Azerbaycan’da Müstakil Hanlıklar Devrine Umumî Bir Bakış



Yüklə 8,92 Mb.
səhifə72/178
tarix17.01.2019
ölçüsü8,92 Mb.
#98430
1   ...   68   69   70   71   72   73   74   75   ...   178

Benzer yanları olmakla birlikte mahiyeti ve sonuçları itibarıyla Türkmen akınlarını yine de diğerlerinden ayrı değerlendirmek gerekiyor. Herşeyden önce bu akınlar, il tutacakları yerlerde yapılacak her türlü tahribatın sonuçta kendi çıkarlarına zarar vereceğini çok iyi bilen, bu yüzden de bir direnme ile karşılaşmadıkça yağma yapmamayı adet edinmiş2 sıradan göçebelerin, il tutmak3 amacıyla göç öncesi yaptığı bir teftiş harekâtıydı. Dolayısıyla ilk Türkmen akınları, geçici ve tahrip edici Pers, Arap ve Haçlı seferleriyle aynı kefeye konmamalıdır. Kısa süreli bir kargaşa ve buhrana sebep olan bu akınlar fizikî yapılardan çok iktidar yapılarını tahrip etti. Merkeziyetçi zihniyetin yerini alan ademi merkeziyetçi göçebe zihniyet, kabilevî siyasî birlik’in dönüşüm geçirmeye başladığı 1175’e kadar hüküm sürdü4 ve etkileri XIII. yüzyıldan itibaren görülecek olan değişimlere uygun bir zemin oluşturdu.

Kesin deliller olmamakla birlikte, uzun süren göçler sebebiyle fakir düşmüş ve hayatını devam ettirebilmek için haydutluk yapmak zorunda kalan bazı Türkmen ailelerin, ilk akınların sebep olduğu kargaşa ortamından da istifade ederek yaptığı baskınlar ticareti sekteye uğratmış olabilir. Fakat kökünü tamamen kazıyamasalar da yerel Beglerin, hâkim oldukları bölgelerde çıkarlarını zedeleyen bu tür çete faaliyetlerine bir süre sonra engel oldukları tahmin ediliyor. Çünkü yerleşiklerin ilk Türkmen akınlarına yönelik şikayetleri arasında, ticarî faaliyetleri de sekteye uğrattıklarına dair yaygın bir şikayetin olmaması bu tahmini güçlendiriyor. Geçim biçimi hayvancılığa dayanan Türkmenler, üretemedikleri ürünlerin bir kısmını aynî ya da nakdî olarak yerleşiklerden satın aldıkları için, onlarla olan ticarî ilişkilerine özel önem veriyorlardı. Dolayısıyla barış dönemlerinde yerleşiklere yaklaşarak ortak bir hayat oluşturuyorlardı.5 XII. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Beyşehir Gölü (Lake Pousgousse) civarındaki yerleşik ahali ile “Konya Türkleri” arasında ticarî ilişki “aile ve din bağlarından daha kuvvetli” bir hâl almıştı.6 İkinci Haçlı Seferi’ne katılanlar ise Türkmenlerle Grek köylüsü arasında kurulan alış-veriş ilişkisi karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi.7 Bu manzaraya belli bir bölgede değil, Yarımada’nın her yerinde rastlamak mümkündü. Nitekim gayrimüslim ahalinin bu ilişkisine engel olamayan Bizans imparatoru hıncını, Ermeni ve Süryani tüccarların İstanbul’daki (Konstantinopolis) kiliselerini yıktırarak (1094-5) almıştı.8

Bizans’ın müdahaleleri amacına hiç bir zaman tam anlamıyla ulaşamadı. Yarımada’da yaklaşık bir asır hüküm süren göçebe zihniyetin uzlaşmacı ve esnek tavrı, sadece sıradan yerleşik ahaliyi memnun etmedi, serbestliği seven büyük-küçük pek çok taciri de Yarımada’ya çekti.9 Bu tutum, göçebe hâkimiyetindeki Orta Asya’da olduğu gibi burada da ticarî canlanmaya sebep oldu.10 Selçuklu ekonomisinin temel dinamiği ticaret hacmindeki11 genişlemeyle birlikte şehirler surlarının dışına taşarak, kasvetli istihkâmlardan, farklı kültürlerden insanların her türlü mübadeleyi yaptığı canlı ticaret merkezlerine dönüştü.12

Bu arada amaçları farklı olmakla birlikte, Selçuklularla aynı dönemde Yarımada’da hâkimiyet mücadelesi veren bir başka güç Latinleri de bu denklemin içine yerleştirmek gerekiyor. Özellikle Venedikliler XI. yüzyıldan beri Akdeniz ve Karadeniz ticaretine hâkim olabilmek, Doğu’nun kıymetli

emtiasını ucuza ve kolay yoldan temin edebilmek için, başta Bizans olmak üzere, Batı Asya’daki siyasî güçlerle işbirliğin her türünü deniyordu.13 Sahil şehirlerini ele geçirip ticarete müdahale edecek konuma gelince, bu kez Selçuklu Devleti ile ilişkiye geçecektir.

Eski dünyanın tacirleri Yarımada ile ticaretini sürdürüyordu. Ebu Hamid el-Gırnatî (ö. 1169-70), XII. yüzyılın başlarında Rusya’dan tacirlerin gelip gittiğini rivayet eder.14 Arap tacirler Kuzey’in zenginliklerini Güney’e, İranlı tacirler Doğu’nun zenginliklerini Batı’ya, Yarımada üzerinden ulaştırıyordu. Nitekim 1135 senesinde, aralarında dört Hıristiyanın da bulunduğu yaklaşık 400 İranlı tacirden müteşekkil bir kervan İstanbul dönüşü, Mar Theodorus yortusu gününde kara saplanmış ve tacirlerin hepsi ölmüştü.15

Ulaşımın binbir güçlüğü daha çok kazanma arzusuyla yanıp tutuşan tüccarı yıldırmıyordu ama güvenlik her zaman önde geliyordu. Başka sebepleri olmakla birlikte II. Kılıçarslan (1155-1192) bu amaçla, muhtemelen 1175’den sonra, canlı bir ticaretin cereyan ettiği Antalya (Attaleia), Konya (Ikonion), Aksaray ve Kayseri (Kaisareia) güzergâhında ilk kervansarayı inşa ettirdi. Sonra emirleri onu takip etti.16 Sultan bu güzergâhda cereyan eden ticareti tamamen denetim altına alabilmek için Antalya’yı da ele geçirmek istiyordu. 1182’de ilerlemiş yaşına rağmen şehri kuşattı, fakat zapt edemedi.17 Başarısızlıkla sonuçlanan bu teşebbüsü Selçuklu Devleti’nin dönüşümüne büyük bir ivme kazandırdı. Çünkü göçebe siyasî ve askerî donanımının bu şehirleri ele geçirmek için yeterli olmadığı, yerleşik siyasî ve askerî yapılanmanın gerekliliği anlaşıldı. Bu da bölgedeki geleneksel mücadele araçlarını çok iyi bilen ve bu günü sabırla bekleyen yerleşik unsurların siyasî yapıya hulul etmesini kolaylaştırdı. Mevcut siyasî yapı üzerinde yerleşik zihniyet’in hâkimiyeti arttıkça, olumlu veya olumsuz anlamda ticaret ve siyasetin birbirine müdahalesi de o ölçüde artacaktır.18

Levant’da yaklaşık bir asırdan fazladır acımasızca cereyan eden ticaretten pay kapma kavgasında yerini alabilmek ve bunun siyasî sonuçlarıyla baş edebilmek için, daha önce izlenen tamamen serbest ticaret siyasetinden geri adım atma düşüncesinin, XII. yüzyılın sonlarına doğru Selçuklu merkezine yavaş yavaş hâkim olmaya başladığı dikkati çekiyor. Bundan sonra karşıdan gelen güç gösterilerine, tehdit, misilleme, sulh veya bunlar da çözüm getirmez ise askerî seferler düzenleyerek karşılık vermeye başladıkları görülür. Nitekim Bizans İmparatoru III. Aleksios Angelos (1195-1203) Konya-İstanbul arasında ticaret yapan Selçuklu tebaasından Grek ve Türk tacirlerin mallarına el koyup kendilerini de hapsedince, I. Gıyasüddin Keyhüsrev de (1192-1197) Mısır hâkimi el-Aziz’in (1193-1198) Antalya yolu ile İmparator’a gönderdiği atları ve hediyeleri müsadere etmişti. Bunun üzerine iki devlet arasında ihtilaf çıkmış ve Sultan istekleri kabul edilmeyip tacirler serbest bırakılmayınca aralarındaki andlaşmanın bozulduğunu ilân ederek Bizans topraklarını istilâ etmişti.19 Aynı İmparator’un bir süre sonra Giresun (Kerasous) yakınlarında batan bir geminin yükünü kurtarmak maksadıyla gönderdiği kadırgalar, Samsun (Aminsos) sahiline yanaşan gemileri yağmalamış, tüccarların bir kısmını esir etmiş, bir kısmını da öldürmüştü.

Tüccarların İmparator’a yaptıkları şikayetler bir sonuç getirmeyince, mağdur Konyalı tacirler durumu Selçuklu Sultanı Rüknüddin Süleyman’a (1197-1204) arz etmiş, Sultan da kendi tebaasına ait tacirlerin mallarının iadesini İmparator’dan talep etmişti. İşin daha fazla büyümesinden çekinen İmparator, suçu amirali Konstantin Frangopoulos’a yükleyerek tazminat ödemeyi ve Sultan’a yıllık haraç vermeyi kabul ederek geri adım atmıştı.20 Siyasî çekişmelerin ticarete etkisi bazen o kadar büyük boyutlara varıyordu ki, pek çok insan bu gelişmelerden mağdur olabiliyordu. I. Theodoros Laskaris (1204-1222) ile çatışmaya giren ve Karadeniz kıyılarını ele geçiren Trabzon hâkimi David Komnenos (1204-1214), İbnü’l-Esîr’e (ö. 1232) göre 602 (1205) senesinin hemen öncesinde “denizi kapamıştı”.

Bu esnada Selçuklu Devleti de kendi iç meseleleriyle uğraştığından müdahale edememiş, ne Karadeniz havzasından ne de İslam dünyasından gelen tacirler yollarına devam edebilmişti. Sivas’ta (Sebasteia) yığılıp kalan tacirler yol açılmayınca büyük sıkıntılara düşmüş, kâr etmek şöyle dursun sermayeyi kurtarabilenler kendilerini talihli saymışlardı. Bu arada tahtı ikinci kez ele geçiren Sultan I. Gıyasüddin Keyhüsrev (1205-1211) duruma müdahale etmek ve Karadeniz kıyılarını ele geçirmek için bir sefer düzenlemişse de başarılı olamamıştı.21

Antalya’nın zaptı maksadıyla çıktığı seferin görünürdeki gerekçesi de farklı değildi. İskenderiye’den Antalya’ya gelen Horasanlı, Iraklı ve başka memleketlerden tüccarlar şehrin ileri gelenlerince soyulunca Sultan’ın huzuruna çıkmışlar, başlarına gelenleri bir bir anlatmışlardı.22 Sultan mağdurların dertlerini dinleyip haklarının alınacağı, uğradıkları zararın da hazineden tazmin edileceği sözünü verdikten sonra, Antalya’ya askerî sefer için fermanlar çıkartmıştı.

I. Gıyasüddin Keyhüsrev hazırlıklarını tamamlar tamamlanmaz Antalya’ya intikal etti ve şehri kuşattı. şehir denizden yardım aldığı için bir türlü teslim alınamıyordu. Sultan’ın ısrarlı tutumu üzerine daha fazla maddî ve manevî zarara uğramak istemeyen Rumlar, Latinlerle yaptıkları ittifakı bozarak Sultan ile anlaştılar.23 Bu fırsatı iyi değerlendiren Sultan, içerden Rumların da yardımıyla 603’te (1207) şehri zapt etti. Bir kaç gün yağma

yapıldıktan sonra yağma’nın sona erdiği ve ahalinin yerlerine yurtlarına dönebileceği duyruldu. Sultan azatlı kölesi Mübarizüddin Ertokuş b. Abdullah’ı vali ve sü başı olarak atadı. Bir süre şehirde ikamet ettikten sonra Konya’ya dönmek için yola çıktı. Antalya’dan bir menzil ötesinde Dudan’a gelince bir mola verdi. Burada, yağma sonucu ele geçen “ganimetin 1/5’i hazineye alındıktan” sonra, tacirlerin zararlarının tek tek tespit edilip ödenmesini, noksan kalan kısım olursa bunun Mübarizüddin’in emrine bırakılan paydan, bunun da yetmemesi durumunda da “devletin hazinesi”nden karşılanmasını, ayrıca Selçuklu hâkimiyetindeki yerlerde “ne ticareti yapılırsa yapılsın, hangi tacir geçerse geçsin, başta bâc ve ‘ubûr olmak üzere, o zamana kadar alımakta olan bütün ticarî vergilerin kaldırılmasını” emretti.24

XIII. yüzyılın sonlarına doğru eserini kaleme alan İbn-i Bibi (ö. 1296 sonrası) çok önemli malumat vermekle birlikte, yüzyılın başlarında cereyan eden Antalya’nın zaptı ve sonrası ile ilgili haberleri birbirine karıştırmıştır. Antalya ele geçirildikten bir süre sonra, muhtemelen 1207-1209 arasında, bu şehirde ticarî çıkarları bulunan siyasî güçlerle, I. Gıyasüddin Keyhüsrev’in andlaşma yapmak zorunda kaldığı ve bu andlaşmalarda bir takım imtiyazlar verdiği bilinmektedir. Müellif, vergi kaldırmanın bir imtiyaz olduğunu bildiği halde bunu Sultan’ın bir ihsanı gibi göstermiştir. Halbuki Akdeniz ticaretinin bu önemli merkezi askerî olarak ele geçirilse de, burada ticarî çıkarları olan, başta vergi muafiyeti olmak üzere pek çok ayrıcalığı çok önceden elde etmiş güçlerin haklarını birden ellerinden almak mümkün değildi. Ancak Selçuklu Devleti fiskalist batıasya devleti’ne dönüşmede belli bir mesafe kat edip güçlendikçe bu andlaşmalar artık mütekabiliyet esasına göre düzenlenecek ve küçük orandada (%2) olsa gümrük konacaktır.

Antalya, Bizans döneminde de Venedikliler için önemli bir ticaret merkeziydi. Daha 1082’de I. Aleksios Komnenos’a (1081-1118) yardım karşılığında Bizans ile yapmış olduğu bir antlaşma gereğince Antalya başta olmak üzere Bizans’ın hâkimiyeti altındaki sahillerde, adalarda ve şehirlerde büyük bir ayrıcalıklar elde etmişlerdi. Selçuklular ile yapılacak antlaşmalarla mukayese etmek için bu antlaşmanın hükümlerine kısaca temas etmek gerekiryor. Bizans memleketlerinde her türlü vergiden muaf olarak serbestçe ticaret yapabileceklerdi. Antlaşmaya göre Lazkiye (Laodicée) ve Antakya’dan kıyı boyunca o dönemde henüz Selçuklu hâkimiyetine girmemiş Kilikya’da Mamistra (Mopsueste), Adana (Adatia), Tarse, Pamfilya’da Antalya, kuzeye doğru, Sakız, Efes, Foça (Foglia)’da biten bir hattan Yunanistan’a geçer ve burada bir dizi ticaret merkezlerini de içine aldıktan sonra Edirne, Apros üzerinden Megalopolis’e (İstanbul) kadar pek çok ticaret merkezinde istedikleri gibi ticarî faaliyetlerini yürütebileceklerdi. Üstelik İstanbul’da Venediklilere özel bir mahalle de tahsis edilecekti. Bizans’ın hâkimiyeti altındaki yerlerde yaşayan Venedik tebaası imparatorluğun yargı yetkisi dışında kendi kanunlarına göre yargılanma (exterritorialité des lois) ve aralarındaki anlaşmazlıklarda özel mahkemeler kurma hakkı verilecekti. Ayrıca Venedik’i yüceltici unvan ve bağışlar verilecekti. Böylece Venedik Doğu’da ilk müstemleke imparatorluğunu kurdu.25

1082’de Anadolu’nun büyük bir kısmı Türkler tarafından zapte dilmiş olmasına rağmen Venedikliler siyasî muhatap olarak Bizans’ı kabul ediyordu. Çünkü Yarımada’nın önemli liman şehirleri hâlâ Bizans’ın hâkimiyeti altındaydı. Venedikliler 1082’de elde ettiği bu ayrıcalıkları korumak için Levant ticaretinden tamamen çekilinceye kadar elinden ne geliyorsa yapacaktır. Nitekim I. Manuel Komnenos (1143-1180) onlara bu önemli ticaret merkezinde serbestçe ticaret yapma hakkını, 1148 tarihli buyruğuyla tekrar tanıdı ve 1199 tarihinde III. Aleksios Angelos bunu yeniledi.26 1204’den sonra da yarımadada siyasî bir güç haline gelen Latinler, aynı dönemde Selçuklukluların sahil şehirlerini bir bir ele geçirerek gücünü daha da artırması üzerine, bu defa yarımadadaki siyasî muhatabı olarak Selçukluları görmeye başlayacaktır. Özellikle Venediklilerin, İtalyan asıllı Aldobrandini’nin idaresindeki Antalya şehri Selçukluların eline geçince, bu bölgelerdeki imtiyazlarını kaybetmemek için yeni hâkimlerle derhal bir andlaşmaya oturacağı aşikârdı. Nitekim şehrin Selçuklular tarafından ilk ele geçirilişinin (1207) hemen akabinde bir ticaret ve dostluk andlaşması imzaladılar. Andlaşma talebi her zaman olduğu gibi Venedikliler tarafından gelmiş olmalı. Çünkü Sultan, şehri Latinlerden nefret eden Rumların yardımıyla zapt etmişti. Bunun karşılığında da Rumlar şehirde ayrıcalıklı konuma gelmişti. Fakat daha sonra Rumların Selçuklu yönetimine isyan etmesi, Sultan’ın taraf değiştirdiğini gösteriyor. Çünkü 1204’den sonra yarımadada artık ciddî bir siyasî güç haline gelen Latinlerle dostluk tesis etmek, yarımada’daki siyasî dengeler açısından Selçukluların da işine gelmiş olmalı.

Antalya’nın ele geçirilmesi burada çıkarları olan güçleri bir anda Selçuklu Devleti’nin muhatabı haline getirmişti. İhtiyaçlarının büyük bir kısmını Türkiye ve Suriye’den karşılayan Kıbrıs Krallığı, kendisi için hayatî önemi haiz Antalya şehri Selçukluların eline geçince, Selçuklu Sultanlığı’na yakınlaşarak bir ticaret ve dostluk antlaşması imzaladı. Bu antlaşmanın tarihi kesin olarak bilinmiyorsa da Kıbrıs Kralı Hugue’ün (1210-1218) Sultan I. İzzeddin Keykâvus’a (1211-1220) gönderdiği Ocak 1214 tarihli mektupta geçen “Aramızda altı yıldan beri yeminle tasdik edilmiş dostluk var…”27 ibaresi, münasebetlerin 1207 veya 1208 tarihinde -krallığın Gautier de Montbéliard’in niyâbetinde iken- başladığını ortaya koyuyor.28 Mamafih Selçukluların Antalya’daki hâki

miyeti çok uzun sürmedi, şehri elleriyle Selçuklulara teslim eden Rumlar Sultan I. Keyhüsrev’in ölümünden sonra isyan çıkartarak, şehirdeki müslümanları katledip mallarını ve mülklerini talan ettiler.29

Bu aynı zamanda Selçuklu Devleti’nin XIII. yüzyılın başlarında dahi liman şehirlerinde hüküm süren oldukça güçlü ve karmaşık çıkar ilişkilerini çözüp zapt edebilecek ve hâkim olduktan sonra da bunu sürdürebilecek güce hâlâ sahip olamadığı anlamına geliyordu. Karanın tartışmasız hâkimleri, deha sahibi Türkmen Begi Çaka’dan bu yana, hâkimiyetlerini bir türlü sahillere doğru genişletememiş, genişletse dahi burada uzun süre tutunamamıştı. Muhtemelen bu şehirlerde güvenliği tesis edecek uygun askerî yapı henüz tam anlamıyla tesis edilememişti. Ayrıca güneyde Kıbrıs Krallığı’nın, kuzeyde Trabzon Devleti’nin Yarımada sahillerindeki çıkarları Selçuklu hâkimiyetinin sürekliliğini güçleştiren etkenlerin başında geliyordu. Bu yüzden Karadeniz’in önemli ticaret merkezlerinden Trabzon zaman zaman vasallığı kabul etmekle birlikte, Selçuklularca hiç bir zaman zapt edilemezken, Samsun da Trabzon Devleti ile Selçuklu Devleti arasında sık sık el değiştirdi.30

Karadeniz havzasındaki önemli ticaret merkezlerinden biri olan Sinop (Sinopolis) ise I. İzzeddin Keykâvus döneminde ancak anlaşma yoluyla teslim alınabildi (1214). Şehrin valiliği Hetum’a verildi. Çıkartılan bir fermanla ülkenin muhtelif bölgelerinde yaşayan, zengin tüccardan (hâce) ve havâss’dan insanlar bir takım imtiyazlar verilerek Sinop’a çağrıldı. Kargaşadan kaçan yerli ahalinin de çıkarılan naibler vasıtasiyle tekrar yurtlarına dönmesi sağlandı.31 Sinop’un ele geçirilişinden sonra Selçuklular, Latinler, özellikle Venedikliler ve Trabzon Devleti’nden sonra ticarî yönden Karadeniz’de üçüncü güç haline geldi.32 Akdeniz’e mahreç bulan önemli liman şehirlerinden Antalya’nın kesin olarak istirdadı da yine Sultan I. Keykâvus döneminde gerçekleşti.33 Şehrin ele geçirilmesinden sonra Türkiye Selçuklu Devleti ile Kıbrıs Krallığı arasında yeni bir ticaret ve dostluk andlaşması imzalandı (1216).

Bu andlaşma aşamasına bir hazırlık safhasından geçilerek gelinmişti. 1216 öncesindeki yazışmalar Kıbrıs Krallığı ile Türkiye Selçuklu Devleti arasında imzalanmış ilk andlaşmaya göndermeler yapıyordu. Bu mektuplardan ilki 1213 tarihinde Sultan tarafından gönderilmişti. Günümüze ulaşmamış bu mektuba Ocak 1214’te Kral Hugue cevap yazmıştır. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Antalya’yı zaptından sonra, Gautier de Montbéliard ile yaptığı andlaşma ve Sultan’ın 1213 tarihinde göndermiş olduğu ilk mektup hakkındaki malumat ancak bu cevabî mektuptan edinilebilmektedir. 1216 tarihli nihaî andlaşma öncesinde daha başka mektuplaşmalar da olmuş ve bunlardan Kral’a ait iki tarihsiz mektup günümüze kadar gelmiştir. Asıl andlaşmayı oluşturan ahid-nâme niteliğindeki son iki formel mektuptan Kral’a ait olanın üzerinde 19 Temmuz 1216 tarihi, Sultan’a ait olanın üzerinde ise Eylül 1216 tarihi yazılıdır. 1216 öncesinde Hugue ile Keykâvus arasında teatî olunan mektupların hepsi Kral ile Sultan arasındaki bu dostluğa vurgu yapmaktadır. 1216 tarihli ahid-nâme ise Kıbrıs Krallığı ile Selçuklu Sultanlığı arasında 1208’den beri varolan, 1214 öncesinde ve sonrasında teatî olunan mektuplarda da devam ettiği izhar edilen dostluğun, şehrin ikinci kez zaptından sonra yenilenmesi ve takviyesinden ibarettir.

Muhtevasına gelince; mütekabiliyet esasına göre düzenlenmiş ve üç yıl ile tahdid edilmiş ahid-nâmeye göre, her iki tarafın tüccarları ve gemileri tarafların topraklarına ve limanlarına mutad vergiyi34 ödedikten sonra serbestçe girip çıkacak ve dilediği gibi hareket edebilecekti. Eğer denizde, taraflardan birine ait insan ve eşya yüklü bir korsan gemisine rastlanırsa, bu gemiler derhal sahile getirilecek, içindeki korsanlık malları karşı tarafa iade edilmek için müsadere edilecekti.

Ayrıca buna Kral, karşı tarafın memleketinden gelen korsanlar yakalandığında gemileri batırılacak hükmünü de ilave etmişti. Her iki tarafın tebaasına ait bir gemi tarafların kıyılarında kazaya uğrarsa mallar muhafaza edilecek ve en kısa zamanda karşı tarafa iade edilecekti. Kralın gönderdiği mektupta ayrıca hasara uğramış gemilerin “mutad olduğu üzere adaletsizce yağmalanmaması” özellikle talep ediliyordu. Bu hükümden Sultanlığa ait kıyılarda, hasara uğrayan gemileri yağmalamanın meşru olduğu anlaşılıyor.35 Kral’a ait ahid-nâmede eğer Ermeni Kralı, Antakya prensi veya başka Hıristiyan taraflardan biri bir yardım istediğinde, bu ahid-nâmedeki hükümlerin onlara da teşmil edileceği belirtilmiştir. Tek taraflı gibi görünen bu şarta Sultan’ın şu ifadesi cevap olabilecek niteliktedir: “…bu dostluk gereğince, onun krallık devleti içindeki bütün insanlara ve bütün ülkesindeki tüccarlara ve diğerlerine bizim bütün Sultanlığımız memleketlerine girmek ve çıkmak, korkusuz, tamamen serbest ve itirazsız olarak vuku bula”. Buradaki “diğerleri” ifadesi sanki Kral’ın sözünü ettiği üçüncü tarafları da içine almaktadır. Bu ahid-nâmelerde dikkati çeken bir diğer husus, hukukî mevzuların üzerinde neredeyse hiç durulmamasıdır. Muhtemelen tarafların memleketlerindeki mer’î hukuk zimnen kabul ediliyordu.

Farklı kavimlere mensup pek çok tüccarı bünyesinde barındıran ve önemli bir ticaret merkezi olan Kıbrıs adası da Selçuklular için çok önemliydi. Antalya limanı vasıtasıyle Türkiye’den şap, yün, ipek, ipekli kumaşlar, pamuk, halı, kilim, Ankara tiftiği, deri, sabun, boyacılı

ğa ait çeşitli maddeler, şarktan gelen baharat ve diğer emtiayı ithal ediyordu. Bunların bir kısmı Kıbrıs üzerinden Avrupa’ya, Avrupa’dan gelen malların bir kısmı da yine aynı yolla Türkiye’ye getiriliyordu. Buna karşılık Kıbrıs, yün kumaş, keten, göztaşı (zâc-ı Kıbrıs), zamk ve şarap ihraç ediyordu. Bu emtianın önemli bir kısmı da Selçuklular tarafından satın alınıyordu.36

XIII. yüzyıl Selçuklu Türkiyesi’nde ticarî hayatın canlanması için konjonktür de oldukça müsaitti. Haçlıların Suriye ve Filistin’de kurdukları küçük krallıklar, Mısır sultanları tarafından bir bir ortadan kaldırılınca, Latin tacirler büyük bir darbe almış ve bu önemli ticaret merkezlerindeki hakimiyetleri büyük ölçüde sarsılmıştı. Üstelik bunlar tekrar faydalanamayacakları şekilde de tahrip ediliyordu. Askolon ve Kayseriya (Kaesarea) gibi bazıları kaybolup giderken, Yafa ve Akka gibileri de önemlerini yitirerek küçük birer şehre dönüşmüştü. Böylece 1191-1322 arasında Doğu Akdeniz’deki Haçlı devletlerinin ellerindeki kale ve limanlar tamamen yerle bir edilmiş oldu. Bu gelişme Latin tüccarlarını, Doğu’nun emtiasına ulaşabilmek için Türkiye güzergâhını kullanmak veya buralardaki ticaret merkezleriyle bağlantı kurmak zorunda bıraktı.

Selçuklu Devleti ile Latinler arasındaki ilk ilişkiler, daha önce de belirtildiği gibi I. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde, Antalya’nın ilk ele geçirilişinden sonra başladı ve daha sonra güçlenerek devam etti. 1220 öncesine ait herhangi bir belge mevcut olmamakla birlikte, 1220 tarihli belgedeki “merhum babasının, kardeşinin ve kendisinin fermanı hükmünce…” ibaresi bundan önce Selçuklular ile Venedikliler arasında en az iki ticaret ve dostluk andlaşması yapıldığını ortaya koyuyor. Buna göre andlaşmalardan ilki I. Gıyasüddin Keyhüsrev döneminde, muhtemelen 1209’da37 imzalanmış, sonra I. İzzeddin Keykâvus tarafından da yenilenmiştir.38 I. Alaeddin Keykubâd da tahta çıkışının (1220) hemen akabinde, muhtemelen Venediklilerin talebi üzerine daha önce imzalanmış bu andlaşmayı bir ferman ile yeniledi.

8 Mart 1220 tarihli Venedik-Selçuklu Antlaşması, Selçuklu elçisi emir Sipehsalar Şemsüddin Emir el-Gazi’nin Venedik Podestası Jacobus Teopulo’ya götürdüğü, Sultan I. Alaeddin Keykubad’ın taahhütlerini içeren ahid-nâme ya da ferman ile Venedik Podestası’nın Latince olarak kaleme aldırdığı Venedik Dukası’nın ahid-nâmesinden oluşmaktadır. Sultan’ın taahhütlerini içeren Jacobus Teopulo’ya verdiği vesika yani ferman günümüze gelmemiştir. Fakat Venedik Dukası’nın taahhütlerini içeren metinde, önce Sultan’ın gönderdiği ferman hem şeklen hem de muhteva olarak yeniden tasvir edilmiştir. Podesta’nın hazırladığı ve Venedik tarafının taahhütlerinden oluşan metinde (muahede-nâme) önce Selçuklu Sultanı’nın taahhütleri zikredilmiş, arkasından Venedik Dukası’nın taahhütleri sıralanmıştır.39 Elimize gelen ahid-nâmede Sultan’a ait fermanın kırmızı harflerle yazıldığı ve Sultan’ın altın mührüyle de mühürlendiği belirtilmektedir. Aynı şekilde Venedik Dukası’nın taahhütlerini içeren belge de kırmızı harflerle yazılmış, altına Venedik Dukası’nın altın mührü konmuş ve kırmızı mühür mumuyla da mühürlenmiştir.40

Andlaşmanın hükümlerine gelince; antlaşma iki yıl ile tahdid edilmiş bir dostluk ve ticaret antlaşmasıydı. Taahhütlerden Selçuklu sultanının tebaası ile Venedik Dukası’nın tebası ve onun yerine kaim olacak despotlarla, Suriye ve başka yerlerde onların hükmü altındaki Venediklilerle, onların tacirleri yararlanacaktı. Andlaşmanın hükümleri geneli itibariyle mütekabiliyet esasına göre düzenlenmişse de bazı hükümleri, gümrük, selamlama ve yargılama, tek taraflıydı. Mütekabiliyet esasına göre düzenlenmiş hükümlere göre, her iki tarafın tebaası ve ona bağlı olanlar, karşı tarafın memleketinde, denizde ve karada serbestçe ticaret yapacak ve hiç kimse buna engel olmayacaktı. Taraflardan birinin gemisi karşı tarafın denetimindeki sularda tehlikeye maruz kalacak olursa derhal yardım edilecek ve ele geçen eşyayı taraflar birbirine iade edeceklerdi. Eğer gemi batacak olursa içindeki emtia geri verilecek ve insanlar yabancı da olsa hapsedilmeyip serbest bırakılacaktı.

Tarafların gemileri düşman gemiler tarafından takip edilecek olursa karşı tarafın kıyısına yanaşmasına ve sığınmasına izin verilecekti.41 Tek taraflı hükümlere gelince, Venedikliler Sultan’ın memleketinde, tıpkı babası ve kardeşinin devrinde olduğu gibi gümrük olarak malın değerinin (ad valorem) %2’sini verecekti.42 Fakat Selçuklu tebaasından tacirler Venedik hâkimiyetindeki yerlerde carî vergiyi ödeyeceklerdi.43 Sultan’ın fermanına göre kıymetli taşlar, inciler, işlenmiş veya ham gümüş, altın ve zahireden gümrük resmi alınmayacaktı.44


Yüklə 8,92 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   68   69   70   71   72   73   74   75   ...   178




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin