2. Niçin Batı Hukuku?
Ülkede hukuk birliğinin olmaması, görev ve yetki çatışmalarına adaletin gecikmesine, devletin etkisinin azalmasına yol açıyordu.
İslâm hukukunun şeriata dayanması ve çağın ihtiyaçları karşısında yetersiz kalması dolayısıyla, millî egemenliğe dayanan çağdaş ve laik bir devlet yönetimini amaçlayan Cumhuriyet idaresiyle bağdaşması mümkün değildi.
Dolayısıyla Gazi bu konuya daha Millî Mücadele döneminde dikkatle eğilmiştir. 1 Mart 1922’de BMM’nin üçüncü toplantı yılını açarken adliye alanında uygulanacak siyasetin amacını şöyle açıklar: “... Gaye ilk önce halkı yormaksızın, süratle, isabetle, güven içinde adaleti tevzi etmektir. İkinci olarak toplumumuzun bütün dünya ile ilişkisi tabiî ve zorunludur. Bunun için adalet düzeyimizi bütün medeni toplumların adaleti düzeyinde bulundurmak mecburiyetindeyiz... Dünyada mevcut bütün medenî devletlerin medenî kanunları hemen birbirinin pek yakınıdır... Dolayısıyla bizim hukukî mevzuatımızın bütün medeni devletlerin kanunî mevzuatından eksik olması caiz değildir” 358.
Gazi aynı konuşmada tam istiklâl deyimine adlî istiklâlinde dahil olduğunu belirterek, adaleti tevzi görevine, dışardan bir müdahalenin asla kabul edilmeyeceğini belirtmiş ve mahkemeleri vasıflı hâkimlerle donatmak için bir Hukuk Fakültesi açılacağını hatırlatmıştır.
1 Mart 1924’deki açış nutkunda da milletin ilân edilmiş bulunan Cumhuriyeti her türlü saldırıdan sonsuza kadar koruyacak tedbirlerin alınmasını istediğini, hükümetin asrî ve medenî idarenin bütün icaplarını basit ve çabuk bir şekilde gerçekleştirmesi gerektiğini vurgular. Adlî mevzuat konusunda ise, adlî kanunların ve teşkilâtın asrın gereklerine uymayan kayıtlardan kurtarılacağını, medeni hukukta takip edilecek yolun ancak medeniyet yolu olduğuna, hukukta idare-i maslahat ve hurafeliğe bağlı kalmanın milletleri uyanmaktan alıkoyan en ağır bir kâbus olduğunu belirtir ve sözünü “Türk milleti üzerinde kâbus bulunduramaz” sözleri ile noktalar359.
1 Kasım 1925’deki konuşmasında da, Cumhuriyet adliyesi mensuplarının bilimsel yeterlilik ve Cumhuriyet idealine sahip olmaları için sarf edilen gayreti över ve toplum hayatını yeni baştan düzenleyecek kanunların çağdaş medeniyet kanunları olacağını vurgular360.
Bu arada Lozan imzalanmış kapitülâsyonlar kaldırılmış, Türk adliyesinin tam bağımsızlığı sağlanmış, adliye mevzuatının modernize edileceği kaydedilmiştir. Bu gelişmeye paralel olarak Adliye Bakanlığı yürürlükte olan kanunların elden geçirilmesi ve değiştirilmesi için bir kaç komisyon kurar. Komisyonlar 1924’de yeniden oluşur. Yapılan çalışmalar doyurucu bulunmaz. Adalet Bakanı Mahmut Esat, 1925’te komisyonun görevlerine şu ifade ile son verir: “Türk ihtilâlinin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine mal etmek benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar, demirle ateşte yok edilmeye mahkumdurlar. Bu prensip bakımından, kanunlarımızı olduğu gibi, Batı’dan almak zorundayız” 361.
Aynı yıl 5 Kasım’da Hukuk Fakültesi açılır. Bu Fakülte yeni hukukun gerektirdiği elemanları yetiştirecektir. Gazi, Fakültenin açılışında heyecanlanır. “Tamamen yeni kanunlar meydana getirerek eski hukuk esaslarını kökünden kaldırmak teşebbüsündeyiz. Yeni Hukuk esaslarını alfabesinden tahsile başlayacak bir yeni hukuk neslini yetiştirmek için bu müesseseleri açıyoruz” dedikten sonra, “Cumhuriyetin teminatı olacak bu büyük müessesenin açılışında hissettiği saadeti hiç bir teşebbüste duymadığını” dile getirir 362.
Özetle, Atatürk’ün amaç edindiği çağdaş medeniyet düzeyinin üstüne çıkmak, Türk İnkılâbı’nın hukukî dayanak ve alt yapısını oluşturmak, ülkede hukuk birlik ve bütünlüğünü sağlamak, kaynağını şeriatten alan yasalar yerine, kaynağını millî egemenlikten alan yasalar getirmek amacıyla Batı hukuku benimsenmiştir.
3. Batı Hukuku Ne Getirdi?
Medeni Kanun Batı’dan aktarılırken İsviçre Medeni Kanunu tercih edildi. Bu tercihte, adı geçen yasanın açık bir dille yazılması, pratik ve yeni tarihli olması, hâkime geniş takdir yetkisi vermesi tercih sebebi olmuştur. Yasa 17 Şubat 1926’da Meclis’de kabul edildi, 6 Nisan’da yayınlandı ve 4 Ekim’de yürürlüğe girdi.
Medenî Kanunun yanısıra 1926’da Türk Ceza Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu, 1927’de Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu, 1929’da Ceza Muhakemeleri Kanunu, 1929’da Deniz Ticareti Kanunu, 1932’de İcra İflas Kanunu yürürlüğe konuldu. Yeni mahkemeler ve barolar oluşturuldu363.
Böylece eski hukukun dayandığı kaynak ve ilkeler terkedilmiş, Batı hukuku sistem olarak temel ilkeleriyle ve hukuk anlayışıyla benimsenmiş, gücünü millî egemenlikten alan laik ve demokratik hukuk yürürlüğe girmiştir.
Gazi, Batı hukukuna yönelirken, medeniyeti bir kül olarak kabul etmiş, çağdaş medeniyete sahip toplulukların, medenî ihtiyaçları arasında temelli farklar olmadığı görüşünden hareket etmiştir. Büyük Önder hukuk İnkılâbı ile Türk toplumunun yaşayışını, çağdaş dünyada olması gerektiği şekilde, yeniden düzenlemek ve hukuk yoluyla topluma çağdaş gelenekler kazandırmak istemiştir.
Nitekim Medeni Kanun Türk toplumunun yaşayışını temelinden değiştirmiştir. Çok kadınla evliliğin yerini, tek kadın almıştır. Evlenme, boşanma, miras, velâyet gibi konularda kadın erkek eşitliği sağlanmıştır. Bu yasa ile ailenin oluşması ve bozulması devletin onayına bağlanmıştır. Medeni Kanunun, Millî Mücadele’de sırtında cepheye cephane taşıyan, zaman zaman erkeğin yanında cephede fiilen vuruşan, bazen da kalemiyle millî direnmeyi savunan Türk kadınına getirdikleri son derece önemlidir. Medeni Kanun ona sosyal, ekonomik ve kültürel hayatta büyük ölçüde katılım sağlamak ve etken olmak yolunu açmıştır. Müslümanın Müslüman olmayanla evlenmesi, reşit olan herkesin dinîni serbestçe seçme hakkını kazanması, laiklik alanında önemli bir gelişmedir.
Atatürk’ün hukuk inkılâbının diğer bir sonucu da, Lausanne Antlaşması gereğince, Hristiyan azınlıklara tanınmış olan hukukî ayrıcalıklar luzumsuz hale gelmesidir. Nitekim Müslüman olmayan cemaatler, hükümete başvurarak, yeni kanun hükümlerine tâbi olmak istediler. Bu suretle Türkiye Cumhuriyetinde, yurttaşlararası ilişkilerde din ve mezhep kaidelerinin yerini laik kanunlar aldı. Artık yabancı devletlerin, Hristiyan azınlıkların haklarını korumak bahanesi ile, yüzyıllardan beri yaptıkları müdahalenin de kapıları kapanmıştır.
Diğer taraftan Atatürk’ün hukuk inkılâbıyla Türk hukuku laik bir temele oturmuştur. Bu suretle Türk toplumunun akılcı, çağdaş, dinamik ve birleştirici bir yola girmesi, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması sağlanmıştır.
Atatürk bu inkılâpla, Türk toplumunun bin yıllık tarihî gidişinin yönünü, Batı’ya doğru, çağdaş dünyaya doğru yönlendirmiştir364.
E. İnkılâplara Tepki: Gazi M. Kemal’e Suikast
Bu köklü yenilik hareketleri, İnkılâp karşıtı ve iktidar tutkunu güçlerin tekrar harekete geçmelerine yol açtı.
Gazi halkın nabzını tutmak, İnkılâpların nasıl uygulandıklarını görmek, Cumhuriyet rejimini halka sevdirmek, halkla bütünleşmek gibi amaçlarla uzun yurtiçi gezileri yapmaktaydı. 1926 Haziranında böyle bir gezi esnasında Balıkesir’den İzmir’e gitme hazırlığında iken, İzmir Valisi Kâzım (DİRİK) Paşa’dan bir tel alır. Tel de hazırlanan suikast dolayısıyla, İzmir’e hareketinin ertelenmesi istenmekteydi (14 Haziran 1926). Ulu Önder hareketini erteler. Bu suikastı yapacak olan 1. Dönem milletvekillerinden Ziya Hurşit ve suç arkadaşları 14/15 Haziran gecesi kaldıkları otelde suikast silâhlarıyla birlikte yakalandılar. Gazi’nin gelişinin ertelenmesinden kuşkulanan ve suikastçıları motorla kaçıracak olan Giritli Şevki, durumu İzmir Valisi Kâzım Dirik Paşa’ya ihbar etmişti. Gazi durumu yerinde görmek üzere, 16 Haziranda İzmir’e geldi. Halkın coşkun gösterileriyle karşılandı.
Olay kamuoyuna 19 Haziran’da duyuruldu. Geniş yankılara yol açtı. Halk bir yandan Gazi’ye sevgi ve bağlılık telgrafları yollarken, bir taraftan da olayı lanetleyen toplantılar düzenlendi.
Gazi, gösterilen sevgiyi bir demeçle cevaplandırdı. Olayın şahsından ziyade, kutsal cumhuriyete ve onun yüksek ilkelerine karşı olduğunu belirtti ve demecini şu sözlerle noktaladı: “... Benim nâciz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır. Ve Türk Milleti emniyet ve saadetini temin eden prensiplerle medeniyet yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir” 365.
Gazi suikast haberini alınca, Ankara’da bulunan İsmet Paşa’yı haberdar etmiş ve “geniş bir tertip olduğunu” belirterek İstiklâl Mahkemesinin İzmir’e gönderilmesini ve her ihtimale karşı onun Ankara’da müteyakkız olmasını istemişti 366.
İstiklâl Mahkemesi İzmir’e geldi ve 26 Haziran’da çalışmalarına başladı. Duruşmalar 13 Temmuz’a kadar devam etti.
Bu arada bir çok kişi olayla ilgili olarak tutuklanmıştır. Bunlar arasında Gazi’nin Millî Mücadele’deki yakın silâh arkadaşları olan Ali Fuat (CEBESOY), Kâzım (KARABEKİR), Refet (BELE) Paşalar da vardı.
Ziya Hurşit yakalanınca, olayla ilgili bilgiler verir. Suikast daha önceden tasarlanmış, önce Ankara’da yapılması düşünülmüş, sonuçta İzmir için karar verilmiştir. Ziya Hurşit’in suç ortağı olan iki kişi, İttihat ve Terakki’nin fedailerinden olup, Millî Mücadele’de Kocaeli mıntıkasında faaliyette bulunan emekli jandarma Yüzbaşı Sarı Efe Edip Bey’in adamlarıydı. Ziya Hurşit’i, ona Şükrü Bey göndermişti. Şükrü Bey, İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerindendi. Bir ara Maarif Bakanlığı da yapmıştı. İşe Şükrü Bey’in karıştığı öğrenilince olay, eski İttihatçılardan olup daha sonra Terakkiperver Cumhuriyet Partisine girenlere ve dolayısıyla TCF’ne sıçramıştır. Cavit Bey, Dr. Nâzım Bey, Canbolat Bey, Gazi’nin eski arkadaşı Ayıcı Arif Bey, İttihat ve Terakki’nin örgütçüsü Kara Kemal, tanınmış fedaisi Abdülkadir, Rüştü Paşa, Nail Bey Halis Turgut, Cafer Tayyar Paşa olayla ilgili görüldüler.
Mahkeme sonucunda, Ziya Hurşit ve onun iki yardımcısı, İzmir Mebusu Şükrü, Eskişehir Mebusu Ayıcı Arif, Saruhan Mebusu Abidin, İstanbul Mebusu İsmail Cambolat, Erzurum Mebusu Rüştü Paşa, eski Trabzon Mebusu Hafız Mehmet, Sarı Efe Edip, Sivas Mebusu Halis Turgut, Çopur Hilmi (Emekli Teğmen), Veteriner Albay Rasim idama mahkum oldular ve karar infaz edildi. Kara Kemal ve Abdülkadir gıyaplarında idama mahkum oldular. Kara Kemal saklandığı yerde intihar etti. Abdülkadir Bulgaristan’a kaçmaya çalışırken yakalandı ve idam hükmü infaz edildi.
Kâzım Karabekir, Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar ve Mersinli Cemal Paşalarla Mebuslardan Faik, Sabit, Halit, Feridun Fikri, Kâmil, Zeki, Bekir Sami, Besim, Necati, Münir Hüsrev, eski Erzurum Mebusu Necati, eski mebus Nafiz Beylerin beraatına karar verildi.
Cavit Bey, Ergani Mebusu İhsan, Ardahan eski Mebusu Hilmi, Mersin eski mebusu Salâhaddin (ÇOLAK), Sivas eski Mebusu Kara Vasıf, Erzurum eski mebusu Hüseyin Avni, İzmir eski valisi Rahmi, İstanbul Mebusları Rauf ve Adnan Beyler’in Ankara’da ayrıca yargılanmaları uygun görüldü.
Bu dava İttihatçılığın tasfiyesiyle sonuçlandı.
İttihatçıların lideri konumunda olan Cavit Bey, Ardahan eski Mebusu Hilmi, Dr. Nâzım, Yenibahçeli Şükrü’nün kardeşi Nail, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını zorla değiştirme girişiminde bulundukları gerekçesiyle idama mahkum oldular. Eski Başbakan Rauf (ORBAY) Bey ile İzmir eski valisi Rahmi 10 yıl sürgün cezası aldılar367.
Anlaşıldığına göre, suikast olayının arkasında, komitacı eski İttihatçılar vardır. Bunlar, aynı zamanda, TCF’nin de mensubu olduklarından, parti dolaylı olarak olaya bulaştırılmıştır. Bunlar atak ve girgin bir kişi olan, şahsî sebeplerle de hareket ettiği anlaşılan Ziya Hurşit’i kullanmışlardır. Amaç kendi değerlendirmelerine göre, emanetçi kabul ettikleri, Cumhuriyetin bânisi Gazi M. Kemal’in canına kıymak ve özlemini çektikleri iktidarı ele geçirmektir. Bu meş’um plân başarısızlığa uğratılmış, inkılâp karşıtlarının muhalefet sahnesinden ayrılmaları ve Cumhuriyetin İttihatçıları tasfiye etmesiyle sonuçlanmıştır.
Bundan sonra, Gazi Takrir-i Sükûn Yasasının da varlığından yararlanarak, “Türk milletini medenî cihanda lâyık olduğu yere yükseltmek ve Türkiye Cumhuriyetini sarsılmaz temelleri üzerinde her gün daha ziyade yüceltmek faaliyetine” daha da artan bir hız ve kararlılıkla devam etmiştir.
F. Tarihle Hesaplaşma: Büyük Nutuk (15-20 Ekim 1927)
1. 1927’de Durum
1927 yılına gelindiğinde, Gazi M. Kemal itibarının doruğuna çıkmıştır. Millî Mücadele’nin başlarından Lozan’a kadar geçen olaylar, ona vatan kurtaran millî kahraman olarak tartışılamayan bir itibar sağlamıştı. 23 Nisan 1920’den 1927’ye kadar gerçekleşenler, onun devlet kurucusu ve çağdaşlaşma önderi olarak üstün meziyetlerini ortaya koymuştu. Millî egemenliğe dayalı cumhuriyeti tesisi, kökü yüzyıllar öncesine dayanan Halifeliği kaldırması, öğretim birliğini gerçekleştirmesi, medrese ve tekkelerin kapatılması, hukuk alanında bin yıllık islâm hukukundan çağdaş hukuka yönelmesi, rejime yönelik dış destekli, ciddî bir ayaklanma niteliği taşıyan Şeyh Sait isyanını enerjik bir şekilde bastırması; inkılâp karşıtı odakların yararlanmak istedikleri TCF’nin faaliyetine son verilmesi, Gazi’nin canına kasıt amacıyla düzenlenen İzmir suikastının istiklâl mahkemelerince bütün muhalif çevreleri sindirecek şekilde cezalandırılması, şapka giyilmesine karşı ayaklanmaların kararlılıkla üstüne gidilmesiyle, yeni Türkiye’nin temelleri sağlam bir şekilde atılmıştı.
Rejimin artık oturduğuna kanaat getiren Gazi “hükümet içinde hükümet havasına giren” İstiklâl Mahkemelerinin çalışmalarını 7 Mart 1927’de durdurdu. Ama ihtiyatlı davranmaya özen gösterilerek Takrir-i Sükûn Kanunu 2 Mart’tan itibaren iki sene süreyle uzatılmıştı.
Cumhuriyet idaresinin sağlamlaştığını gösteren diğer bir olay da Gazi Mustafa Kemal’in 30 Haziran 1927 tarihinde askerlikten emekliye ayrılmasıdır. Gazi’nin yanısıra Başbakan İsmet Paşa, Meclis Başkanı Kâzım Paşa’da (ÖZALP) askerlikle ilgilerini kesmişlerdir. Eski TCF mensubu olan Paşalardan Refet (BELE) Paşa kendi isteği üzerine 8 Aralık 1926’da, Kâzım Karabekir ile Ali Fuat Paşadan 5 Aralık 1927’de, Cafer Tayyar da 8 Aralık 1928’de emekliye sevkedilmişlerdi.
Bu durumda Gazi seçimlerin yenilenmesi ve Meclis’e taze kan gelmesi için faaliyete geçti. Önce parti grubu, tüzükte bir değişikliğe gitti. Buna göre tüzüğün 26. maddesi değiştiriliyor, adayları seçme yetkisi partinin Genel Başkanına veriliyordu.
Seçimlerden önce Gazi yayınladığı bildiride, CHP’yi İstiklâl savaşının yarattığı bir örgüt olarak tanımlıyarak, onun adaylarına oy verilmesini istedi. Ayrıca parti teşkilâtına da bir genelge gönderen Parti Başkanı, milletvekillerinin özel ekonomik çıkarları uğruna, kendilerini küçük düşürmemelerini; bunların, sermayesinin çoğu devlete ait kurum ve şirketlerin yönetiminde görev alamayacaklarını; Meclis Başkan ve yardımcılar ile Hükümet mensuplarının parti üst yöneticilerinin gerek devlet ve gerekse özel şirketlerde yönetim ve temsil görevlerinde bulunamayacakları; milletvekillerinin Meclis’e devamlarının Parti Genel Başkanlığınca özellikle izleneceği; partiden seçilecek milletvekillerinin bu şartları önceden kabul etmiş sayılacağı özellikle hatırlatıldı.368
Eylül başlarında yapılan seçimleri Atatürk, 8 yıldan beri gitmediği İstanbul’dan takip etti. Seçimleri her tarafta CHP adayları kazandı. TCF ileri gelenlerinden kimse adaylığını koymamıştı.
Yeni meclis çalışmaya başlamadan önce, CHP’nin II. Büyük Kongresi toplandı. CHP II. Büyük Kongresi kabul edilen (Sivas Kongresi I. Kongre) toplantıda ilk önce parti tüzük ve programı ile ilgili hususlar karara bağlandı.
2. Büyük Nutuk (15 Ekim-20 Ekim 1927)
Gazi M. Kemal, Türk tarih literatüründe Büyük Nutuk, İngilizce kaynaklarda “altı gün” konuşması veya “Maraton Konuşma” denilen nutku Millî Mücadelenin başından 1927’ye kadar olan olayları, CHP Büyük Kongresinde okumuştu. 15 Ekimde başlıyan nutuk, her gün ortalama altı saat okunarak 20 Ekim’de sona ermiştir. Nutuk’un okunması toplam 36 saat 31 dakika sürmüştür.
Konuşmasının bitiminde üyeler, Gazi’ye teşekkür etmişler ve nutkun kongrece olduğu gibi onaylandığını belirten bir belgeyi de imzalamışlardır.
Nutuk hangi olayları kapsamaktadır? Niteliği nedir? Önemi nedendir? Sorularına cevaplandırmak gerekir.
Nutuk üç aşama halinde dokuz yıllık olayları ele almaktadır. Birinci aşama Atatürk’ün Samsun’a çıkışından (19 Mayıs 1919) Büyük Millet Meclisi’nin açılışına kadar (23 Nisan 1920) olan olayları kapsamaktadır. İkinci aşama Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti dönemidir. Üçüncü aşama, (29 Ekim 1923-1927) Cumhuriyet dönemidir. Nutuk’da ağırlık ilk iki dönemde toplanmıştır.
Nutuk bir metin ve onun ekleri olan vesikalardan oluşmaktadır. İlk baskısı 1927’de eski harflerle yapılmıştır. Eser yabancı dillere tercüme edildiği gibi, yeni harflerle bir çok baskısı vardır.369
Atatürk nutku üç ay gibi kısa bir zamanda kaleme almıştır. Anlattığı olayların odağında olması, bunlarla ilgili belgelerin elinde bulunması, şüphesiz ki yazım işini kolaylaştırmıştır.
Büyük Nutuk, “millî hayatı sona ermiş farzedilen büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını ilmin ve fennin en son esaslarına dayalı, millî ve çağdaş bir devletin nasıl kurulduğunu” ifade eden bir hitabe, bir hatırattır. Atatürk’ün “yaptığı tarihi, yazdığı tarihe” dönüştüren bir eserdir. Tarih açısından Kuva-yı Millîye ve Cumhuriyet Tarihi bakımından son derece önemli, birinci derecede bir kaynak niteliğini haizdir. Çünkü Büyük Nutuk sadece olayları anlatmamakta, onların sebeplerini ve sonuçlarını da belgelere dayalı olarak açıklamaktadır. Eser sahibinin olayların odak noktasında ve birinci derecede bir şahit durumunda olması, esere müstesna bir değer kazandırmaktadır. Aradan geçen üç çeyrek yüzyıla rağmen, Nutuk birinci derecede tarihî kaynak olmak değerini muhafaza etmektedir.
Nutuk sadece bağımsızlık ve çağdaşlaşmak için yapılanları değil, yapılması gerekenleri de gösteren siyasî bir vesika özelliğini taşımaktadır. Bu niteliği ile bağımsız olmak istiyen milletler için de umutsuzluk ve çaresizlik içinde, en olumsuz şartlarda bile direnmeyi ve mücadele etmeyi öğreten bir eserdir.
Burada akla gelen soru şudur: Atatürk neden olayı “Nutuk”u söylemek ihtiyacını duymuştur?
Her şeyden önce, Atatürk Millî Mücadele lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve çağdaş Türkiye’nin yaratıcısı olarak, “yaptığı tarihi, yazdığı tarihe” emanet etmeği bir görev olarak kabul etmiştir. Fakat ondan da önemlisi, ulaşılan amaçları muhafaza ve müdafaa etmek, inkılâplar için taze ve canlı bir ruh yaratmak, bağımsız ve çağdaş Türkiye için milleti ve gelecek nesilleri uyarmak amacına yöneliktir. Nutuk, bir yerde Atatürk’ün yarattığı eseri savunması, milletine tarih önünde belgelere dayalı hesap vermesi ve aynı zamanda yaratılan eseri, geleceğin güvencesi olan gençliğe emanet etmesi olayıdır.
CHP’nin II. Büyük Kongresinin bitiminden 10 gün sonra, TBMM üçüncü Dönem çalışmalarına 1 Kasım 1927’de başladı. Meclis Başkanlığına Kâzım (ÖZALP) Paşa, Cumhurbaşkanlığına seçime katılan milletvekillerinin oybirliği ile Gazi M. Kemal tekrar seçildi. Gazi yeni hükümeti kurmakla İsmet (İNÖNÜ) Paşayı görevlendirdi. Bu onun dördüncü hükümetiydi.
G. Bin Yıllık Arap Kökenli Alfabeden Lâtin Kökenli Alfabeye Geçiş
1928 yılına gelindiğinde itibarının doruğunda bulanan Gazi’yi meşgul eden önemli konulardan biri, devletin laikleşmesini güvence altına alan hükümlerin Anayasada yerini almasıdır. Laiklik konusunda ayrıca üzerinde durulacağı gibi, TBMM 10 nisan 1928’de, 1924 Anayasa’sının 2. maddesinde yer alan “Türkiye Devleti’nin dinî, din-i İslâmdır” hükmü ile 26. maddede yer alanı “şer’i hükümlerin TBMM tarafından düzenleneceği hükmünü” kaldırmıştır. Ayrıca Cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin yeminlerinde bulunan “vallahi” yerine, “namusum üzerine sözveririm” ifadesi konulmuştur. Böylece Gazi M. Kemal, devlet işlerini dinî işlerden koruyacak hukuki tedbirleri tamamlamış oluyordu.
Gazi’nin bu yıl içinde gerçekleştiği son derece önemli bir atılım alfabe değişikliğidir. Bir zamanlama üstadı olan Ulu Önder, 1928’e gelindiğinde, ötedenberi kafasını meşgul eden alfabe değişikliği konusunu uygulamaya karar verdi. Büyük bir enerji ile, inkılâplarının temel hedefi olan “topyekün batılılaşmanın gerçekleşmesi için Arap alfabesi meselesini kökünden çözümlemek” maksadıyla harekete geçti.
1. Türklerin Tarihte Kullandıkları Alfabeler
Türkler tarihleri boyunca geniş bir coğrafya içinde yayılmışlar, bulundukları mekâna, mensup oldukları dine göre değişik alfabeler kullanmışlardır. Bugün için bilinen en eski Türk alfabesi Göktürklerin kullandıkları alfabedir. Bu yazıya Göktürk, Orhun, Eski Türk, Runik Türk yazısı gibi isimler verilmektedir. Bu yazı ile yazılmış en önemli belgeler Orhun abideleridir. 1889’da bulunan bu anıtların bir yüzünde Çince metinler vardı. Kül Tigin ve Bilge Kağan adına yapılan bu anıtların yazıları 1892’de Finlandiya ve Rusya’da yayınlandı. Çince metnin yardımıyla, Danimarkalı bilim adamı Thomson, metinleri Aralık 1893’de okumayı başarmıştır. Göktürk alfabesi 38 işaretten oluşmaktadır. İşaretlerden dördü ünlüleri, 27 tek ünsüzleri, üçü çift ünsüzleri, dördü de hece işaretlerini göstermektedir. Kaynağı tartışmalıdır. Sağdan sola yazılıyor. Yaygın kanı Aramî-İranî kaynaklı olmasıdır.
Göktürklerden sonra bölgede etkin olan Uygurlar (745-970), Sogut yazısının Türkçeye uyarlanmasıyla oluşan, sağdan sola yazılan Uygur alfabesini kullanmışlardır. Bu alfabe on sekiz harflidir. Harflerden sadece üçü ünlüdür. Türkçenin ünlüleri bakımından zengin olması sebebiyle, yeterli değildi. Buna rağmen Uygur yazısı uzun yıllar Orta Asya’da kullanılmıştır.
Türkler müslümanlığı kabul ettikten sonra, bu alfabenin yerini Arap alfebesi almaya başlamıştır.
Bunların dışında Türkler, küçük ölçüde, Sogut, Mani, İbrani, Tibet, Çin, Süryani, Moğol yazılarını da kullanmışlardır.370
2. Türkler Arap Alfabesini Benimsiyor
Ancak İslamiyetin X. Yüzyıldan itibaren Türkler arasında geniş ölçüde yayılmasıyla, Arap alfabesi hâkim duruma geçmiştir. Arapça din dili olarak camilerde, medreselerde egemen hale gelir. 29 harfli Arap alfabesinin en büyük eksikliği, sesli harflerin azlığıdır. Sesli olarak a, e, i olarak okunabilen elif harfi vardır. Ayrıca v ve y harfleri de yerine göre ünlü olarak okunabilmektedir. Türkçe de 8 tane sesli olduğundan Arap alfabesi Türkçeyi ifadeye yeterli değildi. Bir kelime bu sebeble birkaç türlü okunabiliyordu. Ayrıca Türkçede bulunmayan sesler için de harfler vardı. Dört türlü z, üç türlü h, üç türlü s, iki türlü t sesi vardı. Arapça harfler kelimenin başında, ortasında veya sonunda olduğuna göre yazılışı değişiyordu. Dolayısıyla yazının öğrenimi 3-4 yılı alıyordu. Arap yazısında p, ç, j, g sesleri ifade edecek harfler yoktu. Yazılan bu üç ses karşılamak için b, c, z harflerine üç nokta eklenerek p, ç, j sesleri karşılandı. Dil yapıları bakımından da arada farklar vardı. Arapça bükümlü bir dildir. Bu dilde kelime üretilirken kök değiştiği halde, eklemeli dil olan Türkçede kök sabit kalmaktadır.
Arap alfabesinin olumsuz bir etkisi de dil alanında kendinî gösterir. Medresenin Arap dilini kullanmasıyla Arapça bilim dili haline gelir. Farsça ise edebiyat dili olarak benimsenmiştir. Zamanla Türkçe bu dillerin etkisiyle körelir, sıradan halkın konuştuğu bir dil halini alır.
Arap alfabesinde ki seslilerin yetersizliği sebebiyle Türk kitleleri arasında şive farkları da artırmıştır.
3. Arap Kökenli Alfabeyi İyileştirme Çabaları
Türkiye Türkçesinin Lâtin harfleri ile yazılması, XV. ve XVI yüzyıllarda Avrupalıların Osmanlı ülkesinde elçilik ve konsolosluklar açmasıyla başlar. Ticari ilişkiler ve Türkiye’ye karşı ilgi artar. Türklerle iş yapmak isteyen kişiler çeviri yazı yolunu kullanırlar. Bu amaçla Türkçe gramerler kaleme alınır. Bunlardan biri de İbrahim Müteferrika tarafından 1730’da basılır.
Tanzimat’tan önce açılan askerî okullarda Lâtin harfleri gündeme girer. 1827’de açılan Askerî Tıbbîyede öğretim dili olarak fransızca kullanılır. 1834’lerde artık yerleşik duruma giren Avrupa’da ki Osmanlı Elçilik mensupları, gittikleri yerin dilini öğrenmekle görevlendirilmişlerdir. İstanbul’da tercüme odasında yabancı dil öğrenilir. Böylece Avrupa ile ve Lâtin alfabesiyle gittikçe ilişki artar.
Konunun gündeme oturması, gazetenin Osmanlı ülkesinde özel sektör kanalıyla yaygınlaşmaya başlamasıyla olur. Bilindiği gibi Osmanlı’da resmi olmayan gazeteler 1860’larda ortaya çıkarlar. Gazetenin amacı çok okuyucuya ulaşmaktır. Bu ise okur-yazar sayısı ve eğitimle ilgilidir. Nitekim bu konudaki ilk tartışmalar 1860’larda başlar.
Daha sonra Maarif Nazırlığı da yapan Münif Efendi (Paşa) kurucusu olduğu Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de 12 Mayıs 1862’de bir konferans verir. Söylediklerinin özeti şudur: Arap harfleri ile okumak yazmak zordur. Avrupa’da küçük çocuklar kısa bir zamanda okur yazar hale gelmektedir. Bunun çaresi, kelimeleri olduğu gibi yazıp alt ve üstlerine harekeler koymak, ikinciside harfleri ayrık yazmaktır. Ayrık harf kullanması basım işini de kolaylaştıracaktır.
Arap kökenli alfabeyi ıslah konusu Azerbaycanlı Ahundzade Mirza Fethali ile 1863’de bir daha gündeme gelir. Adı geçen harflerin ıslahı teklifini İstanbul’da sadrazama sunar. Konu Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de tartışılır. Ahundzade, alfabe işinin dinle bir ilgisi olmadığını, Arap harfleri ile yazılanların birkaç türlü okunabildiğini, bunun okuryazarlığı güçleştirdiğini belirtmiş, tasarladığı yeni harfler benimsenirse, bu sakıncaların giderebileceğini, öğretimin yaygınlaşacağını savunmuştur. Toplantılarda Arap alfabesinin Türçeyi yazmağa elverişli olmadığı, ıslah edilmesi gerektiği benimsenmiştir. Ancak tasarı faydalı olmakla beraber gerçekleştirilmesindeki “azim müşkilât” ve eski islâmi eserlerin unutulmasına yol açacağı gerekçeleri dolayısıyla kubulünün imkânsız olduğuna karar verilir.371
Tanzimat aydınlarından Şinasi, Namık Kemal ve Ali Suavi de alfabe ıslahı konusuyla ilgilendiler. Bunların üçü de aynı zamanda gazeteci olduklarından işin pratik zorluğunu bilen kişilerdi. Şinasi baskıda dörtyüz kadar harf adedinî 112’ye indirmiştir.
Ali Suavi’de Arap harflerinin yetersizliğini belirtmiş ama onların değiştirilmesini hiç düşünmemiştir. Sadece dilin sadeleştirilmesi, yabancı kelimelerin atılması ve imlâyı biraz düzeltmekle işin çözümleneceğini ileri sürmüştür.
Namık Kemal’de dile uymayan harflerin düzeltilmesini ama onların terkedilmemesi gerektiğini savunur. Ona göre yazıyı değiştirme eski eserlerden yararlanmayı engelliyecektir. Herkes yeniden okuma yazma öğrenmek zorunda kalacaktır. İmparatorluğun islâmî birliği tehlikeye girecektir.
Bu arada bazı Arnavutlar 36 harften oluşan Lâtin alfabesi kökenli bir alfabe kullanmaya başlamışlardı. 1908’de bu alfabe gözden geçirilerek ufak tefek değişiklikler yapıldı. Müslüman Arnavut ileri gelenleri bunun şeriatça uygun olup olmadığı Şeyhâlislâmlıktan sordular. Verilen cevapta “Lâtin harfleri ile İslâm mekteplerinde tedrisat yapılmasına asla cevaz-ı şer’i olmayacağı” bildirilmiştir. Özetle daha Tanzimat döneminde Arap yazısı tartışılır hale gelmiştir372.
II. Meşrutiyet’le birlikte oldukça yoğun bir alfabe tartışması yaşandı. Meşrutiyetin ilk yıllarında ki hürriyet havası içinde her şey enine boyuna tartışılır. Bu tartışmalardan üç eğilim ortaya çıktı. 1. Arap alfabesini Türk fonetiğine uyacak şekilde ıslah etmek 2. Doğrudan doğruya Lâtin alfabesini almak 3. Eski Türk Orhun alfabesini veya Uygur alfabesini almak.
Islahatçılara göre Arap harflerinin ayrık yazılması ve bunlara sesli harfler eklenmesiyle sorun çözülebilecektir. Ancak Türkçe kelimeler ve Arapça kelimelerin nasıl yazılacağı hakkında aralarında görüş birliği yoktu. Bu fikrin öncülüğünü yapan Milaslı Dr. İsmail Hakkı, görüşlerini bir kitapçıkta açıklar.
Servetifünuncular ise, “huruf-i munfasıla”ya karşı çıkarlar. Onlara göre, harfler bitişik yazılmalı, sesliler gösterilmelidir.
Kılıçzade Hakkı ve arkadaşları Arap elifbasının iflâs ettiğini, imlâsının tükenmez zorluklarla dolu olduğunu, çarenin Lâtin alfabesini kabul etmek olduğunu, netice itibariyle Lâtin harflerinin her şeye rağmen galebe edeceğini yazarlar. Bu arada yazıyı ıslah için resmî ve özel kuruluşlar ortaya çıkar. Tartışmalar gittikçe sıcaklaşır.
Lâtin alfabesini savunan gazeteci Celâl Nuri Arap alfabesinin Sami dillere uygun olduğunu, ilerlemek için tek çarenin vakit geçirmeden Lâtin alfabesini almak olduğunu kitap ve makalelerle savunur.
Hüseyin Cahit (YALÇIN) ise kullanılan harflerin Türklük ve Müslümanlıkla ilgisi olmadığını bu itibarla Arnavutlar Lâtin alfabesini alırlarsa kısa bir zamanda ilerliyeceklerini buna engel olunmamasını, imkânı varsa bunu “bizlerin de” kabul etmesi gerektiğini ileri sürer.
İçtihad dergisinde Dr. Abdullah Cevdet de Lâtin alfabesini cesaretle savunur.
Ama aydın kesimin çoğunluğu Arap alfebesinin ıslahından yanadır.373
İttihat ve Terakki’nin güçlü adamı, Enver Paşa Harbiye Nazırı olunca, ayrık harflerle ve sesli harfler ilâve edilen alfabeyi uygulamaya koyar. “Enver Paşa yazısı” veya “Ordu alfabesi” denilen bu yazı düzeni orduda kullanılır. Fakat uzun ömürlü olmaz. Savaş başladıktan sonra terkedilir. O zaman karargâh da çalışan İsmet (İNÖNÜ) olayı şöyle anlatır. “Ben 1. şube Müdürü idim. Hafız Hakkı, Erkânı Harbiye İkinci Reisi. Vazife için yanına giderim. İmzaya götürdüğüm evrak, hep yeni imlâ ile yazılmış. Kağıtları önüne koyar. Anlatırım. Hafız Hakkı, kağıtları okumaz, bana bakar. “Canım sen anlat, bunun içinde ne var?” der. Çünkü kendisi okuyamıyor. Bunun üzerine ben anlatırım. Bir gün bana ‘getireceğim yazıları benim bildiğim yazı ile getir” dedi. İstediği bir evrakı iki ayrı yazı ile yazacağım. Birini kolayca okuyup anlayacak; ötekini de anlamış gibi imza edecek. İtiraz ettim. “yazamam dedim. Ben size başında söyledim. Yapamayacaksınız diye ikaz ettim. Şimdi ben sizin istediğinizi yapacağım ve bana da maiyetimde bulunanlar iki ayrı yazı ile evrak getirecekler. Böyle şey olmaz.”374 Savaş başlayanıca karışıklığa yol açacağı gerekçesi ile bu yazı şekli terkedilir. Eskiye dönülür.
Dostları ilə paylaş: |