Birinci Bölüm Din ve Mahiyeti


IV. EVLİLİĞİN SONA ERMESİNİN SONUÇLARI



Yüklə 6,05 Mb.
səhifə77/105
tarix30.10.2017
ölçüsü6,05 Mb.
#22655
1   ...   73   74   75   76   77   78   79   80   ...   105

IV. EVLİLİĞİN SONA ERMESİNİN SONUÇLARI

Evliliğin sona ermesinin birtakım sonuçları, tıpkı evlilik gibi erkek ve kadına yüklediği birtakım hak ve borçlar vardır. Bunlardan en önemlileri iddet ile iddet nafakasıdır,



A)İddet

Boşanma, evliliğin feshi ve ölüm gibi bir sebeple evliliğin sona ermesi durumunda kadının yeni bir evlilik yapmadan önce beklemesi gereken sü­reye iddet denir. Gerçi iddeti esas itibariyle evliliği sona eren kadın bekle -mekteyse de dört karısı olup da bunlardan birisini boşayan veya boşadığı karısının (onunla tek nikâh altında birleştirilemeyecek derecede) yakın bir ak-rabasıyla evlenmek isteyen erkek de evlenmeden önce boşadığı karısının iddetinin bitmesini beklemek zorundadır.

Geçerli (sahih) evlenmeden sonra zifaf veya sahih halvet, fâsid evlen­meden sonra zifaf gerçekleşir, daha sonra eşler ayrılırlarsa kadının iddet

beklemesi gerekir. Öte yandan geçerli bir evlenmeden sonra koca ölürse zifaf veya sahih halvet şartı aramaksızın kadın ölüm iddeti beklemek zorundadır.

İddet kadının önceki kocasından hamile olup olmadığının anlaşılması, buna ilâve olarak ölüm iddetinde ölen kocasına hürmet ve ric'î talâkta ko­caya yeniden düşünme imkânı vermesi düşünceleriyle emredilmiştir. Diğer bir anlatımla iddet, esas olarak kadının hamile olup olmadığının ortaya çık­ması amacına yönelik olmakla birlikte onun sadece bu amaçla sınırlandırıl­ması doğru değildir. Ölüm iddetinde bunun yaratılış açısından erkeklere göre daha duyarlı ve yuvaya daha bağlı olan kadının ölmüş kocasının hâtırasına saygı ve yuvaya bağlılık simgesi olarak, boşanma iddetinde ise toplumun kötü zanda bulunmasını engellemeye, dolayısıyla kadının saygınlığının de­vamını sağlamaya yönelik bir önlem olarak değerlendirilmesi mümkündür. Bu itibarla, kadının hamile olup olmadığının tıbben anlaşılabildiği öne sürü­lerek, iddet beklemeye artık gerek bulunmadığı ileri sürülemez.

İddeti ona sebebiyet veren olaya göre ikiye ayırmak gerekir. Ölüm iddeti, boşanma veya fesih iddeti.



a) Ölüm İddeti. Kocası ölen kadınların bekledikleri iddettir. Bunlar eğer
hamile iseler iddetleri doğumla biter; isterse bu doğum kocanın ölümünden
çok kısa bir süre sonra gerçekleşsin. Eğer hamile değillerse bu durumdaki
kadınların beklemeleri gereken süre dört ay on gündür. Fâsid (geçersiz) bir
nikâhla evli olanlar ölüm iddeti beklemezler.

Hamile olmayan eş ric'î talâk iddeti beklerken koca ölürse boşanma iddetini terkederek ölüm iddeti beklemeye başlar. Bâin talâk iddeti bekleyen kadın ise ölüm iddeti beklemez; başlamış olduğu boşanma iddetini tamamlar.



b) Boşanma veya Fesih İddeti. Boşanmış veya bir eksiklik sebebiyle
nikâhı feshedilmiş olan kadınların beklemeleri gereken iddettir. Fâsid nikâh
sebebiyle nikâhı feshedilenlerin iddet beklemeleri ancak evliliklerinin zifafla fi­
ilen başlaması durumunda söz konusudur. Bu grupta yer alan kadınların bek­
leyecekleri iddet süresi hamile olup olmamalarına göre değişmektedir. Hamile
iseler iddetleri doğumla biter, değillerse ve normal olarak hayız görüyorlarsa
iddet süreleri üç hayız süresidir. Kadın hayızlı iken boşamrsa bu hayız hesaba
katılmaz. Bu Hanefî ve Hanbelîler'in kabul ettiği görüştür. Mâlikî ve Şâfîîler'e
göre bu durumdaki kadınlann beklemeleri gereken süre üç temizlik müddeti­
dir. Bu farklılığın sebebi "Boşanmış kadınlar kocalarıyla ilişkide bulunmaksı­
zın üç kar' süresi beklesinler" (el-Bakara 2/228) âyetindeki kar' sözcüğünün
çift anlamlı (hayız ve temizlik) olması ve Hanefî ve Hanbelîler'in bunu hayız,
Mâlikî ve Şâfîîler'in de temizlik olarak anlamaları yüzündendir.

RlieHflVflTI 241

Küçüklüğünden veya yaşlılığından dolayı hayız görmeyen kadınların iddeti ise üç aydır. Bu iki dönem (15-55 yaş) arasında olup da herhangi bir sebepten dolayı hiç hayız görmeyen veya bir ya da iki defa görüp de bilâ­hare görmeyen kadınların (mümteddü't-tuhr) bekleyecekleri iddet süresi ko­nusunda mezhepler arasında büyük görüş ayrılıkları vardır, Ebû Hanîfe'ye göre bu kadın hayızdan kesilme yaşı olan elli beş yaşma kadar bekler, daha sonra da tekrar üç ay beklemek zorundadır, Ebû Hanîfe'nin bu ihtiyatkârlığı bu durumdaki kadının hamile olmadığının kesin olarak tesbit arzusuna da­yanmakta ise de bugünkü tıbbî bilgiler ışığında bu ölçüde bir ihtiyata artık gerek yoktur. Kaldı İd bu ölçüde bir ihtiyat hem boşandıkları halde karısına iddet nafakası ödemeye devam eden koca, hem de ne evli ne de bekâr sayı­lan kadın için son derece mahzurlu ve meşakkatlidir. Üstelik kötü niyetli kadınlar için suistimal edilmeye açık bir yoldur. Böyle durumlarda Mâlikî-ler'in görüşü daha uygun görünmektedir, Mâlikîler'e göre bu durumdaki ka­dınların iddeti sadece on iki aydır, İddet esas itibariyle önceki evlilikte oluşan çocuğun nesebini korumaya yönelik olduğuna göre on iki aylık bir süre bu gayeye fazlasıyla hizmet etmektedir,

B) İddet Nafakası

İddet beklerken kadınların nafakaları belirli şartlarla kocaları üzerinedir, Hanefîler'e göre ric'î ve bâin talâk ve istisnaları olmakla birlikte fesih iddeti bekleyen kadınların yiyecek, giyecek, mesken vb, ihtiyaçlarının giderilmesi boşayan kocasına aittir, Mâlikî ve Şâfiîler ric'î talâk ve kadının hamile ol­ması halinde bâin talâk iddetinde kadının nafakasının kocaya ait olduğunu söylemekte iseler de kadının hamile olmadığı bâin talâk hallerinde böyle bir nafaka gerekliliğini kabul etmezler. Onlara göre bu durumda kadın için sa­dece mesken hakkı bulunmaktadır.

Ölüm iddeti bekleyen kadın için ise hukukçular hiçbir nevi nafakanın gerekmediğini söylemektedirler. Çünkü koca öldüğünde kişiliği ve böyle bir yükümlülük için gerekli olan vücûb ehliyeti sona ermektedir. Dolayısıyla ölen kocanın herhangi bir borca muhatap olması söz konusu değildir.

V. DOĞUM ve SONUÇLARI

İslâm hukukunda doğuma birtakım sonuçlar bağlanmış olup doğum sonrasında doğan çocuğun nesebinin sabit olması gibi bazı haklar veya o-nun beslenip büyütülmesi, akrabalar arası bakım mükellefiyeti gibi birtakım sorumluluklar söz konusu olabilmektedir.



&4& IIJVlIHfll

A) Nesep

Geniş anlamda nesep bir kimsenin geldiği soy ile ilişkisini, kan ve hı­sımlık bağını ifade eder. Dar anlamda nesep ise çocuğun ana babasıyla hı­sımlık ilişkisidir,



a) Nesebin Sübûtu

Çocuğun kendisini doğuran kadınla nesep ilişkisi kendiliğinden sabittir. Buna karşılık babasıyla olan nesep bağının kurulması şu üç yoldan birisiyle mümkündür, 1, Geçerli (sahih) bir evlilik, 2, Fâsid bir evlilik veya evlilik şüphesiyle birleşme, 3, İkrar, Bu üç yolu incelemeden önce nesebin tesbitin-de önemli bir yeri olan hamileliğin süresi üzerinde bir nebzecik durmak ge­re kir.

Hamileliğin en az süresi hukukçuların ittifakıyla altı aydır. Âzami süre ise ihtilaflıdır. Bazı hukukçular dokuz ay, bir sene, bazıları iki sene olarak kabul eder. Hatta bunu dört seneye çıkaran hukukçular bile vardır. Hamile­liğin âzami süresi ile ilgili olarak bu kadar farklı sürelerin öne sürülmesi bu ictihadların yapıldığı dönemdeki tıbbî bilgilerle yakından ilgilidir. Çünkü âzami süre konusunda ne âyette ve ne de hadiste herhangi bir rakam veril­miştir. Hukukçular, dönemlerinin bilgileri ve biraz da şahsî gözlemleri ışı­ğında bu kadar farklı süreler öngörmüşlerdir. Bu konuda günümüzde tıbbın belirttiği süreyi esas almak gerekmektedir,

1. Geçerli Evlilik, Sahih (geçerli) bir evlilikte doğan çocuğun nesebi ko­
caya bağlanır. Yalnız bunun için çocuğun evlilikten en az altı ay sonra doğ­
muş olması, erkeğin âdeten baba olacak yaşta bulunması ve karı kocanın
birleşmelerinin imkân dahilinde olması gerekir, Hanefîler nesebin sübûtu
için ilk iki şartı yeterli görüp sonuncu şartı aramazlar.

Kocası vefat eden veya boşanma iddeti bekleyen ve iddetinin bittiğini bildirmeyen kadın, vefat veya talâktan itibaren âzami hamilelik müddeti i-çinde doğum yaparsa çocuğun nesebi kocaya bağlanır. Hatta talâk ric'î ise çocuk âzami hamilelik müddetinden sonra da doğsa nesep yine kocaya bağ­lanır. Kadın iddetinin bittiğini bildirmiş, fakat bu bildirim tarihinden itibaren altı aydan daha kısa bir zaman içinde doğum yapmışsa her halükârda bu çocuğun nesebi kocaya bağlanır,



2. Fâsid evlilik. Böyle bir evlilikte nesebin sübûtu için akid yeterli de­
ğildir; fiilî birleşme de aranır. Çocuğun böyle bir birleşmeden en az altı ay
veya daha fazla bir zaman geçtikten sonra doğmuş olması gerekir. Öte yandan

Rlie HflVflTI 243

fâsid nikâh üzerine meydana gelen ayrılıktan itibaren âzami hamilelik müd­deti içinde doğan çocukların nesebi de kocaya bağlanır,

3. İkrar, Nesebin sabit olma yollarından birisi de ikrardır, İkrar yoluyla nesebin sabit olabilmesi için baba ile çocuk arasında bu ilişkiye uygun bir yaş farkının bulunması ve çocuk mümeyyizse onun da bu ikran kabul et­mesi gerekmektedir.

Nesep bu üç yoldan hangisiyle sabit olursa olsun sonuçları itibariyle ay­nıdır,



b) Evlât Edinme

Bu konuda son olarak evlât edinmeye temas etmek gerekir, İslâm hu­kukunda kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte hukukî birtakım sonuçlar doğuran bir evlâtlık kabul edilmiş değildir. Şu anlamda ki, evlât edinenle evlâtlık arasında bu ilişki sebebiyle bir mah­remiyet doğmaz. Aynı şekilde evlât edilenin aslî nesebinin zayi edilmesi ve evlât edinenlerin nesebine kaydedilmesi ve buna bağlı olarak evlât edinenle evlâtlık arasında tek veya çift taraflı bir mirasçılık ilişkisi de yoktur. Şu ka­dar var İd Osmanlı uygulamasında kimsesiz çocukların evlâtlık adı altında ve hiçbir hukukî sonuç doğurmaksızın hayır sever kimseler tarafından ba­kılıp büyütülmesinin örneklerine de rastlanmaktadır, Şer'iyye sicil defterle­rinde oldukça çok sayıda bu tür evlâtlık (tebennî) kaydına rastlanmaktadır, Bunların şer'iyye sicillerine geçmiş olması mahkemece nafaka takdiri sebe­biyledir. Mahkeme tarafından takdir edilmeyen nafakalar, harcayan kimse bakımından bağış sayılıp geri istenemeyeceğinden böyle kimsesiz birisini evlât edinenler gerektiğinde çocuğu geri isteyecek olanlara karşı ileri sür­mek üzere mahkemeye nafaka takdir ettirmeyi müstekar bir uygulama ha­line getirmişlerdi, Osmanlılar'da karşımıza çıkan evlâtlık uygulamasında İs­lâmiyet öncesi Türkler'deki evlâtlık uygulamalarının kalıntılarını görmek mümkündür.

Günümüzde gerek kimsesiz çocukları sırf hayır yapmak için bakıp yetiş­tirmek amacıyla, gerekse çocuğu olmayan ailelerin kendi çocukları gibi bü­yütmek üzere evlât edinmeyi arzu ettikleri görülmektedir. Öteden beri mu­hafazakâr aileler, çocuğun büyümesiyle ortaya çıkacağı düşünülen mahre­miyet sebebiyle bu uygulamaya pek sıcak bakmamaktadırlar. Bununla bir­likte toplumda kimsesiz çocukların büyütülüp iyi bir ortamda yetiştirilmesi­nin de çocuğu olmayan ailelerin evlâtlık edinmesinin de yararları açıktır. Böyle olunca, iki yaştan küçük çocukların -neseplerinin korunması, anne ve

£44 luvıiHfiı

babalarıyla irtibatlarının sağlanması kaydıyla- evlâtlık edinilip emzirilmesi ve böylece süt mahremiyeti konumuna çıkarılması, bu mümkün olmadı­ğında bile mahremiyetle ilgili dinî kayıt ve şartlara uyularak bu yolun işle­tilmesi mümkün görünmektedir,

B) Emzirme

Çocuğun bakım ve büyümesinde emzirmenin önemli bir yeri vardır. Bu bakımdan emzirme, İslâm hukukunda ana babaya terettüp eden bir vazife olarak aynca düzenlenmiştir, Hanefî hukukçular annenin çocuğunu emzir­meye dinen mecbur olduğunu, ancak hukuken olmadığını söylerler. Bu gö­rüş çocuğun nafakasının her halükârda babaya ait olması ve o dönemlerde toplumda ücretli sütannenin kolayca bulunabilmesi sebebiyledir, Hanefîler bu yükümlüğü her durumda babaya vermişlerdir. Diğer mezhep hukukçuları ise annenin dinen olduğu gibi hukuken de çocuğunu emzirmek zorunda ol­duğunu söylerler. Şu kadar var ki çocuk yalnız annenin sütünü kabul ediyor veya sütanne bulunamıyor veyahut da babanın sütanne tutacak malî gücü bulunmuyorsa bu durumda Hanefîler'e göre de anne hukuken çocuğunu emzirmeye mecburdur.

Anne emzirme için evlilik devam ederken veya boşanma iddeti bekler­ken herhangi bir ücret isteyemez. Çünkü bu dönemlerde nafakası esasen ko­caya yani çocuğun babasına aittir. Fakat boşanma iddeti biten veya ölüm îddeti bekleyen kadın emzirme için çocuğun babasından veya bizzat çocuk­tan yahut çocuğun nafakasından sorumlu olanlardan ücret talep edebilir.

Emzirme süresi iki yıldır. Bu şu anlama gelir ki anne emzirme için bir ücret alıyorsa ilk iki yıl için ücret isteyebilir; ondan sonrası için ücret isteye­mez. Süt yoluyla kurulan hısımlık da çocuğun ilk iki yaş içinde süt emmesi durumunda meydana gelir,



C) Çocuğun Bakım ve Terbiyesi

İslâm hukukunda çocukların bakım ve yetiştirilmesine hidâne adı veri­lir. Evlilik içinde çocuğun bakım ve terbiyesi genelde sorun olmaz. Anne ba­ba bunu müştereken yerine getirirler. Problem evliliğin bir sebeple sona er­mesi durumunda bu görev ve sorumluluğun kim tarafından yerine getirile­ceğidir. Çocuğun bakım ve terbiyesi belli bir yaşa kadar annenin hak ve so­rumluluğu altındadır, Hanefîler hidânenin hem çocuk hem de anne için bir hak olduğu görüşündedir. Buna göre hidâne annenin hem hakkı hem de so­rumluluğudur. Dolayısıyla anne bu görevi yerine getirmekten de kaçınamaz.

Rlie HflVflTI 245

Anne sağ değilse bu hak ve sorumluluk annenin kadın akrabalarına aittir. Yalnız çocuğun bakım ve terbiyesini üstlenen kimsenin (hâdine) tam ehli­yetli (âkil baliğ) olması, çocuğa bakmaya muktedir ve çocuğun sıhhat ve ah­lâkını korumada güvenilir bir kimse olması gerekir.

Çocuğun bakım ve gözetime muhtaç olduğu yaş kız ve erkeklerde farklı­dır. Genellikle bu yaşın nihaî sınırı kızlarda dokuz-on bir, erkeklerde yedi-dokuz olarak belirlenmiştir. Bu yaşlara kadar çocuk annesinin veya annesi yerini tutan bir akrabasının yanında, bu yaştan sonra da kural olarak baba­sının yanında kalır. Çocuğun menfaat ve emniyeti gerektirdiği takdirde hâ­kim tarafından anne veya bir başka yakının yanma verilmesi de mümkün­dür, Hâdine çocuğun annesi değilse bakım ve gözetim için ücrete hak kaza­nır. Bu ücret çocuğun bir mal varlığı varsa ondan ödenir, yoksa hukuken nafakası kime aitse onun tarafından karşılanır,

D) Nafaka

Evlilikten doğan nafaka borcuna daha önce temas edilmişti. Burada bu­nun dışındaki nafaka çeşitlerine, usul-fürû nafakasıyla, akrabalık nafakası­na kısaca temas edilecektir. Her şeyden önce şunu belirtelim ki nafaka ko­nusunda aslolan kişinin masraflarının kendi malından karşılanmasıdır. Bu­nun mümkün olmaması durumunda yakından uzağa doğru bir dizi akraba­lar belirli şartlarla birbirlerine karşı nafaka yükümlülüğü altına girerler. Bu yükümlülük aynı zamanda akrabalık bağlarının korunmasının, toplumsal dayanışmanın sağlanmasının da tabii bir yoludur,



  1. Usul Nafakası, Fakir olan usulün nafakası çocuklarına aittir. Baba
    ve anne çalışabilecek durumda olsalar dahi muhtaçsalar nafakalarının zen­
    gin veya zengin değilse bile para kazanmaya gücü yeten çocukları üzerine
    gerektiği genellikle kabul edilir,

  2. Fürû Nafakası, Fürû nafakası esas itibariyle baba, baba yoksa diğer
    usulün sorumluluğundadır. Fakat bunun için çocuk ve torunların malı ol­
    mamalı ve kazanmaya da güçleri yetmemelidir. Güç yetmeme küçüklük ve­
    ya hastalık sebebiyle olabileceği gibi, fürûun okuması veya kız çocuğu ol­
    ması sebebiyle de olabilir. Usulün nafaka yükümlülüğü altına girmesi için
    malının ve kazanma gücünün olması da ayrıca aranmaktadır. Bu şartlar
    gerçekleştiğinde erkek çocuğun emsali para kazanıncaya, kız çocuğunun ev-
    leninceye kadar nafakası usul üzerine gerekmektedir,

  3. Hısımlık Nafakası, Aralarında birbirleriyle evlenmeleri yasak olacak de­
    recede kan hısımlığı olan akrabalar birbirlerine karşı nafaka ile yükümlüdürler.

Fakat bunun için nafakaya muhtaç olanın fakir ve kazanmaktan âciz, na­faka borcu altına girenin de zengin olması gerekir. Usul ve fürû nafakasının aksine hısımlık nafakasında din birliği de aranmaktadır. Dolayısıyla farklı dinden olan akrabaların birbirlerine hısımlık nafakası yükümlülüğü yoktur. Ayrıca usul ve fürû nafakası hâkimin hükmüne gerek olmadan sabit olduğu halde, hısımlık nafakasının sabit olması için ya karşılıklı anlaşma veya hâ­kimin hükmü şarttır. Bu ikisinden biri tahakkuk etmeden böyle bir nafaka borcu doğmaz.

VI. MİRAS HUKUKU

Miras kelimesi hukukta, vefat eden kimsenin geride bıraktığı mal ve haklarda (terike) belli sıra, usul ve ölçü dahilinde belli şahıs ve grupların hak sahibi olmasını ifade eden bir terimdir. Bunu konu edinen ilim dalma da miras hukuku denilir. Miras hukukunun klasik İslâm hukuk literatürün-deki adı ferâiz ilmidir. Miras hukuku, terikede kimlerin hangi ölçü ve mik­tarda pay sahibi olduğunu belirlemeye dayanması sebebiyle ferâiz ilmi adını almıştır,

Kur'an'da ölenin hısımlarının miras hisseleriyle ilgili olarak üç âyet mev­cut olup (en-Nisâ 4/11-12, 176), bu âyetler aynı zamanda İslâm miras hu­kukunun temel ölçü ve esaslarını da belirlemektedir, Hz, Peygamber de ferâiz ilminin iyi öğrenilip öğretilmesini teşvik etmiş, âyetlerde yer alan hü­kümlerin açıklama ve uygulamasını yapmış, âyetlerin temas etmediği bazı usul ve hükümleri de ayrıca beyan etmiştir. Âyet ve hadislerde yer alan ku­ral ve hükümler İslâm hukukçularının yorum ve katkılanyla daha da zen­ginleşmiş ve İslâm hukukunun kendi içinde bütünlük ve tutarlılık gösteren bağımsız bir bölümü olarak gelişme göstermiştir,

İslâm hukukunda mirasçılığın iki temel sebebi vardır: Kan hısımlığı ve evlilik bağı. Mirasın mirasçılara intikali için miras bırakanın (muris) ölmesi veya öldüğüne mahkemece hükmedilmesinin yanı sıra, ölüm anında miras­çının hayatta bulunması ve mirasçılığa engel bir durumun da bulunmaması gerekir. Murisini öldürmesi halinde katilin mirastan mahrum olacağında İs­lâm hukukçuları ilke olarak birleşirlerse de ayrıntıda farklı yorumlara sahip­tirler. Gayri müslimin müslümana mirasçı olamayacağında görüş birliği olup, müslümanın gayri müslim yakınma mirasçı olup olamayacağı ise tartışmalı­dır.

Rlie HflVflTI 247

Ölenin geride bıraktığı mal ve haklan (terike), teçhiz ve tekfin masrafları çıktıktan, borçlan belli bir sıraya göre ödendikten ve vasiyeti de terikenin üçte birini aşmama kaydıyla yerine getirildikten sonra mirasçılarına intikal eder. Mirasçılar temelde üç gruptur: Ashâb-ı ferâiz, asabe ve zevi'l-erhâm, Ashâb-ı ferâiz, terikedeki hisseleri belirli olan on bir çeşit hısım olup bunlar paylarını aldıktan sonra, mirasın geri kalan kısmını asabeyi teşkil eden hı­sımlar aralarındaki öncelik sırasına göre alırlar. Bu iki gruptan kimse mevcut değilse o zaman zevi'l-erhâm grubunu teşkil eden hısımlar mirasçı olurlar. Bu bazı sahabe ve tabiîn bilginleri ile, Hanefî ve Hanbelî mezheplerinin gö­rüşü olup, Mâlikâ ve Şâfiîler'e göre ilk iki gruptan hısım olmadığında miras zevi'l-erhâma değil devlet hazinesine (beytülmâl) intikal eder,

Ashâb-ı ferâiz sistemiyle eş, ana, baba, dede, kız, kız kardeş gibi birinci derecede yakın hısımlara mirastan belirli paylar verilerek onların mirasçılık-ları korunmuş, geri kalan da asabeyi teşkil eden hısımlara ölene yakınlıkları ölçüsünde verilerek ölenin hısımları arasında sorumluluklarına ve ölene ya­kınlıklarına denk bir dağılım sağlanmıştır, Zevi'l-erhâm grubunun üçüncü sırada yer alması da bu sebepledir, Terikenin üçte ikisinin mirasçıların mah­fuz hissesi sayılıp, terikenin üçte birini aşan vasiyetlerin ancak mirasçıların rızasıyla veya bu üç gruptan hiçbir mirasçının bulunmaması halinde yerine getirilebilmesi, ölüm hastalığında yapılan ve mirastan mahrumiyeti amaçla­yan tasarruflann geçersiz sayılması gibi önlemler de temelde yakınların mi-rasçılık haklarını korumaya matuftur,

İslâm miras hukukunda ölenin hısımları, ölene olan yakınlıklarına ve aynı derecede başka mirasçının bulunup bulunmamasına göre terikeden pay aldıklarından, haliyle daha yakın vârisin bulunması halinde diğer hısımın hissesi eksilebilmekte veya daha uzak hısımların mirasçılığı düşebilmektedir. Öte yandan mirasçıların aralannda anlaşmaları veya bazı vârislerin uzlaşma ve razı edilme sonu terikeden çıkması usulleriyle terikenin bölüşülmesi de mümkündür, Terikenin muayyen paylar dağıtıldıktan sonra artması ve asabeden de kimsenin bulunmaması halinde artan kısım aynı mirasçılara hisseleri oranında dağıtıldığı gibi, terikenin paylara yetmemesi halinde de mirasçılardan hisseleri oranında fedakârlık yapması istenerek bütün pay sa­hibi mirasçıların haklan dengeli bir şekilde korunmuş olur,

İslâm miras hukukunda terike belli bir sınıf ve zümreye inhisar ettirilmeyip mümkün olduğu ölçüde yakın hısımların hepsine de mirastan pay verilmeye çalışılmıştır. Ölenin çocukları bulunduğunda da baba veya dedeye, anneye mi­rastan pay verilir. Öte yandan kişilerin mirasçılık payları ile aile içindeki so-

£48 luvıiHfli

rumluluklar arasındaki denge de gözetilmiştir. Ailenin geçim yükü, aile bi­reylerine, bu arada kız kardeşlere, anneye bakım sorumluluğu, ailede koca, baba, oğul, oğlun oğlu gibi erkeklerin omuzlarında olduğundan, onlara kız­lara göre daha fazla (genelde iki kat) pay ayrılmış, buna karşılık onlann aile içi ödevleri sadece dinî ve ahlâkî alanda bırakılmayıp hukukî yaptırımlarla da kontrol altına alınmıştır. Bu itibarla İslâm miras hukuku kendi sistemi içinde tutarlılığını ve bütünlüğünü korur.

Çağımızda şehirleşmenin, ağırlaşan ekonomik şartların, dinî ve ahlâkî eğitim yetersizliğinin de etkisiyle beşerî hatta aile içi ilişkilerde bencillik, fer­diyetçilik ve sorumsuzluğun egemen olmaya başladığı görülmektedir. Hı­sımlar arası ilişki ve bağların ise, anne baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile tipinin dar kalıpları içine sıkışıp kaldığı söylenebilir. Böyle olunca, kişi­lerin özellikle de erkeklerin İslâm miras hukukunun ilke ve hükümlerine gö­re terikeden pay alıp, buna karşılık o fazla payın verilmesine sebep teşkil eden sorumluluk ve yükümlülükleri yerine getirmemesi, bu konuda ihmal­kâr hatta kayıtsız kalması ise korunmaya çalışılan dengeyi altüst ettiğinden kızlann açık bir mağduriyetine yol açmakta ve onların haklı serzenişlerine sebep olmaktadır. Erkeklerin İslâm hukukuna göre hak isteyip ödevlerini ca­ri pozitif hukukun maddî yaptınmlarıyla sınırlı tutmaları, farkında olmadan İslâm hukukunun mirasla ilgili hükümlerini de töhmet ve tartışma ortamına itmektedir. Halbuki İslâm miras hukukunda yakın hısımlara terikeden veri­len pay ve hakların ancak İslâm'ın öngördüğü sorumluluk ve yü­kümlülüklerle birlikte bir anlam ve değer ifade etmektedir. Böyle olunca tek taraflı ve çıkarcı bir yaklaşımla mirastan pay almanın, fakat gereken yü­kümlülüklerden kaçınmanın bu dengeyi bozacağı, kul hakkı ihlâline yol açacağı ve uhrevî sorumluluk doğuracağı açıktır,

İslâm insan haklarının sağlanmasında kadın, çocuk, işçi gibi sesini güç­lükle duyurabilen ve hakkını elde etmede türlü engellerle karşılaşan grupla­rın hukukunun korunmasında âzami titizliği gösterdiği, kul hakkı ihlâlini en ağır günahlardan biri saydığı halde günümüz İslâm dünyasının çeşitli ke­simlerinde erkeklerin çeşitli bahanelerin ve toplumsal telakkilerin arkasına sığınarak kadınların miras haklarını engellediği, vermediği veya sembolik bir miktar verdiği bilinmektedir. Buna ilâve olarak, erkek çocuklann eğitim ve çalışma gibi sebeplerle ebeveynini terk ve ihmal ettiği, onların çoğu defa kız çocukları tarafından bakılıp gözetildiği, üstelik erkeklerin bu duruma rağmen mirastan fazla pay almakta ısrarlı olduğu da zaman zaman gözlemlenmek­tedir. Böyle olunca denge kız çocukları aleyhine bir hayli bozulmuş olmakta, hatta İslâm miras hukukunun kurmak ve korumak istediği denge âdeta

Rlie HflVflTI 249

tersyüz olmaktadır. Halbuki hak ve adaleti esas alan ve bütün hükümlerinde bu ilkeyi gözeten bir dinin böyle bir uygulamayı öngörmediği açıktır. Bu se­beple de dinin mirasla ilgili hükümlerinin ve fıkıhta yer alan ölçü ve payla­şımların iyi anlaşılmasına günümüzde daha çok ihtiyaç bulunduğu burada bir defa daha hatırlanmalıdır.

Onaltıncı Bölüm

Siyasal Hayat

Mahiyetleri icabı birey ve toplumu yönlendiren ve yöneten en eski ku­rumlardan olan din ve siyaset arasındaki ilişki, tarihin çeşitli dönemlerinde çeşitli toplumlarda değişik biçimlerde kendini göstermiştir. Burada, din ve siyaset konusu ya da din-devlet ilişkisi konusu bütün ayrıntılarıyla değil, klasik İslâm siyaset anlayışının mahiyetini kavramaya ve günümüzde aktüel olandan hareketle bir bakış oluşturmaya imkân verecek şekilde genel hatla­rıyla ele alınacaktır, Hıristiyan Batı'nın din-siyaset ilişkisi alanındaki tecrü­besine de bir mukayese yapabilecek ölçüde yer verilecektir. Önce hıristiyan Batı'da din ve siyaset ilişkileri, ardından müslüman Doğu'da din ve siyaset ilişkilerinin tarihsel süreçteki macerası ana hatlanyla ortaya konulacak ve son olarak her iki dünyada din ve siyaset ilişkilerinin geldiği noktaya işaret edilecektir.

Din ve siyaset konusunda önce tarihsel tecrübelere yer verilmesi, klasik siyaset teorilerinin pratikle ve sosyopolitik şartlarla sıkı bir ilişki içinde ol­ması, hatta çoğu kere ona göre şekillenmesi gerçeğiyle alâkalı bir durumdur.

Son bir-iki yüzyıldır ülkemizde Batı'nın din-devlet ilişkisi tecrübesi ör­nek alınmaya çalışıldığı için o tecrübenin bilinmesinde yarar vardır, Din-devlet ilişkileri konusunda Batı-hıristiyan tecrübesinin ve bu tecrübe etra­fında şekillenen siyaset teorilerinin bilinmesi Doğu-müslüman siyaset teori­lerinin benzer ve farklı yönlerin, daha iyi kavranabilmesi için de gereklidir. Günümüzde Batı siyaset geleneğinin demokrasi, insan hakları, laiklik gibi temel kavram ve teorilerini konu alan zengin bir literatür oluştuğu gibi,

S521 llMIHfll

Batılılaşma sürecini yaşayan ülkelerde de bu yönde farklı temayüller ve fikrî oluşumlar gözlenmektedir. Ancak burada, ayrıntıya girilmeksizin Batı siya­set geleneğinin tarihî süreci ve temel kavramları, ileride yapılacak atıf ve mukayeselere zemin teşkil edecek ölçüde ana hatlarıyla ele alınacaktır,



Yüklə 6,05 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   73   74   75   76   77   78   79   80   ...   105




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin