mevlevihânesi Şeyhi Sait Dede Efendi’nin oğlu Nayzen Yusuf Paşa’dır. Abdülaziz Hân Avrupa ve Mısır’a yaptığı resmî dış gezilerde de dış kaynaklarda san’atkâr bir devlet başkanı olarak nitelendirilmiştir. (Abdülaziz Hân’ın oğlu

Şehzade Mehmet Seyfeddin Efendi (22 Eylül 1874-19 Ekim 1927) Osmanlı Hânedanının Sultan III. Selim’den sonraki en büyük bestekârıdır ve ayrıca ressamdır. Seyfettin Efendinin oğulları Abdülaziz, Mahmut Şevket ve Ahmet Tevhid Efendiler ile kızı Fatma Gevherî Sultan da tanbûr ve kemençe icrâcısı ve bestekârdırlar. Abdülaziz Hân’ın diğer oğlu son halife Abdülmecit Efendi çok önemli bir ressam, usta bir piyanist ve batı müziği bestekârıdır. Itrî’nin tekbirinin çok seslendirilmesi, keman ve piyano için ikileme, piyano için mazurka, piyano sonatı, vs.)

“Doksanüç’te (1293 Hicrî-1876 Milâdî) doksan üç gün ber-murad oldu Sultan Murad-ı nâ-Murâd” deyişi ile Osmanlı tarihindeki en kısa süreli padişahlığı dile getirilen Sultan V. Murad Hân (21 Eylül 1840-29 Ağustos 1904) babası Abdülmecid Hân döneminde gelişen batı mûsikîsini önce Mızıkâ-yı Hümâyûn şefi Guiseppe Donizetti Paşa’dan, sonra Mızıkâ-yı Hümâyûn hocalarından Miralay Lombardi Bey’den öğrendi. Çok iyi piyano ayrıca ud ve keman çalan V. Murad Hân, piyano için çeşitli eserler, valsler, polkalar, marşlar ve bazı şarkılar bestelemiştir. Kendisi şiir de yazardı. Bazı güfteleri bestelenmiştir (Hacı Arif Bey’in nihavent şarkısı “Na-Murâd’ım taliim avâredir” gibi).

Yerine geçen kardeşi Sultan II. Abdülmecid Hân (21 Eylül 1842-10 Şubat 1918) da iyi batı müziği bilirdi. Mızıkâ-yı Hümâyûn hocaları Miralay Lombardi ve Guatelli Paşa’dan nazariyât, Aleksan’dan Piyano öğrendi. Keman çalmayı da bilirdi. Şehzadeliği sırasında bazı batı müziği eserleri de bestelemiştir. Mobilya ince marangozluğunda cidden san’atkârdı. Yıldız Sarayı has bahçesindeki nadir ağaçları mobilyada kullanmak için yetiştirmiştir. Genel politikasının paralelinde Türk mûsikîsini koruma politikasına sahipti. Mızıkâ-yı Hümâyûn’un yanı sıra saray fasıl heyetine yeniden işlerlik kazandırmıştı. (II. Abdülhamid Hân’ın çocuklarının çoğu batı müziği eğitimi almışlardır. Abdülkâdir Efendi kemanda, Burhâneddin Efendi viyolonselde çok yüksek icrâcı idiler. En büyük oğlu Mehmet Selim Efendi usta bir piyanist idi. Kızı Ayşe Hamide Sultan ressam ve mûsikîşinastı. Arp, keman ve piyano çalardı. Batı müziğinde marş, mazurka, vals, piyano için parçalar, Türk müziğinde bir şarkı bestelemiştir. İlk eseri olan -güftesi de kendine ait- Hamidiye Marşını bestelediğinde henüz on üç yaşındadır).

Sultan V. Mehmed Reşad Hân (1 Aralık 1844-4 Temmuz 1918) da ağabeyleri ve kardeşi gibi babası Sultan Abdülmecid’in daha çok önem verdiği batı müziği öğrenimi görmüştü ve piyano çalardı. Mevlevî olması dolayısıyla Türk müziğini de iyi bilirdi. Osmanlı Devletinin en talihsiz zamanlarının padişahı olan Sultan Reşâd Hân aile ve devlet geleneğinden ayrılmamış, şartların elverdiği ölçüde Türk hükümdârlarının bilim ve san’at adamlarını koruma âdet ve özelliğini devam ettirmiştir. Arapça ve Fransızca bilen Sultan Reşâd Hân, şiir de yazardı. Çanakkale Harbinden bahseden ve

“Kapanup secde-i şükrane Reşâd eyle dua

Mülk-i İslâm’ı Hüda eyleye dâim me’men”

beyti ile biten şiir Sultan Reşâd Hân’ın diye bilinir.

Osmanlı Devletinin son padişahı olan Sultan VI. Mehmed Vahideddin Hân (2 Şubat 1861-16 Mayıs 1926) da atalarının bir çoğu gibi mûsikîşinastır. 4 Temmuz 1918’de Sultan Reşat’ın vefatı ile tahta çıkmış, son hükümdâr olarak 17 Kasım 1922’ye kadar pâdişahlık yaptıktan sonra saltanatın kaldırılması ile Türkiye’den ayrılmıştır. O zamandan beri tartışma konusu olan siyasal kişiliği dışında çok iyi bir ses icrâcısı-hânende, kanûnî ve bestekâr olarak Türk mûsikîsi tarihinde önemli bir yere sahipti. Türk mûsikîsini ünlü bestekâr Hacı Faik Bey’den öğrenmiştir. Batı müziğindeki hocası Mızıkâ-yı Hümâyûn Kumandanı bestekâr ferik Ahmet Necip Paşa’dır. Türk Mûsikîsinin çok önemli bir nota koleksiyonunu oluşturan hocası Necip Paşa gibi Vahdeddin Hân da nota koleksiyonuna meraklı ve çok iyi bir piyanist idi. Bestekâr olarak da yetmişten fazla eser vermiştir. II. Balkan Savaşı sonunda Edirne’nin geri alınması (1913) dolayısıyla bestelediği, güftesi şâir Nigâr Hânım’a ait olan marşı, hocası Necip Paşa’nın otuz yıldan fazla Resmi Devlet Marşı olarak kullanılan “Hamidiye Marşı”ndan daha az değerli değildir. Sultan Vahdeddin’in Türk mûsikîsindeki eserleri şarkı ağırlıklıdır.

Türklerdeki san’atkâr hükümdârlar hakkındaki bu yazıyı bir başka san’atkâr Türk hükümdâr ile bitirelim: Şah İsmail Safavî (17 Temmuz 1487-1524). İran’da Safavî Devletinin ve Şiîliğin resmî devlet mezhebi olmasının kurucusu olan Şah İsmail, babası Şeyh Haydar ve dedesi Şeyh Cüneyd’in “Şeyhliği Şahlığa çevirmek” idealini gerçekleştirmiş ve annesi Halime Âlemşah Begüm’ün babası Akkoyunlu Hükümdârı Uzun Hasan Padişahın Otlukbeli’nde Sultan Fatih tarafından âdeta son verilen devletini, son hükümdârı Elvend Beyi Nahcevan’da yenerek ele geçirip Safavî Devleti olarak 1502’de tarih sahnesine koymuştur. 23 Ağustos 1515’de Çaldıran’da Şah İsmail’in yıldızı sönmüş, talihi dönmüş, sonraki hayatı da sönük geçmiştir. Ama, Hz. Ali hakkındaki “Dah-Nâme”, öğretici bir kitap olan “Nasihat-nâme”, lirik gazellerden geleneksel halk edebiyatı ürünlerine kadar çok başarılı bir Türkçe ile yazdığı şiirlerinden oluşan “Hatayî Dîvanı” parlaklığını halâ korumaktadır:

“Gönül ne gezersin seyrân yerinde

Âlemde herşeyin var olmayınca

Olur olmaza dost deyip geçme

Bir ahdine bütün yâr olmayınca

Şah Hatayî’m edem bu sırrı beyân

Bir baştan ağlamak ömredir ziyân

Kâmil midir câhil sözüne uyan

Yanında mürşidi var olmayınca”

(İran’da hüküm sürmelerine rağmen bir Türk Devleti olan Safavîlerin beşinci şahı I. Abbas (27 Ocak 1571-19 Ocak 1629) da bestekârdır. Çargâh makamında bir kârı vardır).

Devlet başkanı olarak tuttukları -veya tutturuldukları- yol ve politikalardan artık iz bile kalmayan ama san’atkâr olarak ortaya koydukları eserleri ile hep insanlığa san’at ve kültür açısından yükselme yolları göstermeye devam eden devlet başkanı, şâir, san’atkârlardan olan Şah İsmail’in; Osmanlı Sultanı ve şâir san’atkâr Yavuz Selim Hân ile yaptığı mücadeleler ve Çaldıran Savaşı bitti. Ama, Selîmî’nin de Hatayî’nin de şiirleri bitmedi. Şâirler öldü, şiirler yaşıyor.

Sultan III. Selim Hân gibi çok yüksek bir san’atkârın politika -mevki ve makam kavgası- yüzünden hayatına kıyan ve kıydıran kimselerin isimleri hangi çukurda? Bestekâr III. Selim’in ve şâir İlhâmî’nin ismi ise hangi yücelerde?

Arel Hüseyin Sadeddin, “Türk Mûsikîsi Kimindir”, Ankara 1988.

Ergun Sadeddin Nüzhet, “Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi”, İstanbul 1942.

İskit Yayın evi, “Mufassal Osmanlı Tarihi”, İstanbul 1963.

köprülü Prof. Fuat, “Türk Saz Şâirleri”, Ankara 1962.

Özalp Nazmi, “Türk Mûsikîsi Tarihi I-II”, Ankara 1986.

Öztuna Yılmaz, “Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi, I-II-II Ek”, İstanbul 1969.


Yüklə 12,18 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   83   84   85   86   87   88   89   90   ...   95




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin