Atatürk İlkeleri ve İnklap Tarihi


Savaşın Bitişi ve Türkiye Açısından Doğan Sorunlar



Yüklə 2,15 Mb.
səhifə22/40
tarix29.10.2017
ölçüsü2,15 Mb.
#19570
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   40

Savaşın Bitişi ve Türkiye Açısından Doğan Sorunlar

1942 yılının sonlarına doğru savaş talihi Almanya ve bağlaşıklarının yüzüne gülmez oldu. Başlangıçta büyük başarılar elde eden Japonlar Pasifik’te işgal ettikleri yerleri bırakarak, Amerikan hava ve deniz güçleri karşısında çekilmeye başladılar. Amerika Birleşik Devletleri İngiltere'nin de yanında Avrupa ve Kuzey Afrika cephelerinde savaşa girme hazırlığında idi.


Bu bakımdan Amerikalılar Sovyetlerin de bağlaşığı durumuna geliyorlardı. Rusya'ya akan Amerikan yardımı ile Sovyet ordusu, çok ilerleyen Almanları önce durdurdu, sonra da yavaş yavaş geri sürmeye başladı. İngilizler, Kuzey Afrika'daki Alman-İtalyan varlığını da sona erdirdiler ve 1943 yılı ortalarında Amerikalılarla birlikte Sicilya üzerinden İtalya'ya ilerlemeye başladılar. İtalya teslim oldu ve diktatör Mussolini daha da önce belirtildiği gibi halkı tarafından öldürüldü. Öte yandan, Almanya'yı iyice sıkıştırmak için 1944 yılı ortalarında Avrupa'nın batısından İngilizlerle Amerikalıların yeni bir cephe açtıklarını biliyorsunuz. Almanya tam anlamıyla kıskaca alınmıştı. Fransa kısa bir süre içinde kurtarıldı ve Fransız yurtseverlerinden oluşan birlikler de Amerikan ve İngiliz ordularıyla Almanya'nın batısına akmaya başladılar. Savaşın sonucu belli oluyordu. 1942 yılı içinde, bağlaşma antlaşması gereği Türkiye'yi savaşa sokmak için, özellikle İngilizler, Rusların isteği üzerine hükümetimizi zorlamaya başladılar. Türkiye savaşa girerse, Almanya önünde yeni bir cephe açılır ve ayrıca, Rusya'ya çok muhtaç olduğu malzeme yardımı çabuk gönderilirdi. Türkiye'yi 1939 Antlaşmasından doğan yükümlülüklerine zorlamak için, İngiliz Başkanı Churchill (Çörçil), İnönü ile 1943 yılı Ocak ayı sonunda Adana'da görüştü. İnönü, ordunun eksiklikleri tamamlanırsa, savaşa gireceğine söz verdi. Ancak, gereken yardım yapılamadığı için, İnönü'nün sözü yerine getirilemedi. Sovyetlerin sıkıştırması üzerine, İnönü 4-6 Aralık 1944'de Kahire'de Churchill ve Amerikan Başkanı Roosevelt tarafından yine savaşa girmeye zorlandı. Bunun üzerine Türkiye, daha çok savaş sonu dünyasındaki yerini alabilmek için, 1945 Şubat'ında (23 Şubat) Almanya ve Japonya'ya savaş ilan ederek, bağlaşıklarının isteğini yerine getirmiş oldu. Ama, aynı yılın Mayıs ayı başında Almanya kayıtsız-şartsız teslim belgesini imzaladı (9 Mayıs). Türkiye'nin artık eylemli bir savaş durumu içine girmesi gereksizdi. Japonya'ya açılan savaş ise çok daha sembolikti. Japonlar da 2 Ağustos'ta teslim oldular. Böylece, tarihin en büyük felaketini Türkiye çok büyük bir ustalıkla geçiştirdi. Türkiye eğer Almanya'ya karşı savaşa girse idi, yıpranarak, büyük bir ihtimalle savaş sonu bölüştürülmelerine konu olabilecekti. İsmet İnönü, Atatürk'ün kurduğu devleti böyle bir acı sondan kurtarmış sayılabilir.
Türkiye'nin savaşa girmemesi, Sovyetler Birliği'nin işini zorlaştırmıştı. Türkiye büyük bir ustalıkla savaşa girme isteklerini savuşturmuştu. Sovyetler şimdi bunun hıncını almak, ileride tekrar bu duruma düşmemek yolunu benimsediler. Bunun için de, ilk önce 1925 yılından beri yürürlükte olan Saldırmazlık Antlaşmasını tek yanlı olarak ortadan kaldırdılar (Mart 1945). Bir süre sonra da Sovyetler Birliği, Boğazlar rejiminin değiştirilmesini, buraların Türkiye ve kendisi tarafından ortaklaşa savunulmasını öneren ve Doğu Anadolu'da Kars, Ardahan ve Artvin'i de isteyen bir notayı Türk hükûmetine gönderdi (7 Ağustos 1946).
Sovyetler, bu isteklerini öne sürerken, Doğu Avrupa ülkelerini birer-ikişer kendine alıyor, savaş yorgunu olan İngiltere ile Amerika Birleşik Devletleri de buna kayıtsız kalıyordu. Stalin kendisini, bizden olan istekleri için, zamanlamayı iyi yapmış sayıyordu. Bu durumda güvenilecek tek şey, kendi gücümüzdü. Sovyetlere gereken cevap verildi. Stalin isteklerini 24 Eylül 1946 tarihinde tekrarladı ise de olumlu cevap alamadı. Bu bekleyiş sonunda Türkiye'nin kararlılığını gören Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere, Sovyet iddialarının karşısına dikildiler. 1947'de Amerikan yardımı Türkiye'ye de yöneldi. Böylece, Türkiye bu son bunalımı da başarı ile atlattı. Artık, tarafsızlık siyaseti de sona ermiş, yeni kurulan dünyada yeni yerimiz belirmeye başlamıştı.

1950-1995 ARASINDA TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN DIŞ SİYASETİ



1945 ve 1946 yıllarındaki haksız Sovyet isteklerini ve bunların doğurduğu ağır bunalımı unutmayan Türk Hükûmetleri, o yıllardan sonra giderek artan ölçüde, güvenliğimizi Batılı devletlerle işbirliği yapmakta aramışlardır.
İkinci Dünya Savaşından sonra, Doğu Avrupa'yı adeta istila eden ve genişleme eğilimi gösteren Sovyetler Birliği'ne karşı, Batılı devletler bir savunma birliği kurmuşlardı (4 Nisan 1949). "Kuzey Atlantik Savunma Antlaşması" adı verilen ve kısaca (İngilizce yazılışındaki baş harfleri ile) NATO olarak adlandırılan bu birlik, kararlı ve enerjik tutumu ile Sovyet genişlemesinin durmasını sağladı. 1950'den sonraki Demokrat Parti İktidarı, bu Antlaşmaya Yunanistan ile birlikte girmeyi başararak (10 Şubat 1952), güvenlik konusunda önemli bir adım attı.
NATO, Sovyet istilacığını durduran önemli bir etkendi. NATO kurulurken, Sovyet tehdidi altında bulunan Batı Avrupa ülkeleri, kendi aralarında ayrı bir işbirliği yapma düşüncesini de geliştirmeye başlamışlardı. Amaç, Avrupa'yı demokratik değerlerin işlediği bir ülkeler topluluğu haline getirmek, insan haklarını, özgürlüklerini el birliği ile korumaktı. Bu amaçla, daha önce yapılan hazırlıklar sonunda "Avrupa Konseyi" kuruldu (5 Mayıs 1949). Türkiye bu önemli kuruluşa 17 Aralık 1949 tarihinde girdi. Avrupa Konseyi'ni oluşturan devletler özelikle insan hakları ihlallerine karşıdırlar. Bu konudaki çekişmeleri çözecek özel mahkemeler kurulmuştur. Türkiye de bu mahkemelerin yetkilerini 1987 tarihinden itibaren tanımıştır.
Avrupa Konseyi'nin kurucu devletleri aralarındaki işbirliğini genişleterek ilk önce ekonomik alanda bu ülküyü gerçekleştirmişler ve Avrupa Ekonomik Topluluğu'nu kurmuşlardır (25 Mart 1957). Bu topluluk, pek çok alt kuruluş ile birlikte "Avrupa Topluluğu" üst kavramına erişti (AT). AT, üye ülkelerin ileride siyasal birleşmesini de hedeflemektedir. Bu amaç gerçekleşirse, dünya ekonomisinde ve siyasetinde dev bir varlık ortaya çıkacaktır. Avrupa Konseyi üyesi olan Türkiye, AT'ye tam üye olabilmek için çalışmaktadır.
XX. yüzyıl sona ererken, XX. yüzyıl başında kurulan Sovyetler Birliği, onun dayanağı olan komünist rejim ve bu rejime bağlı diğer ülkelerde inanılmaz değişiklikler oldu. Komünizm ekonomik ve siyasal bir sistem olarak çöktü. Sovyetler Birliği dağıldı. Bu gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti'nin dış siyasetinde olumlu değişiklikler yapmalıdır. Yeni kurulan düzende Türkiye, her şeyden önce, bağımsızlıklarına kavuşan Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle ilişkilerini çözülmeyecek derecede sıkılaştırmalı, ayrıca hem Orta Doğu, hem Balkanlar, hem de Karadeniz Bölgesinde itici bir güç olmalıdır. Bu konuda, XX. yüzyıl biterken, Türk siyasetçilerine büyük görevler düşüyor. Bir yandan NATO ve Avrupa Konseyi ile Batıyla, öte yandan Orta Asya Türk Devletleriyle olan ilişkiler, Türkiye'nin önemini arttırıyor. Şurasını da belirtmeli ki yeni dünya koşulları, NATO Antlaşmasının yapısını büyük ölçüde etkilememiştir. Türkiye, bir güvenlik aracı olan NATO'da yükümlülüklerini Atatürk'ün "Yurtta Barış, Cihanda Barış" ilkesi doğrultusunda yerine getirmektedir. Bu arada, Türkiye'nin Kıbrıs gibi en önemli sorununun bile bugüne değin barış yoluyla çözülmeye çalışıldığını, NATO'da ortağımız olan Yunanistan'ı akılcı bir tutuma götürmek için çok iyi niyetli çabalar harcandığını bilmek gerekir.
Denilebilir ki, Türk hükümetleri 1950 yılından sonra da Atatürkçü dış siyaset ilkelerinden ayrılmamaya çalışmışlardır.

İnkIlâplarIn Temel Özellikleri ve Türk İnkIlâbI -16

KÜLTÜR KAVRAMI

Kültür'ün Çeşitli Tanımları

Kültür, bir insan topluluğunun belli bir zaman içinde her alanda ürettiği maddi-manevi bütün değerlerin toplamıdır. Örneğin "kültürlü bir kişi" denilince, belli bir konuyu veya pek çok konuyu iyi bilen bir kimse anlaşılır. Devletimizde bir "Kültür Bakanlığı" var. Bu Bakanlık daha çok sanat ve bilim etkinliklerini eşgüdüm altına sokmaya çalışan bir amaca yönelmiştir. Bazı "kültür" etkinliklerinin bir bölümü doğrudan doğruya bu Bakanlıkça düzenlenir. Günümüzde "kültür" daha çok toplumun sanat ve bilim etkinliklerini kapsayan bir kavramdır.


Batı dillerinde de "kültür" sözcüğünün ilk anlamı "toprağı işleme, topraktan ürün alabilmeyi sağlama" şeklinde. Kültürde bir "ürün" söz konusudur. Bu nedenle "tarım" sözcüğünden türetilmiştir. Ama bu "ürün" sadece tarımsal nitelikte değildir kuşkusuz; ancak tarımsal değerler de kültür kavramı içinde görülmelidir.

Kültür Tanımında Öğeler

Kültür içine giren bütün bu etkinlikleri başlıca dört öge içinde toplamak mümkündür: Ekonomi; devlet ve hukuk; manevi öge; bilim ve sanat ögesi.


Hiçbir insan etkinliği bu dört öge dışında bulunamaz. İnsanın yeme, içme, barınma, örtünme, yaşamını en iyi biçimde sürdürme etkinlikleriyle ilgili her türlü eylem, tutum ve davranış "ekonomi" ögesi içindedir. İnsanların üretilen değerleri koruyup geliştirebilmeleri, kendi aralarındaki her çeşit ilişkinin düzenlenmesi ise devlet ve hukuk ögesini oluşturur. İnsanları doğru ve dürüst davranmaya iten kurallar ahlakın içinden çıkar. Yine insanların pek çok davranış ve inancını düzenleyen ilkeler, binlerce yıl, dinden de çıkmıştır. Ahlak ve din ise, hiç kuşkusuz manevi bir öge oluştururlar. İnsanların gerçeği arama, çevresini keşfetme, sağlık sorunlarını çözme, yaşamın iyileştirilmesi gibi gereksinmeleri de bilimsel etkinliklerle sağlanır, öğrenilenler eğitim yoluyla başkalarına aktarılır; teknik de bu etkinliklerin bir sonucudur. Yine, insanın gerek kendi içinden gelen gerek çevresinin sorunlarından doğan çeşitli duyguları edebiyat, müzik, heykel, resim, tiyatro gibi türlü sanat dalları içinde ifade edilir... Gördüğünüz gibi dört kültür ögesi, yaşamın bütün içeriğini taşır. Zaman zaman bu ögelerin içiçe geçtiği veya bir toplumda birinin diğerlerine ağır bastığı görülmüştür ve görülmektedir. Ama bu durum ne ögelerin sayısını artırır ne de her ögenin kendine özgü işlevini değiştirir. Özellikle yerleşik bir yaşam düzenine geçen toplumlarda bu dört ögenin işlemesinden doğan ürünler daha kalıcı ve gelişmeye daha elverişli olurlar. Ama, en basit, ilkel kavimlerin bile bu dört ögeye dayanan kültürleri vardır. Fakat bunların hepsi çok düşük düzeydedir. Hele devlet düzeni kurulamamışsa, kültürün gelişip serpilmesinden söz edilemez.

Kültür ve Uygarlık

Kültür değerlerinin gelişmeye açık olabilmesi, bir toplumun yerleşik düzene geçmesi ile mümkündür. Bundan dolayı gelişmiş kültürler "kentlerden" doğmuşlardır. Arapçada "Medeniyet", Batı dillerinde "Civilization", Türkçede ise "Uygarlık" denilmektedir. Medeniyet sözcüğü de "kentte doğan kültür" anlamına gelir. Dil devriminden sonra Türkçeye yerleşen "uygarlık" ise büyük bir olasılıkla "Uygurlardan" gelmektedir. Bilindiği gibi tarihteki sayısız Türk kavimleri arasında ilk kez Uygurlar M.S 8 -13. yüzyıllar arasında yerleşik büyük bir kültür kurmuşlardı. Bu nedenle "Uygarlık" sözcüğü de diğer ikisi gibi aynı kavramı çiziyor. Öyle ise, bir kültür yerleşik bir düzende doğmuşsa, yahut ilkönce göçebelik ortamında belirip sonradan yerleşik bir toplumda gelişmişse, "uygarlık" karşısındayız demektir. Uygarlık ile kültür arasında bir önemli biçimsel fark daha vardır. Her yerleşik toplumda üstün nitelikli bir kültür doğacağı anlamına gelmez. Kültür sosyologları ve tarihçileri, yerleşik kültürlerin tam bir uygarlık doğurmasının bazı koşulları bulunduğunu saptamışlardır: Yaşanılan yerin kültür yaratmaya elverişli doğal veya coğrafi özelliklerinin bulunması gibi... Birbirine benzer kültürler oldukça yüksek bir düzeyde iseler, bu takdirde hepsinin birlikte değerlendirilmesi de uygun olur. Böylece yüksek kültürlerin doğurdukları uygarlıklar birarada daha üst bir uygarlık oluştururlar: Batı uygarlığı, İslam uygarlığı gibi. Ama bazı uygarlıklar doğrudan doğruya bir kültürün gelişmesinden oluşmuştur: Çin uygarlığı, Hint uygarlığı gibi. Birden fazla yüksek kültürün ortak özelliklerle bir uygarlık oluşturması durumunda, alttaki kültür gruplarına Yine "uygarlık" adını veremeyiz. Örneğin, Batı uygarlığı içinde ayrı birer İngiliz, Fransız, Alman uygarlıkları yoktur; İngiliz, Fransız, Alman kültürleri vardır. Yine İslam uygarlığı içinde ayrı birer Arap, Türk, İran uygarlıkları yoktur. Arap, Türk, İran kültürleri vardır. Kültürlerin yüksek bir düzeye erişip birbirine benzerleriyle bir çeşit sistem oluşturması ise "uygarlıktır.

Kültür Ögeleri

Ekonomik Öge

Kültürün oluşabilmesi için her şeyden önce insanların kendi fiziksel varlıklarını koruyup geliştirecek bir ortam içinde bulunmaları gereklidir. Bu ortam yaşam için üretilecek belli maddeleri içermelidir. Üretilemeyen ihtiyaç (gereksinim) maddeleri ise başka toplumlardan değiş-tokuş edilir veya satın alınır. Herhangi bir ihtiyacı gideren madde, ekonomik değer taşır; başka bir deyişle ekonominin bir ürünüdür. Değer taşıyan ihtiyaç giderici ürünlerin mutlaka maddesel bir yapıda olması da gerekmez; örneğin bir yazarın romanı veya bir bestecinin şarkısı da toplumun ihtiyacını giderdiği için ekonomik bir değerdir; alınıp satılabilir. Özetlemek gerekirse, ekonomik etkinlikler insanın yaşamı ve o yaşamı daha ileri götürmesi için gerekli şeyleri üretmesi için yapılır.



Devlet ve Hukuk Ögesi

İnsan topluluklarını oluşturan bireyler arasındaki düzeni kuran güç "devlet"ten doğar. Devlet gücünün niteliği üzerinde pek çok düşünce, kuram ortaya atılmıştır. Ama bunların hiçbiri bu olguyu tam olarak açıklayamamıştır. Fakat bilinen bir önemli husus vardır. O da devletin, toplumlaşma evresinin en önemli aşamasını oluşturduğudur. Ancak devlet gücü sayesinde insanlar birarada yaşayıp barış ortamına kavuşabilirler. Zaten ekonomik ögenin işleyebilmesi, o iş için üretilen değerlerin güvence altına alınmasıyla sağlanabilir. Bunu da devletten başka bir toplum gücünün yerine getirmesi mümkün değildir. Devletsiz toplumlarda kültürün doğması için gerekli ortam son derece sakat temeller üzerindedir. Bu nedenle o toplumlarda kültür değerleri yetersizdir. Devlet, insanlar arasında bu düzeni koyduğu kurallar ile sağlar. Bu kural arın toplamına "hukuk" denilir. Hukuk kurallarına uymayanlar, "yaptırım" denilen bazı zorlamalara katlanmak durumundadır. Yaptırım, başta ceza olmak üzere, hukuk kuralını bozan veya ona uymayan kimselere mutlaka devlet tarafından uygulanır. Öyle ise "devlet"in belki en açık seçik ölçütü "hukuk" kurallarını koyması ve onlara uyulmasını sağlamasıdır.



Ahlak ve Din Ögesi [Manevi Öge]

İnsanın toplum içinde diğer bireylerle olan ilişkilerinde hukuk kurallarına başvurmadan uyduğu bazı başka değerler de vardır. Bu değerler insanların iç dünyasında, toplumun koyduğu ölçülere göre biçimlenir. Bu biçimlenen değerler birer "davranış" modeli oluştururlar. Yalan söylememek, büyüklere saygı göstermek, dürüst olmak gibi. Bu davranış kalıplarının toplamı "ahlak" denilen çok önemli bir olguyu ortaya çıkarmıştır. Ahlak duygusu yalnız insanlara özgüdür. Büyük bilim adamı Darwin'e (1845-1912) göre insanı diğer canlılardan ayıran en önemli fark ahlak duygusuna sahip olmaktır. Gerçekten bu duygu insanı insan yapan belli başlı ögelerden biridir.


Bazen ahlak kuralları hukuk tarafından da benimsenir. Başka bir deyişle kimi ahlak kuralları aynı zamanda hukuk kuralı durumuna gelir. Ahlak kural arına uymamanın yaptırımı sadece bir dışlanmadır. Ama bu kural ara uymayarak başkalarına zarar verilirse o zaman hukuk işe karışır. Örneğin yalan söylemek ahlaka aykırı bir davranıştır. Yalancıları toplum dışlar. Ama yalan yoluyla bir başkasına zarar verilmiş ise o zaman devletin yaptırım gücünün işe karışması gereklidir. Bunun için de o ahlak kuralı , çiğnendiği zaman başkalarına zarar verirse o açıdan hukuk kuralı haline de gelebilir. Bunu elbette devlet takdir eder. Din de insanların manevi bir ihtiyacını gidermek için belirmiştir. Doğum, ölüm, yaşam, kişinin türlü sıkıntıları, varoluşu açıklama gibi etkenler insanları ilkönce somut, daha sonra da soyut Tanrı düşüncesine getirmiştir. Sonunda tek Tanrılı dinler çıkmış ve mutlak gerçeğin ancak Tanrı'nın takdirine göre belireceği anlaşılmış sayılmıştır. Dinler ilkönce vicdanlara seslendikleri için büyük ölçüde ahlak kurallarını da içerirler. Diğer yandan devlet gücünün meşruluğuna insanları inandırmak için dinin varlığı da uzun bir süre zorunlu görülmüş, böylece siyasal nitelikte bir güç olan devlet ile manevi bir etkisi olan din binlerce yıl, çeşitli belirme (tezahür) çeşitlerine rağmen özde bir sayılmıştır. 19. yüzyılda bazı devletler giderek laikleşme süreci içine girmişlerse de din vicdanlara seslenme yönünden büyük bir güç yitiğine uğramadı. Bu bakımdan din, kültürün her zaman en önemli ögelerinden biri olma özel iğini sürdürmüştür.

Bilim ve Sanat Ögesi

İnsanoğlu, bütün yaratıcı etkinliklerini farkında olsa da olmasa da aklını kullanarak yapar. Akıl, pek çok bilinmeyeni ortaya çıkarmak, hele ekonomi ögesini güçlendirmek bakımından vazgeçilmez bir varlıktır. Akıl yoluyla çevresini, karşılaştığı zorlukları aşmaya çalışan, gerçekleri bulmaya uğraşan insan bu etkinliği ile bilime erişti. Uzun süre bilim dinsel bazı ilkelerle bağdaşamadı ise de giderek her iki öge arasında belli ve açık bir sınır belirdi. İnsanın aklını kullanarak bilimi kurması, deney yoluyla gerçekleri kesinleştirmesi teknik denilen "bilim uygulamasını" da doğurdu. Bilinenlerin gelecek uşaklara aktarılması da eğitim etkinliğinin belirmesine yol açtı. Bugün "kültür" büyük ölçüde bilimin verilerine göre üretiliyor. Sanat da tıpkı ahlak gibi insanın doğasında bulunan bir duygunun açığa vurulmasıdır. Bu duygu, güzeli, iyiyi bulma, onları yüceltme, toplumun bazı sorunlarını bu yolla dile getirme güdüsüdür. Bu güdü daha mağara çağı insanlarında bile vardı. İnsan henüz tam anlamıyla ahlak duygusuna kavuşmadan, devlet düzenine geçmeden önce sanatsal etkinliklere başlamıştı. Bu nedenledir ki bugün "kültür" denilince ilk akla gelen, sanat etkinlikleri oluyor. Gördüğünüz gibi, kültür gerçekten son derece önemli ve insanın doğrudan doğruya varoluşu için gerekli etkinlikler sonucunda üretilen bütün değerlerdir. Kültürsüz insan olmaz. Ama kültürün düzeyi önemlidir. Dört öge de yüksek değerler üzerine yerleşmiş ve özellikle bilim ve ahlak ögeleri gelişmiş ise bir toplum üstün bir düzeydedir. Ama unutulmamalıdır ki kültür değerleri her dört ögenin birlikte işlev içinde bulunması sayesinde gelişebilir.

KÜLTÜR DEĞİŞMELERİ

Kültür Çevresi ve İçine Kapanık Kültürler

Kültür çevresi içinde bulunan insanlar belli kültür değerlerini üretirler ve özellikle dördüncü ögede hiçbir gelişme olmazsa ve kendi içlerine kapanıp yaşarlarsa yüzlerce yıl aynı değerleri saklarlar; kültür değerleri, başka bir deyişle, üretilen değerler, özlerinde ve niteliklerinde hiçbir önemli değişme olmadan kuşaklar boyu sürer gider.


Kültür çevreleri hemen her zaman başka kültür çevreleriyle iletişim içindedirler. Bir kültür çevresi ulaşım olanaksızlıkları nedeniyle, kendi içindeki insanların başka çevrelerden gelenlerle temas etmesine izin vermeyecek durumda bulunabilir.
Sayıları günden güne azalmasına rağmen, günümüzde bile, örneğin Amazon ormanlarında veya Sibirya'nın erişilmez bölgelerinde daha hala içine kapalı kültür çevreleri görülmektedir. Böyle doğal nedenler dışında bir kültür çevresi içinde yaşayan insanlar gelenekleri, görenekleri, yaşam biçimleri ve Yine bir ölçüde uzaklık gibi nedenlerle de içlerine kapalı kalabilirler. Her iki tür "içe kapanıklık" örnekleri günden güne azalmakla birlikte hala göze çarpmaktadır.

İçine kapalı kültürler kendilerini yenileyemezler. Bunun sonucu er geç başka ve ileri kültürlerin etkisi altına girip onların içinde erimeleridir.



Kültürler Arası Etkileşim

Doğal akışı içinde yaşayan çeşitli kültürlerin birbirleriyle etkileşim içinde bulunmalarından kaçınılmaz. Çünkü hiçbir kültür ürettiği değerler açısından tek başına gelişme için yeterli bir düzeyde değildir.


Böyle bir etkileşim için belli bazı ilişki olanakları bulunmalıdır. Bu ilişki sadece iletişim dediğimiz haberleşmeden ibaret değildir. İnsanların herhangi bir vesile ile birbirleri arasında haberleşme dışında da çeşitli ilişkiler kurmaları mümkündür. Bu yol arı iki ana grupta toplayabiliriz.

• İnsanların barış içinde özellikle ekonomik zorunluluklar nedeniyle başka kültürlerden gelenlerle ilişki kurmalarıdır.

• İnsanların savaş, zorunlu göç gibi nedenlerle, birbirleriyle istekleri dışında ilişki içine girmeleridir. Hem tarihte hem de günümüzde her iki tür kültür ilişkisi görünmüş ve görünmektedir.

Çeşitli kültürlere mensup insanların birbirleriyle isteyerek veya istekleri dışında ilişki içine girmeleri aralarında karşılıklı bir etkileşim doğurur. Bu etkileşimi bir kalıp veya örnek içinde anlatmak imkanı yoktur. Kültürler arası etkileşimin belki binlerce çeşidi vardır. Biraz yukarıda anlattığımız kapalı kültür çevreleri dışında, hiçbir kültür diğerlerinden etkilenmeden yaşayamaz, varlığını sürdüremez.


Kültür etkileşimleri, bir çevrede oluşan kültür üzerinde çeşitli dereceler halinde değişiklikler yapabilir. Şöyle düşünelim: Bir kültür çevresinde dört ana öge halinde gelişen değerler o değerleri yaratan insanların birbirleri ile olan iletişimine, insanların oluşturduğu toplumun Genel yapısına, ihtiyaçların türlerine bağlıdır. Bu alt-ögelerin kendiliğinden, örneğin ticaret gibi yollarla, veya bir savaş sonucu elde edilen bölgeye zorla girmesi önemli değildir. Önemli olan bu yeni alt-ögelerin girdiği toplumun kültürü üzerinde ne gibi etkiler yapacağıdır. Bu etkiler o zamana kadar kendi akışı içinde gelişen kültür ögelerinde bazı değişikliklere yol açar. Örneğin bir malın üretiminde o güne değin bilinmeyen bir yöntem ekonominin içine girer ve üretimde diyelim ki hatırı sayılır bir artış olur. Veya, yeni kültür ögeleri arasında "zararlı" sayılabilecek bazı alışkanlıklar vardır. Örneğin o güne kadar alkollü içkiyi tanımayan bir topluma, kültür etkileşimi sonucu bu maddeyi kullanma alışkanlığı girmiştir. Öyle ise olumlu sayılamayacak bir kültür etkileşimi ile karşılaşıyoruz. Fakat bu söylediğimiz değerlendirme cümleleri aslında bilimsel sayılmamalı. Çünkü bir kültürün başka bir kültür üzerindeki etkisi, yeni ögeleri alan toplumun "kabul" konusundaki iradesine, isteğine bağlıdır. Bu istek veya irade açık-seçik bir biçimde belirmez. Yeni ögeleri kabulde gizli bir uyuşma vardır toplum üyeleri içinde; eski deyimi ile gizli bir "mutabakat". Bu mutabakat olmadığı takdirde, yeni ögeler o kültüre giremez. Öyle ise örneğin biz alkol alışkanlığının zararlı olduğunu şu anda kendi sübjektif ölçümüze göre saptıyoruz; çünkü bilinen, bu maddenin aşırı tüketimi halinde hem bireye hem de topluma zararlı olduğudur. Ancak böyle bir maddeyi kabulde "mutabık" olan toplum üyeleri kendi bilinçleri altında alkolün belki bir ölçüde yararlı, hoş bir nesne olduğunu düşünmektedirler. Yahut belki o toplumda kullanılan ve alkolden daha zararlı olan bir maddenin kullanılması, alkolün gelişi ile azalacaktır. Bu örneği çarpıcılığı açısından veriyoruz. Söylemek istediğimiz, kültür etkileşimi sonuçlarının bütün kültür ögeleri üzerinde az veya çok değişiklik yaptığının kesin bir gerçek olduğudur.

Kültür Değişmeleri

Kültürler kendi hallerine bırakılır ve her türlü etkileşime kapalı kalırlarsa bir değişim çok zordur. Olağanüstü bazı olaylar cereyan etmezse kültür çevresi kapalı olan toplumlarda gelişme hissedilmeyecek derecede ağır, hem de çok ağır olur.


Kültür gelişmesinde en önemli etken ise "etkileşim"dir. İnsanlığın ilerlemesi, başka bir deyişle uygarlıkların yüksek düzeylere ulaşması, kültürler arası etkileşimin sonucudur ve bu etkileşim hele günümüzde hızını hiç umulmayan biçimde artırmaktadır. Bugün dünyadaki bilimsel gelişmeler sonucunda erişilen iletişim teknolojisi öyle boyutlara varmıştır ki, bundan çok kısa bir süre önce, dört-beş yıl kadar önce, böyle bir gelişmeye girilebileceği düşünülemezdi. Kitle iletişim teknolojisindeki gelişme ister istemez bütün kültürler üzerinde sonuçları şimdiden kestiremeyecek derecede şiddetli bir değişikliği getirmektedir. Öyle ki, tarihte gördüğümüz büyük kültür etkileşimleri, örneğin Haçlı seferleri yoluyla doğu ve batı uygarlıkları arasındaki karşılıklı etkileşimler, günümüz ölçeklerine göre son derece küçük boyutlarda kalıyor. Çağımız, inanılmaz derecede korkunç boyutları olan dev bir kültür etkileşimi dönemini açıyor.
Kültürler arasında belli farkların bulunduğu kuşkusuzdur. Ama hiçbir kültürü bütünüyle "düşük düzeyli" olarak niteleyemeyiz. Unutulmasın ki kültür en basitinden en karmaşığına kadar yalnız ve sadece "insan"ın ürünüdür. İnsan elbette çeşitli kültür çevrelerinde bazı huylar, alışkanlıklar, inançlar, davranış biçimleri edinir ve bunlar diğer kültür çevrelerine göre farklılıklar gösterir. Ama belki ekonomik koşulları elverişsiz, ilkel kalmış bir kabilede insanı öldürmek yoluyla cezalandırmak (idam) kötü bir eylem olarak görülüyorsa ve kültürün ikinci ve üçüncü ögelerinde böyle bir ilke yerleşmemişse, bütün yaşam geriliğine rağmen bu kabilenin kültürünü örneğin çok yüksek bir düzeyde sayılan Hitler dönemi Almanyasından aşağı mı kabul edeceğiz? Hayır, belki o basit saydığımız insanlarda üçüncü kültür ögesi, örnek verdiğimiz ülkenin Hitler döneminden çok daha yüksek bir düzey gösteriyor. Başka bir deyişle, kültürleri değerlendirirken esas ölçü insana verilen değerin saptanmasıdır. Bu değer ne kadar yüksek ise, yaratılan diğer değerler "insana" yaraşır bir niteliktedir.
Ancak dört kültür ögesinden birinci, ikinci ve dördüncülerinde baş döndürücü bir düzeye yükselmiş olan toplumlar, etkileşimde bulundukları ve kendilerinden bu dereceye göre daha "düşük" sayılan çevreleri etkilerler. Başka ve daha matematiksel bir ifade ile, üstün kültürün etkisi, ilkel kültürü bir ölçüde kendisine çeker. Ama bu konuda matematiksel ifadeyi daha ileri götürmemek gerektir. Zira üstün bir kültür, kendinden daha düşük olarak derecelendirilen bir kültürden de değerler alabilir ve bu değerler o "üstün" sayılan toplumu çok derinden etkileyebilir. Arap Yarımadası'nın son derece ilkel koşulları içinde doğan İslamiyet’in, kısa bir sürede çok üstün sayılan kültür çevrelerine egemen olması söylediklerimize çarpıcı bir örnektir.
Özet olarak şunları belirtelim: Kültürler arasındaki ilişkiler bir etkileşim doğururlar. Bu etkileşim yoluyla kültür ögelerinin gelişmesi ve ilerlemesi mümkün olur. Kültür çevreleri içinde yaşayanların bu etkileşimi "yok" saymaları mümkün değildir. Bazı yaşamsal alanlarda üstün sayılan bir kültür, etkisi altına aldığı diğer kültürleri bir ölçüde kendine benzetir. Ama onlardan istenmeyerek de olsa başka alt ögeler alır. Böylece kültürler arasında bir sentez doğar. İnsanlığın bugünkü düzeye erişmesindeki en önemli etken, söylediğimiz kültür etkileşimlerinin durup dinlenmeden sürüp gitmesidir.

Yüklə 2,15 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin