EL-MÜTEKEBBİR (C.C.)
“Büyüklükte eşi benzeri olmayan ve her hadisede büyüklüğünü gösteren.”
Büyük bildiğimiz bütün varlıklar Allahü Teâlâ'nın büyüklüğü karşısında zerre bile olamazlar. Büyüklük, şan ve ululuk, ancak Allah'a mahsustur. O'nun azamet ve kibriyâsı, akılları süt emer çocuklar haline getirmiştir. Çünkü hiçbir zekâ O'nu kemâliyle kavrayamaz. Akılları yaratan da O'dur. Varlığı ile yokluğu Zât-ı Zülcelâlin bir tek emrine bağlı bulunan fanilerin bu sıfata hâiz olması düşünülemez. Büyüklük taslayanı Yüce Allah yüzüstü yere indirir. Âlemde ve yaratılmışlar içinde ilk defa kendini büyük gören Şeytan olmuştur. Ve başına betbahtlık toprağı saçılmıştır. O uğursuzun nice belâlara maruz kaldığı malum. O, kıyamete kadar lanet oklarına hedeftir. O'nun izinde giden akılsız insanlar da yok değildir. Kendisini dağlardan büyük gören nice zalimler şimdi bir avuç toprak olmuşlardır...
Yine âleme nice hükümdarlar gelip gitmiştir ki, şimdi onların yurtlarında kediler fare avlamaktadır. İşte insanlar bu kadar âciz, bu kadar küçüktür. Öyleyken büyüklenmeye kalkmak, dağları ben yarattım havasına girmek, Allah'ın eline verdiği imkânlarla mazlumların omuzları üstünde gezmek akıl kârı değildir. Bu mübarek isim bize bunları da hatırlatmaktadır.
Evet:
Ne sensin, ne ben büyük,
Bir Allah'tır en büyük!..
Şimdi yine Elmalılı tefsirine müracaat ediyoruz. Üstad M. Hamdi Yazir, “el-Mütekebbir” ism-i şerifinin izahında şunları ifade ediyorlar:
“Mütekebbir: Çok büyük, her hususta büyüklüğünü gösteren, büyüklük, ululuk, kibriyâ, ve azamet kendisine mahsus, kendisinin hakkı olan demektir.
Kibirlenmek ve büyüklük taslamak yaratıkların hak ettikleri bir sıfat değildir. Onun içindir ki mütekebbir sıfatının insan için kullanılışı, hoş karşılanmamıştır. Zira mütekebbir kibir gösteren, büyüklenen demektir. Halbuki yaratıklarda esasen büyüklük, ululuk yoktur; aksine aşağılık, horluk, yoksulluk ve ihtiyaç vardır.
Hatta zaman olur ki bir sinek, bir mikrop bir Nemrud'un işini bitirmeye yeter. Böylesine acizlik ve ihtiyaçtan kendilerini kurtaramayan ölümlülerin, büyüklük ve ululuk taslamaya kalkışmaları, cahillikten ve yalancılıktan (ahmaklıktan) başka bir şey değildir. Onun için yaratıklarda tekebbür (büyüklenme) tefa'ul babının tekellüf binasından olarak hoş karşılanmayan bir noksanlıktır.
Fakat Allah Teâlâ zât, sıfat ve fiillerinde büyüklüğün, yüceliğin ve kudsiyyetin her nev'ini toplamıştır. O'nun bu yücelik ve büyüklüğünü göstermesi, hem hiçbir ortak kabul etmeyen hakkı, hem de kendisinin celâl ve cemâl sıfatlarını kullarına tanıtmak, onları bilgilendirmek ve huşu ile saadete götürmek gibi, büyük bir lütuf ve yardım gösterdiği için son derece güzel bir sıfattır.
O'nun hakkında tekebbür, tefe'ul babının tekellüf binasından değil, bizatihi kuvvet, kudret ve birliğini ifade eden daha fazla mânâ içindir. Bundan dolayı Allah Teâlâ söz konusu sıfatlarla tavsif edildikten sonra, O'nun mahluklardan hiç birine benzemediğini ve müşriklerin hayal etmek istedikleri şirk unsurlarından berî olduğunu bir daha açık bir şekilde anlatmak için buyuruluyor ki:
“Allah, onların koştukları şirkten münezzehtir.” Yani yaratıklardan bazıları, kibirlenerek, zorbalık yapmak isteyerek yahut öyle yapmak isteyenlere aşırı sevgi bağlayarak Allah'ın zikredilen sıfatlarına şirk koşuyorlar.
Halbuki Allah, öyle şirklerden münezzehtir. O şirk koşulan şeyler, Allah'tan çok uzaktır. O'nun yüceliği ve büyüklüğü onlarınkine benzemez. Çünkü onlar, kendi nefislerinde mahluk ve esasen noksan varlıklardır. Tekebbürleri de, noksanlıklarına bir yalancılık ilave etmekten başka bir şey değildir. Allahü Teâlâ ise, bütün büyüklüklerin, bütün kuvvetlerin ve üstünlüklerin sahibidir. O'nun tekebbürü, büyüklük üstüne büyüklüktür. Bu yüzdendir ki, Allah Teâlâ, büyüklüğüne hiçbir toz kondurmaz. “72
Ne yazık ki bazı insanlar, yine bazı kimseleri “Sen şöyle ulusun, şöyle büyüksün, sen şuyumuzsun, buyumuzsun” diyerek hiç de lâyık olmadığı sıfatlarla överler, o da, bu dalkavukların sözüne inanarak kendisinin gerçekten büyük ve eşsiz olduğuna inanır ve böylece hüsranın derelerine yuvarlanıverir.
A âciz, a hünersiz, a bilgisiz adam! Senin hayatın her lâhza bir başkasının elindedir. Bir dakika sonra başına nelerin geleceğini bilemezsin. Bugün altın tahtların üstünde oturan adam, bir de bakarsın ki, yarın kabir çukuruna düşüvermiştir...
Cihanda hayırlı ve büyük işler yapmalı, fakat hiçbir zaman kendini büyük bilmemelidir.
Sahabiler sarayının sultanı Hazreti Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz halife seçildiğinde şöyle demiştir:
“Kibir ve gururdan sakınınız! Topraktan yaratılan, sonra tekrar toprağa dönüp kurtların yiyeceği, bugün canlı, yarın ölü insanın gururu nedendir ve kimedir?
Hayret! Azaptan korkup da kendine sahip olmayana! Hayret! Sevap ümit edip de güzel amel işlemeyene!”
Evet: Hayret! Allah'ın mülkünde, Allah'ın nimetleriyle rızıklandığı halde Rabbini unutup da fânileri putlaştıranlara!..
Güvenme ona buna, bir fayda vermez arkan,
Alemde mes'ud olur, ancak Allah'tan korkan!.. 73
EL-HÂLIK (C.C.)
“Bütün varlıkları yoktan yaratan, her şeyin görüp geçireceği halleri, hadiseleri tayin ve tesbit eden.”
Bu mübarek ismin ifade ettiği mânâ iki şeyden ibarettir: Birincisi, bir şeyin nasıl olacağını tayin ve takdir etmek, ikincisi, o takdire uygun olarak o şeyi vücuda getirmektir.
Allah (Azze ve Celle), öyle bir sultan, öyle münezzeh ve mukaddes varlıktır ki Hâlık'tır. Diğerleri ise mahluktur. Dünyayı avucunun içinde bir inci tanesi gibi tutabilecek kudretteki Cebrail'den tutun da, toprak altındaki aciz karıncaya kadar her ne varsa cümlesi Allahü Teâlâ'nın yaratmasıyla meydana gelmiştir. Cebrail Aleyhisselâm'a o heybeti ve gücü veren Zât-ı Kibriya, aciz karıncanın iğne ucu kadar bedenine de mide, göz, kulak ve dil bahsetmiştir.
Fili doyurmak O'na nasıl kolay ise, gözle görülmeyecek miktarda bir mikrobu yaratmak da o kadar kolaydır. İşte bu mübarek ism-i şerîf bize bunları ihtar eder.
Bir düşünelim ki, zaman diye, mekân diye bir şey yoktu. Hatta yokluk da yoktu. Ancak Allah vardı, beraberinde hiçbir varlık mevcut değildi.
Ne gök, ne yer, ne bulut, ne yağmur, ne deniz, ne ırmak, ne dağ, ne taş vardı. Ne gül, ne bülbül bulunuyordu. Kâinat dediğimiz bu muazzam varlıktan da eser yoktu. Kâinat olmayınca içindeki milyarlarca mahluk da elbet yoktu...
Kâinat ve kâinattaki herbir varlık O'nun kudret elinden çıkmıştır, yine kâinatta hâkim olan kanunlar da O'nu plânlayıp yaratan Allah'ın eseridir.
Ateşin yakması,
Suyun akması,
Gecenin karanlığı,
Gündüzün aydınlığı,
Güneşin ışığı,
Ayın nuru...
O'nun îcad ettiği şeyleri saymaya sayılar kâfi gelmez. Ömürler yetmez, ilimler ulaşamaz. Kâinat sadece gözümüzle gördüğümüz şeylerden ibaret değildir. Bir de gözle görülmeyen mahlûklar vardır.
İşte Zât-ı Kibriya bu kâinatı yaratmayı diledi, eğer dilemeseydi, hiçbir şey olmaz, bir nesne meydana gelmezdi. Yine her şeyin ömrünü, rızkını, şeklini, suretini, doğum ve ölüm mekânlarını ve ne zaman doğup ne zaman öleceklerini, ne gibi hâdiselerin selinde yüzeceklerini tâyin buyurdu. O'nun çizdiği huduttan dışarı çıkma ihtimali yoktur.
Meselâ: Bizim İstanbul'da dünyaya gelmemiz, ötekinin Mekke'de dünyaya gelmesi kendi irademizle değil, Allah Teâlâ'nın öyle dilediği içindir.
Yüce Halikımızın kâinatı yaratması bir ihtiyaçtan dolayı değildir. Elbet Allah (Azze ve Celle) yaptığı her işte Zât-ı Ulûhiyyetine ait bir menfaat gözetmekten münezzehtir. Âlemleri vücuda getirdi, fakat bunu yaratılmışlara muhtaç olduğu için yapmadı, belki onları yaratmak hususundaki ezelî iradesini tahakkuk ve onları nimetleriyle keremlendirmek, cemâl ve kemâlini sezdirmek için yarattı...
Evet:
Âlemde her varlığa canı Allah veriyor.
İzzeti ve şerefi, şanı Allah veriyor!
A gönül ceylânı sen, şükrünü, zikrini bil,
İnci, mercan, hava, su, nan'ı74 Allah veriyor!.,
Söz buraya gelmişken tekrar Elmalılı tefsirine kanat açalım, gerelim ne der?
“... O, öyle Allah'tır ki, Hâlık'tır diğerleri ise mahluktur. Daha evvel de geçtiği gibi, bizim yaratmak tabir ettiğimiz “halk” fiili, iki mânâ ifade eder;
Birisi, takdir etmek, yani bütün açıklığı ile eşyanın miktar ve derecelerini tâyin etmektir. Zira bir şeyi bütünüyle takdir etmek onun eşya arasındaki miktar ve derecesini tamamiyle bilmeye bağlıdır. Bu takdir mânâsı itibariyledir ki halk, ekseriya miktar ve sayısı bulunan şeylerde kullanılır. Diğeri ise, yok olan şeye varlık vermek, hiçbir asıl örneği yokken icad etmektir. Bazan bir şeyden başka bir şeyi ortaya çıkarmak mânâsı da verilebilir. Ancak bu mânâya daha çok inşâ (icad) tabir edilir.
Yaratıklara nisbet edilen en yüksek sanatlar, Allah Teâlâ'nın takdir buyurduğu keşf ve icad mahiyyetinden ileri geçemez. Çünkü mahluk, fiillerinin tafsilatını takdir edemez ve bir atom bile yapamaz. Böyle bir yaratma sonsuz ilim ve kudrete bağlıdır. Mahluk ise bundan ancak sınırlı kısmını elde edebilir. Herşeyi tam anlamıyla takdir ve icad ederek yaratan ancak Allah Teâlâ'dır. O öyle bir yaratıcı ki “el-Bâri' Bâri'dir.” 75
Allahü Teâlâ'nın bu mübarek ismini anarken tefekkür ufkumuz fezalar gibi genişlemelidir. O'nun yaratıkları üzerinde ne kadar tefekkür etmiş olur isek, alacağımız ilâhi haz da o nisbette artacaktır.
Evet:
Hamd olsun, ömürlerdir, ismini yâd ederim,
Rabbim, lütfün olmasa nice feryâd ederim!.. 76
Dostları ilə paylaş: |