Baba Mertcan: 216-3884688, Şaban Mertcan: 212-2498127, 544-6297861, 533-4219394, 435+havaalanı 103=538$



Yüklə 3,83 Mb.
səhifə37/185
tarix04.01.2019
ölçüsü3,83 Mb.
#90520
1   ...   33   34   35   36   37   38   39   40   ...   185

Gıybet


Bir insan hakkında söylenen “aval aval yüzüme baktı..” demek kadar da olsa duyduğu zaman muhatabın hoşuna gitmeyecek bir söz gıybettir ve haramdır. Yalan söylemek, zina etmek, hırsızlık yapmak ve namazı terketmek gibi haramdır. Fakat ne tuhaf ve acıdır ki, bazı insanlar “...dine ve millete hizmet” diyor; “...burada bulunayım, bu arkadaşlarla oturup kalkayım da sevap kazanayım.” diye düşünüyor ama böyle çirkin bir günaha girmekten kendini korumuyor. Aslında bu tavır dinin bir yanını kabul edip gereğini yapma; diğer bir yanını arkaya atma demektir. Kur’an-ı Kerim iman kalbinde oturaklaşmamış bazı insanlardan bahsederken “bazısına inanıyor, bazısına inanmıyorlar” demekte; onların dinin bir kısım emirlerini uygulayıp, diğer bir kısmını görmezlikten gelmelerini tenkit etmektedir.

Diğer taraftan, bizzat bizim vazifemiz değilse, başkalarının eksik ve hatalarını görmeye, onları dile dolayıp vazgeçirme tenbihlerine girmeye hakkımız yoktur. Mesela, arkadaşlardan bazıları hasır ve kilimleri evlerinden toplayıp lüks halılar sermiş olabilirler. Bazıları tahta kanepelerini atıp lüks koltuklar almış olabilirler. Aslında, bizim seviyemizde bir hayat sürenler için bunların hiçbiri haram değildir. Yani, halı sermek de, koltuk koymak da haram değildir. Hasırın üzerinde yatma-kalkma, başını bir tahtaya koyup uyuma bir çeşit zühd olabilir. Hatta, o insanın tabiatından kaynaklanmıyorsa, elâleme caka yapmaya ve riyaya sebep oluyorsa şahıs hakkında çok tehlikeli bir şey de olabilir. Şimdi hiç kimse kalkıp da “Ooo hocam! Sizin dediğiniz o insanlar eskide kaldı, o çamlar çoktan bardak oldu. Eskiden millet hasırlarda oturuyordu, şimdi kanepelerde, halılarda oturuyor falan...” diyemez. Hasırı, kanepeyi halı ve koltukla değiştiren adamın yaptığı iş haram değildir. Fakat diğerinin yaptığı bu tenkit ve gıybet kat’i haramdır. Bu mesele karşısında, “Artık halılarda oturuyor; kanepeleri de değiştirdi, artık o tefessüh etti” demek gıybettir ve katiyen haramdır.

Bir insanın iki-üç kat elbisesi olabilir. İhtiyaç harici eşya bir yönüyle israftır, bir yönüyle de israf değildir. Biz o insanın niyetini bilemeyiz ki; maslahatı icabı, her dışarı çıkışında farklı bir elbise giymeyi düşünüyordur.. belki “Benim şahsımda din-i mübîn-i İslam’ı görüyorlar; dinimi iyi temsil etmem için bugünün anlayışına göre şık olmam da gerekli.” diyordur. Yani, belli mülahazaları vardır eda ettiği vazife adına. İşte gardrobu kat kat elbiseyle dolu olan insanın o hali haram değildir; belki, küçük bir israftır. İsraf bile kendi arasında aynı seviyede değildir; farklı farklıdır. Onun bu haline kat’i olarak “haramdır” diyemeyiz. Fakat başka birinin “gırtlağına kadar israf içinde yaşayan adam” şeklinde onu kınamasının kat’i haram olduğunda şüphe yoktur.

Müttakiler dairesi saydığımız hizmet insanlarının her zaman içtikleri kevser, kokladıkları kâfur olması lazım gelirken, onlar da bazen çok çirkin düşünceler içine düşebiliyorlar.. ve kevser içeceklerine zakkum yudumluyorlar hiç farkına varmadan. Oysa ki, oturup kalkıp kâfur koklamalı, kevser yudumlamalı ve Cennetlikler gibi yaşamalı.. kimseyi ama hiç kimseyi çekiştirmemeli. Biri bize elli defa kötülük yapsa, onun kötülük yapması, bizim de kötülükle mukabelede bulunmamızı meşrû kılmaz. Kötülük zatında kötüdür. Biz maruz kalsak da kötüdür, kalmasak da. Bediüzzaman, “mukabele-i bi’l-misil” için “kâide-i zalimâne” demiştir; kötülüğe kötülükle karşılık vermek zalimce bir tavır sergilemektir.

Dinin mehâsin-i ahlak ile mütehallik olma ve mesâvî-i ahlaktan ictinab etme ile ilgili emirleri tatbik edilse; kötülüğe iyilikle mukabelede bulunma.. en kötü insanlarla bile iyi geçinmesini bilme.. kobralara insanca yaşama adabını, erkanını öğretme.. akreplere insanları ısırma usulünü unutturma... yolu bulunmuş olacak ve vifak ve ittifak tam sağlanacaktır. Bugün insan en vahşi hayvanları dahi terbiye edebilmektedir. Oysa terbiyeye en müsait varlık ademoğludur. Problemler karşısında her fert kendini gözden geçirse, başkasından hatasını anlayıp dönmesini bekleyeceğine kendisi örnek bir davranış sergileyip meselenin halline çalışsa, problem yarı yarıya azalmış hatta çözülmüş olacaktır.

Hakiki müslümanlık anlaşılıp ciddiyetle yaşandığı zaman herhangi bir problem olacağına inanmıyorum. Müslümanlar fert fert ağızlarına, göz ve kulaklarına giren her şeye parola sorduğu zaman hiç bir içtimaî problem kalmayacaktır. Allah vifak ve ittifakı nasip edecektir; yeter ki her bir mümin “Cennete girmek istersen incitme cânı!” sözüne uygun yaşasın.


KIRIK TESTİ – 24-06-2002

Allah’ı ne kadar zikretmeliyiz ya da zikir ne ölçüde olursa yeterli denebilir?


Zikir; anma-hatırlama, belli duaları belli bir sayı ve şekilde okuma, Allah’ı dil ve kalb ile yâdetme ve hayatı duyarak yaşayıp varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah’a ait bir mesaj alma demektir. Her ne kadar zikir dendiğinde, Esma-i Hüsnâ’dan bazılarını veya bir kısım duaları tekrar etme anlaşılıyorsa da asıl olan kalb ve latîfe-i Rabbaniye’nin bu hatırlama ve anmaya bağlanmasıdır.

Dille yapılan zikirde özellikle Cenâb-ı Hakk’ın isimleri tekrar edilmektedir. Bir mürşidin irşadı ve gözetiminde, o En Güzel İsimler’den bazıları belli bir sayıya göre söylenmektedir. Sayı mevzuunda Kitap ve Sünnet’te kat’i bir şey yoktur. Fakat selef-i salihinden bazıları, o mübarek isimleri ebced hesabındaki karşılıklarına göre çekmişlerdir. Meselâ, Allah lafz-ı celâlinin ebced karşılığı 66’dır. Zikir sırasında bu lafz-ı celâl’i bazıları 66 kez, bazıları da 66’nın katları adedince tekrar etmişlerdir. Bununla beraber, Esma-i İlâhî’den hangisinin sizin üzerinizde galip ve hakim olduğunu biliyorsanız, o isme devam etmenizi tavsiye etmişlerdir. Meselâ “Latîf” ismine mazhar olabilirsiniz. O zaman her namazdan sonra onu 129 defa söylersiniz; çünkü bizim bildiğimiz iki ebced hesabından birine göre Latîf ismi 129’a denk düşmektedir.

Zikir adına bazıları “Lâ mevcûde illallah” bazıları “Lâ meşhûde illallah” ya da “Lâ ilâhe illallah” ve bazıları da “” dan sonra bütün esmâ-i ilâhîyi birden mülâhaza ederek “illallah” demişler ve böyle küllî bir şuur ve küllî bir mülâhaza ile “kelime-i tevhîd”e devam etmişlerdir. Tekyelerde zikir dendiğinde çoğunlukla “Lâ ilâhe illallâh” çekme anlaşılmıştır. Bu zikir “O’ndan başka Ma’budu bi’l-Hak, Maksûdu bi’l-istihkak yok, sadece O var.” manasını ifade etmesi açısından kamil bir zikirdir. Hemen hemen bütün değişik tasavvuf yolları veya tarikat versiyonları “Lâ ilahe illallah”ta birleşir, onu çeker, sonra da “Muhammedu’r-Rasulullah”la zikri bağlarlar.

Aslında zikir daha şümullü düşünülmelidir; yani anma, unutan bir insanın hatırlaması olarak değil de hatırlamanın sürekli olması, her fırsatta O’nu bir kere daha yâdetme ve bunun insan tabiatının bir yanı haline gelmesi şeklinde anlaşılmalıdır. Bu zaviyeden namaz, oruç, zekat, hac ve tefekkür de bir zikirdir.

Meselâ namaz, zatında potansiyel olarak hatırlatıcı bir güce sahiptir. Kur’an-ı Kerim, “ve ekımi’s-salâte lizikrî - Beni hatırlamak için namaz kıl” (Taha/14) ayetiyle bu hakikati nazara verir. “Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. İşte bu, (Allah’ı) ananlar için bir hatırlatmadır.” (Hûd/114) ayeti de bu hususu ifade eder. Bu ayetten anlaşılan şey, kılınan her namazın, yekün bir hasenat teşkil etmesi ve bu hasenatın seyyiatı silip süpürüp götürmesidir. Ayrıca ayet-i kerimenin sonunda, “Zâlike zikrâ li’z-zâkirîn - İşte bu, Allah’ı ananlar için bir hatırlatmadır” denilerek, namazın hatırlatıcı gücü bir kere daha nazarlara verilmektedir.

İşte zikri, Esmâu’l-Hüsnâ’dan bazı isimleri çokça tekrarlama, O’nu anma; hatırlamayı namaz, oruç gibi ibadetlerimizle sürekli hale getirme ve bu yâdetmeyi tefekkürle iyice derinleştirerek bütün benliğimize mâl etme çerçevesinde anlamak lazımdır.

Zikirde zirve nokta başta “Latîfe-i Rabbaniye” olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah’ı yâdetmek, yâni varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlığı ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; her zaman bir nabız gibi atan varlığın O’na şahitlik edişine dair mülâhazalarla oturup-kalkmak şeklindeki kalbî zikirdir.

Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Zikretme, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi bir hâl ile de mukayyet değildir. “Onlar Allah’ı ayakta, oturarak, hatta yan gelip yatarken de anarlar” (Âl-i İmrân/191) fehvâsınca ne zaman, ne de hâl itibârıyla zikrullah’a tahdid konmamıştır.

Ayrıca, Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “Yâ eyyuhe’llezîne âmenü’z-kürullâhe zikran kesîrâ ve sebbihûhu bükraten ve asîlâ - Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin, sık sık anın. O’nu sabah akşam takdis ve tenzih edin” (Ahzâb/41-42) buyurmaktadır. Bu, bize gösterilen bir hedef, yakalamamız gereken bir ufuktur. Cenâb-ı Hakk’ı bize bahşettiği nimetler ölçüsünde anmaya çalışmamız gerekir. Ne var ki, hiç bir zaman Rezzâk-ı Kerîm’in nimetlerine gereğince karşılık veremeyiz.. veremeyiz zira, her gün binlerce defa O’nu ansak, nimetlerine şükretsek de bu Cenab-ı Allah’ın üzerimizdeki nimetlerine karşı çok az bir şükür sayılır. Çünkü “Ve in teuddû ni’metallahi lâ tuhsûhâ - Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız” (İbrahîm/34) fehvasınca O’nun sayılamayacak kadar çok nimeti vardır üzerimizde..


Yüklə 3,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   33   34   35   36   37   38   39   40   ...   185




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin