Benim gözümden) doğANŞEHİR ve 93(1877) muhacirleri



Yüklə 2,37 Mb.
səhifə6/55
tarix30.07.2018
ölçüsü2,37 Mb.
#63474
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55

Yollara düşen kağnılar dört koldan gıdım gıdım ilerliyor, kafileye dahil olmak isteyenler en az bir hafta beklemek zorunda kalıyorlar, o zamana kadar da ya soğuktan, ya açlıktan ya da kıyımdan telef oluyorlardı… * (Mahmut Celalettin Paşa, sonradan yazmış olduğu kitapta şu bilgiler bizlere aktarıyor. “ Sofya dışın-daki kabristanda bir muhacir kadın gördüm. Yanında ikisi kız, biri oğlan üç ço-cuğu vardı. Etraftaki insanlara adeta yalvayordu: “Allah rızası için, bir hayır sahibi yokmu ki bu oğlana sahip çıksın. Ben kızlarla başımın çaresine baka-rım”diyordu. O esnada biri: “ Ben oğlana sahip olabilirim.” dedi. Zavallı kadın oğlunu ona gönderirken ensesine kuvvetli bir tokat indirdi. Oradakiler: “ Bire kadın ne diye çocuğa tokat atarsın şimdi?” deyince, kadının ağzından şu sözler döküldü: “ Biz onu artık bu dünyada bir daha göremeyiz. Tokatımın acısı yüre-ğinde kalsın da, yaşadığı müddetçe anasını ve kız kardeşlerini unutmasın!...” * (Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi).

O elem dolu günlerde, devletin yapacağı hiçbir şey kalmamıştı. Artık herkes başının çaresine bakmalıydı. “Düşman geliyoooor! “ nidaları, zavallı ve çaresiz halkın kulaklarında çınlıyordu. Bu durumda moralleri tamamen bozulan halk, beraberlerinde taşıdıkları lüzumlu öte berilerini de atarak, kendileri ve çocuk- larını kurtarma telaşına düşüyorlardı. Kışın olanca şiddeti ile hüküm sürdüğü bir zamanda, nerelere gideceklerini bilemeden, feryat ve figan ederek bir meçhule doğru ilerliyorlardı …

DOĞUDAN GÖÇLER

Önceleri, Osmanlı idaresi altında bulunan Gürcistan toprakları üzerinde; Batum, Ahıska, Cağısman, Gomora, Entel gibi yerleşim yerlerinde yaşamlarını sürdürmekte iken, I.Abdülhamit- II.Mahmut ve Abdülmecit zamanında yapılan savaşlar sonucunda; Rusların korkunç baskılarına ve zulümlerine fazla direne-meyen Türk asıllı insanlardan bazıları, mücadele esnasında can vermiş, bazıları Sibirya içlerine sürgün edilmiş, canlarını kurtarabilenler de, güneye inerek Kars-Ardahan ve Artvin toprakları içinde bulunan sınır köylerine yerleşmişlerdi. Son-radan oluşan 1293 (1877-1878) Harbi sonunda, buraları da terk etmek zorunda kalarak, Rus mezaliminden uzaklaşmak adına, Anadolu’nun iç kesimlerine kala-balık gruplarlar halinde göç etmeye başlamışlardı. Posof, Şavşat, Ardahan, Kars sınır köylerine mensup bu insanlar da, yurdun çeşitli yörelerine göç etmek üzere kararlı bir şekilde hazırlıklarını tamamlamışlardı …

Doğu cihetinden hareket eden, daha ziyade birbirine yakın köy insanlarından belli bir grup, ta Malatya topraklarına yerleşmek adına bir göç kervanı oluş-turmuştu. Bu kadar uzun yolu göze alamayan bazı muhacir aileler ise, Sivas, Yozgat, Tokat gibi nisbeten daha yakın olan bu yerleri tercih etmişlerdir… İnsanların bunca yıl üzerinde yaşadığı, çocukluk, gençlik ve yaşlılık dönem-lerine ait anılariyle dopdolu olduğu bu toprakları bırakıp, hiç bilmedikleri bir yerlere gitmesi ve oraya uyum sağlaması hiç de o kadar kolay bir şey değildi. Yıllarca unutulamayacağı memleket hasretinin yoğun bir şekilde yaşanacağı gerçeği, daima karşılarında olacak ve akıllarından silinmeyecekti …

Bir insanın doğup büyüdüğü, çocukluk, gençlik hayallerinin yaşandığı bu toprakları bir daha dönmemek ve görmemek üzere terk etmesi, ne kadar acı ve kasvetlidir!... Bir meçhule doğru gitmenin sıkıntısı ne kadar zordur ve me-şakkatlidir!... O insanların duymuş oldukları hisleri, duyguları, sıkıntıları, çek-tikleri derin acıları ve hele hele Rus zulmünü anlamak ve anlatmak mümkün müdür? Bir insanın basit bir şeyini kaybettiğinde çektiği sıkıntıyı ve huzursuz-luğu az çok hepimiz yaşamıştırız. Bu insanlar; yıllarca tüm aile fertleriyle birlik-te oturup kalktıkları, uzun kış gecelerinde lambanın cılız ışığı altında sobaların etrafında uzun uzun söyleştikleri, bazen de harfene ve düğünler bahanesiyle komşu insanlarla bir araya gelip eğlenip sohbet ettikleri evlerini, geçimlerini sağlamak adına büyük bir şevk ve heyecanla gübreleyip tohum attıkları ve so-nunda da hasat ettikleri bağ-bahçelerini, yıllarca tepeledikleri tarlaları ve evleri arasındaki o kıvrım kıvrım yolları, her çeşit ağaçların bulunduğu ve insana do-yumsuz bir manzara sunan o rengarenk orman örtüsünü, zamanı geldiğinde büyük bir sevinç içerisinde yapılan bayram ve düğün coşkusunu ve yaşanmış binlerce acı ve tatlı anıları unutabilir mi? Bütün bunlardan bir çırpıda vazgeçe-bilir mi? Böylesine büyük kayıplar unutulabilir mi?... Bu insanların, bütün bun-lardan vazgeçmesinin ve herşeyi bir kenara atarak terk-i diyar etmelerinin yega-ne sebebi; düşman hakimiyeti altında, her türlü özgürlükten yoksun sefil bir ha-yat yaşamak korku ve endişesidir. Kendileri var olduğu sürece, esaret hayatı ya-şamamış olan bu insanların, böyle bir karar almasından daha doğal ne olabi-lirdi?...

Ülkedeki bütün bu olumsuzluklar; başta karanlık güçlerin devlet erkini ele ge- çirip menfaat ve rahatlıklarını sağlama almak ve aynı zamanda dış güçlerin de kendi menfaatlerine uygun olarak bu ortamın oluşmasında yaptıkları girişim-ler sayesinde meydana geliyordu. Sonuçta da, büyük zulümler, büyük toprak ve maddi kayıplar ve de büyük göç olayları meydana geliyordu. Bu göçler-den biri de, 1293(1877) Osmanlı- Rus Harbi sonucunda, topraklarının antlaşma gereği Ruslara verilmesi üzerine, tüm val varlıklarını ve acı- tatlı anılarını geride bırakarak, özgürlük adına yollara düşen, Ardahan - Kars ve Livane (Artvin) köylerine mensup insanların Malatya’ya doğru yaptığı göçtür. Asıl ele aldığımız konu da budur.

Kıpçak ırkından gelen, Gürcü, Laz, Çerkez ve genellikle Ahıska kökenli bu insanlar; yoğunlukla Posof’un Golishal (Gür armut)- Caborya (Günlüce)- Sece (Kurşun çavuş)- Şuvarskal (Gönül açan)- Hünemiş (Söğütlü kaya)- Cilvana( Bin başı Emin Bey)-Satlel ( Yayla altı )- Cacun (Uğurca )- Marsolat ( Arılı )- Hertüs ( Sarı çiçek ) ile Şavşat’ın Mokda ( Savaş ) ve İmerhev ( Meydancık ) köylerine mensup idiler. Bazılarının tümden, bazılarının ise kısmen terk edildiği bütün bu köylere mensup insanlar, bütün her şeylerinden vazgeçerek ve duymakta ol- dukları tüm acılarını yüreklerine gömerek bir meçhule doğru yola koyuluyorlar-dı. Acı tatlı tüm anılarının yaşandığı ve asla unutamayacakları bu toprakları terk ediyor, daha fazla üzülmemek için yola revan olurken de arkalarına bile bakmıyorlardı. Memleketlerindeki her türlü varlıklarını terk etmek zorunda kal- manın dışında, yollarda çekilen eziyetler ve otorite boşluğundan yararlanarak in-sanlara gün yüzü göstermeyen hırsız ve eşkiyaların zulümleri de işin cabası idi...

93 MUHACİRLERİ MALATYA TOPRAKLARINDA

93 Harbi sonunda Artvin, Ardahan ve Kars yöresinden ayrılmak zorunda kalan insanlar, muhacir olarak farklı farklı köylerden, farklı farklı tarihlerde, bulundukları yerlerden kopup, bazen bir araya gelip gruplar oluşturarak, farklı yönlere doğru hareket etmişlerdi. Edinilen bilgilere göre, göç güzergahı şu şe- kilde oluşmuştu: Peyderpey Erzurum’da bir araya gelen muhacirlerin bir kısmı Muş-Varto yönüne ayrılmış, diğerleri yollarına devam etmişlerdi. Uzun yolu göze alamayan bazı aileler, düşmandan arınmış Tokat, Yozgat, Çorum gibi ya-kın yerleri tercih etmişlerdi. Diğer büyük grup Erzincan’da bir yıl kadar kal-dıktan sonra Sivas istikametinde yol almış, önceden çıkmış ya da sonradan ken-dilerine yetişmiş bazı aileler ile birleştikten sonra Sivas’ta uzun süreli bir mola verilmiştir. Sivas’tan ayrılırken küçük bir kol yine gruptan ayrılarak Tokat ve Yozgat tarafına yönelmiştir. Bunlar; göçmen grupları sevk ve idare eden Sadık Ağa’nın amca oğulları, Kamil Ağa, Şeyh İsmail ve Sefer Ağa ve aile fertleridir. Her iki amca oğulları birbirlerinden ayrılmalarına rağmen, bu, ileriki bir zaman-da, yerleşilen yerin özellikleri dikkate alınmak suretiyle, tekrardan bir araya ge-linmek üzerine alınmış bir karardı. Nitekim, Viranşehir’e kalıcı olarak tüm diğer muhacirlerle yerleşen Sadık Ağa ve kardeşleri Hamit ve Numan Ağa’nın, amca oğullarını Viranşehir’e davet etmeleri üzerine, onların da gelip Viranşehir’e ka-lıcı olarak yerleştiklerine şahit oluyoruz… Diğer ana grup, Sadık Ağa liderli-ğinde Malatya’ya gitme kararındadır. Ancak hangi güzergahtan gidileceği husu-sunda ihtilaf vardır. Bir kısmı Hekimhan üzerinden, diğer bir kısmı ise Gürün-Darende üzerinden gitmeyi daha uygun görmektedir. Sonuçta bir grup Hekim-han yönüne ayrılırken, diğer grup Gürün-Darende istikametine doğru yol almış-tır. Bazen bu tür ayrışmalar olduğu gibi, farklı zaman ve yerlerde, önceden ve sonradan memleketten ayrılmış olan muhacirlerle de birleşimler olabilmiştir. Malatya’ya gitmek için iki yönde ilerleyen muhacir gruplar, nihayet 1882 so-nunda Malatya merkezde buluşmuşlardır.

Malatyada mutasarrıflığın gösterdiği alana yerleşen muhacirler, biraz olsun rahat bir nefes almak ve yorgunluklarını atmak için de bir fırsat yakalamış olu-yorlardı. Öyle ya, o kadar uzunca bir yolu, kağnılarla, hayvanlarla, kadınlar ve çoçuklarla bütün olumsuzluklara rağmen aşıp gelmek hiç de kolay bir şey değil-di. Ne ise ki bütün bunlar çok gerilerde kalmıştı. Ne Rus ve ne de eşkiya zulmü vardı artık. Her şey çok çok gerilerde kalmıştır. Çok şeylerini kaybetmişlerdi ama, şu anda özgürdüler. Özgür olmadan yaşamın ne önemi vardı?...

Malatya’ya yapılan göçün nasıl gerçekleştiği ve daha sonra neler olduğu hususunda; değişik muhacir kesimden insanlarımızın, baba ve dedelerinden edinmiş oldukları bilgileri burada zikretmenin doğru olacağı kanısındayım… Bir ara ilçede sağlık memurluğu ve Belediye Başkanlığı da yapan Nebi Şahin, mu-hacirlerin memleketten 1881 yılında çıktıklarını ifade etmiştir. Bu tarih genel bir tarihtir. Daha önce ve daha sonra da çıkan guruplar olmuştur. Yine bir Belediye Başkanlığı yapmış olan Sadık Ağa’nın torunu Yaşar Doğan da şunları söyle-miştir: “ Bizimkiler 1881 yılında memleketten çıkmışlar. Erzincan, Sivas üze-rinden, Gürün, Darende ve daha sonra Malatya’ya vasıl olmuşlardır. Malatya’da 2,5 yıl kaldıktan sonra da Viranşehir’e yerleşmişlerdir” … Her iki Belediye Baş- kanı, tarih olarak 1881 işaret etmelerine rağmen, bunun kesin bir tarih olabile-ceğine ihtimal veremiyorum. Zira, yapılan Ayastefanos Antlaşması uyarınca, memleketteki topraklar Ruslara bırakılmıştı. Zaten göçün nedeni de bu idi. An-cak, 4 ay sonra Avrupalı güçlü devletlerin, bu antlaşmayı, kendilerinin menfaat-lerine uygun bulmayıp kabul etmemeleri ve Rus’lara baskı yaparak yeni bir ant-laşmanın “ Berlin Antlaşması” nın ( 13 Temmuz 1878 ) devreye sokulması ile birlikte, doğuda ve batıdaki bazı toprakların Osmanlı’ya iade edildiğini de dik-kate alındığında, bu durumda göç olayının yaşanmaması gerekirdi. Öyle ya, mademki topraklarına yeniden kavuşacaklarsa neden bu kadar eziyete katlansın- lardı ki. Nitekim, Viranşehir’e gelindikten hemen sonra bazı ailelerin, yapılan son antlaşma üzerine tekrardan memlekete döndüklerini öğrenmekteyiz. Bu da şunu gösteriyor ki, muhacirler, harbin hüküm sürdüğü ve Ayastefanos Antlaş-masının ( 3 Mart 1878 ) kabul edildiği tarihten itibaren göç etmeye başlamış-lardır.

Mehmet Yıldırım anlatıyor: “ Bizim muhacirlet, ilkin Erzuruma geliyorlar. Erzurum Valiliği bunlara bir miktar para yardımı yapıyor. Valilik, kendilerinin Osmaniye’nin Küllü köyüne gitmelerini, orasının yerleşmeleri için uygun oldu-ğunu söylüyor. Nitekim bir kısım muhacir oraya giderek yerleşiyor…”- Sabri Erdoğan anlatıyor : “ Bizim muhacirler, Erzurumdan çıktıktan sonra, Muş’un Varto ilçesine gitmiş ve bir kış orada kalmışlar. Daha sonra Tokat’a gelmişler. Babam zamanında, bize oradaki araziler ile ilgili evraklar geldi. Daha sonra Si-vas’a geçmişler, bilahare Malatya ve nihayet Viranşehir”…

Fahri Yağcı anlatıyor : “ Bizim muhacirler memleketten çıktıktan sonra Erzin-can’da bir yıl kadar kalmışlar. Tokat üzerinden Sivas’a geliyorlar. Sivastan iti-baren bizim İmerhev grubu Malatya’da Samanköy’e gelerek diğer muhacir grupları ile birleşiyorlar. Daha sonra da görülen lüzum üzerine Viranşehir’e gelerek kalıcı olarak yerleşiyorlar. Malatya’da iken bizim akrabalardan bir kısmı da Ergani’ye gidip orada Ortayazı ( Balakor ) köyünü kuruyorlar.”

Hasan Korkmaz anlatıyor : “ Bizim muhacirler Viranşehir’e geldiklerinde sur- ların içinde, sadece bir yıkık cami kalıntısı, bir hamam harabesi ve bir de kilise kalıntısı varmış. Cami onarılarak hizmete sokulmuş. Hamam, tamir göremeye-cek kadar harebe imiş. Kilise de aynı durumda imiş. Uzun süre samanlık olarak kullanılmış. Buralardan çıkan düzgün taşlardan bir kısmını hayrıma, cami, mina-re ve köprü yapılırken verdim” … *(Dünden Bugüne Doğanşehir- Y.Yaman)

Muhacirler nihayet, hedefledikleri Malatya merkeze ulaşmışlardı. Mutasar-rıflığın önceden tesbit edip hazırladığı alana, Samanköy ve civarına yerleştiler. Ortalığı yerleşme telaşı almıştır. Herkes kendi beğendikleri yerlere kendi yakın-ları, yada kendi köylüleriyle birlikte yerleşme çabasındadır. Yer beğenme konu-sunda bazı tartışmalar olursa da, ayrılık gayrılık olmasın diye, yerleşim, kafile başkanı Sadık Ağa’nın müdahaleleriyle hal yoluna konulmuştur.

Malatyada ilk yerleşilen Samanköy civarı hakkında bir tanımlama gereği duy-duğum için, orasını özellikle giderek tanımayı ve tanıtmayı birkaç cümle ile uy-gun bulmaktayım. Zira biliyorum ki, çok yakınımızda bulunmasına rağmen, şimdiye kadar ben de dahil hiçbirimiz, oraları merak edip, görmeyi ve tanımayı akıl etmemiş ya da önemsememişizdir.

Samanköy; Malatya-Hekimhan yolu, takriben 10 km. ileriside, sağ tarafında Topsöğüt sapağından ayrılarak varılan dağınık görünümlü, her tarafı kayısı ağaçlarıyla bezeli bir yeşil alan konumundadır. Daha önceleri Kendirli köyü ile birleşik iken, bilahare Kendirli, Samanköy’den ayrılarak müstakil bir köy olmuş. Diğer taraftan Malatya’ya doğru genişleyen Samanköy, adeta Topsöğüt köyü ile birleşmiş durumdadır. Zamanla yerleşim yerleri artış gösteren bu havalide, en eski yerleşim yerleri olarak, orada yaşayanların anlatılarına göre, Samanköy ile Tepeköy gösterilmektedir. Samanköyde büyükçe bir höyük dikkatimi çekti. Buraya kale diyor orada yaşayan insanlar. Ancak kale ile uzaktan yakından bir ilgisi yok. Acaba vardı da zamanla, bizim Doğanşehirdeki surlar gibi tahrip mi edildi? Ancak gördüğüm kadarı ile öyle bir özellik taşımıyor. Bu höyükte, biri-leri tarafından bir zaman sonra bolca altın para bulunduğu oradakiler tarafından ifade edilmektedir. Kimbilir, belki de bu altın paralar bizim muhacirlere ait idi…

Samanköy’ün yakın komşu köyleri olarak; Tepeköy, Topsöğüt, Kendirli, Şah-nahan ve Dilek’i sayabiliriz. Samanköy ile Topsöğüt batı yönünde, Malatya-He-kimhan yolunun karşı yakasında geniş bir askeri alan uzayıp gitmektedir. Burası tamamen kıraç bir alandır. Ben şöyle bir hüküm yürütmekteyim. Bizim muhacir halk buraya geldiğinde, burada Samanköy vardı ve insanlar yaşıyordu. Kendi köylerinin, tarla ve bahçelerinin bulunduğu bir alana, bu kadar insanı kabul edip buyur etmelerine hiç ihtimal vermiyorum. Hiçbir yetkili de onları bu işe zorla-mamıştır. O halde bizim muhacirlerin yerleştiği alan, Samanköy’ün karşı tara-fındaki şu anda askeriyeye ait geniş kıraç bir alandır. O zamanlar oraları aske-riyeye ait değildi. Bilahare burasının susuz ve kıraç bir arazi olması, ekime-biçime elverişli olmaması nedeniyle de muhacirlerin, Viranşehir(Doğanşehir)e göç ettikleri ağırlık kazanmaktadır. Şayet Samanköy’ün içine yerleşmiş olsalar-dı, sanıyorum ki oraları bırakıp da Viranşehir’e gelmezlerdi. Nitekim oraları gördüğüm kadarı ile, bağlık- bahçelik ve yerleşime çok uygun yerlerdir.

Bu kanaate varmamın bir nedeni şudur. Buraya bir askeri bir kışla kurulunca, askeri alanı geniş tutmak için istimlak yoluna gidilmiştir. Zamanında bizim mu- hacirlerin bir süre kullanıp, bilahare Viranşehir’e taşınmasından sonra boşta ka-lan bu geniş ve sahipsiz alanın istimlâki gündeme gelmiştir. Nitekim yıllarca önce, muhacirlere istimlâk ile ilgili olarak yazıların geldiği, ancak, önemsen-meyerek ilgilenilmediği için ketum kalmıştır. Nitekim daha önceden de bahse-dildiği üzere, o zamanlarda, mutasarrıfın Sadık Ağa’ya “Ağa sen variyatli bir insansın. Gel buralardan arazi al. Buraları sonradan çok kıymetlenecek” dediğini ve ısrar ettiğini unutmamak gerek. Ancak bilindiği üzere Ağa bu teklife sıcak bakmamış, “ Benim bulunmadığım bir yerdeki arazinin bana ne faydası ola. Benim yerim insanlarımın yanıdır” demiştir. ( İsmail Ağa’dan alıntı)

2,5 yıl kadar kalınan bu yer ve bu yerdeki yaşantı ile fazla detaylı bir bilgi yoktur. Ancak, verimli alanların sahipli oluşu, kaldıkları yerin ise verimsiz ve kurak olması, tarım ve hayvancılıkdan başka herhangi bir işe yatkın olmayan bu insanlarca kalıcı yerleşim için başka yerler aranması kaçınılmaz olmuştur… Bu-radaki yaşam süresince, farklı köy insanlarının birbirleriyle kaynaştıklarını, ufak tefek çıkara dayalı anlaşmazlıklar olur ise de, saygın din adamları, hocalar, ha-fızlar, mollalar ve itibar gören ağa düzeyindeki insanların telkin ve müdahale-leriyle düzene konulduğunu görmekteyiz.

Malatya merkezde yaşam koşullarının zor ve yetersiz olması nedeniyle, mu-hacirlerin buradan pek memnun kalmadıkları anlaşılmaktadır. Dolayısı ile kalıcı yerleşim için çok daha uygun yerler aramak artık kaçınılmaz olmuştu. Bu hu-susla ilgili olarak mutasarrıflığa yapılan başvuru üzerine, kendilerine üç yer-leşim yeri tavsiyesinde bulunulmuştur. 1-Ergani 2-Viranşehir (Subatra) 3-Göl-başı … Bu durum üzerine Yağcı ailesinden bir kesim Ergani’yi tercih ederek yola düşmüştür. Erganiye ulaşan bu insanlar Balakor, yeni adıyle Ortaca köyünü oluşturmuşlardır. Buradaki insanlarla Viranşehirdeki akrabaları, son zamanlara kadar irtibatlarını kesmemişler, zamanla birbirlerini karşılıklı olarak ziyaret et-mişlerdir. Diğer çoğunluğu teşkil eden grup ise,Viranşehir veya Gölbaşı’ndan birini tercih etmek durumunda kalmış ve Viranşehirde karar kılmışlardır. Bu ka-rar alınırken de şu yola baş vurulmuştur.

Her gruptan birer kişi tesbit edilerek bir keşif heyeti oluşturulur. Bu heyet- tekiler, belirlenen bu iki yeri araştıracak, havası, suyu, iklimi ve en önemlisi sa-hipsiz olması, sorun yaratmayacak olması dikkate alınarak, Malatyada’kilere ra-por verilecek ve ona göre karar alınacaktır.

Tespit edilen keşif heyeti, Gözene üzerinden Viranşehir’e varır. Burası; etrafı yüksek surlarla çevrili doğu-batı ve güney-kuzey doğrultusunda 4 kapısı olan, ıssız ve metruk bir kale görünümündedir. Tam ortasından küçük bir dere ak- makta, sağında solunda birer düzlük alan ve bazı kısımlarda da kaynak sular mevcuttur.Yorgun ve argın bir şekilde buraya ulaşan heyet, beraberlerinde getir- miş oldukları yiyeceklerini yedikten sonra, buz gibi kaynak suyundan içip, mis gibi temiz ve serin havasında uykuya dalarlar. Sabahın erken vaktinde uyanırlar. Kendilerini çelik gibi hissederler. Ortalığı iyice bir tararlar. Evet burası tam ara-dıkları yer olma özelliklerini taşımaktadır. Ancak tavsiye olunan Gölbaşı’nın da araştırılması gerekmektedir. Zira öyle talimat alınmıştır. Belki de, Gölbaşı daha uygun bir yerdir, kim bilir?…

Gölbaşı için yola koyulurlar. Akşam üzeri oraya varırlar. Gördükleri manza- ra karşısında adeta donup kalırlar. Etrafta büyüklü-küçüklü göller, çayırlık, çi-menlikler, münbit araziler!… Bir süre hayranlıkla etrafı temaşa ederler. Evet burası çok daha uygun bir yer diye düşünürler. Azıklarını yedikten sonra, yor- gunluğun da etkisiyle uykuya dalarlar. Bir zaman sonra uyanıverirler. Gecenin bir vakti olmasına rağmen hava serinlememiş, aynı sıcaklığını devam ettirmek- tedir. Sıcaklığın etkisiyle sırılsıklam olmuşlar, en önemlisi göl üzerinden kalkan sivrisinekler, açıkta kalan yerlerinde sokmadık yerler bırakmamışlardır. Sabahı zor ederler. Dönüş için yola koyulurlar. Akşam üzeri tekrar Viranşehire varırlar. Soğuk suyundan kana kana içerler, sağlam ve serin havasında, Dünyanın en par-lak yıldızlarını seyrederek uyuya kalırlar.

Hazır yeri gelmişken, başka bir yöredeki muhacirlerle ilgili bir benzer ya-şamdan bir kesit sunmak isterim. Bir süre, Tokat ilinde bulundum. Ora insanları ile yaptığım istişare sonucunda, çok sayıda 93 muhacirinin varlığını öğrendim. Bu insanlarla temas kurmam güç olmadı. Zira çok ortak yanlarımız vardı. Eski-ye dair olayları, ananeleri, insani ilişkileri birbirimize anlattıkça gözlerimizin içi gülüyor, zamanında atalarımızın yaşantılarını anlattıkça, bizler de o anları yaşı-yormuş gibi oluyorduk. Hele yiyecek-içecekten mesela hingelden, camız yoğur-dundan (Burada camıza kömüş diyorlar) bahsederken bayağı keyif alıyorduk. O kadar çok benzer özellikler vardı ki!…

Dostluk kurduklarımdan birinin anlatımı ile: “ Bizim dedelerimiz buraya ilk geldiklerinde şehrin alt kesiminden geçen Yeşilırmak’ın kenarına yerleşirler. Ama bir süre sonra, yaz aylarının dayanılmaz sıcaklığı ve ırmaktan yükselen siv-risineklerin verdiği büyük rahatsızlık, yaşamlarını oldukça zorlaştırır. Memle-kette iken serin ve soğuk havalarda yaşamaya alışmış olduklarından, buralarda fazla kalamazlar. Eşyalarını kağnılara yükleyip yüksek ve serin kesimlere doğru tırmanışa geçerler. Nihayetinde Artova ilçesinin dağlık kısmında karar kılarlar. Burası tam istedikleri gibidir. Havası, suyu tam kıvamındadır. Üstelik yazı ya- ban kevenlerle kaplıdır. Kevenin bol olması onları çok çok sevindirir. Zira hay-vanların en çok sevdiği yiyecektir keven. Üstelik de çok besleyicidir. Ancak ke-venleri hayvanların yemesi çok zordur, çünkü her tarafı dikenlerle kaplıdır. İnsanlar bunun kolayını bulmuşlar, dikenleri ateşle ütmek süretiyle hayvanlara yedirmişlerdir.” Çocukluğumdan hatırlıyorum. Bizim büyüklerimiz de yazı ya-bandan topladıkları kevenleri, ateşte ütüleyip hayvanlara verirlerdi. Çocuk ak- lımla bu kevenleri niye ateşte ütüp simsiyah renge büründürürler, derdim. Şimdi anlıyorum ki, kevenlerin ateşte ütülmesinin bir zorunluluğu varmış. Zira, diken- leri hayvanların yemesine engel olmaktadır. Ateşte ütülünce dikenler ortadan kalkmakta ve hayvanların onu yemesi kolaylaşmış olmaktadır.

Dostum tüm bunları anlatırken, ben de bizimkilerin yaşantılarını gözlerimde canlandırıyorum.Yer tespiti yapmak için görevlendirilen ekibin, Gölbaşı’nda maruz kaldığı durum hemen geldi aklıma. Ne kadar çok benzerlikler olduğunu şaşkınlıkla izledim. Gerek yiyecek-içecekler, gerek yerleşim yerlerinin tesbi- tinde, gerek hayvanlarının beslenmesi, tarlaların ekilip biçilmesi, dini konulara verilen hassasiyet, özellikle serin ve soğuk havaya alışkanlık. Ne olursa olsun alışkanlıklardan kolay kolay vazgeçilmeyeceğini göstermesi açısından önem ar-zetmektedir. Bu benzer özellikleri, başka yörelerdeki muhacirlerin de taşımış olduklarına şahit olmamla birlikte, anlatıma kaldığımız yerden devam edelim.

Heyettekiler sabah olur olmaz, Malatya’ya dönüş için yola koyulurlar. Ken-dilerini sabırsızlık ve merakla beklemekte olanlara, her iki yer hakkında kap-samlı bilgi verirler. Sorulan sorulara cevap vermeye çalışırlar. Sonuçta oy birli-ğiyle Viranşehirde karar kılınır. Bu kararın alınmasında şunlar etken olmuştur:

1)Viranşehir; içerisinde sadece bir ailenin yaşamakta olduğu (Kuso ailesi), ıssız bir alan olması ve bir sorun yaratmayacak olması,

2) Etrafının yüksek surlarla çevrili olması ve korunaklı olması,

3) Tam ortasından küçük bir derenin akıyor olması ve bazı kısımlarında içilecek kaynak suların bulunması, dolayısıyla su sıkıntısının bulunmaması.

4) En önemlisi havasının temiz ve serin olması, memlekettekiyle benzerlik gös- termesi.

Viranşehirdeki yaşama geçmeden, Malatyadaki yaşam ile ilgili ilginç birkaç olaydan bahsetmek isterim.

1.OLAY; Gelin, 93 muhacirlerinin Malatya topraklarına geliş sürecini, farklı bir açıdan ele alarak, büyük dedem’in sevda hikayesi ile süsleyelim. (Bu hikaye, da-ha geniş olarak kitap haline getirilmiştir.)

E Y Ü P Ç A V U Ş- 93 ( 1877 )

Eyüp Çavuş, Şavşat’ın Mokda köyünde, Bayraktar Hüseyin’in oğlu Murat’ ın iki oğlundan biri idi. Diğer oğul, bir sınır meselesi yüzünden karşı köyden bi-rini öldürdüğü için “ Kanlı” olarak anılan Kadir’di. Baba Murat’ın, her defa-sında oğulları Kadir ve Eyüp’e, Kadir’in karıştığı ve bu nedenle hapis yattığı olaydan ötürü çok sıkı tembihatta bulunduğu “ Sakın olaki o köyün yakınından dahi geçmeyin. Zira fırsat buldukları takdirde bunun intikamını alacaklarından kuşku yoktur. Bu olay hepimize ders olsun. Kanlıların babası olarak anılmak istemiyorum, tamam mı” diyordu.

Eyüp, henüz 14-15 yaşlarında bıyıkları yeni yeni terlemeye başlayan, deli-kanlığa adım atmaya çalışan yakışıklı bir gençti. Ağabeyi Kadir, tarla tapan işleri ile uğraşırken, kendisi de zoraki ve istemeyerek ona yardım etmeye çalışı-yordu. Onun gözü, babasının atının yeni doğurmuş olduğu tay’ındadır. Tay, o çok sevimli görüntüsü ile annesinin etrafında dolanıp durmaktadır. Eyüp, tayın o sevimli hareketlerini izlerken adeta kendinden geçmekte, sırf ona yakın olmak adına bazen atı binmek için babasından istemekte o da: “ Sakın atı fazla yorup terletme. Sonra üşütür hasta olur da ortada kalırız. Ben bu yaşta fazla yürüye-mem” diyerek de kendisini uyarıyordu. Eyüp, tay’a yakın olmak adına defa-larca babasından atını istiyor, o da onu kırmayarak atı her defasında kendisine veriyordu. Baba Murat, artık her istedikçe atı Eyüp’e vermekten çekinmemek-tedir. Zira Eyüp, tay için, atı çok sağlıklı kullanmakta, tımarını, bakımını eksik-siz yerine getirmektedir. Başka işleri yapmakta isteksiz davranan Eyüp, atın üze-rine atlayıp dört nala koşturmaktan ve tayın da onları büyük bir keyf ile takip etmesinden büyük zevk ve mutluluk duyuyordu.


Yüklə 2,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin