Âb (f i. su. (bkz: mâ')



Yüklə 18,14 Mb.
səhifə27/189
tarix03.01.2019
ölçüsü18,14 Mb.
#89926
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   189

define (a.i.c. defâin) 1. yere gömülmüş altın ve şâire gibi değerli eşya. 2. kıymet ve değeri olan kimse veya mal.

defn (a.i.) gömme, gömülme.

defn-i emvât ölü (leri) gömme.

defn-i meyyit ölünün gömülmesi.

defter (a.i.c. defâtir) dikilmiş kâğıt mecmuası. [Farsçası da "defter" dir, Grekçe'den gelmedir].

defter-i a'mâl yapılan iyilik ve kötülüklerin yazıldığı manevî defter.

defter-i Hâkanî devletin mal, mülk ve arazî işleriyle uğraşan dâiresi, tapu ve kadastro, (bkz: defter-hâne).

defter-i kebîr "büyük defter" bir tüccarın veya bir müessesenin aylık ve bilanço hesaplarını veren ana defteri.

defter-i yevmî günlük defter.

defter-dâr (a.f.b.i.) 1. bir vilâyetin para işlerini idare eden kimse. 2. [eskiden] mâliye vekiline verilen unvan.

defter-hâne (a.f.b.i.). (bkz. defter-i Hâkanî).

defterî (a.s.) deftere mensup, defterci.

def-zen (a.f.b.s.) tef çalan, tefci. (bkz: deffâf).

dega (f.i. ve s.) 1. hîle, habislik. 2. hîlekâr, habîs. 3. kalp [para], (bkz. dagal).

deh (f.s.) 1. iyi, güzel. 2. i. saf, sıra. 3. i. tabur.

deh (f.s.) on [sayı], (bkz: aşr, dâh).

dehâ (a.i.) zekîliğin, anlayışlılığın ve uyanıklığın son derecesi, fr. genie.

dehâet (a.i.) dâhîlik, dehâ sahibi olma.

dehâ-kâr (a.f.b.s.) dehâlı, dehâ sahibi.

dehâkîn (a.i. dihkan'ın c.) 1. çiftçiler, köylüler. 2. köy ağalan.

dehalet (o.i.) birinin merhametine ve himayesine sığınma.

dehâlîz (a.i. dehlîz'in c.) holler, koridorlar.

dehân (f.i.) ağız. (bkz: dehen).

dehân-ı istihza (alay ağzı) alay eden, alaycı söz.

dehân-ı hadîd kurumuş ağız.

dehân-ı küfrân nimetin kadrini bilmezliğin, iyiliği inkâr edenlerin ağzı.

dehân-ı safa safa ağzı.

dehân-ı teng dar, ufak ağız.

dehân-beste (f.b.s.) kapanmış ağız, susmuş.

dehâne (f.i.) testi, küp, fırın ve benzerleri gibi şeylerin ağzı. (bkz: dehene).

dehâne-i küb küp ağzı.

dehâne-i tennîir fırın ağzı.

dehân-güşâ (f.b.s.) ağzını açan, geveze.

dehâ-perver (a.f.b.s.) dehâ yetiştiren.

dehâr (f.i.) dağ mağarası; kovuk; çatlak.

dehâz (f.i.) nâre, feryat.

deh-dehî (f.b.i.) hâlis altın, (bkz: as-ced).

deh-dile (f.b.s.) on gönlü olan, vefasız; harcâî.

dehen (f.i.) ağız. (bkz: dehân).

dehen-bâz (f.b.s.) ağız oynatan, söylemeye hazırlanan.

dehen-güşâ (f.b.s.). (bkz. dehân-güşâ).

dehene (f.i.). (bkz: dehâne).

dehen-şûy (f.b.i.) ağız yıkama, ağız temizleme.

deheş (a.i.). (bkz. dehşet).

dehhâş (a.s.) çok dehşetli, çok korku veren.

dehişt (f.i.) birlik, ittihat, ittifak, bir tarzda hareket.

dehliz (a.i.c. dehâlîz) 1. hol, koridor. (bkz: dihlîz). 2. hek. kalpte kulakçık kapakçığı.

dehnâ (a.i) geniş ve susuz ova, sahra, çöl.

dehr (a.i.c. dülıûr) 1. dünyâ, (bkz: âlem, cihûn). 2. zaman, devir.

dehr-i âşûb dünyâyı karıştıran, kargaşalıklara yol açan [güzel].

dehr-i bî-direng kararsız dünyâ.

dehr-i bî-sebât sebatsız dünyâ.

dehr-i dûn aşağılık dünyâ.

dehr-i fâni geçici dünyâ, [sûre-i dehr Kur'ân'daki 76 ncı sûre],

dehr sûresi Kıır'ân'ın 76 ncı sûresi olup 31 âyettir. Mekke veya Medine'de nazil olduğu tartışma konusu olmuştur.

dehre (f.i.) tahra, destere gibi dişli ve bağ budamaya mahsus bıçak.

dehrî, dehriyye (a.s.c. deh-riyyun) 1. dünyânın sonsuzluğuna inanıp öteki dünyâyı inkâr eden; ruhun da cesetle birlikte öldüğüne inanan, fr. materialiste. 2. i. erkek adı.

dehriyye (a.i.) dünyânın sonsuzluğuna inanan felsefe okulu, fr. materialisme.

dehriyyûn (a.s. dehrî'nin c.) deh-rîler. (bkz: dehrî).

deh-sâl (f.b.i.) astr. gezegen yıldız, (bkz: seyyare).

deh-sâle (f.b.s.) on yıllık, on yaşında.

dehş (f.i.) 1. bir işe başlama. 2. karanlık, bulanıklık.

dehşet (a.i.) 1. şaşma. 2. korku ve telâş gösterme, ürkme. 3. akla şaşkınlık verecek surette korkma, korku.

dehşet-âgîn (a.f.b.s.) korku ile karışık, korkulu.

dehşet-âver (a.f.b.s.) korku ve dehşet saçan, çok korkutan.

dehşet-bahş (a.f.b.s.) dehşet veren, korkutan, yıldıran.

dehşet-efşân (a.f.b.s.) dehşet saçan, ürkütücü, korkunç.

dehşet-endâz (a.f.b.s.) korku veren.

dehşet-engîz (a.f.b.s.) ürkütücü, korkunç.

dehşet-nâk (a.f.b.s.) korkunç.

dehşet-nisâr (a.f.b.s.). (bkz.dehşet-bahş).

dehûn (f-i-) ezber okuma, hatırlama.

deh-üm (f.s.) onuncu.

dehvâ' (a.s.) "dâhiye" sözünü tekîd için sıfat olarak kullanılır.

dehyâ' (a.s.) "dâhiye" sözünü tekîd için sıfat olarak kullanılır.

Dâhiye-i dehyâ çok büyük belâ, musibet.

deh-yek (f.b.s.) onda bir. (bkz: öşr).

dek (f.i.) 1. hile, oyun. (bkz: desise). 2. s. dilenci. 3. dilencilik. 4. s. sağlam, muhkem. 5. tokuşma, çatma.

dekâkîn (a.i. dükkân'ın c.) dükkânlar.

dek-bâz (f.b.s.) hîlekâr, oyuncu.

delâil (a.i. delîl'in c.) delâlet eden şeyler, (bkz: delil).

delâil-i kaviyye sağlam deliller, kanıtlar. delâil-i nakliyye ve kavliyye söz ve anlatma delilleri.

delâil-i târihiyye târihî deliller, kanıtlar.

delâl (a.i.) naz, işve, cilve; insana güzel, sevimli görünecek hal, durum.

delâlât (a.i. delâlet'in c.) yol göstermeler, kılavuzluklar, alâmet olmalar.

delâlet (a.i.c. delâlât) 1. gösterme, yol gösterme, kılavuzluk, alâmet olma. 2. iz, işaret.

delbiyye (a.i.) zool. sansargiller.

delik (f.i.) gül tohumu.

delîl (a.i.c delâil, edille) 1. yol gösteren, kılavuz. 2. şahit, belge, tanık, (bkz: beyyine, burhan).

delîl-i aklî düşünülerek bulunan delil.

delîl-i cedelî huk. konuşma, münâkaşa neticesinde bulunan delil.

delîl-i ilzâmî inandırıcı delil, kanıt.

delîl-i kat'î kesin delil, kesin kanıt.

delîl-i nakli üstad delili.

delîl-ül-ibâd Mehmed bin Sinân-üd-dîn adlı bir zat tarafından 1481 (H. 886) yılında manzum ve mensur olarak kaleme alınmış dînî bir eserdir.

delk (f.i.) eski elbise, yamalı dilenci hırkası, dervişlerin giydiği eski aba ve yırtık cübbe.

delk (a.i.) el ile ovma, sürtme, ovuşturma, ovuşturulma.

delk bi-l-mesfere hek. banyodan sonra sert bir fırça ile ovuşturma.

delk-i istimna' el ile bel getirme.

delk-i şedîd sert ve şiddetli ovuşturma.

delk ü temas sürtme ve dokunma.

Delkıyye (a.i.); zool. sansargiller.

delk-pûş (f.b.s.) eski aba veya hırka giyen; fakir, riyakâr adam.

deli (a.i.) fındıkçılık, koketlik.

dellâk (a.i. delk'den) hamamda müştenleri keseleyip yıkayan kimse, tellâk, (bkz. destvân).

dellâl (a.i. delâlet'den) 1. tellâl, satılacak şeyi satan. 2. alıcı ile satıcı arasında vâsıta olan kimse.

dellâle (a.i.) bir kadınla bir erkek veya bir erkekle bir kadın arasında aracılık eden kadın.

dellâliyye (a.i.) tellâllık parası.

delv (a.i.) 1. su kovası. 2. astr. on iki burçtan birinin adı olup, Güneş, eski ocak ayının sekizinci günü bu burca girer ["delve" şeklinde kullanıldığı da olmuştur].

dem (a.i.c. dimâ') kan.

İrâka-i dem kan dökmek,

İ'tidâl-i dem soğukkanlılık.

Kay'-üd-dem kan kusma.

Tebevvül-üd--dem fizy. kan işeme, idrar kana karışarak kan zehirlenmesi.

dem-i musaffar içine safra karışmış kan.

dem-i şiryanı biy. temiz kan.

dem-i teslim l) meç. ruhu teslim edecek zaman; 2) susma; 3) söz dinleme, emre itaat etme.

dem-i verîdî biy. kirli kan.

dem (f.i.) 1. soluk, nefes. 2. içki. 3. an, vakit, saat, zaman.

dem-i âteşin 1) yakıcı nefes, soluk; 2) yakıcı ân.

dem-i bahar bahar nefesi, bahar gibi güzel kokan nefes.

dem-i civânî gençlik zamanı.

dem-i germ 1) sıcak nefes; 2) hararetli, ateşli sözler.

dem-i îsâ 1) üflemekle ölüyü dirilttiği söylenen Hz. isa'nın nefesi; 2) can bağışlayan soluk.

dem-i kalem kalem ucu; kalem ucunun sesi, gıcırtısı.

dem-i nerm yumuşak, okşayıcı nefes, tatlı söz.

dem-i seher, dem-i subh seher vakti, gün açımı.

dem-i serd soğuk nefes, sert ve ümit vermeyen söz.

dem-i şâm akşam vakti, akşam üzeri.

dem-i teslim ölüm â u; boyun eğme; suskunluk.

dem-i tîg kılıcın ucu; keskin tarafı.

dem-i vâ-pesîn son nefes.

dem-i zehre bot. kırmızı ve san çiçek açan ve buğday tarlalarında bulunan bir zehirli ot.

dem bu demdir, dem bu dem genellikle Bektaşî ve Melâmî şiirlerinde geçer; "zamanı iyi değerlendirin, fırsatları kaçırmayın" anlamına. 4. aldatma, hîle. 5. kibir, gurur, büyüklük. 6. koku. 7. kuyumcu ve demirci körüğü. 8. n. âh. 9. ağız [insan; bıçak, kılıç]. 10. şiirin vezni.

dem-i ejderhâ ejderha ağzı, tehlikeli ağız.

dem" (a.i.c. dumû') gözyaşı, gözyaşı dökme, ağlama.

dem'a (a.i.) bir damla gözyaşı, gözyaşı damlası.

dem-â-dem (f.zf.) her vakit, sık sık.

demâg-dâr (f.b.s.) kibirli, büyüklük taslayan.

demân (f.s.) 1. heyecanlı, hiddetli. 2. kükremiş. 3. i. bağırıp çağırma. 4. heybetli, zorlu. 5. vakit, zaman.

dem'ân (a.s.) içi pek dolu, ağız ağıza dolu [kap].

demânkeş (f.i.) vakit, zaman, müddet.

demâr (f.i.) helak, mahv, telef, ölüm.

Tîg-ı demâr ölüm kılıcı.

demâr-âver (f.b.s.) helak eden, intikam alan. (bkz: müntakim).

dem'a-rîz (a.f.b.s.) gözyaşı döken, ağlayan.

dem-be-dem (f.b.zf.) vakit vakit, dâima, (bkz: muttasıl).

dem-beste (f.b.s.) nefesi bağlanmış, susmuş, soluğu kesilmiş.

dem-bestegî (f.b.i.) sessizlik, susmuşluk.

demdeme (a.i.) 1. hiddet, öfke. 2. hiddetle çıkışma, azarlama. 3. küfür, hakaret. 4. kırıp geçirme.

demdeme (f.i.) 1. hîle, aldatma. 2. şöhret, ün. 3. davul. 4. kavga; üstünlük.

deme (f.i.) ateş körüğü.

demendân (f.i.) 1. cehennem. 2. ateş.

demende (f.s.) 1. saldırıp kükreyen. 2. üfleyen.

demevî, demeviyye (a.s.) 1. kanla ilgili, kanlı. 2. meç. asabî, sinirli.

demeviyyet (a.i.) 1. kanlı canlılık, bol kanlılık. 2. sinirlilik, (bkz. asabiyyet).

demevi-yy-ül-mizâc tabiatı demevî olan, asabî, sinirli.

dem-gâh (f.b.i.) 1. kuyumcu veya demirci ocağı. 2. külhan. 3. nefes alacak yer.

dem-gîr (f.b.s.) tempo tutan.

dem-girifte (f.b.s.) alevlenmiş; kokmuş.

dem-güzâr (f.b.s.) vakit geçiren, yaşayan.

dem-güzârî (f.b.i.) vakit geçirme.

dem'î, dem'iyye (a.s.) göz yaşı ile ilgili.

Gudde-i dem'iyye gözyaşı bezi.

demide (f.s.) bitmiş, çıkmış, sürmüş, yetişmiş [çiçek, sebze v.b.].

dem-kâr (f.b.s.) muz. tempo tutan, eşlik eden.

dem-keş (f.b.s.) 1. nefes, soluk çeken. 2. ney, kaval gibi çalgıları devamlı üfürenler. 3. i. bâzı kuşların, bülbül gibi, uzun uzun ötenleri. 4. i. dâima öten bir cins güvercin. 5. şarap içen.

dem-keşîde (f.b.i.) arkadaş, kafadar.

demne (f.i.) fırın ve ocak bacası.

demne-dânî (f.b.i.) ocağı söndürmek veya buharın çıkmasını önlemek için ocak ve fırın deliklerine tıkılan paçavra.

dem-sâz (f.b.s.) arkadaş, dost; sırdaş.

dem-sâzî (f.b.i.) arkadaşlık, dostluk; sırdaşlık.

dem-serdî (f.b.i.) soğuk nefeslilik.

demşinâs (f.b.s.) hakîm, akıllı.

dem-ül-ahaveyn (a.b.i.) bot. kardeş kanı. (bkz. dem-üs-su'bân).

dem-üs-su'bân (a.b.i.) bot. kardeşkanı, (bkz. dem-ül-ahaveyn).

denâet (a.i.) alçaklık, adîlik, (bkz: fazâhat).

denâet-i tab' tabîat adîliği.

denâet-kâr (a.f.b.s.) denî ve alçak tabîath.

denâet-kârâne (a.f.zf.) alçakça, alçakçasına.

denânîr (a.i. dînâr'ın c.) altınlar.

denânîr-i mevcûde mevcut altınlar.

denâset (a.i.) kirlilik, paslılık.

denâset-i ahlâk ahlâk kirliliği.

denâset-i libâs esvap kirliliği.

dendân (f.i.) 1. diş [ağızda bulunan].

dendân-ı bulûğ akıl dişi.

dendân-ı saadet Hz. Muhammed'in uhud muharebesinde kınlan dişi. 2. tamah ve ümit. 3. g. s. halkârî çevreleyen tepelikleri boydan boya ve en dıştan saran ve içeriye dönük olan kavisciklerin beheri.

dendân-behâ (f h i ) ; diş kirası.

dendâne (f.i.) 1. diş tanesi. 2. tarak, çark, destere gibi şeylerin dişi. 3. g. s. (bkz. dendân3).

dendân-gîr (f.b.i.) 1. kürdan. 2. ısırgan otu.

dendân-müzd (f.b.i.) diş kirası.

dendene (a.i.) sözü açık söyleme.

dendene (f.i.) ağır ağır, dudak kıpırtısıyla söylenen söz, mırıltı; homurdanma.

denes (a.i. c. ednâs) kir, pas; pislik, murdarlık.

deng (f.s.) 1. hayran, şaşkın, ahmak, sersem. 2. i. iki katı şeyin tokuşmasından meydana gelen ses. 3. i. pergel noktası.

denî (a. s.) alçak, rezil, soysuz.

deni-yy-üt-tab' alçak tabîatli.

denîe (a.i.) ayıp, nakîsa, çirkin görülen hal.

deniş (a.s.) kirli, paslı.

denn (a.i.) küp, büyük küp.

der (f.e.) 1. -de, içinde.

Der-enbâr anbarda.

Der-hâtır hatırda. 2. i. kapı.

der-i aliyye, der-saâdet (Dersaadet) İstanbul.

der-i bâr dîvan kapısı.

der-ceb (etmek) cebe koyma(k), kazanma(k), alma(k).

der-i lûtf-i yâr sevgilinin lütuf kapısı.

der-i ümmîd umut kapısı. 3. i. mağara. (bkz. kehf). 4. i. kere, defa. 5. i. cins, çeşit, kısım, nevi.

–der (f.s.) "yırtan, yaran, yırtıcı, delen" mânâlarına kelimeyi sıfatlaştmr.

Ciger-der ciğer delen.

Perde-der perde yırtıcı, edepsiz.

Sâf-der saf yaran, sıra yaran.

derâ (f.i.) 1. çan, çıngırak.

derâ-yi deyr kilise çam.

derâ-yi kenîse kilise çanı. 2. demirci çekici.

-derâ, derây (f.s.) "durmadan söylenen, dırlanan" mânâsına sıfat yapar.

Herze-derây, Yâve-derây saçma sapan şeyler söyleyen.

der-âguş (f.b.i.) kucaklama, sarma.

derâhim (a.i. dirhem'in c.) 1. okkanın dörtyüzde birleri. 2 . akçeler, paralar.

der-akab (f.a.zf.) hemen arkasından.

der-âmed (f.i.) 1. gelir. 2. eli dolu (gelme).

der-ân (f.zf.) derhal, hemen, o anda.

derâre (f.i.) karısının kötü hâline göz yuman kimse, (bkz. deyyus).

derârî (a.i. dürrî'nin c.) parlak, renkli şeyler, [ençok "yıldız" hakkında söylenir].

derây (f.i.) çıngırak.

derâyende (f.s.) çançan eden, lâklakacı.

derâz (f.s.) uzun. (bkz: dırâz).

derâz-nefes (f.b.s.) "uzun soluklu"meç. geveze.

derâz-zebân (f.b.s.) 1. meç. güzel söz söyleyen kimse. 2. dili uzun, kavgacı.

der-bân (f.b.s.) kapıcı, kapıya bakan, (bkz: bevvâb).

der-bân-felek Güneş ve Ay.

der-bâr (f.b.i.) ev kapısı; kapı yeri.

der-bâr-ı saâdet-karâr (saadet kapısı) istanbul.

der-bâr-ı şevket-karâr (pâdişâh kapısı) İstanbul.

der-beçe (f.b.i.) kapı yavrusu, küçük kapı.

der-beder (f.s.) 1. kapı kapı gezen, serseri. 2. perişan, dağınık.

der-bend (f.b.i.) 1. boğaz, dar geçit.

der-bend ağası [evvelce] geçit karakollannda bulundurulan muhafız. 2. kapıbağı. 3. sınır kalesi. 4. memleket sının. 5. deniz kenarında ticâret yeri olan şehir.

der-bend-ât (f.a.b.i. derbend'in c.) derbentler, boğazlar, dar geçiüer.

der-best, der-beste (f.b. s.) 1. kapalı kapı. 2. kapalı, kapanmış, susmuş.

dere (a.i) 1. sokma, arasına sıkıştırma. 2. gazeteye yazma. 3. toplama, biriktirme. 4. hattatların yazdıkları meşk tomarı. [Farsçada, nakışlı kâğıda yazılmış yazı].

derd j (f.i.) 1. dert, gam, keder, kasavet, tasa, kaygı. 2. acı, ağn, sızı.

derd-i aşk veya -ışk sevgiden dolayı çekilen aşk.

derddemâdem zaman zaman gelen dert.

derd- derûn gönül kaygısı.

derd- dil gönül tasası.

derd- hicran ayrılıktan doğan üzüntü.

derd- hired akıl derdi.

derd- nihân gizli üzüntü.

derd- şer baş derdi; sıkıntı.

derd- şikem hek. kann ağnsı.

derdâ (f.n.) yazık, vah vah!

derd-âşinâ (f.b.s.) dert, keder, mihnet görmüş olan.

derdeme (f.i.) astr. yedi gezegen.

derd-engîz (f.b.s.) üzücü, sıkıcı.

der-dest (f.b.i.) 1. tutma, elde etme. 2. s. elde olan, yapılmakta olan.

derd-keş (f.b.s.) acı, dert çeken. (bkz. derd-perver).

derd-mend (f.b.s.c. derd-mendân) dert sahibi, tasalı, kaygılı.

derd-mendân (f.b.s.) dert sahipleri, tasalılar, kaygılılar.

derd-nâk (f.b.s.) dertli, tasalı, kaygılı.

derd-nâme (f.b.i.) şikâyet mektubu.

derd-perver (f.b.s.) acı çeken, dertlenen, (bkz: derd-keş).

derd-zede (f.b.s.) dertli, kaygılı, üzüntülü, (bkz: derd-mend, derd-nâk).

derecât (a.i. derece'nin c.), (bkz. derece).

derecât-ı cennet cennetin katlan, tabakaları.

derecât-ı mahâkim türlü mahkeme dereceleri.

derece (a.i.c. derecât) 1. basamak. 2. kerte, rütbe. 3. miktar.

derece-i gılzet ve hiffet hafiflik ve kalınlık derecesi.

derece- kâfiyye kâfi, yeter derece.

derece- mirkad merdiven basamağı.

derece- müsavat gr. eşitlik derecesi.

derece- nihâye son derece.

derece- saniye ikinci derece.

derece- süllem merdiven basamağı.

derece- tafdîl gr. 1) karşılaştırma derecesi; 2) üstünlük derecesi.

derece-i ûlâ birinci derece. 4. dâirenin 360 parçasından herbiri.

derece-i arz enlem.

derece-i tül boylam. 5. termometre ve benzeri âletler ve bu âletlerin ayrıldığı kısımlardan herbiri.

derece-i hâmıziyyet kim. asitlik derecesi.

derece-i hararet ısı derecesi.

derece-i inhilâl kim. dağılım derecesi, fr. degre de dispersite.

derece-i intizâ' kim. çözüşme derecesi.

derece derece (a.zf.) yavaş yavaş, birer parça.

derekât (a.i. dereke'nin c.) 1. basamaklar. 2. en aşağı kadar.

derekât-ı Cehennem Cehennem katlan, tabakaları.

dereke (a.i.c. derekât) 1. aşağı inilecek basamak. 2. en aşağı kat.

dereke-i mirkat merdivenin en aşağıdaki basamağı.

derekî (a.s.) gerileme, f r. regression.

derem (f.i.) para, akçe.

derem-güzîn (f.b.i.) sarraf.

derem-serâ (f.b.i.) para basılan yer. (bkz: darb-hâne).

deren (a.i.) ur, verem, [aslı "kirlenme", "bulaşma" manasınadır].

derende (f.s.) yırtıcı, yırtan.

Şîr-i derende yırtıcı arslan.

dereni, dereniyye (a.s.) ur ile, şişle ilgili.

der-gâh, der-geh (f.i.) 1. tekke.

dergâh-ı mevlevî mevlevî tekkesi. 2. kapı yeri, kapı önü.

dergâh-ı Mevlânâ mevlevî tekkesi. 2. kapı yeri, kapı önü.

dergâh-ı âlî pâdişâh kapısı.

dergâh-ı ilâhî Tanrı katı.

dergâh-ı izzet Tanrı kaü.

dergâh-ı muallâ "büyük kapı" meç. saray.

dergâh-ı şerîf tekke. 3. Mustafa Nihat tarafından istanbul'da yayımlanmış onbeş günlük ilim ve sanat dergisi.

dergîş (f.i.) 1. çok kalabalık, izdiham. 2. bir çeşit zerdali.

derhâl (f.zf.) hemen, o anda, şimdi.

der-hâst (f.b.i.) istek, dilek; dilekçe.

der-hâtır (f.a.b.s.) hatırda.

derhem (f.s.) 1. karışık, karmakarışık. 2. muztarip. 3. i. incinme.

derhem-berhem (f.b.zf.) karmakarışık.

derhişte (f.i.) cömertlik, elaçıklığı. (bkz: sahavet).

derhör (f.s.) uygun, lâyık, münâsip, (bkz: çespân, derhûş, seza, şâyeste).

der-hûr (f.s.) lâyık, (bkz: çespân).

derhûş (f.s.) lâyık, münâsip, uygun, (bkz: çespân, derhör, seza, şâyeste).

derî (f.i.) 1. Farsça'nın fasîhi, sahihi, [kelime Arapçalaştınlarak "deriyye" şeklinde de kullanılabilir]. 2. havası iyi, yeşilliği bol olan dağ eteği.

derîçe (f.i.) pencere; küçük kapı, oyma kapı. (bkz: revzen).

deride (f.s.) yırtılmış, yırtık.

derîde-dehân (f.b.s.) ağzı yırtık, boşboğaz; dik sözlü.

derîde-dehen (f.b.s.) boşboğaz, (bkz: derîde-dehân).

derîde-per (f.b.s.) kanadı kırık.

derk (a.i.) 1. anlama, kavrama, (bkz: idrâk).

derk-i dekayık ince şeyleri anlama, iyice kavrama.

derk-i netâyic neticeleri anlama, iyice kavrama. 2. yakalama, ele geçirme. 3. en aşağı kat, dip. ["derek" şekliyle de kullanılır].

derk-i esfel-i cehennem Cehennem'in en dibi.

der-kafa (f.a.b.s.) hemen arkasında olan.

der-kâr (f.b.s.) 1. malûm, aşikâr, bilinen, belli. 2. işde, iş üzerinde bulunan.

der-kemîn (f.b.s.) pusuda, pusu bekleyen.

der-kenâr (f.a.zf.) 1. kenara yazılmış olan yazı, çıkma yazı. 2. kucaklama, kucağa alma.

derman l- İâç. 2. çâre. 3. takat, kuvvet, güç.

dermân-de (f.s.c. dermândegân) bîçâre, âciz, beceriksiz, zavallı.

dermândegân (f.b.s. dermân-de'nin c.) bîçâreler, zavallılar, âcizler, beceriksizler, düşkünler.

dermân-degî (f.b.i.) bîçarelik, beceriksizlik, acizlik, düşkünlük.

der-miyân (f.b.s.) ortada, arada.

der-miyân etmek ortaya koymak, öne sürmek, söylemek, anlatmak, ileri sürmek.

der-niyâm (f.b.s.) kında, kına sokulmuş, kılıfta.

der-pey (f.b.zf.) ardı sıra.

der-pîş (f.b.zf.) en önde, gözönünde bulunan.

der-pîş etmek gözönünde bulundurmak.

derr (a.i.) 1. kimse, kişi. 2. s. güzel iş, güzel eser.

Lillâhi derrühû mükâfatını Tanrı versin!

derrâce (a.i.) 1. eski devirlerde üstü sığır derisi ile örtülü, tekerlekleri içinden dönen bir çeşit harp âleti. 2. velospit, bisiklet.

derrâce-süvâr (a.f.b.s.) bisiklete binmiş olan kimse.

derrâk (a.s. derk'den) çabuk anlayan, anlayışlı.

derre, dere (f.i.) dere.

derre-i asman saman uğrusu, Samanyolu, (bkz: kehkeşân).

derrî, dürrî (a.s.) parlak, ışıldayan.

ders (a.i.c. dürûs) 1. bir şeyi öğrenmek için öğretmenden azar azar alınan vazife. 2. tenbih, telkin; tâlîmat, direktif. 3. akıl.

Sana kim ders verdi sana kim akıl verdi.

ders-i âm [evvelce] talebeye, medreseliye ve herkese ders vermeye yetkili bulunan kimse, cami hocası.

ders-i ibret (ibret dersi) göz açacak şey, us payı.

ders vekâleti [evvelce] Şeyhülislâm kapısında, medrese talebesi ve bunların dersleriyle meşgul olan dâire.

Der-saâdet (f.a.h.i.) istanbul [der-i saadet = saadet kapısı istanbul].

dcrs-hân (a.f.b.s.) ders okuyan, "öğrenci.

ders-hâne (a.f.b.i.) ders yeri, ders vermeye mahsus yer, sınıf.

dersî, dersiyye (a.s.) derse ait, dersle ilgili.

Sene-i dersiyye ders yılı, öğretim yılı.

der-uhde (f.a.b.i.) üstüne alma, yüklenme.

derûn (f.i.) 1. iç, içeri, dâhil. 2. gönül, kalb, yürek, (bkz: derûne).

Derd-i derûn gönül derdi.

Ateş-i derûn "için ateşi"; gönül yanıklığı.

derûn-i hâne ev içi.

derûn-i dilden gönülden.

derûn-i şehr şehir içi.

derûn ü bîrûn iç ve dış.

derûn-bîn (f.b.i.) insanın boğaz, burun ve benzeri yerlerin içine bakmaya yarayan âlet, fr. endoscope.

derûn-dâr (f.b.s.) içten pazarlıklı, münafık, kin besleyen.

derûne (f.i.). (bkz. derûn).

derûnî (f.s.) içten, gönülden.

Âh-ı derûnî içten, gönülden gelen ah.

derûnî murakabe fels. içebakış, fr. int-rospection.

derûn-nişîn (f-b.s.) yalnız kalmayı seven.

derûn-perver (f.b.s.) 1. gönül yapıcı. 2. iyi huylu [kimse].

dervâ, dervâh (f-s.) 1. şaşkın, hayran. 2. başaşağı asılmış, ters. 3. lâzım, zarurî.

dervâh (f.s.) 1. hastalıktan yeni kurtulup iyice kendisine gelemeyen [kimse]. 2. sağlam, muhkem. 3. doğru, gerçek. 4. i. ayıp, utanma. 5. i. cesaret, şecaat. 6. i. sertlik, kabalık.

dervâze (f.i.) kapı, kale kapısı; şehir kapısı.

dervâze-i gûş meç. kulak deliği.

dervâze-i nûş meç. ağız.

dervâze-bân (f.b.i.) muhafız, gardiyan.

dervâze-hezâr-gâm (f-b. i.) bin adımda bir dikilmiş taş, kazık gibi bir uzaklık ölçüsü.

derviş (f.i.) 1. Allah için alçakgönüllülüğü ve fıkarâlığı kabul eden veya bir tarikata bağlı bulunan kimse. 2. fakir ve ihtiyaçlı kimse.

dervîş-i abâ-pûş aba giymiş derviş.

dervîş-i dil-rîş gönlü yaralı derviş.

dervîşân (f.i. dervîş'in c.) dervişler.

dervîş-âne (f.zf.) derviş olana yakışacak surette, dervişcesine.

dervîş-nihâd (f.b.s.) derviş ruhlu, alçak gönüllü kimse.

derya (f.i.) deniz.

deryâ-yı adem yokluk, hiçlik denizi.

deryâ-yı ahder yeşil deniz. meç. semâ, gökyüzü.

deryâ-yı ebyaz Akdeniz.

deryâ-yı esved Karadeniz.

deryâ-yı hâmile meç. inci çıkarılan deniz.

deryâ-yı Hind coğr. Hint okyanusu.

deryâ-yı kulzum Bahr-i ahmer, Şap denizi, Kızıldeniz.

deryâ-yı la'l meç. şarap fıçjsı.


Yüklə 18,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   189




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin