İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ III
ÖZET VI
ABSTRACT VII
İÇİNDEKİLER VIII
KISALTMALAR IX
GİRİŞ OSMANLI BÜROKRASİSİNİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ 1
I. BÖLÜM DİVAN-I HÜMÂYUN DEFTERLERİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE AHKÂM DEFTERLERİ 20
A. Divan-ı Hümâyun Defterlerinin Ortaya Çıkışı 20
B. Ahkâm Defterleri 22
C. Ahkâmdan Mühimmeye 30
D. Divan veya Beylikçi Kalemi 35
II. BÖLÜM DİVAN-I HÜMÂYUN TAHVİL AHKÂM DEFTERLERİ 38
A. Tahvil Kalemi 38
B. Tahvil Ahkâm Defterleri 40
C. Tahvil Ahkâm Defter Türleri 43
D. Tahvil Ahkâm Defterlerine Kaydedilen Belge Türleri 50
E. Tahvil Ahkâm Defterlerinin Diplomatik Özellikleri 58
F. Tahvil Ahkâm Defterlerinin Muhtevası 62
III. BÖLÜM DİVAN-I HÜMÂYUN RUUS DEFTERLERİ 66
A. Ruus Kalemi 66
B. Ruus Defterleri 69
C. Ruus Defter Türleri 70
D. Ruus Defterlerine Kaydedilen Belge Türleri 77
E. Ruus Defterlerinin Diplomatik Özellikleri 81
F. Ruus Defterlerinin Muhtevası 82
IV. BÖLÜM RUUS VE TAHVİL AHKÂM DEFTERLERİNİN
BİRBİRİYLE VE DİĞER DEFTER TÜRLERİYLE İLGİSİ 101
A. Ruus ve Tahvil Ahkâm Defterlerinin Birbiriyle İlgisi 101
B. Timar Ruznamçe Defterlerinin Ruus ve Tahvil Ahkâm Defterleriyle İlgisi 104
C. Sancak Tevcih Defterlerinin Ruus ve Tahvil Ahkâm Defterleriyle İlgisi 111
SONUÇ 114
BİBLİYOGRAFYA 116
ÖZGEÇMİŞ 122
EK I XVI. Yüzyıl Tahvil Ahkâm Defterleri Listesi 123
EK II XVI. Yüzyıl Ruus Defterleri Listesi 129
EK III Konularına Göre Tasnif Edilmiş Tahvil Hüküm Örnekleri 132
EK IV Konularına Göre Tasnif Edilmiş Ruus Belge Örnekleri 142
BELGELER 161
KISALTMALAR
A.DVN Bâb-ı Âsafi Divan Kalemi
A.NŞT Bâb-ı Âsafi Nişan Kalemi
A.RSK Bâb-ı Âsafi Ruus Kalemi
BA Başbakanlık Arşivi
DİA Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
EI2 The Encyclopaedia of Islam (new edition)
KK Kamil Kepeci Tasnifi
MTM Milli Tetebbular Mecmuası
OM Osmanlı Müellifleri
OTDS Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü
SO Sicill-i Osmani
TOEM Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası
TTEM Türk Tarih Encümeni Mecmuası
Arapça ayların kısaltmaları
M Muharrem
S Safer
Re Rebiulevvel
R Rebiulahir
Ca Cemâziyelevvel
C Cemâziyelâhir
B Receb
Ş Şaban
N Ramazan
L Şevval
Za Zilkade
Z Zilhicce
GİRİŞ
OSMANLI BÜROKRASİSİNİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ
XIV. yüzyılın ilk yarısında Batı Anadolu’da siyasî ve idarî bir teşekkül kurmaya muvaffak olan Osmanlılar, kendilerinden önce kurulan muhtelif medeniyetlerin mirasından faydalanarak, uzun yüzyıllar boyunca mevcudiyetini sürdürecek köklü bir yönetim geleneği oluşturdular. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundaki basit hükümet mekanizmasının, bir imparatorluğun yönetim müesseselerini ortaya çıkarmasında çevre devlet ve beyliklerin tesiri büyüktür.
Osmanlı Devleti’nin kurucuları olan gazi beyler, bir devlet teşkilatı vücuda getirebilecek unsurlara ihtiyaç duydukları zaman, bunları diğer Anadolu beyliklerinin saray ve medrese muhitlerinde toplanmış olan âlim ve şairlerden temin etmişlerdi. İlk Osmanlı bürokratları olan vezir ve nişancıların tamamı kadılık ve müderrislik görevlerinden sonra devlet hizmetine girmişlerdi.2 Medrese kökenli bürokratlar Selçuklu, İlhanlı ve beylikler geleneğinin Osmanlılara aktarılmasında da önemli roller üstlenmişlerdir.
Osmanlı idarî sistemi, devlet bürokrasisinde ihtiyaç duyduğu kadroları birbirinden bağımsız olarak faaliyet gösteren iki ayrı kaynaktan sağlamaktaydı. Bunlar, devlet bürokrasisinde yer alma bakımından farklı uzmanlık alanlarında önceliklere sahip bulunan medreseler ve saray okulları idi. Merkezi bürokrasinin üç temel unsuru olan Divan-ı Hümâyun, Bâb-ı Defteri ve Defterhane, hem saray okullarından hem de medreseden yetişmiş olan elemanlara kadrolarında yer veriyordu.
XIV. yüzyıl Osmanlı idarî teşekküllerinin ortaya çıkışında medrese sistemi geniş ölçüde etkili olmasına rağmen, Osmanlı bürokrasi tarihi çalışmalarında medresenin rolü üzerinde yeterince durulmamıştır. Osmanlı medreseleri, Osmanlı Beyliği’nin kuruluşundan itibaren Osmanlı bürokrasisinin gelişiminde çok önemli bir rol üstlenmiştir. İlk Osmanlı vezir ve nişancılarının tamamının medrese kökenli olması, bürokrasi alanındaki temel bilgilerin de medrese eğitimi ile elde edildiğini göstermektedir. İslam dünyasındaki bilgi birikimini ve bürokrasi geleneklerini Osmanlılara aktaran kurumlar medreseler olmuştur.
Osmanlı Beyliği’nin kuruluşundan itibaren timar ve vakıf tevcihleri, tayinler ve muhtelif yazışmalar için, bu işlere vâkıf bürokrat ve kâtiplere ihtiyaç duyuldu. Türkçenin yanısıra Arapça ve Farsçayı da öğrenmesi gereken ve bu bilgilerini belge tanzim etmek ve yazışma yapmak için kullanacak olan kimselerin, belli bir eğitime ve kitabet usullerini bilmeye ihtiyacı vardı. Kuruluş dönemi Osmanlı bürokrat ve kâtipleri de mesleklerine ait gerekli bilgileri medrese eğitimi ile elde ediyorlardı. XIII ve XIV. yüzyılda din bilimlerinin yanısıra, devlet ve toplumun ihtiyaç duyduğu bütün alanlarda (tıp, astronomi, fen bilimleri vs.) eğitim veren medreseler, eğitimli insan ihtiyacının karşılandığı yegâne müesseselerdi ve medresenin dışında halkın eğitim alabileceği ve devlet kademelerinde görev almak için gerekli bilgi birikimine ulaşabileceği ikinci bir müessese mevcut değildi.
XIII ve XIV. yüzyılda Anadolu Selçukluları ile diğer Türkmen beyliklerinde üst yönetim müesseselerine hakim olan zümrelerin neredeyse tamamı medrese menşeli idi.3 İslam şehir medeniyetinin eğitimli ve yüksek kültürlü temsilcileri olan ulemâ, XIII ve XIV. yüzyıl boyunca Anadolu’da ortaya çıkan bütün siyasî teşekküllere şekil veren başlıca güç idi. Sultan ve beylerin idarî, siyasî ve malî işlerini yürüten ve devleti yöneten bu kültürlü tabaka, sahip oldukları yönetim bilgisini ve idarî kabiliyetleri medrese sistemine borçluydu.
Medrese sisteminin halk eğitimi ve yönetici elitin yetişmesindeki yeri dolayısıyla, Anadolu’nun fethinden sonra Selçuklular ve daha sonra beylikler tarafından büyük şehir merkezlerinde pek çok medrese kurulmuştu. Bu şehirler önemli kültür merkezleri olarak gelişmiş, eğitim ve öğretim merkezleri haline gelmişti.4 Osmanlı Beyliği kurulduğu zaman eğitim işleriyle görevlendirilen ve ilk Osmanlı bürokratlarını yetiştirecek olan müderrislerin Konya, Karaman, Kayseri, Sivas gibi Selçuklu medreselerinin yoğun bulunduğu şehirlerden geldiği, müderris isimlerinin nisbet edildiği şehirlerden anlaşılmaktadır. Bu müderrislerden Davud-ı Kayseri en meşhurları olup diğerleri Konevi, Larendevi, Karamani, Sivasi, Rumi gibi nisbet isimlerine sahip bulunuyordu.5
Osmanlı Beyliği sınırlarını genişletip önemli bir siyasî merkez haline geldikten sonra İslam dünyasının XIV. yüzyıldaki meşhur âlim ve devlet adamları Osmanlı sultanlarının hizmetine girmeye başladılar.6 Bunlardan bir kısmı bazı resmi görevler de aldılar. İbn Arabşah, Ahmedî ve Cezerî gibi âlimler Osmanlı sarayında bulunmuşlar ve resmi görev almanın yanısıra hocalık da yapmışlardı.7
XIV. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı yönetimine medrese sistemi hakimken XIV. yüzyılın ikinci yarısında, devşirme sisteminin uygulanmaya başlaması ile, devlet görevlerinde istihdam edilecek kimseler saray bünyesinde eğitim almaya başladı. Daha sonraları Enderun ismi ile tanınacak olan saray okulu, devletin muhtelif alanlarda ihtiyaç duyduğu askerî ve idarî yöneticileri, köleler ve devşirmeler arasından seçerek yetiştirmeye başladı. Kölelerin hangi tarihten itibaren sarayda eğitildiği bilinmemektedir. Meşhur kıraat âlimi Cezeri’nin eserlerinde yer alan bazı kayıtlar, Yıldırım Bayezid döneminden itibaren kölelerin sarayda eğitildiğini göstermesi bakımından önemlidir. Cezeri ve oğlu Ebu Bekir Ahmed, Yıldırım Bayezid’in oğulları Mehmed, Mustafa ve Musa’nın yanısıra Niğbolu savaşında esir alınan beş çocuğa da dersler vermişti.8
Saray okullarında ise kalemiye sınıfından daha çok seyfiye ismiyle bilinen askerî sınıf mensupları eğitim alıyordu. Enderun’dan yetişen devşirmeler ya saray hizmetlerinde istihdam ediliyor ya da önce sancak beyi olarak taşra çıkıyorlar ve başarılı oldukları takdirde beylerbeyiliğe yükselerek paşa ünvanı alıyorlardı. Rumeli ve Anadolu beylerbeyi olan paşalar, Fatih döneminden itibaren vezirlik ve sadrazamlığa terfi ettirilmeye başlandı.
Osmanlı üst yönetim kademelerine köle ve devşirme asıllı bürokratların tayini beylerbeylik müessesesinin teşkili ile başlamış olmalıdır. I. Murad döneminde Rumeli beylerbeyi tayin edilen Lala Şahin Paşa’nın babasının isminin Abdülmuin olmasından hareketle, İ. H. Uzunçarşılı paşanın babasının sonradan müslüman olmuş veya esir kökenli olabileceğini ifade etmiştir.9
Fatih dönemine kadar vezirler ulemâ sınıfından seçiliyordu. Medrese mezunları müderrislik ve kadılık görevlerinden sonra kazaskerliğe ve daha sonra da vezirliğe terfi ediyorlardı. Ancak Fatih’ten sonra sadrazam ve vezirler çok az istisna ile hep devşirmelerden seçilmiştir. Devşirme kökenli olan ve saray okullarından yetişen yeniçeri ağası, kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı gibi saray görevlilerinin amiri durumunda olan yöneticiler de beylerbeyi ve vezir olabiliyorlardı.
Osmanlı sadrazam, vezir ve defterdarları da, padişahın sarayını kendilerine örnek alarak tesis ettikleri konaklarında, sahibi oldukları köleleri eğitmekteydiler. Konaklarda eğitilen kölelerden kabiliyetli olanları sahipleri tarafından sultana sunularak saraya alınıyordu. Efendilerinin ölümünden sonra ise eğitimli köleler, timarlı sipahi olarak askerî sınıfa dahil oluyor veya saray hizmetlerine alınarak sultanın kulları arasına katılıyordu.
Gerek medreselerde gerekse saray okullarında Osmanlı bürokratlarının eğitimi için muhtelif eserlerden ve ders kitaplarından da faydalanmakta ve öğrenim görmek üzere Anadolu dışına giden Osmanlı müderrisleri, İlhanlı ve Memluk bürokrasilerini tanıma fırsatı bulup gelişmiş bürokrasilere sahip olan bu devletlerde kullanılan kitapları da beraberlerinde Anadolu’ya getirmekteydiler.10 Bu eserler arasında kitabet sanatını öğreten ve Memluk münşileri tarafından yazılmış olan et-Ta’rîf bi’l-mustalahi’ş-şerîf11 ve Subhu’l-aşâ12 gibi eserler ile İlhanlı malî usullerine ait Risâle-i Felekiye, Saâdetnâme, Kânûnu’s-Saâde, Câmiu’l-Hisâb, Düstûru’l-Kâtib türü muhasebe el kitapları da bulunuyordu13.
İslam devlet bürokrasisinde müşterek bir anlayışın ve kültürün mahsulleri olarak ortaya çıkan siyasetnameler ile belge sûretlerini ihtiva eden ve erken İslam idare uygulamaları hakkında doğrudan bilgi alınabilecek eserler olan münşeat mecmuaları da bütün bir ortaçağ boyunca yönetici ve kâtiplere rehberlik etmiş ve saraylarda ve diğer eğitim müesseselerinde en çok kullanılan ve okunan kitaplar olmuşlardır. Osmanlı devlet sistemi ve bürokrasisinin dayandığı esasların ve sahip olduğu yönetim kültürünün kaynağını da geniş ölçüde bu türden eserler teşkil etmiştir.
Bürokratik usullerin bir devletten diğerine intikalinde ve bürokrasi geleneklerinin devamlılığında münşeat mecmuaları önemli bir yere sahiptir. Devlet yazışmalarını yürüten ve sonraki benzer yazışmalarda bunlardan faydalanmak üzere yazışmaların sûretlerini mecmualara kaydeden kâtipler, bu sayede elimize bazı münşeat mecmualarının ulaşmasını sağlamışlardır.14 Osmanlılarda en erken örneklerine XV. yüzyılda rastladığımız münşeat mecmuaları, kendilerinden önceki devletlere ait belge sûretlerini ihtiva etmesi bakımından da ayrıca değerli ve önemlidir. Osmanlı kalemiyesinde görevli kâtiplerin XV. yüzyılın ortalarında Osmanlı kitabet usullerini inşa etmek için Osmanlı muhitinin dışında yazılmış bazı münşeat, adab ve siyasetname türü eserlerin üzerinde çalıştıklarına dair deliller bulunmaktadır.15
Osmanlı hükümdar ve devlet adamlarının siyasetname türü eserlere ilgi gös-termesinden ve bu türe ait eserlerin tercüme yoluyla Osmanlı kültürüne kazandırılmış olmasından, Osmanlı devlet geleneğinin teşekkülünde siyasetnamelerin de rol oynamış olduğu anlaşılmaktadır.16 Muhtemelen bu sebeple II. Murat devrinde (1421-1443) Keykavus’un Farsça’dan Türkçe’ye tercüme edilen Kâbusnâme’sinin Türkçe yazmalarının sayısı Farsça orijinalinden daha fazladır.17
Osmanlı bürokrat ve kâtipleri XIV ve XV. yüzyıl boyunca tercüme faaliyetleri yoluyla çevre kültürlerin mirasını kendi kültürlerine kazandırmış, aynı zamanda miras aldıkları bürokrasi ve siyaset kültürünü, kendi dillerinde de geliştirmeye çalışmışlardır. Osmanlı bürokrasisinde Osman Gazi’den itibaren düzenlenmekte olduğunu bildiğimiz timar ve vakıf tevcih belgelerindeki üslup ve inşa tekniğindeki gelişmeler bürokrasi alanındaki gelişmeleri de yansıtmaktadır. Nitekim Osman Gazi döneminde bir bürokratik teşekkülün mevcut olduğu ve Osman Gazi adına belgeler düzenlenmiş bulunduğu Başbakanlık Osmanlı Arşivi tahrir defterlerindeki muhtelif kayıtlardan anlaşılmaktadır.18 Özellikle Osman Gazi tarafından fethedilen bölgelere ait olup XV. yüzyılın ilk yarısında hazırlanmış olan vakıf tahrir defterleri, Osman Gazi dönemine ışık tutabilecek belgeler olması dolayısıyla önem taşımaktadır. Osmanlı Arşivi’ndeki 453 numaralı tahrir defterinden öğrendiğimize göre, Osman Gazi, Şeyh Edebali ile Ermeni Pazarı’nda Zekeriya Baba’ya köyler vakfetmiş ve dolayısıyla bu vakıflara ait vakfiyeler de düzenletmiştir.19 Fakat bu döneme ait orijinal vakfiyeler ve timar tevcih beratları günümüze ulaşmamıştır.20
Günümüze ulaşan orijinal ilk Osmanlı belgeleri Orhan Gazi dönemine ait olup bu dönemde düzenlenmiş Arapça ve Farsça vakfiyeler ile Türkçe mülkname ve bazı beratlar, Orhan Gazi döneminde Osmanlı bürokrasisinin oldukça gelişmiş bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir.21 Orhan Bey’in kölesi Tavaşi Mukbil Şerefüddin’e Mekece nahiyesini vakıf olarak tahsis ettiğini gösteren Farsça vakfiye diplomatik unsurlar ve dil bakımından mükemmel bir örnektir.22 Rebiulevvel 724/Şubat 1324 tarihli vakfiye, en eski orijinal Osmanlı belgesi olması ve Osman ve Orhan Gazi’nin isminin beraber anılması bakımından büyük önem taşır. Burada Osman ve Orhan Beylerin sadece isimleri değil aynı zamanda gazi beyler olarak kendileri için kabul ettikleri ünvanlar da dikkate değerdir. Vakfiyede Arapça kaideye göre yazılmış baba oğul isimleri, “Şücaüddin Orhan bin Fahrüddin Osman” şeklinde kaydedilmiştir.23
Osmanlı bürokrasisinde defterlerin ortaya çıkışı ise daha geç dönemlerde gerçekleşmiştir. Osmanlı bürokrasisinin en erken tarihli defterleri, tahrir sistemine ait defterlerdir. Osmanlı tahrir defterlerindeki bazı kayıtlardan anlaşıldığına göre, Osmanlılarda ilk tahrirler Yıldırım Bayezid zamanında yapılmıştır. 929 Zilhicce/1523 Ekim tarihli Ankara tahrir defterindeki bir atıf, Yıldırım Bayezid döneminde Anadolu Beylerbeyliği görevinde bulunmuş olan Timurtaş Paşa’nın Ankara civarı için yaptırdığı bir tahriri haber vermektedir.24 Fakat Yıldırım Bayezid dönemine ait hiçbir defter günümüze ulaşmamıştır. İ. H. Uzunçarşılı, Başbakanlık Arşivi’nde mevcut en eski tarihli tahrir defterinin Çelebi Sultan Mehmet dönemine ait olduğunu bildirmektedir.25 Bu defter Kadıköy’den İzmit’e ve Anadolu Feneri’nden Kandıra’ya kadar olan vakıf arazilerinin tahririne aittir. Uzunçarşılı bu defterin yer ve numarasını bildirmemiş ve Belleten’de neşredileceğini duyurmuş-tur. Fakat böyle bir neşir gerçekleşmemiştir.
II. Murat döneminden (1421-1451) günümüze dokuz tahrir defteri ulaşmış olup Fatih’ten önce Osmanlı idarî düzenlemelerinin niteliğinin anlaşılması bakımından bu döneme ait tahrir defterleri son derece önemli bir yere sahiptir. Arnavutluk’un 835/1431 yılına ait tahriri, gelişmiş Osmanlı tahrir sisteminin ilk örnekleri arasında yer almakta olup Osmanlı taşra yönetiminin II. Murad dönemine ait en önemli belgelerinden biri durumundadır. II. Murat dönemine ait tahrir defterleri, bu dönemdeki timar sisteminin ve örfi vergilerin XVI. yüzyılda görülen vergiler ve sisteme esas teşkil ettiğini göstermektedir.26
Osmanlı idarî sisteminin ve buna bağlı olarak bürokrasisinin gelişmesinde İstanbul’un fethi önemli bir dönüm noktası olmuştur. İstanbul’un fethi şüphesiz Osmanlı tarihinin olduğu kadar dünya tarihinin de önemli hadiselerinden biridir ve büyük Batılı İmparatorluk sisteminin tek temsilcisi olan Bizans’ın yok olması neticesini doğurmuştur. İstanbul’un fethi Fatih’e, Batıda ve Doğuda büyük bir prestij kazandırmış ve Fatih’i İslam dünyasının en güçlü ve otoriter sultanı haline getirmiştir. Fatih’in sahip olduğu bu güç, onun kabile ve boy geleneklerine dayalı devlet anlayışını merkeziyetçi bir imparatorluğa dönüştürmesinde en önemli sâik olmuştur. Merkeziyetçi imparatorluk anlayışının en önemli belgesi ise Fatih’in tanzim ettirmiş olduğu kanunnâmedir ve27 Osmanlı bürokrasi sistemiyle ilgili ilk düzenleme Fatih Kanunnamesi ile yapılmıştır.28
Fatih’in teşkilatla ilgili Kanunname’sinde, devlete ait işlerin bir yetki devri anlayışıyla sadrazam, defterdar ve kadıaskerler arasında paylaştırıldığı ve bunların görev alanlarının tanımlandığı görülmektedir. Kanunname’nin ilgili kısmı, görev alanlarını şu şekilde tesbit etmektedir29:
“Ve tuğrâ-yı şerîfim ile ahkâm buyurulmak üç cânibe müfevvazdır. Umûr-ı âleme müte’allik ahkâm umûma vezîr-i a’zam buyuruldusu ile yazıla. Ve malıma müte’allik olan ahkâmı defterdarlarım buyuruldusu ile yazalar. Ve şer’-i şerîf üzere de’avî hükmünü kadıaskerlerim buyuruldusu ile yazalar.”
Kanunname’nin hangi tarihte derlendiği ve yürürlüğe girdiği tartışmalı olmakla beraber30, en azından Fatih dönemi için, bir devlet bürokrasisinin sahip olması gereken görev alanları tanımının yapıldığı ve bunlarla ilgili yetkililerin sadrazam, defterdar ve kadıasker olarak tesbit edildiği görülmektedir. Ayrıca padişahın kanuni otoritesinin ve yetkilerinin, kendi tuğrası ile hüküm yazma ayrıcalığı tanınarak üç devlet adamına devredildiği anlaşılmaktadır. Fakat Kanunname’de sadrazam, defterdar ve kadıaskerîn kendilerine mahsus bir teşkilattan ve buna ait kadrodan bahsedilmemiştir. Ayrıca devlet görevlileri arasında, protokol düzeni ve maaşlar dışında hiyerarşik bir irtibatlandırma da söz konusu değildir.
Osmanlı devlet teşkilatının tam anlamıyla teşekkül etmesi, bürokrasi kadrolarının sayısal büyümesi ve bürokratik terfi mekanizmasında bir birliğin oluşturulması Kanuni dönemi bürokrasisinin en önemli gelişmeleridir.31 Kanuni’nin ilk dönemlerinde önemli bürokratik faaliyetleri yürüten küçük bir kâtip zümresi hem Divan’da hem de Bâb-ı Defteri’de hizmet gören ve henüz bu hizmetlerden birisinde uzmanlaşmamış ve bütün hizmetleri ortak şekilde yürüten bir grup teşkil ediyordu. 934/1527 tarihli defterlere göre tevkiiye bağlı kâtiplerin yanısıra defterdara bağlı kâtipler de Divan kâtipleri arasında yer alıyordu. 32
XVI. yüzyılın ilk yarısında bürokratik yapı ve fonksiyonlar henüz birleşik haldeydi. Osmanlı askerî ve idarî personelinin sayısal artışına bağlı olarak Divan bürokrasisinin iş hacmi de arttı ve Osmanlı Divan ve maliye bürokrasisinde görevli bürokrat ve kâtiplerin sayısında da önemli artışlar görüldü.33 Kanuni döneminde Divan kâtiplerinin sayısı 18’den 37’ye yükselmiştir. Kalemiyenin genişlemesi üzerine seyfiye ve ilmiyeye paralel olarak, kalemiyeye de bağımsız profesyonel bir şekil verildi. Bürokratik grupların faaliyet ve görevlerine göre daha aşikar bir şekilde ortaya çıkması muhtemelen bilinçli bir politikanın sonucuydu ve gayesi, Osmanlı yönetimi için kendi kendine yeterli ve profesyonel bir bürokrasi inşa etmekti. 934-943/1528-1537 yılları arasında hazine şakirdlerinin sayısındaki büyük artış, maaşsız şakirdlerin statüsündeki düzenlemeler ve 942-943/1535-1537 yılında Divan kâtipliği şakirdliğinin defterde yer alması bu düzenlemelerin gayesini göstermek bakımından önemlidir. 34
Kanuni yönetiminin en önemli gelişmesi, bürokrasinin malî branşlarından daha çok kalemiye branşlarında yaşanmış olup maliye kadrosunda ise bir daralma görülmektedir. Maliye kâtiplerinin sayısı, Kanuni döneminin başlarında 66 iken (bu rakama defter-i vilayet kâtipleri de dahildir) sonunda bu sayı 50 idi. Maliye rakamları arasındaki bu fark Kanuni yönetiminin geç dönemlerinde eyalet defterdarlıklarının sayısındaki artışla izah edilebilir. Erken dönemde tamamen merkez maliyesinin başındaki defterdara ait olan yetki ve sorumluluklar, eyalet defterdarlıklarına devredildi.35 Kanuni döneminin sonlarında Divan’ın kadrosu oldukça genişledi ve maliye ve Divan’ın kariyer ve uzmanlık alanları birbirinden ayrılarak kalemiyenin hiyerarşik yapısı teşkil edildi. Memuriyete geçiş prosedürü, staj ve terfi sistemi düzenlendi.
Kanuni dönemi Osmanlı bürokrasisi, imparatorluğun toprak genişliğine ve yazışma yaptığı eyalet, sancak ve kazaların çokluğuna nispetle dar bir kadroya sahip bulunuyordu. Nüfusu XVI. yüzyılda 13 milyon civarında tahmin edilen imparatorluğun,36 en güçlü ve etkisinin en geniş olduğu Kanuni döneminde, bütün imparatorluk bürokrasisinin idarî ve malî bürolarının ulûfeli personel sayısı 110 kadardı.37 Bu rakam Kanuni dönemindeki mevacib defterlerindeki en üst sınırı ifade etmektedir ve 937/1531 senesine aittir. Kanuni dönemi sonlarında sayıları 37 kişiden ibaret olan ulûfeli Divan kâtipleri, nişancı ve reisülküttabın nezaretinde 34 kadar beylerbeylik ve bunlara bağlı çok sayıda sancak ve kaza merkezi ile yazışmaları yürütüyor, gelen belgelerin muamelelerini yapıyor, Divan-ı Hümâyun’dan gönderilen fermanları yazıyor ve bunların sûretlerini muhtelif Divan defterlerine kaydediyorlardı. Divan-ı Hümâyun kâtipleri ayrıca bütün timar tevcihlerine ait tahvil hükümleri ile sayıları yüz bin civarında38 olan idarî ve askerî personelin memuriyete ait muhtelif yazılarını da hazırlamakla yükümlü idiler. Bu muazzam iş yükünün 37 kişiden oluşan Divan kâtipleri tarafından üstlenilmesi, kitabet mesleğinin ne derece ağır ve profesyonellik gerektiren bir uzmanlık alanı olduğunu göstermektedir.
Osmanlı bürokrasisi saray merkezli bir çalışma düzenine sahip bulunuyordu. Topkapı sarayı, XVII. yüzyılın ortalarına kadar, padişah ve maiyetinin günlük hayatlarını sürdürdükleri bir mekan olmanın yanısıra, imparatorluğu yöneten bütün bürokratik teşekkülleri bünyesinde toplamış bir yönetim kompleksi idi. Divan-ı Hümâyun, Bâb-ı Defteri ve Defterhâne sarayın belli bölümlerinde yerleşmiş olarak, sadrazamın ve diğer Divan üyelerinin nezaretinde işbirliği içerisinde çalışırdı. Osmanlı saray okulu Enderun da, imparatorluğun müstakbel yöneticileri olacak devşirmelerin yetiştirildiği bir mekan olarak yine saray içerisinde bulunuyordu.
Osmanlı Devleti’nin idarî ve siyasî karar mercii olan Divan-ı Humayun, sadrazamın riyasetinde vezirler, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri, defterdar ve nişancıdan teşekkül etmekte olup bunların her biri farklı alanlarda yetkilere sahipti. Divan-ı Humayun, bünyesinde teşekkül etmiş olan kalemiye teşkilatı vasıtasıyla dahilî ve haricî yazışmaları yürütür, Divan’da hazırlanan belge ve defterleri muhafaza ederdi.39 Divan’da hazırlanan bütün ferman, berat, name-i Hümâyun türü belgelerin dil, üslup ve inşa hususiyetleri bakımından kontrolü, kanunlara uygunluğunun denetlenmesi ve defterlere kaydedilmesi kalemiye sınıfının görevleri arasında bulunuyordu. Divan kalemi nişancının başkanlığında reisülküttab, tercüman ve kâtiplerden oluşan bir kadroya sahipti.
Divan-ı Hümâyun’da kazaskerlik ve defterdarlıktan sonra en önemli görev nişancılıktı. Devletlerarası yazışmaları yürüten ve padişah fermanlarına tuğra çeken nişancı, münşiler ve âlimler arasından seçilirdi.40 Fatih Kanunnamesine göre dahil ve sahn müderrislerine nişancı olma hakkı tanınmıştı. Mal defterdarı terfi ederek nişancı olursa beylerbeylik ile, reisülküttab nişancı olursa sancakbeyliği ile nişancı olurdu. Nişancılar göreve tayinlerinde beylerbeyi payesini alır eğer beylerbeyi payesine sahiplerse nişancı olduklarında kendilerine vezirlik verilirdi.41 Nişancı eğer vezaret veya beylerbeyilik payesini almışsa protokolde defterdardan önce gelirdi. Nişancıların oğulları, beylerbeyi oğulları gibi kırkbeş akçe ile müteferrika olurlardı.42
Osmanlı nişancılarının bazıları, dil ve edebiyattaki üstün yetenekleri dolayısıyla resmi yazışma üslubunda yeni bir çığır açmışlar ve halefleri tarafından taklid edilmişlerdir.43 Bilim ve medrese kanalıyla Türkçe’yi etkilemiş olan Arapça’nın yanısıra edebi ve resmi dil olarak Türkçe üzerinde asırlarca nüfuz sahibi olan Farsça da, Osmanlı resmi yazışmalarının şekillenmesinde Fatih’ten itibaren giderek artan bir öneme sahip olmuştur. Taci-zade ve Celal-zade Mustafa Çelebi gibi meşhur nişancıların, üç lisanın imkanlarıyla tesis ettikleri resmi dil, zamanın anlayışına göre bir imparatorluğun yazışma dilinin sahip olması gereken ihtişamı yansıtacak şekilde sanatlı ve mutantan idi. Özellikle hükümdarlara yazılan nameler ve yeni ülkelerin fethi dolayısıyla İslam devletlerinin yöneticilerine gönderilen fetihnamelerde, imparatorluk ihtişamının vurgulanmasına daha bir özen gösterilir ve padişahın sahip olduğu iklimler tek tek sayılarak devletin kuvvet ve kudretine vurgu yapılırdı. Divandan çıkan ve birkaç cümleyle özetlenebilecek olan karar, münşilerin kitabet sanatındaki kudretlerinin yeni bir numunesini teşkil etmek üzere kaleme alınır ve muhatabının kimliğine göre değişen ölçülerde tezyin edilirdi.44
XV ve XVI. yüzyıllarda Osmanlı devlet sisteminin esasını teşkil eden timara dair kanunlar hakkındaki bilgi ve otoritesi ile temayüz eden nişancı, gerek kanunnamelerin tanziminde gerekse bu kanunların meriyetinde ortaya çıkan meselelerin çözümünde, Divan-ı Hümâyun’daki yegane merci idi.45 Fatih Kanunnamesi, nişancıların Kanunname hazırlamadaki rolünü ve sultanın teşri yetkisini nasıl kullandığını çok açık bir şekilde göstermektedir. Leys-zade, Kanunname metnine yazdığı mukaddimede Fatih döneminde “hizmet-i tuğrâ-yı garrâda istihdâm” olunduğunu söylemekte ve İstanbul’un fethi üzerine yeni kanunnamenin hazırlanışını şöyle ifade etmektedir:
“Sâbıkan ecdâd-ı izâmları zamânında olan kavânîn mazbût defter olunmayup eksik olan yerlerin dahi kendüleri re’y-i münîr-i velâyet-te’sîrleri ile tekmîl buyurup, Dîvân-ı Hümâyûn’da edebü’l-âdâb ma‘mûlün bih olmak içün bir kânunnâme tahrîr olunmak lâzım gelmeğin bu abd-i hakîr fermân-ı celîlleri üzere nazm-ı inşâ idüp, herkes müstefid olmak içün ıstılâh u ibâretten ferâğat olunup lisân-ı pâdişâh-ı gerdûn-vakârdan nakl ile yazılup ve üç bâb üzere kılındı.”46
Divandan çıkan kararların resmi dilin gerektirdiği esaslara göre düzenlenerek hükümler haline getirilmesi ve kanunlara uygunluğunun kontrolü vazifesi, nişancıya büyük bir otorite bahşediyordu.
XVII. yüzyılda Divan-ı Hümâyun üyelerinin görev tanımlarının yapıldığı Tevkii Abddurrahman Paşa Kanunnamesi, Fatih Kanunnamesi’nden sonra en önemli metindir.47 Kanunname’ye göre nişancı ferman ve beratlara tuğra çekmekle görevlidir. Divandan çıkan hükümler nişancının kendi hanesinde yazılır.48 Mümeyyizi tashih ettikten sonra nişancı hükümlerin tuğralarını çeker. Divan-ı Hümâyun’dan verilen şikâyet hükümlerini ise reisü’l-küttab “resid” ettikten sonra reis kisedarı nişancıya götürür ve orada tuğraları çekilir. Nişancı, tahrir defterlerinde yapılacak tashihleri kendine hitaben yazılan tashih fermanı üzerine “defteri gele” diye yazıp defterhaneye gönderir ve gelen defteri kendi kalemiyle tashih eder. İşi biten tashih fermanlarını kendi hanesinde muhafaza eder.
Kadıaskerlerden mühürlü kese içerisinde gelen cihet sahiplerine ait beratların tuğralarını da nişancı çeker sonra defterlerdeki kayıtlarına sah çekip ve tekrar kesesine koyup mühürleyip kendi kisedarı ile kağıt eminine gönderir.
Osmanlı kanunnamelerinin hazırlanmasından ve teşrifat işlerinden sorumlu olan nişancıların bu görevleri kanunnâmede şu şekilde açıklanmıştır: “Ve kavânîn-i Osmâniye ve merâsîm-i sultâniye nişancılardan suâl olunagelmişdir. Sâbıkda bunlara müfti-i kânun itlâk olunmuştur”.
Divan-ı Hümâyun’daki bürokratik faaliyetler, XV. yüzyılın ikinci yarısında ve XVI. yüzyılda öncellikle nişancı ve reisülküttabın ortak sorumluluğu altında yürütülürken XVII. yüzyıl başında timar sisteminde meydana gelen çözülme ve uzun harpler döneminde ortaya çıkan yeni siyasî meseleler, nişancı ile reisülküttabın arasındaki rol dağılımını ilkinin aleyhine ikincisinin lehine olacak şekilde değiştirdi.49 Doğu diplomasi geleneklerine vakıf olan nişancılar diplomasi alanındaki etkinliklerini XVII. yüzyıl boyunca yavaş yavaş kaybettiler. Yeni siyasî gelişmeler sonucunda, dil ve edebiyattaki yeteneklere bağlı diplomasi anlayışı yerini siyasî müzakere esasına dayalı farklı bir anlayışa bıraktı.
Osmanlı bürokrasisinde, nişancıya bağlı bir kalem amiri olarak XV. yüzyılın ortalarına doğru ismi geçmeye başlayan reisülküttab, zamanla Osmanlı kalemiyesinin en güçlü yöneticisi haline gelmiştir.50 Divan kâtiplerinin amiri olan reisülküttablar, muhtelif İslam devletlerinde farklı ünvanlar taşıyorlardı. İran Moğallarında pervane, Timurlarda Divan beyi ve İran’da münşi ismiyle tanınan kâtiplerin reisi51, Osmanlı bürokrasisinde ilk önce reîs-i küttâb, reîs-i kâtibân-ı dîvân gibi ünvanlarla anılmış52 ve daha sonra reisülküttab ünvanı yaygınlık kazanmıştır.53
J. Deny, reisülküttablık müessesesinin diğer İslam kalemiyelerinden farklı olarak Osmanlılara has yapısına işaret etmiş ve diğer İslam devlet müesseselerinin aksine reisülküttablığı bir Osmanlı kurumu olarak nitelendirmiştir.54 Osmanlı reisülküttablık müessesesi kendine has karakterini XVI. yüzyıldan sonra kazanmıştır.
Fatih Kanunnamesi’nde protokol düzenini tespit eden maddeye göre reisülküttab bütün kâtiplerin üstündedir ve nişancının maiyyetindeki katiblerin reisidir. Reisülküttab teşrifatda şehremininden sonra yeniçeri katibinden önce gelir. Elli akçe müderris, yalnız reisülküttaba değil şehreminine de tekaddüm eder. Reisülküttab terfi ederek nişancı olursa sancakbeyliği ile nişancı olur. Reisülküttablar defterdarlığa da terfi edebilirler. Eğer reisülküttab defterdarlıktan nişancılığa terfi ederse beylerbeyilik ile nişancı olur. Şehremini ile reisülküttabın elkabı aynıdır.55
Fatih Kanunnamesi’nde söz edildiği şekliyle reisülküttab, XVI. yüzyılın sonları ile XVII. yüzyılda kazanacağı önemden henüz çok uzakta bulunuyordu. Kanunname’de reisülküttabı henüz kâtiplere nezaret ve devlet belgelerinin tanzimi dışında bir yetki sahibi olarak göremiyoruz.
Reisülküttab ve Divan-ı Hümâyun kâtipleri faaliyetlerini Divanın ikinci ve üçüncü kubbeleri arasında sürdürürlerdi. Divan toplantılarında reisülküttab, veziriazamın sağ tarafına telhis kesesini koyar, sadrazamın eteğini öper ve söyleyeceği şeyleri kulağına yavaş bir sesle söyleyerek yerine geçerdi. XVI. asrın sonlarına kadar Divana verilen arzuhalleri reisülküttab okurken sonra bu işi tezkireciler görmeye başlamıştır. En gizli yazılar reisülküttab tarafından kaleme alınır ve onun tarafından muhafaza olunurdu. Muâhedeler, fermanlar ve nameler reis tarafından hususi torba ve sandıklarda saklanırdı.56
Reisülküttabın başkanlığındaki bürokrasinin mesleki bir bilince ulaşması ve devlet içerisinde yeni bir bürokratik güç odağı olarak ortaya çıkması, reisülküttabın XVII. yüzyıl boyunca artan öneminin en önemli sonuçlarından biri olmuştur. XVI. yüzyılda Divan-ı Hümâyun üyelerinden biri olan ve gücünü Osmanlı kanunlaştırma faaliyetlerindeki rolünden ve bu rol sonucu teessüs eden sistemden alan nişancı, sistemin çözüldüğü XVI. yüzyılın sonunda önemini yitirmeye başladı. Nişancının sistem üzerinde kaybettiği rolü ve boşluğu kendisinin maiyetindeki reisülküttab doldurdu ve XVI. yüzyılda kâtiplerin reisi olmaktan öte bir sıfatı olmayan reisülküttab, XVII. yüzyılda hem Divan-ı Hümâyun bürokrasisinde hem de Osmanlı diplomasisinde mühim bir mevki kazandı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda reisülküttabın XVII. yüzyılın başlarından itibaren önem kazanması, imparatorluğun yenilgiyle sonuçlanan savaşlar sonunda Batılı devletlerle diplomatik ilişkiler kurma mecburiyetinin ortaya çıkması ile ilişkilidir. Osmanlı diplomasisinin Batı’da takip edeceği yeni siyaset, bu siyasetin ilkelerine vakıf kâtip zümresinin reisine yeni bir rol yüklemiştir. İleride reisülküttabın hariciye nazırı olmasıyla sonuçlanacak bu yeni rolün ilk işaretlerine XVII. yüzyılın başındaki reisülküttabların faaliyetlerine dair kayıtlarda rastlamak mümkündür. XVII. yüzyılın sonuna doğru Osmanlı dışişlerindeki uzmanlığı dolayısıyla reisülküttablar devletin sadrazamdan sonraki en önemli siyasî görevlilerinden biri haline geldiler. Veziriazam Amcazade Hüseyin Paşa dışişlerindeki yetkilerini Reisülküttab Rami Mehmed Efendi’ye bırakarak reisülküttabı hariciye işlerinin en yetkili ismi kıldı.57
XVII. yüzyılda reisülküttabın diplomasi alanında artan faaliyetleri, reisülküttablık müessesesinin XIX. yüzyılda Hariciye Nezareti’ne dönüşmesine sebep olacak kadar yoğunlaşmış ve klasik dönem imparatorluk müesseselerinin en ilginç değişim olaylarından birini teşkil etmiştir.
Nişancı ve reisülküttabdan sonra Osmanlı bürokrasisinin en önemli unsurları kâtiplerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nda Divan-ı Hümâyun’un aldığı kararların emir ve hükümler olarak ilgili mercilere hitaben kaleme alınması, İmparatorluk Divanının dil ve edebiyattaki maharet ve kabiliyetleriyle tanınmış kâtiplerine tevdi edilmiş bir görevdi. Ruus defterlerindeki tayin kayıtlarında kâtiplerin sahip oldukları bu tür kâbiliyetler özellikle vurgulanmaktadır. Kâtip Mahmud’a ait tayin kaydında, onun “ehl-i kalem ve müstakîm olup nâme-i hümâyûn ve telhîs ve mekâtib ve bilcümle esnâf-ı berevât ve ahkâmı(n) tasvîr ü tahrîrine kâdir kânûn-şinâs” olduğu ifade edilmiştir.58 Koçi Bey de yüceltmiş olduğu dönemlerin kâtip potresini ideal bir kâtip olarak karekterize etmiştir. Koçi Bey’e göre geçmiş dönemde Divan kâtipleri; yazı erbabı, kanun bilir, mahâretli ve etraftaki hükümdarlara mektup yazmaya muktedir, defter-i hakani ve maliye kâtipleri ise bilgili ve güvenilir kimselerdir. 59
İslam dünyasında tarih ve coğrafya sahasında eser vermiş meşhur yazarların büyük bir kısmı, aynı zamanda dönemin en tanınmış kâtipleri arasında yer alıyordu. İşlerinin gerektirdiği yüksek kültür düzeyi, İslam dünyasında kitabet dairelerinde görevli kâtiplerin seçkin bir sınıf olarak ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Kitabet daireleri bürokrat elitin yetiştiği geleneksel bir okul vazifesi görüyordu. Bu geleneğin Osmanlılardaki temsilcileri de en az selefleri kadar iyi bir eğitim alıyor ve Osmanlı bürokrat elitinin temsil ettiği seçkin bir zümreyi oluşturuyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda sayıları diğer idarî ve askerî kadrolara nispetle çok az olmakla beraber etkinlikleri bakımından diğer hiçbir grupla kıyaslanamayacak olan kâtipler, Osmanlı idare sisteminin en temel unsurları idi.
Divan kâtipleri muhtelif yazı türlerinde ve erken dönemlerde özellikle de tevkii yazı türünde uzmanlaşmak zorunda idiler. Osmanlı bürokrasisinde resmi yazışmalarda tevkii hattı XIV. yüzyıldan itibaren yaygın olarak kullanılıyordu. İran sahasındaki devletler ise XIII. yüzyıldan sonra tevkii ve rikanın tesirinde ortaya çıkan talik hattını resmi yazışmalara tahsis etmişlerdi. Fatih, Otlukbeli savaşından sonra, Akkoyunlu devletinde çalışan Divan kâtiplerini de beraberinde getirmiş ve talik hattı da bu sûretle İstanbul’da tanınmış ve yaygınlaşmıştı.60
Osmanlı kitabet geleneğinde hat ekollerinin de önemli bir yeri bulunmaktadır. Divan katibi olarak tanınmış pek çok isim, mesleklerinin bir gereği olarak aynı zamanda hattattılar ve özellikle Doğu İslam ülkelerine gönderilen name ve mektuplar bu kâtipler tarafından yazılıyordu. Fakat bu mektupların sadece hattı bu kâtiplere aitti. Belgelerin tanzimi (inşası) ise nişancının göreviydi.
Osmanlılarda şehzadelerin idarî ve askerî tecrübe kazandıkları ve bu sebeple şehzade sancağı olarak bilinen Amasya61, aynı zamanda Osmanlı hat sanatına kazandırdığı meşhur hattatlarla da şöhretini artırmıştı. Şehzadelerin Amasya’da görevli oldukları esnada kendi divanlarında istihdam ettikleri Amasyalı hattatlar, şehzadelerin tahta geçmeleri üzerine Divan-ı Hümâyun bürokrasisinin asli unsurları arasına katılıyor ve buradan devletin en önemli mevkilerine yükselme imkanı da buluyorlardı. Amasya sancak beyi iken II. Murad’ın nişancılık görevini yürüten Bağdadizade Abdullah Çelebi, Şehzade Alaaddin’in Divan katibi Hayreddin Halil Çelebi, II. Murad döneminde Divan kâtipliği ve Fatih döneminde reisülküttablık yapan Ahmed Çelebi ve Sultan Mehmed’in Divan-ı Hümâyun hocalarından Sinaneddin Yusuf Çelebi, hat sanatının Amasya’daki önemli temsilcileri arasında bulunuyordu.62
Hattaki kabiliyet, XV. yüzyılın sonunda ve XVI. yüzyılda da Osmanlı bürokrasisinde kâtip olarak istihdam edilmenin öncelikli gereklerinden biri idi. Taci-zade Cafer Çelebi, Amasyalı Şeyh Hamdullah’la beraber ders görmüş, reisülküttab olmuş ve 903 Rebiulevvelinde (Ekim 1497) nişancılığa yükselmişti.63 Nişancı Mustafa Çelebi’nin babası Kadı Celal, Şeyh Hamdullah’tan yazı meşk ettiği gibi oğlunun da bir hattat olarak yetişmesine gayret etmiş ve Mustafa Çelebi divanî yazıdaki mahâreti dolayısıyla vezir-i azam Piri Mehmed Paşa ve Nişancı Seydi Bey’in himayesiyle 922/1516’da Divan-ı Hümâyun kâtipliğine alınmıştır.64
Kâtiplerle ilgili ilk düzenlemeler Fatih Kanunnamesiyle yapılmıştır.65 Buna göre reisülküttab bütün kâtiplerin reisi olarak protokolde en üstte yer almaktadır. Ondan sonra sıra ile yeniçeri katibi, ruznameci, sipahiler katibi, mukabeleci, mukataacı, tezkireci ve reisülküttaba bağlı kâtipler gelmektedir. Kanunnâmede zikr edilen kâtiplerin hace makamında olduğu Divana uzun yanlı üst kaftanı ile gelecekleri belirtilmiştir. Kanunname ayrıca çavuşlar ile kâtiplerin kıdem sıralamasında hizmetteki görev sürelerini dikkate almakta ve “çavuşlar ile kâtipler kangısı eski ise ana itibar olunur” demektedir.66 Kanunnâmede hazine kâtipleri mukataacılar ve muhasebecilerin reis katibi olabileceklerinin belirtilmesi, reisülküttab kâtiplerinin en kıdemli kâtipler olduğunu göstermektedir.
Divan-ı Hümâyun’da kâtiplerin dışında, sayıları ve kimlikleri hakkında çok da fazla bilgi sahibi olmadığımız bir grup tercüman da bulunuyordu. Osmanlı Devleti’nin yürütmekte olduğu diplomasi faaliyetleri ve harici yazışmalar Divan-ı Hümâyun’da tercümanların istihdamı zaruretini ortaya çıkarmış ve bu maksatla Divan’da dönemin diplomasi dillerine vâkıf muhtelif sayıda tercüman görevlendirilmişti. İslam ülkeleriyle yapılan yazışmalar bizzat nişancı ve Divan kâtipleri tarafından yürütüldüğünden Arapça ve Farsça yazışmalar için ayrı bir tercümanlık müessesesi teşkil edilmemişti. Batı devletleriyle yapılan yazışmalarda ise Rumca, Latince, Hırvatça, İtalyanca gibi Batı dilleri kullanılıyor ve bu dilleri bilen tercümanlara ihtiyaç duyuluyordu.67 Divan-ı Hümâyun’da, Dubrovnik tarafından verilen haraçların hüccetleri Türkçe ve Hırvatca, Venediklilere ve nadiren Raguzalılara verilen ahidnameler Latince ve Hırvatca yazılıyordu. 68
II. Murat döneminde Edirne’ye gelen Bertrandon de la Broquiere’nin anlattığına göre, 1423 yılında Milan dükasının özel sefaret göreviyle Osmanlı sultanına gönderdiği Sir Benedikto, Sultan Murat ile görüşmesini bir yahudi tercüman aracılığıyla yapmış ve sultanının itimadını kazanmış olan bu yahudi, tarafların konuşmalarını Türkçe ve İtalyanca olarak tercüme etmiştir.69
Bilinen ilk Osmanlı Divan tercümanı Ali Bey olup 1502 yılında Divanda tercüman olarak bulunmaktaydı.70 Yunus Bey ise 1533-1550 yılları arasında tercümanlık yapmıştı. Cemâziye’l-ahir 934 tarihli bir ruznamçe defterine göre Yunus Bey’in dışında Ali Çelebi ve Boyan? isimli iki tercüman daha Divanda görevliydi.71 Bu tercümanlar defterde “cemâat-i tercümânân” başlığı altında kaydedilmiştir. Bu tercümanlardan sonra İbrahim Bey (1551-1571), Oram (1573), Mahmud (Passanlı bir Alman mühtedisi 1573-1575), Murad Bey (Macar), Hürrem Bey (1578), Zülfikar (Macar, 17. yüzyılın ilk yarısı) tercümanlık görevinde bulunmuşlardı.72
Divan-ı Hümâyun tercümanları aynı zamanda Osmanlı Devleti tebası olan şahısların Divandaki işlerine de aracılık ediyorlardı. Divana müracaat eden yabancılardan Türkçe bilmeyenlerin ifadelerini çevirmek te tercümanların görevlerindendi. 7 Ra 984/4 Haziran 1576 tarihli bir ruus kaydından anlaşıldığına göre73 “Macar ve Latin tâifesi” tercümanlığını Mustafa isimli bir Divan tercümanı yürütüyordu. 22 R 984/19 Temmuz 1576 tarihinde Canik sancağında timar tasarruf eden Mehmed babası Ferhad gibi “Macar tâifesi”ne Divanda tercümanlık yapmak üzere tayin edilmişti.74 Divan-ı Hümâyun baş tercümanlarından Mahmud Bavyeralı bir albay iken Osmanlı Devleti hizmetine girerek müslüman olmuştur.75 Mahmud Türkçe, Latince ve Almanca bilmekteydi. Erdel’li bir hıristiyan olan Murad da müslüman olarak Divan tercümanlığı görevine getirilmiştir.76
Divan kalemi personelini oluşturan nişancı, reisülküttab, tercüman ve kâtipler, Divan-ı Hümâyun’da belgelerin tanzimi ve Divan defterlerinin hazırlanması işlemlerini bir görev dağılımı içerisinde yürütmekteydiler. Divan defterlerinde kayıtlı her bir belge, ilk müsveddenin hazırlanmasından deftere kayıt aşamasına gelinceye kadar kendi alanlarında uzmanlaşmış kalem mensupları tarafından kontrol edilir, en son aşamada da nişancı ve reisülküttabın onayı ile defterlere kaydedilirdi. Divan defterleri, Divan-ı Humayun’un siyasî ve idarî faaliyetlerini gösteren en önemli belgeler olup, defterlerin XVI. yüzyıldaki intizam ve mükemmeliyeti, kalemiye sınıfının çalışma disiplininin ve dil ve edebiyat alanındaki yeteneklerinin bir ifadesidir.
Dostları ilə paylaş: |