Azerbaycan’da Müstakil Hanlıklar Devrine Umumî Bir Bakış



Yüklə 8,92 Mb.
səhifə153/178
tarix17.01.2019
ölçüsü8,92 Mb.
#98430
1   ...   149   150   151   152   153   154   155   156   ...   178

Bâzı tip mezarlar ve şâhideler Türk kültürünün bütünlüğü ve devamlılığı bakımından da ayrı bir ehemmiyeti hâizdir. Şahidelerin bir kısmı Orkun âbidelerinin formu, ölçüleri ve esprisindedir. Bâzı steller üzerinde bulunan çift başlı ejderler, aradaki bağı tamamlamaktadır. Bütün bunlar Orkun havâlisinden batıya akan doğu Türk oymaklarının Ahlat’a yerleştiklerini göstermektedir. Şimdi ele alacağımız mezar tipleri de bu görüşümüzü desteklemektedir: Ahlat mezarlıklarında bâzıları düz, bâzıları hafif bir tümsek teşkil eden, çevresine ve üzerine irice taşlar dizilmiş mezarlara tesâdüf ettik. Bunların da çok yakın benzerleri Altaylar’da, Moğolistan’da ve Sibirya’da bulunmaktadır. Zaman ve yer farkı dolayısı ile bunların bazı değişiklikler göstermeleri tabiîdir.

Mezar tipleri içinde mâhiyeti henüz münakaşa edilmekte olanı, halkın “akıt” dediği kurgan tipi mezar odalarıdır. Bunlara İki Kubbe ve Taht-ı Süleyman mahalleleri ile mezarlıklarda ve bilhassa Meydanlık Mezarlığı’nda tesadüf edilmektedir. Akıtlar, gövdesi kısmen veyâ tamâmen toprağın içinde kalmak üzere kare, dikdörtgen, sekizgen veyâ dâirevî plân üzerine düzgün kesme taşla inşa edilmiş birer oda hâlindedir. Yalnız bir yerde, birbirine eklenen üç akıt, birinden diğerine kemerli birer kapı ile geçilebilen üç göz teşkil etmektedir. Akıtla
rın bâzıları, toprağın üzerinde bulunan gövdeleri ile, günümüze oldukça sağlam olarak erişmişlerdir. Çökmüş olanlar ise, zeminde bir çukur meydana getirmişlerdir. Kısmen sağlam olanlardan on kadar çökmüş olanlardan da otuz kadar akıt tespît ettik. Bunların dışında, birkaçı da kendilerini toprak üzerindeki hafif bir tümsek ile belli etmektedir. Sağlam olanlardan altısının gövdesini tamâmen meydana çıkardık ve dolmuş bulunan iç kısımlarını temizledik. Zemin bâzılarında düzeltilmiş toprak olarak bırakılmış; bâzılarında kille sıvanmış; bir tânesinde tuğla, bir diğerinde de Sal tâbir olunan taş levhalarla kaplanmıştır. Çökmüş, olanlardan altısını ve tümseklerden birini açtık. Kare veyâ dikdörtgen olanlarda kenar ölçüleri 4 m. ilâ 7 m. arasında değişmektedir. Sağlam olanlarda beşik, çapraz veya aynalı tonoz kullanılmıştır. Bilinen bütün akıtların içine, işgal sırasında Ruslar tarafından girilmiştir. Hattâ, dokunulmamış bulacağımızı tahmîn ettiğimiz bir tümseği açtığımız zaman, zeminin altında bulunan mezar hücresine kadar girilmiş olduğunu gördük. Mahalli rivâyetler akıtlardaki cesetlerin mumyalı olduğu yolundadır. Bu rivâyet, aşağıda îzah edeceğimiz üzere, akıtların bir kısmı için doğru olabilir.

İncelediğimiz akıtlar inşa tarzı bakımından üç gruba ayrılabilir: Birinci grubu teşkîl eden akıtlar kısmen toprağın üzerinde inşâ edilmiştir. Tonozda veyâ tonozun hemen altında mazgal biçiminde küçük pencereleri ve zemin hizâsında kemerli veyâ düz atkılı küçük birer kapıları mevcuttur. Kapıların yönü muayyen değildir. Bâzılarında kapı yer seviyesinin altındadır. Bunlarda kapının önüne taştan bir kapak konulmuş ve kapıyı da içine almak üzere, gövdenin bir kısmı dıştan toprakla doldurulmuştur. Bâzılarında doldurulan kısımda kalan kaplama taşları kabaca işlenmiştir. Bu tip akıtlara konulan hiç biri kalmamış olmakla berâber, mumyalı oldukları ileri sürülebilir. Aşağıda bahsedeceğimiz zâviye kalıntısının güney tarafında bulunan ve sonradan önüne bir methal ilâve ilâve edilerek giriş yönü değiştirilmiş olan yapı kalıntısı, genel olarak zannedildiğinin aksine bir akıt olmayıp bir kümbetin mumyalık kısmıdır.

İkinci gruba giren akıtlar ise, yer derin olarak açılıp akıt inşâ edildikten ve kapısını önüne taştan bir kapak konulduktan sonra, dıştan tamâmen toprakla örtülmüştür. Bunların tonoz kısmı zemin üzerinde hafif bir tümsek teşkîl etmektedir. Bu tümseğin üzerine de kaba taşlar serpiştirilmiştir. Bu tip akıtlarda havalandırma menfezleri bulunmadığı ve her tarafı kapalı olduğu için cesetlerin mumyalı olduğunu kat’iyetle söyleyemiyoruz. Fakat bâzı türbelerde, meselâ Harput’taki Arap Baba Türbesi’nde de pencere yoktur, fakat ceset mumyalanmıştır. Bu tip akıtlardan İki Kubbe Mahallesi’nde, tepede bulunan akıtın zemîni tuğla döşelidir. Bu döşeme, burada cesedin toprağa gömülmediğini, mumyalanarak muhâfaza edilmiş olabileceğini düşündürmektedir.

Üçüncü gruptaki akıtlar da ikinci gruptakiler gibi yerin içine yapılmıştır. Fakat bunlarda ceset gömüldükten sonra odanın yalnız dışı değil, içi de toprakla tamâmen doldurulmuş ve hâsıl olan tümseğin üzerine, bir işâret gibi, irice taşlar serpiştirilmiştir. Şüphesiz bu tip akıtlarda ne kapı, ne de tonoz bulunmaktadır.

Bugüne kadar Anadolu’da Türk devrinde yapılmış bu tip mezarlara Ahlat dışında tesadüf etmedik. Yalnız Divriği’de, Sitte Melik Türbesi’nin önünde bulunan kare biçimli göçüğün bir akıt bakiyesi olması muhtemeldir. Şüphesiz bu husus bir kazı ile aydınlatılabilir. Myken’de, Eski Çağ Anadolu’sunda, Ras Şamra’da Makedonya, Trakya, Etrurya ve Güney Rusya’da muhtelif tiplerde mezar odaları bulunduğu mâlûmdur. Akıtların yalnız Ahlat’ta görülmesi, mâhiyet ve hattâ yer yer form benzerliklerine rağmen, bu mezar odaları ile aralarında doğrudan doğruya bir bağ kurulmasına imkân vermemektedir. Diğer taraftan, Moğolistan’da Çin’in kuzeyinde ve Altaylar’da da aynı mahiyette kurganların bulunduğunu biliyoruz.

Turfan yakınlarında, Astana civârındaki mezarlıkta bulunan ve M.S. VII. yüzyılda tarihlendirilen mezar odaları ile Ahlat’taki akıtlar arasında yakın bir benzerlik mevcuttur. Kezâ, O. Sirén’in Yalu nehri boyunda, T’ang-kou civârında kazılan tümülüsler hakkındaki târifleri de akıtları tutmaktadır. Bunlardan çoğunun içi 3x3,5 m. ölçüsünde bir karedir. Muntazam kesilmiş taş bloklarla kaplanmış ve bindirme kubbe ile örtülmüşlerdir. Mezar odasının önünde küçük bir medhal, ön oda, vardır. İki veya üç odalı mezarlar da mevcuttur. Marko Polo’nun anlattıklarına göre, Cengiz Han’ın (ö. 1227) Gobbi Çölü’nün kuzeyinde, Turmeger’deki (Ning-hia) mezârı da üstü topraktan bir tepe olan, taştan kubbeli bir oda idi. H. Leder, Orkun civârında da çoğu dâirevî olan tepeleri ve bunlar arasında çökmüş olan birinin içinden kapısını görmüş olduğunu da kaydetmektedir.

Bu tip mezârlar Türkistan’a, Tibet’e, Batı Sibirya’ya ve Hindistan’a kadar yayılmıştır. Kuzey Hindistan’da, Salihundam’da bulunan stupaların bâzıları ile de Ahlat’taki akıtlar arasında benzerlik vardır. Bunlar, tümülüs tarzında, yuvarlık veya dört köşeli mezar odalarıdır. Çin’deki İkinci Han ve İkinici Wei sülâleleri zamânında yapılan Thupaların (stupa) toprağa gömülü olanları da mevcuttur. Tipleri bölgelere ve devirlere göre değişse de, mâhiyetleri aynı olan bu mezâr yapıları Uzak Doğu’dan Makedonya ve Etrurya’ya kadar olan geniş sâhada görülmektedir. Bunlar arasında menşe bakımından bir alâka tesis edilebilir mi? Bugün kü bilgilerimizle buna cevap vermek imkânına sâhip değiliz. Ancak, yukarıda kaydettiğimiz üzere, Orkun havâlisindeki yığma mezarlara (Kırgız Mezârları) Ahlat’ta da rastlanması, Orkun anıtları ile Ahlat mezar taşları arasındaki form, ölçüler ve ejder motifleri bakımından büyük bir benzerlik bulunması, akıtların da yine aynı göçlerle Ahlat’a geldiğini ve bunları Göktürklerin mezarlarının üzerine yaptıkları bark’ların bir devamı olduğunu düşünüyoruz.

Ahlat’taki akıtları, üst kısmı yıkılmış künbetlerin mumyalık katı olarak görmek isteyenlere iştirak edemiyoruz. Akıtların hepsinin üst kısmından hiçbir iz kalmamak üzere alt katın tonoz hizâsına kadar yıkılmış künbet kalıntıları olduğunu kabûl etmek mümkün değildir. Diğer taraftan bunların bâzılarının ölçülerinin çok küçük, bâzılarını da içlerini doldurulmuş olması künbetlerde görülmeyen bir husustur.

Muvakkat

Yerleşme Yeri

1968 yazı çalışmalarında, Meydanlık Mezarlığı’nda, kısmen zemîn üzerinde olan bir akıtın gövdesini meydana çıkarmak için etrâfını açarken akıta dayanan ve doğuya doğru uzanan bir kuru duvara tesadüf ettik. 1969 yılı çalışmalarında bu duvarı tâkip ettiğimizde kuzeye doğru kol verdiğini ve doğuya doğru devâm eden kısmında belli bir yerde kuzeye döndüğünü gördük. Kol tâkip edilince, akıtın kuzey tarafında ve çok yakınında bulunan göçüğü de açmak gerekti. Burada da yeni bir akıt bulundu. 1970 mevsiminde, aralardaki duvarlar tamamlanınca bir yerleşme yeri meydana çıktı. Ahlat’ın büyük depremler geçirdiği mâlûmdur. Ahlatlı Ârif Efendi’nin yazma risâlesinde, şehri harap eden bir depremde halkın mezârlığa sığınarak bir müddet orada yaşadığı söylenmektedir. Bulunan yer üç âilenin sığındığı böyle bir muvakkat yerleşme yeridir. Burada ayrı mutfakları olan üç büyük oda mevcuttur. Bunların her birinde tandırlar bulunmaktadır. Birisinde ayrıca bir musluk taşı da meydana çıkmıştır. Asıl dikkate değer olan husus, burada, kırılmış ve tekrar tâmîr edilerek tekrar kullanılmış olan bir küpün ele geçmesidir. Bu muvakkat yerleşme yerini, şehri harap eden 675/1276 depremi olması çok muhtemeldir. Bu iki akıtın bu târihten evvel yapılmış olmaları lâzım gelir. Ancak, arada yarım yüzyılı aşan bir zaman farkının bulunduğunu da zannetmiyoruz.

Bezirhâne

Orta Sûr dâhilinde, İki Kubbe’den Taht-ı Süleyman’a giden yolun güney kenarında, batıya bakan, alt kısmı kemerli yüksek bir duvar görülmektedir. 1970’te bu duvardan doğuya doğru başladığımız kazıda değişik bir plân gösteren bir yapı ile karşılaştık. Binâ, kayalık zemin üzerine ve arazinin meyline uyularak yapılmıştır. Plân düzgün olmayan bir dikdörtgendir. Bugün ayakta duran yüksek duvar asıl yapının batı duvarının önüne sonradan yapılmış bir taviye duvarıdır. Binâ, bir takım duvarlarla bölmelere ayrılmıştır. Kalıntının güneybatı köşesinde, zemîni kuzeye doğru meyilli olarak tesviye edilmiş, kareye yakın dikdörtgen biçiminde bir oda; bunun kuzeyinde kuzey-güney istikametinde uzanan ve kıble yönünde mihrâba benzeyen bir nişi ihtiva eden, sal döşeli dikdörtgen biçiminde büyük bir oda yer almaktadır. Bu mekânda birbirine yakın beş tandır bulunmaktadır. Binânın güney duvarının ortasında bir niş, muhtemelen bir mihrap bulunmaktadır. Burası binânın mescididir.

Mescidin kuzeyinde, zemîni mescidden iki metre kadar aşağıda büyük bir mekân bulunmaktadır. Bu kısmın doğu ve batı duvarlarında birer plâstr, ortada da yukarı doğru kademeli olarak incelen üç büyük ayak mevcuttur. Burada bir takım muhdes duvarlar da görülmektedir. Ortası delikli yuvarlak taş, ağırlık olarak asılan taş ve zemînde akan bir maddeyi toplamaya yarayan küçük bir çukur görülmektedir. Binânın kuzey duvarı doğuya yakın bir yerinden kuzeydoğuya kol vermektedir. Gayri muntazam olan doğu duvarına da bir takım duvarla bağlanmaktadır. Bu kısımları tamâmen açmak ve mânalandırmak kazı şartları bakımından maalesef mümkün olamamıştır.

Kazı sırasında muhtelif tipte kiremitler de ele geçmiştir. Binânın iki katlı ve ahşap çatılı olduğunu düşünüyoruz. Burasının, hiç değilse alt katının bezirhâne olarak kullanıldığı muhakkaktır. Plânı belli yapı tiplerinden hiçbirine uymayan binânın tarihi de meçhulümüzdür.

Câmi


Selçukluların fethedilen her şehirde olduğu gibi, Ahlat’ta da XII. yüzyılda bir Ulu Câmi yaptırmış olmaları beklenir. Evliya Çelebi Ahlat’ta kendi hâline terkedilmiş kubbeli birçok eski câmi bulunduğunu kaydet

tikten sonra Emîr Hoy Câmii üzerinde durmaktadır. Emîr Hoy ve câmii hakkında başkaca malûmata sâhip değiliz. Diğer taraftan son Eyyûbî vâlisi Hüsâmeddin Ali’nin Ahlat’ta bir câmi ve bimâristan yaptırdığı kaynaklarda geçmektedir. Bu cami 1229’a doğru yapılmış olmalıdır.

Ahlat’ta Ulu Câmii’nin yeri olarak Bezirhâne münâsebetiyle bahsettiğimiz yüksek takviye duvarının doğusu gösterilmekte idi. Burada, Bezirhâne adını verdiğimiz yapı mevcuttur. Bu binânın güneydoğusunda Bayındır İlkokulu bulunmakta idi. 1972’de okulun batı tarafındaki bir tümseğin toprağını kaldırdığımız zaman bir minâre kaidesine tesâdüf ettik. Minâreye bağlanan duvarların uzanışı, câmiin okulun ve okul bahçesinin altında kaldığını göstermekte idi. Minâre câmiin kuzeybatı köşesindedir. Minârenin üç tarafını açtığımız zaman kuzey ve batı kısmının salla döşenmiş olduğunu gördük. Kuzey cephesinin batı tarafında da bir mihrâbiye mevcuttur. Duvarların minâreye bağlanışı, camiin zaman içinde tâmir ve tâdillere mâruz kaldığını göstermektedir. Bu sondaj ve temizlik ameliyeleri sırasında deste sütun tarzında ayak parçaları, minâreye yakın yerlerde firûze sırlı, dikdörtgen biçiminde, yüzeyi yuvarlak ve arka kısmı yuvarlak saplı parçalar ile karolar ele geçmiştir. Bunlar minâre gövdesinin sırlı tuğlalarla kaplı olduğunu, yapının diğer kısımlarında da çini karoların kullanıldığını göstermektedir. Okulun, başka bir yerde inşa edilen yeni binasına naklini temin ettik ve minârenin batı tarafındaki yapıyı açtık. Burada, kubbeli olduğu anlaşılan bir yapı ortaya çıktı. Bu kazı henüz tamamlanmadığından bu yapının da, câmiin de tam planlarını elde edemedik. Fakat şu kadarını söyleyebiliriz ki, bu câmi İlhanlı dönemine âittir. Ahlat’ta ilk yapılan câmi, yani Ulu Câmi Taht-ı Süleyman mahallesinde idi. Bu câmiden günümüze, bir evin bahçesinde, otlar arasında yatan tuğladan yapılmış bir minâre parçası gelebilmiştir.

Hamamlar


Evliya Çelebi’nin bir kitâbeden kopya ettiğini söylediği Ahlat’taki âsarın miktarı hakkındaki listede hamamlara âit rakam çok mübalâğalıdır. Biz, çalıştığımız kısımlarda üç hamam yeri tespit ettik ve bunlardan ikisini meydana çıkardık. İlk açtığımız hamam câmiin ve bezirhânenin batısında dik bir meyille inilen düzlüktedir. Bu düzlüğün Ahlat’ta çarşının yeri olduğu söylenmektedir. Burada bulduğumuz hamam da küçük bir çarşı hamamıdır. Bu hamamın kazısına 1970’de başlanmış; bu yapı da bir şahsın arazisi içinde bulunduğundan kazı 1971 çalışma mevsimi sonunda durdurulmuştur. Kesme taşla yapılmış olan hamamın zemin üzerinde kalan tamamen, zemin altındaki kısmı da kısmen sökülmüştür. İki mevsim içinde hamamın sıcaklığı ile etrafındaki halvetlerden beşi, külhan ve su deposu meydana çıkarılmıştır. Su deposu tonoz, diğer mekânla kubbe ile örtülüdür. Hamam dikkati çekecek kadar küçüktür. Bu ölçüler hamamın sabahleyin işine gelen esnafın yıkanması için yapılmış olduğunu düşündürmektedir. Diğer kazı yerlerinde olduğu gibi burada da kitâbe bulunmadığı için târihi hakkında kat’i bir şey söyleyemiyoruz. Tahminimiz XIII. yüzyılın başlarında yapılmış olduğudur.

Açtığımız ikinci hamam sûrun kuzeydoğu köşesindeki burcun dışında ve yakınındadır. Bu bir çifte hamamdır. Gerek su deposunun büyüklüğü ve tertibi, gerekse kuzey-güney istikametinde uzayan kalın bölme duvarı bunu göstermektedir. Açılmış olan sâhanın güneydoğu köşesinde ortada göbek taşının yer aldığı sıcaklık ve bunun etrafında aksiyal bir tertiple sıralanan eyvanlar ve köşelerdeki halvetler kanaatimizce erkekler kısmına âittir. Daha iyi durumda kalabilmiş olan erkekler kısmında duvarlar ve tonozlar kesme taşla, kubbeler ve köşe elemanları tuğla ile inşa edilmiştir. Zemin dâhil, bütün hacimlerin kireç harçla sıvandığı, kalabilen bakiye ve izlerden anlaşılmaktadır. Kurnalar sivri kemerli nişler içine yerleştirilmiş ve sıvalı zemine gömülmüşlerdir. Mevcut su künklerinden ve musluk deliklerinin tek oluşundan, bu kurnalara sadece yıkanılacak derecede ılık su akıtıldığı tespit edilmiştir.

Sıvalı zemin kaplaması altında kare veya dikdörtgen kesitli ayaklara oturtulmuş sallar, cehennemliğin tavanını teşkîl etmektedir. Hamam, muhtelif devirlerde tâmir ve tâdilâta maruz kalmıştır. Tarihi hakkında kat’i bir şey söyleyememekle berâber, burcun çok yakınında olması dolayısı ile, sûrun fonksiyonunu kaybetmesinden sonra yapılmış olduğunu rahatlıkla ileri sürebiliriz. İnşaatta Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin temizliğini ve titizliğini görmek mümkün değildir. Bu husûsu da dikkate alarak hamamın Akkoyunlular zamanında, Bayındır Mescidi’ne (1477) yakın bir tarihte yapılmış olduğuna kani bulunduğumuzu söyleyebiliriz.

Zâviye


Meydanlık Mezarlığı’nın kuzeydoğusunun biraz ilerisinde, birbirini tâkip eden gayri muntazam tümsekler ve çukurlar sıralanmakta idi. Bu silsilenin güney ucunda, Rahmetli Abdürrahim Şerif Beygu’nun da Rus işgali zamanında tonozunda açılmış bulunan bir delikten içine girdiği bir kümbetin mumyalık kısmı bulunmaktadır. 1969’da bu kümbet kalıntısının çevresini güneyden başlayarak açtığımız zaman kuzeyde bulunan kapısının önüne sonradan bir medhal ilâvesi ile giriş yönünün batıya çevrildiğini gördük. Bu medhalin ağzına

bağlanan kesme taşla örülmüş 1.10 m. kalınlığında muntazam duvarlar tâkip edilerek büyük bir yapının kalıntısı ortaya çıkarılmıştır. Duvar bakiyeleri bugünkü zeminin 4 m. kadar altındadır. Duvarların aralarını ve üstlerini dolduran muazzam moloz yığını sebebiyle burada kazı çok ağır ilerlemiştir. Bu yapı ve künbetin mumyalık kısmı da, 1932’de Ahlat’ta tapu memuru olan bir kimse tarafından Ahlat’ın diğer yerleri gibi bir şahsa tapulandığı için, istimlâki cihetine gidilmek mecburiyeti doğmuş ve kazıya bu sûretle devam etmek mümkün olmuştur. Kazının son durumuna göre binâ, doğu ve batı yanlarında bulunan birer eyvanın iki tarafında düzenlenen salon ve odalardan müteşekkil idi. Bulunan bir merdiven boşluğu zemînin üzerinde bir katın daha bulunduğunu göstermektedir. İtikâf hücreleri ve dervişlerin yaşaması için gerekli mekânların bulunması bu binânın bir zâviye olduğunu ortaya koymaktadır. Binânın kümbetten sonra inşa edildiği, mumyalığın önüne bir medhal ilâvesi ile giriş yönünün değiştirilmesinden bellidir. Zâviyenin târihi hakkında henüz kat’i bir fikir beyân etmek imkânına sahip değiliz. Ancak, burada XIV. yüzyılın ilk yarısına tarihlendirebileceğimiz, sgrafitto ve luster tekniğinden yapılmış, bir kısmı figürlü bol miktarda seramik parçasının bulunması, bizi yapının da aynı tarihlerde inşâ edilmiş olduğu neticesine götürmektedir.

Ahlat araştırmaları ve kazıları Ahlatlı sanatkârların eser verdikleri yerlere de teşmîl edilerek devam etmelidir. Sadece Ahlat’ta genç bir meslek adamının ömrünü dolduracak kadar iş vardır. El sanatlarına ve mimariye âit bulunacak her eserin de bizim bu yerler için tapu senedimiz olduğu unutulmamalıdır.

Anadolu


Selçuklu Sanatı

PROF. DR. GÖNÜL ÖNEY

Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye

n birinci yüzyılın ortalarından başlayarak Anadolu’ya akmaya başlayan Türk boyları, Selçuklu sultanı Alp Arslan’ın 1071’de Bizans ordularını bozguna uğratmasından sonra adım adım yeni bir kültür ve sanat ortamını yeşertmeye başladılar.Anadolu’nun fethinde yardımcı olan Türkmen komutanlar, kısa sürede aldıkları bölgelerde ilk beylikleri kurarak bu topraklara damgalarını vurmak için imar faaliyetine giriştiler. Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri ve Malatya yöresine Danişmend (1071-1174); Hasankeyf, Mardin, Diyarbakır’da Artuklu (1101-1302); Erzurum’da Saltuklu (1081-1202); Erzincan, Kemah, Şebinkarahisar ve Divriği’de Mengücek (1171-1252) Beylikleri kısa sürede Anadolu Selçuklu Birliği ve Devleti ile bütünleşti.

XII. yüzyıl, iç karışıklıklar, batıda Bizans’la ve Haçlı ordularıyla, doğuda Ermenilerle yapılan savaşlar yüzünden Selçukluların sanat dünyasına yoğun katkıda bulunamadığı bir arayış dönemidir. XII. yüzyıl sonunda, Sultan II. Kılıçarslan’la Konya merkez olmak üzere başlayan hızlı yapılaşma, Sultan I. Alaeddin Keykubad’ın hükümdarlık yıllarında doruğuna vararak, İslam dünyasına yeni bir solukla Selçuklu sanat ortamını kazandırdı. Kuzeyde Sinop, güneyde Antalya ve Alanya limanlarıyla denize açılan Selçuklular, batıda Kütahya ve Denizli’ye kadar uzanarak Yunan, Roma, Bizans ve Akdeniz kültür merkezleriyle tanıştılar. Selçuklu sultanları, vezirleri bütün İslam aleminin, Doğu Türk devletlerinin, Ermenistan ve Bizans’ın sanatçılarını Anadolu’ya çeken sanat koruyucuları oldu. Bu zengin sanat ortamında Konya, Akşehir, Beyşehir, Sivas, Tokat, Amasya, Kayseri, Malatya, Antalya, Alanya, Sinop, Erzurum, Diyarbakır gibi iller camiler, medreseler, şifahaneler, türbeler, hamamlar, külliyelerle donatıldı. Konya, Selçuklu sanatının kalbi oldu. Bu eserlerde görülen ilginç Selçuklu sanatı sentezi ve yaratıcı gücü, İslam sanatında yeni bir sayfa oldu.

Zenginleşen ticaret nedeniyle kentleri birbirine bağlayan kervanyolları üzerinde kervansaraylar ve köprüler inşa edildi. İlk ve en görkemli kalelerden biri olan Artuklu Devri’nden Diyarbakır Kalesi’nde olduğu gibi, kentleri korumak için kaleler, burçlar yapıldı. XIII. yüzyılda Konya, Sinop, Antalya, Kayseri, Divriği, Alanya, Selçuklu sultanlarının güçlerini kanıtlamak istercesine anıtsal taş kalelerle ve surlarla kuşatıldı. Hemen hemen her yeni gelen sultan bu kaleleri onarttı, bazı ilaveler yaptı. Diyarbakır ve Konya Kalelerinde en yoğun şekilde görüldüğü gibi, Selçuklular kalelerinde arma olarak çift başlı kartal, güç simgesi olarak arslan heykelleri ve kabartmalarına yer verdiler. Diyarbakır Kalesi burçlarında kanatlı ars

lanlar, sfenksler, Konya Kalesi’nde çeşitli devşirme Bizans ve Antik Çağ kabartmaları arasında insan heykelleri ve Selçuklu figür dünyasının zengin sembolik repertuvarını yansıtan Orta Asya tarzı bağdaş kurarak oturan kaftanlı sultan, melek, siren, ejder, kartal, balık, fil, gergedan gibi kabartmalar, onların İslamiyet’e rağmen engin hoşgörüsü ve inanışlarının figürlerle ifade edildiği eski geleneklerine bağlılığını gösterir.

Özellikle Sultan Alaeddin Keykubad Dönemi’nde Konya, Beyşehir, Kayseri, Antalya, Alanya’da yapılan yazlık ve kışlık saraylar, av köşkleri Anadolu Selçuklu sanatına, saray yaşamına, kültürüne yeni bir renk kattı. Bu yapıları süsleyen mimari ögeler, detaylar, taş işçiliğinde, tuğlada, çinide, ahşapta İslam sanatına özgün kökleri kısmen Orta Asya’ya kadar uzanan yeni bir soluk kazandırmıştır. Bu ilginç sentezde ve yaratıda eski Türk unsurlarının yanı sıra İran, Irak, Suriye bölgesindeki İslam ve yerel Bizans, Ermeni sanatlarının izlerini de buluruz. Kuzeydoğu ve Doğu Anadolu eserlerinin taş süslemesinde Azerbaycan ve Kafkasya kültürleriyle akrabalık, Güneydoğu Anadolu eserlerinde Suriye’nin Eyyubi, Zengi dönemi eserleriyle benzerlikler dikkati çekerken, Orta ve Batı Anadolu’da İran’dan Bizans’a, Antik dünyaya ve Akdeniz’e kadar açılan daha karmaşık izlere rastlarız. Mimaride ve mimari süslemede karşılaşılan bu sentezin izlerini taşınabilir el sanatlarında da buluruz. Çinide, seramikte, ahşapta, kumaşta, halıda, minyatürde, madeni eserlerde kitabeyle belirtilmemişse usta adı, yapım merkezi gibi bilgileri veremeyiz. Eserlerin taşınabilir olması bölgeler arası etkileşimi daha da yoğunlaştırmıştır.

1243 yılında Sivas’ın doğusunda Kösedağ’da Moğol ordusuna yenilen Selçuklular, Moğol kıyımı ve yağmalamasından sonra da sanatsal varlıklarını 1308 yılında tarih sahnesinden silininceye kadar, idari ve mali çöküntüye rağmen, güçlerini kanıtlamak istercesine sürdürdüler. Bu sanatsal atılımda Avrasya kültür izleri yeni bir ivme kazanır. Moğol akınlarıyla Türkistan, Horasan, Azerbaycan ve İran’dan gelen yeni Türk toplulukları ve ustaları Anadolu’da eski Türk geleneklerinin ve kültürünün tazelenerek yeniden canlanmasına yol açtı. Sonuçta, yüzyılların izini taşıyan şekiller, teknikler, denemeler, yeni bir yaratı ile Selçuklu sanatında ifade buldu.

Sanat eserleri, mevcut yerel ve komşu kültür varlıklarının yansımalarından oluşan sentezin yanı sıra, şüphesiz bir toplumun düşünce, gelenek ve dinsel inanç ortamından ilham alır. Selçuklu Çağı Anadolusu’nda çağın düşünüşüne, edebiyatına, el sanatlarına, doğudan gelen Ahmet Yesevi, İspanya’dan gelen Muhyiddin ibn ül Arabi gibi sufilerin, Horasan’dan gelen Hacı Bektaş Veli’nin, Konya’yı mekan tutan Bahaeddin Veled, Mevlana Celaleddin, Sultan Veled gibi tasavvuf büyüklerinin etkisi olmuştur.

Asya Türklerinin yaygın dini olan Şamanizm büyük ölçüde tasavvuf ve sufi inançlara adapte edilmiş, Anadolu’ya özgü bir karakterle, maden sanatında, çinilerde, seramiklerde, alçılarda, taş kabartmalarda, Selçuk sanatına özgü sembolik bir figürlü anlatımla ifade edilmiştir. Selçuklu sanatını süsleyen kartallar, kuşlar, tavuslar, arslanlar, sfenksler, sirenler, ejderler, hayat ağaçları vb. bu karmaşık inanç ve gelenek dünyasının izlerini yansıtır. Şamanizm, doğa güçlerine insan, hayali yaratıklar ve hayvan biçimi verir. Bu figürlerin kale, kervansaray, saray gibi anıtsal yapılarda ve hatta medrese, türbe gibi dini mimaride, çeşitli el sanatlarında yer alması eski geleneklerin yanı sıra, tasavvufun etkisiyle ve Selçuklularda var olan hoşgörü ortamıyla mümkün olmuştur. Şamanizm’de önemli yeri olan yıldızlara ve gezegenlere ibadet, Orta Asya çadırına “gök kubbe” tasarımı ile yansımıştır. Anadolu Selçuklu taş işçiği kompozisyonlarında sanki evren “gök kubbe” yıldız sistemlerinin, bitkisel kıvrımların birbirlerine dolanarak, kesişerek, sonsuz çeşitlemelerini oluşturur. Bütün bitiş gibi görünen noktalar sonsuz kesişme noktalarıdır. Çizgiler bir gruplaşmadan ötekine doğru sonsuzdan gelip sonsuza giderler. Bu, sanki tanrısal ifadenin yansıdığı evren düzenidir ve tasavvuf görüşü ile uyum içindedir.


Yüklə 8,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   149   150   151   152   153   154   155   156   ...   178




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin