Birinci Bölüm Din ve Mahiyeti



Yüklə 6,05 Mb.
səhifə83/105
tarix30.10.2017
ölçüsü6,05 Mb.
#22655
1   ...   79   80   81   82   83   84   85   86   ...   105

B) Kadın Haklan

Hayvan topluluklarının hepsinde fizikî güç, özellik ve farklılıklar büyük önem taşır, İnsan toplumlarında dikkati çeken ilk önem sırasının cinsel ol­duğu, sonra fizikî ve iktisadî önem sıralarının söz konusu olduğu, son za­manlarda ve çağdaş telakkilerde ise önem sırasının iş bölümüne dönüşmeye başladığı öne sürülmektedir. Tarih boyunca kadına tanınan statünün, genel hatlarıyla bu iddiayı desteklediği de söylenebilir.

Yakın zamanlara kadar, bazı istisnalar dışında erkeklerle kadınlar me­denî ve siyasî haklarda eşit değildi. Son yüzyıla kadar Batı toplumu kadın hakları konusunda kötü bir sınav vermiştir. Günümüzde bu toplumdaki aykırılık ve aşırılıklar da âdeta bu kötü döneme tepkiyi içeren karşı ucu teş­kil etmektedir. Kimi bilim adamlanna göre, kadının köle seviyesinde bulu­nuşu, köklenmiş nüfus şartlarının sonucuydu. Çocuk ölüm oranı çok yük­sek olunca insanların yeryüzünden silinme tehlikesi belirmiş ve kadınlardan sadece çocuk vermeleri beklenmişti, İtalya'da Mussolini kadınlara yüksek öğrenimi yasaklarken, Hitler 1914 yıllarının II, Guillaume'unu hatırlayarak kadınların "üç k"dan başka şeylerle uğraşmamasını istemiştir (kinder=çocuk, kuche= mutfak, kirche=kilise),

SlVflSfll HflVflT 313

Tarih boyunca kadınların siyasî haklardan uzak tutulmalarının istisna­ları görülmektedir. Kimi yazarlar, kadınların saltanat sürdüğü dönemleri sağ duyunun ağır bastığı dönemler olarak adlandırır. XV. yüzyılda müslüman-ları ülkeden atan ve Kristof Kolomb'un Amerika seferini himayesine alan İspanya Kraliçesi Katolik İsabella, 1558'de İngiltere tahtına çıkan, Protes­tanlığı sağlamlaştıran Elisabeth, Büyük Katerina (1729-1796), 1740-1780 yılları arasında hüküm süren Avusturyalı Maria Teresa ve 1837-1901'de hüküm süren Victoria devlet gemisini yürütmüş kadınlardır.

Günümüzde kadınlara oy hakkı tanınmasından sonra hemen hemen bü­tün ülkelerde kadın bakan ve milletvekili sayısı düşme göstermiştir. Etraflıca incelenmeye değer bu konuya ilişkin olarak Fransız sosyolog Gaston Bouthoul, temel siyasî meselelerin savaş ve zorbalık terimleriyle sarılıp sar­malanarak sunulduğu zamanımızda, ruhsal yapıları ve özel mantık düzen-leriyle kadınların bu terimleri anlamasının ve benimsemesinin güçlüğünden bahseder ve önümüzdeki günlerde de savaşın er kişilerin en büyük meselesi olmaya devam edeceğini ileri sürer. Ona göre, siyasî davranışlar bakımın­dan kadınları erkeklerle eş tutmak yanlıştır ve meseleyi ayıklamaya yetme­mektedir. Kadınların devletin gidişine bütün kadmlıklarıyla katılması isteni­yorsa, oylarının ve düşüncelerinin erkeklerin davranışlarının yan sonuçlan, yan ürünleri olarak kabulüne son verilmelidir. Kadınlar insan nüfusunun yarısıdır ve sayılarına uygun şekilde temsil edilmeleri halinde meclislerdeki milletvekili ve hükümet üyeliklerinin yarısı kadınlardan oluşur.

İslâm dininin kadına tanıdığı hakların değer ve önemini daha iyi kavra­yabilmek için İslâm'dan önceki çeşitli toplum ve medeniyetlerde kadının durumu hakkında kısaca bilgi vermekte yarar vardır.

Eski Hint telakkisine göre kadın, yaratılış olarak zayıf karakterli, kötü ahlâklı ve murdar bir varlıktı. Budizm'in kurucusu Buda başlangıçta kadın­ları kendi dinine kabul etmemişti. Hint hukuku kadına evlenme, miras ve diğer uygulamalarda hiçbir hak tanımıyordu. İsrail hukukunda baba kızını satabilirdi; ailede erkek evlât varsa kızlar mirastan pay alamazlardı. İran'da Sâsânîler döneminde kız kardeşle evlenilebilirdi. Eski Yunan'da koca dilerse karısını başkasına devredebilir, kendisi öldükten sonra eşinin başkasına devredilmesi için anlaşma yapabilirdi. Çinliler'de kadın insan sayılmadığı için ona ad bile verilmezdi.

İnsanların çeşitli müdahaleleriyle aslî hüviyetini yitiren Yahudilik ve Hı­ristiyanlık, Hz. Havva'nın Hz. Âdem'i aldatarak yasak meyveyi yemesine

514 llMIHfll

sebep olduğunu kabul ettiğinden, kadını ilk günahın asıl suçlusu, bütün insanlığı günah kirine boğan kötü bir varlık sayar ve ona şeytan gözüyle bakar. Bu yüzden İngiltere'de kadına İncil'e el sürebilme izni ancak XVI, yüzyılda verilebilmiştir.

Eski Türkler'de kadının durumu, diğer toplumlara nisbetle iyi sayılabi­lirdi. Ancak onlarda da İslâm ahlâkı ve günümüz değer yargılarıyla bağ­daşmayan uygulamalar vardı. Meselâ maddî durumu elverişli olan erkek istediği kadar kadınla evlenebilirdi. Babası ölen evlât, annesi dışında, baba­sından kalan bütün kadınlarla evlenmek zorundaydı. Eğer baba, sağlığında malını paylaştırmamışsa kızlar mirastan mahrum bırakılırdı. Bununla bir­likte eski Türk geleneğinde siyasal haklar bakımından kadınların durumu, dönemine göre, hatta sonraki birçok döneme göre oldukça iyi ve ileri bir durumdaydı. Nitekim Nizâmülmülk'ün, Orta Asya'da âdet olduğu üzere kadınların siyaset üzerine müessir olmalarını önlemek arzusu ile, kadın hâkimiyetine eğilim göstermemesi için padişahı ikaz ettiği bildirilir,

İslâm'dan önceki Araplar'da bazı soylu aile kızları birtakım imtiyazlara sahip olsalar da genelde kadının durumu çok kötüydü. Her şeyden önce dinmek bilmeyen kabile savaşları kadınlar için büyük bir tehlike oluşturu­yordu. Çünkü Câhiliye Arabmda kadın, savaş sonunda herhangi bir mal gibi, kendisinden çeşitli yollarla yararlanılan bir ganimet kabul edilirdi. Bu durumda, kız çocuklarının ileride kendilerine utanç ve ar getirecek bir duru­ma düşmesinden kaygı duyan müşrik Araplar, yeni bir kız çocuğunun do­ğumunu utanç verici bir olay sayarlardı; hatta bunu önlemek için bazı kabi­lelerde kız çocuklarını diri diri toprağa gömme âdeti bulunmaktaydı. Bunu geçim zorluğu yüzünden yapanlar da vardı, Kur'ân-ı Kerîm'de bu uygula­malara değinilerek, onlan buna yönelten zihniyet yerilmektedir, Câhiliye döneminde zina ve fuhuş eğilimleri, son derece çirkin ve ahlâk dışı uygula-malann, sözde nikâh usullerinin ortaya çıkmasına yol açmıştı, Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyetinde de işaret edildiği üzere, Câhiliye döneminde genç kız­ları pazarlayarak bundan kazanç sağlayanlar bile vardı (en-Nûr 24/33),

İslâm dini, zina ve fuhuşu önleyici tedbirler alması yanında, bütün müs-lümanlarm kardeş olduğunu, her müslümanın malının, kanının ve namusu­nun "Mekke kadar, Kabe kadar" mukaddes ve dokunulmaz olduğunu ilân etmek suretiyle kabileler arası savaşı ortadan kaldırdı. Bu gelişme en çok kadınlara yarar sağladı. Çünkü yeni düzen, onlan esir düşüp câriye olmaktan, erkekler için gelişigüzel bir tatmin aracı ve ganimet malı haline gelmekten kurtardı. Artık kadın iffetsizliğe zorlanamayacak, hatta iffetine gölge düşürücü

SlVflSfll HflVflT 31 S

sözler söylenemeyecekti (en-Nûr 24/4-6), Kız çocukların hor görülmesi ke­sinlikle yasaklanmış (el-En'âm 6/151; el-İsrâ 17/31); kız evlât ile erkek evlât arasında hiçbir değer farkının bulunmadığı ifade edilmiştir (en-Nahl 16/56-59), Kadının fizyolojik bakımdan erkeğe göre zayıf olduğu gerçeği kabul edilmekle birlikte (en-Nisa 4/34), bu onun için horlanma sebebi sayılmayıp, aksine, bu vesileyle erkeğe, kadını himaye etme, sevgi ve şefkat gösterme, ihtiyaçlarını karşılama gibi görevler yüklenmiş (en-Nisâ 4/24-25); bütün bunların ötesinde, kadına anne olması itibariyle hiçbir medeniyette benzeri görülmeyen bir yücelik ve değer verilmiş (el-İsrâ 17/23-25); "Cennet anne­lerin ayaklan altında" gösterilmiştir (Münâvî, Feyzü'l-kadîr, III, 361),

Kur'ân-ı Kerîm'in tasvir ettiği yaratılış sahnesine göre, önce erkek yara­tılmış, daha sonra ve bizzat ondan (veya aynı asıldan) eşi (kadın) yaratılmış ve bütün insanlar bu çiftten türemişlerdir (el-Bakara 2/187), Bu tasvir, öz ve esas itibariyle, kadın erkek aynımı yapmaktan ziyade bu ayırımın olmadığını, aslolanm "insan" olduğunu anlatmaktadır. Tasvirde ikinci olarak vurgulanan husus ise, erkek ve kadının, birbirlerinin hasmı ve rakibi değil, bir bütünün parçaları oldukları ve birbirini tamamlayıp bütünledikleridir. Biri diğerine eş olmanın ve insanların türeme mekanizmasını oluşturmanın tabii gereği olan bu farklılık, kesinlikle ontolojik ve değer itibariyle bir farklılık değildir,

Kur'ân-ı Kerîm'de erkeğin kadından üstün yaratıldığı izlenimini veren âyetler, toplumsal bakış ve telakkileri yansıtmaktadır. Meselâ "Sayesinde Allah'ın bir kısmınızı diğer kısmınıza üstün tuttuğu şeye imrenmeyin, onun için iç geçirmeyin, hayıflanmayın. Erkekler kendi kazandıklarında pay sa­hibi olduğu gibi, kadınlar da kendi kazandıklarında pay sahibidir. Bu yön­de Allah'ın lütuf ue ikramından isteyin" (en-Nisâ 4/32), "Yine herkes (erkek ue kadın) ana baba ue yakınların bıraktıklarında aynı şekilde pay sahibidir­ler..." (en-Nisâ 4/33), "Erkekler, hem Allah'ın kendilerine sağladığı bu üs­tünlük (yani erkek yaratılmış olmaları) hem de bu uğurda harcamada bu­lunmaları sebebiyle, kadınların işlerini çekip çeuirirler. Salih kadınlar uyum­lu dauranırlar ue gizlilikleri Allah'ın istediği gibi korurlar. Gerginlik çıkarma­larından endişe ettiğinizde onlara nasihat edin, yataklarda sırtınızı dönün ue onları döuün. Eğer uyum sağlarlarsa, onların aleyhine dauranmak için ba­hane aramayın " (en-Nisâ 4/34),

Bu âyetlerde anlatılmak istenen husus insanlar arasında erkek olmanın avantajlı olduğuna dair yaygın telakkinin Allah nezdinde bir öneminin olmadığıdır. Evet erkeklik ve kadınlık Allah'ın takdiri gereği olan bir şeydir. Yaratılış ve türeyiş bunun üzerine kurulduğu için, bir kısım insanların er-

316 llMIHfll

kek, bir kısmının kadın olması kaçınılmazdır. Yaratılış gereği doğal farklılık­ların da etkisiyle mevcut toplumsal telakkilerin bir cinse üstünlük atfetmesi sebebiyle niye o cinsten olmadığınıza hayıflanmayın. Bu Allah'ın takdiridir. Fakat Allah karşısındaki konum, Allah ile olan ilişkiler bakımından erkek kadın farkı olmadığı gibi insanî kazanımlar açısından da aralarında bir fark yoktur, kemale yürümede fırsat eşitliği vardır ve herkesin kazandığı kendi-sinedir. Kadın erkek farklılığı ve cinsler hakkındaki toplumsal telakkiler Allah açısından bir değere sahip değildir.

Kur'an'in önerdiği hayat anlayışında temel öğe ve muhatap olarak in­san alınmıştır. Bu bakımdan Kur'an'da, kadın-erkek ayırımı yapılmadan çeşitli hak ve sorumluluklardan, insan ilişkileriyle ilgili birçok ilke ve kural­dan söz edilir. Bu yüzden İslâm'da kadın da erkek de, çocuk da yetişkin ve yaşlı kimse de hiçbir cins, renk, yaş ve statü farkı gözetilmeksizin benzer bir ilgi ve öneme sahiptir. Dinî telakkiler, hak ve ödevler kural olarak o dine inanan herkesi eşit şekilde ilgilendirir, sadece erkeklere veya kadınlara özgü sayılmaz. Bununla birlikte dinî metinlerin sosyal ve hukukî kural ve düzen­lemelerinde genelde toplumlarda egemen grup esas alınarak söz edildiği için, sonuçta bu ifadelerin diğer grupları ne ölçüde kapsadığı ve onların ne gibi haklarının bulunduğu tartışılmaya başlanır, "İslâm'da kadın haklan", "kadının bireysel ve sosyal konumu" gibi tek yanlı bir anlatımın ortaya çıkması ve bu konuda kaygı ve tartışmaların gündeme gelmesi de bu sebep­ledir. Bununla birlikte çocuk, kadın, köle, işçi, fakir ve kimsesizler gibi çeşitli grup ve cinslerin haklarının güvence altına alınması, egemen ve karşı grup­ların da sorumluluklannı belirlemek anlamına geldiği için, sonuçta, toplum­da her grubun hak ve sorumluluğu belirlenmiş, aralarında denge kurulmuş olmaktadır. Bu yüzdendir ki ilâhî dinlerin en önemli mesajlarından birisi de, toplumda çeşitli haksızlık ve mağduriyetlere mâruz kalabilecek durumdaki grup ve kimselerin haklarının korunması olmuştur.

Kadın, yaratılış itibariyle erkeğe göre ikinci derecede bir değere sahip değildir, İlke olarak insanların en değerlisi, "takvada, en üstün olanıdır" (el-Hucurât 49/13), Kur'ân-ı Kerîm'de, farklı fizyolojik ve psikolojik yapıya sahip olan kadın ve erkekten biri diğerinden daha üstün veya ikisi birbirine eşit tutulmak yerine birbirinin tamamlayıcısı kabul edilmiştir (el-Bakara 2/187), İslâm inancına göre Hz, Âdem bütün insanlığın atası olduğu gibi, Hz, Havva da annesidir (el-Hucurât 49/13), Ehl-i kitabın, Âdem'i "aslîgünah" işlemeye eşinin kışkırttığı şeklindeki inançları Kur'ân-ı Kerîm'deki bilgilerle bağdaşmaz. Nitekim Tevrat'ta "yasak meyve"yi, yılanın kadına, kadının da

SlVflSfll HflVflT 317

Âdem'e yedirdiği belirtilirken (Eski Ahid, "Tekvin", 3), Kur'an'da "Şeytan ikisini de ayartıp yanılttı" (el-Bakara 2/36) buyurularak her ikisini de şeyta­nın aldattığı belirtilmektedir. Başka bir âyette, Havva'dan hiç söz edilmeyip, şeytanın doğrudan doğruya Âdem'e seslendiği ve "Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını, eskimeyen saltanatı göstereyim mi?" (Tâhâ 20/120) dediği ifade edilir.

Hukuk, toplumda var olan sosyal ve insan ilişkilerinin açıldık, güven ve düzen içinde yürütülmesini, bireylerin hak ve sorumluluklarının belirlenip dengelenmesini hedefler. Bunu gerçekleştirirken, toplumda var olan telakki ve değerlerin hukuka yansıması kaçınılmazdır. Bu itibarla tarihî süreç içeri­sinde müslüman toplumlarda oluşan hukuk kültür ve geleneğinde, kadının hukukî konumuna, birey, anne, eş, vatandaş gibi çeşitli sıfatlarla sahip ol­duğu hak ve sorumluluklara veya tâbi olduğu kısıtlamalara ilişkin olarak yer alan yorum ve görüşlerin, âyet ve hadislerde sözü edilen ilke ve tavsi­yelerin yanı sıra o toplumlann bu konudaki gelenek, kültür ve telakki tarz­larıyla da yakın bağının bulunması tabiidir. Bu yüzden de, kadının temel hak ve özgürlükleri, ehliyeti, şahitliği, örtünmesi, sesi, yabancı (kendisi ile arasında nikâh bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan) erkeklerle bir arada bulunması, yolculuğu, sosyal hayata katılımı, kamu görevi üstlenme­si gibi çeşitli konular asırlar boyu oluşan zengin fıkıh literatüründe geniş yer işgal etmiş, hukuk ekollerine, çevre ve dönemlere göre kısmen farklılıklar arzeden birçok görüş ve yorum ortaya çıkmıştır,

İslâm'da insanlık ve Allah'a kulluk bakımından kadınla erkek arasında bir fark bulunmadığı gibi temel hak ve sorumluluklar açısından da kadının konumu erkekten farklı değildir. Kadınlar hakkında ibadet temizliği ve iba­detlere ilişkin bazı özel düzenlemelerin bulunması, bir cinsin kul olarak üs­tün tutulması veya ikinci derecede kabul edilmesi anlamında olmayıp, bun­lar cinsin biyolojik yapı ve fıtrî özelliklerine binaen konmuş hükümlerdir,

İslâm hukukunda, bir insan olarak erkeğe tanınan temel insan hakları kadına da tanınmıştır. Buna göre hayat hakkı, mülkiyet ve tasarruf hakkı, kanun önünde eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, mesken dokunul­mazlığı, şeref ve onurun korunması, inanç ve düşünce hürriyeti, evlenme ve aile kurma hakkı, özel hayatının gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim temi­natı gibi temel haklar bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur.

Kadının maddî ve manevî kişiliği, malı, canı ve ırzı erkeğinki gibi değer­lidir; her türlü hakaret, saldırı ve iftiradan korunması gereklidir. Aksine dav­rananlar hakkında İslâm hukukunda ağır cezaî hükümler konulmuştur.

318 llMIHfll

Kadın bağımsız bir hukukî şahsiyettir; hak ehliyeti ve fiil ehliyeti açısın­dan kadın olmak, ehliyeti daraltan bir sebep değildir. Haklarının kocası ya da başkası tarafından ihlâl edilmesi halinde hâkime başvurarak haksızlığın giderilmesini sağlamak hususunda erkekten farklı bir durumda değildir.

Kişinin sonradan kazandığı vasıflar sebebiyle sahip olacağı haklar ve ta­şıyacağı sorumluluklar arasında diğer hukuk düzenlerinde olduğu gibi İslâm hukukunda da kişilerin durum ve özellikleri ölçü alınarak mâkul bir denge kurulmuştur. Bu yüzden kadın, askerlik, cihad, yakınlarının geçimini sağ­lama, yakınlarının işlediği cinayetlerden doğan kan bedeli borcuna katılma gibi malî ve bedenî borçlarla yükümlü sayılmamış veya malî yükümlülükleri asgarî seviyede tutulmuş, bununla dengeli olarak kadına mirastan erkeğe göre yan pay verilmiştir. Kadının diğer malî ve ticarî alanlarda erkeklerle eşit konumda olduğu, kadın olması sebebiyle herhangi bir kısıtlamaya mâ­ruz kalmadığı dikkate alınırsa, İslâm miras hukukundaki bu özel düzenle­menin böyle bir nimet-külfet dengesine dayandığı söylenebilir.

Kadın ticaret ve borçlar hukuku alanında erkeklerin sahip olduğu bütün hak ve yetkilere sahiptir. Her ne kadar hukuk doktrininde kadının aile hu­kuku alanına ilişkin hak ve yetkilerini sınırlayan birtakım görüş ve yorum­lar mevcut ise de bunlar doğrudan âyet ve hadislerin açık ifadesinden kay­naklanan hükümler olmaktan çok toplumun ortak telakki ve hayat tarzının hukuk kültürüne yansıması olarak değerlendirilebilir. Öte yandan literatür­deki bu görüşler, ailenin kuruluş ve işleyişini belli bir otorite ve düzene bağ­lama, aile içi ihtilâfları birinci kademede çözme gibi pratik bir amaca da yö­neliktir. Bununla birlikte İslâm toplumlarında hukukun dinî ve ahlâkî bir zeminde gelişmesi sebebiyle, diğer alanlarda olduğu gibi aile hayatında da tarihî seyir içinde kadın aleyhine sayılabilecek ciddi bir sıkıntı görülmemiş, aile hayatı, kendi sosyal ve kısmen de dinî yapı ve karakteri içinde uyumlu bir şekilde sürdürülmüştür.

Kadının şahitliğiyle ilgili olarak Kur'an'da yer alan "İki erkek şahit bu­lunmadığında razı olduğunuz şahitlerden bir erkek ue -biri yanıldığında diğeri ona hatırlatsın diye- iki de kadın şahit bulunsun" (el-Bakara 2/282) mealindeki âyetten kadının değer ve insanlık yönünden erkekten aşağı ol­duğu gibi bir sonuç çıkarmak doğru değildir. Gerekçe unutma, şaşırma ve yanılmayla ilgili olup, getirilen hüküm hakkın ve adaletin yerini bulması amacına yöneliktir. Benzeri bir hüküm hadislerde bedevî erkeklerin şahitliği hakkında da söz konusu edilmiştir, (Ebû Davud, "Akdiye", 17; İbn Mâce, "Ahkâm", 30) İçinde bulunduğu şartlar ve eğitim seviyesi itibariyle gerçeğin ortaya çıkmasına, hak ve adaletin gerçekleşmesine katkıda bulunma imkânı sınırlı

SlVflSfll HflVflT 319

olan kişi ve gruplar için böyle bir düzenlemeye gidilmiş olması tabiidir. Öte yandan bu hükmün sadece malî haklar ve borçlar konusunda yapılacak şifahî şahitlikle ilgili olduğu, ihtiyaç duyulduğunda kadının da tek başına şahit olabileceği, yazılı beyan ve belge ile ispat açısından kadın-erkek ayı­rımının gözetilmeyeceği yönünde doktrinde mevcut olan görüşler de burada asıl amacın kadının şahitlik ehliyetini kısıtlamak değil, adaleti en iyi şekilde sağlamak olduğu fikrini teyit eder,

İslâm'da kadının konumuyla ilgili olarak çağımızda belki de en çok tartı­şılan konu, kadının örtünmesi meselesidir, Kur'an'da kadınların ev dışına çıkarken üzerlerine örtü (cilbâb) almaları (el-Ahzâb 33/59), erkek ve kadın­ların gözlerini haramdan sakındırmaları, iffetlerini korumaları, kadınların ziynet yerlerini göstermemeleri, başörtülerini yakalarının üzerine kavuştur-malan ve bağlamalan (en-Nûr 24/30-31) istenmiştir. Gerek bu ve benzeri âyetlerin ifade tarz ve üslûbu, gerekse Hz, Peygamber dönemindeki uygu­lamalar, kadınların örtünmesinin, tavsiye kabilinden veya örf-âdete ve sos­yokültürel şartlara bağlı ahlâkî çerçevede bir hüküm olmaktan öte dinî ve bağlayıcı bir emir olduğunu göstermektedir. Çağımıza kadar bütün İslâm bilginlerinin anlayışı ve asırlar boyu İslâm ümmetinin tatbikatı da bu yönde olmuştur, İslâm'ın örtünme, iffetini koruma, gözlerini haramdan sakındırma gibi emirleri sadece kadınlara yönelik olmayıp, hem kadınlara hem de er­keklere aynı üslûp ve kesinlikte ayrı ayrı yöneltilir, topluma da bu konuda gerekli tedbirleri alma görevi verilmiştir. Ancak örtünme konusunda kadın­lara daha ağır bir sorumluluk yüklendiği ortadadır. Fakat bunu İslâm'ın kadına daha az değer verdiği, kadını sosyal hayatta geri plana ittiği şeklinde yorumlamak doğru olmaz. Aksine bu kabil hükümleri İslâm'ın kadını ko­ruma, yüceltme ve ona toplumda saygın bir yer kazandırma çabasının bir parçası olarak değerlendirmek gerekir. Zaten utanma ve örtünme, canlılar içinde sadece insana has bir özelliktir, İslâm'ın aslî kaynaklarında erkek ve kadının örtünmesi ilke olarak konmuş, İslâm bilginlerinin de ortak görüşleri kadınların el, yüz ve ayakları hariç örtünmeleri, erkeklerin de diz kapağı ile göbekleri arasını örtmeleri gerektiği üzerinde ağırlık kazanmıştır. Ancak örtünmenin renk, üslûp ve şeklinin toplumların gelenek, zevk ve imkânla­rıyla bağlantılı olacağı, bu sebeple de bölge ve devirlere göre farklılık göste­rebileceği açıktır. Bu itibarla, asıl amacın kadın ve erkeğin iffetli ve meşru bir hayat yaşamaları, aşırılıklardan, taciz ve tahriklerden korunmalan olup, örtünme de bu amacı gerçekleştirmede önemli bir araç sayılmıştır,

İslâm, erkeğin ve kadının karşı cinse olan ihtiyaç ve temayülünü tabii bir vakıa olarak karşılamakla birlikte (Âl-i İmrân 3/14; er-Rûm 30/21), bunun

320 llMIHfll

meşru bir zeminde, düzen ve ölçü içinde gerçekleşmesini gaye edinmiş, hem bireylerin hem de toplumun ortak yararlarını koruyan bir dizi tedbir ve dü­zenleme getirmiştir. Bunun için de Kur'an ve hadislerde kadın, cinsel tatmin ve zevk aracı olarak değil anne, eş, evlât gibi belli bir insanî değer olarak takdim edilir, İslâm, kadının güzelliğinin ve vücudunun zevk ve eğlenceye, ticarete, cinsel tahrik ve pazarlamaya konu edilmesine de şiddetle karşı çık­mıştır. Kadınların örtünmesiyle ilgili dinî emirlerin yanı sıra, bir kadına ko­cası dışındaki erkeklerin şehvetle bakmasının haram kılmışı da (en-Nûr 24/ 30-31) bu anlamı taşır. Hatta kadının sesinin fitneye yol açacağı, bunun için de yabancı erkekler tarafından duyulmasının doğru olmadığı şeklinde klasik literatürde yer alan görüşler de bu amaca yöneliktir. Burada söz ko­nusu edilen kısıtlama ile, erkek ve kadınların bir arada yaşaması, birbirlerini görmeleri ve seslerini duymaları değil, kadın-erkek ilişkilerinde fitne, tahrik ve ölçüsüzlük önlenmek istenmektedir. Yoksa Hz, Peygamberin ve sahâbî-lerin genç ve yaşlı hanımlarla konuştuğuna dair pek çok örnek vardır, (Bk. Buhârî, "Nikah", 6, Müslim, "Birr", 53) Kadınların ticaret, eğitim, seyahat, sosyal ve beşerî ilişkiler gibi normal ve sıradan ihtiyaçlar için erkeklerle sesli ko­nuşmalarının veya örtünmesi gerekli yerlerini örtmeleri şartıyla birbirlerini görmelerinin caiz olduğu açıktır. Ancak kadın ve erkeğin sosyal hayattaki yakınlık ve ilişkisi gayri meşru beraberlikler, kötü arzu ve planlar için bir başlangıç teşkil edecek bir boyut kazandığı zaman bu davranış kendi özü itibariyle değil, yol açacağı kötülükler sebebiyle yasaklanmış olmaktadır. Şu var İd, "fitne" kavramının devir ve muhitlere göre farklı tanım ve kapsamı­nın olabileceği düşünülürse, kadının sesi, kadının erkeklerle konuşması ve sosyal hayata katılımı konusunda da zaman ve zemine göre farklı ölçü ve yaklaşımların benimsenebileceği söylenebilir.

Gerek hadislerde (bk, Buhârî, "Nikâh", 111; Müslim, "Hac", 413-424) ge­rekse fıkıh literatüründe yer alan, kadının ancak yanında kocası veya mah­remi olan bir erkeğin bulunması halinde yolculuk edebileceği şeklindeki ifadeler de, yine kadını korumaya yönelik bir tedbir olarak görülmelidir. Burada yolculuktan maksat, namazlan kısaltmayı veya ramazan orucunu ertelemeyi caiz kılacak ölçüdeki ve o dönemin şartlarında yaya olarak veya deve yürüyüşüyle üç gün sürecek bir yolculuktur. Kadının tek başına ya da mahremi olmayan bir erkekle yolculuk etmesinin, özellikle yolculuğun hay­van sırtında veya yaya olarak, çöl, dere-tepe aşarak yapıldığı bölge ve de­virlerde hem kadın hem de erkek açısından birtakım sakıncalar taşıdığı, en azından üçüncü şahısların kötü zan ve dedikodulanna yol açabileceği, bu­nun da kadının iffet duygusunu rencide edebilecek uygunsuz bir durum

SlVflSfll HflVflT 321

olduğu açıktır. Bu sebeple fıkıh kitaplannda kadının uzak yerlere ancak kocası ile veya kendisiyle evlenmesi caiz olmayan oğlu, kardeşi, kayınpe­deri gibi mahremi bir erkekle seyahat etmesinin gereği üzerinde durulmuş­tur, Hanefî ve Hanbelî mezheplerinde kendisine bu şekilde refakat edecek bir mahremi bulunmayan kadına haccın vacip olmadığı hükmü benimsenir­ken de bu noktadan hareket edilmiştir. Mâliki ve ŞâfİÎ mezheplerinde ise, kadının kendisi gibi birkaç kadınla birlikte bir grup oluşturarak hacca gide­bileceği görüşü ağırlık kazanmıştır. Şu halde, kadının yakını olmadan tek başına veya yabancı erkeklerle birlikte seyahat edemeyeceği şeklindeki görüşleri bu zeminde değerlendirmek, kadının kişilik, onur ve iffeti için ben­zeri tehlike veya sakıncaları bulunduğu şehir içi veya şehir dışı yolculukları aynı grupta ele alarak öncelikle mevcut ve muhtemel sakıncaları gidermek, bu mümkün olmazsa geçici ve özel bir tedbir olarak refakatçi erkek çözü­münü benimsemek gerekir. Nitekim Hz, Peygamber de bir kadının Ye-men'den Şam'a kadar tek başına güven içinde seyahat edebilmesini müslü-man toplumlar için ideal bir hedef olarak gösterir, (Buharı, "Menakıb", 25) Bu itibarla kadının yolculuğu konusunda seyahat özgürlüğünü kısıtlamak değil kadınların ve her bireyin güven ve huzur içinde yolculuk edebilmesini sağlamaktır. Bunun için de yolcuların emniyet ve güven içinde bulunduğu, açıldık ve belirli bir düzen içinde yapılan otobüs, tren, uçak yolculukları veya özel araçlarda yolculuk konusunda günümüzde daha hoşgörülü dü­şünmek mümkün görünmektedir,

İslâm'da kadının konumu ve hakları konusundaki tartışmaların önemli bir kısmı da, kadının sosyal hayata katılımı, çalışması ve kamu görevi üst­lenmesi noktalarında odaklaşır. Özetle ifade etmek gerekirse, kadının ev içinde ve dışında çalışması, ailenin ihtiyaçlarını sağlamada kocasına yar­dımcı olması kural olarak caizdir ve kadının böyle bir hakkı vardır. Bu ko­nuda bir sınırlama ve yönlendirme varsa, o da kadın ve erkeğin birbirini tamamlayan farklı özellikleri ve kabiliyetlerine bağlı önceliklerle ilgilidir. Kadının öncelikli olarak işi ve görevi, ev idaresi, çocuk bakım ve eğitimidir. Erkeğin öncelikli işi ise ailenin geçim yükünü omuzlamaktır. Şartlar değişti­ğinde, ihtiyaç bulunduğunda kadın ve erkeğin birbirine yardımcı olması hatta rollerin değişmesi mümkündür. Önemli olan hayatın huzur ve düzen içinde geçmesi, ihtiyaçların karşılanmasında bireylerin imkân ve kabiliyet­lerine uygun sorumlulukları dengeli şekilde üstlenmeleridir, Hz, Peygam-ber'in, evin iç işlerini kızı Hz, Fâtıma'ya, dış işlerini ise damadı Hz, Ali'ye yüklemiş olması, müslümanlar için bir aile modeli oluşturma amacına yöne­lik bağlayıcı bir kural değil, ihtiyaç, örf ve âdete dayalı tavsiye niteliğinde

Ş?£ ■ İLMIHRL

bir çözüm görünümündedir. Kadının çalışmasının ve kamu görevi üstlenme­sinin sınırlandırılmasına ilişkin olarak İslâmî eserlerde yer alan görüş ve hükümler, nasların açık ifadelerinden değil hukukçuların içinde bulunduğu sosyokültürel ve ekonomik şartlardan kaynaklanmaktadır, Hz, Peygamber devrinden itibaren kadınlar çeşitli özel ve kamu işlerinde çalışmışlar, önemli görevler üstlenmişlerdir. Kadının öğretmenlik, memurluk, doktorluk ve hem­şirelik gibi görevleri üstlenmesinin caiz olduğunda ciddi bir ihtilâf mevcut değilken, hâkimlik ve üst düzey yöneticilik yapmasının cevazı konusunda hayli farklı görüşlerin bulunması da bu yönde bir gelenek veya telakkinin bulunmayışıyla yakından ilgilidir, İslâm hukukçularının çoğunluğu kadın­dan hâkim olmayacağı görüşünde ise de bu görüşün açık bir naklî delili yoktur, Hanefîler ve İbn Hazm, kadınların şahitlik yapabildiği dava türle­rinde hâkimlik de yapabileceği görüşündedir, Taberî ve Hasan-ı Basrî gibi İslâm bilginleri ise kadından hâkim olmasına hiçbir dinî engelin bulunmadı­ğını ileri sürerler. Öyle anlaşılıyor İd klasik dönem İslâm hukukçuları, kendi devirlerindeki bilgi, kültür ve tecrübe birikimlerinden hareketle, kadınların adaleti gerçekleştirme, yargılama ve hükmü uygulama konusunda erkekler ölçüsünde dirayetli olamayacağı, bunun için de hâkim olmalarının doğru olmadığı görüşüne sahip olmuşlar, haliyle bu görüşler hukuk doktrininde de ağırlık kazanmıştır. Kadınların kaymakam, vali, devlet başkanı gibi üst dü­zey kamu yöneticisi olamayacağı yönünde klasik fıkıh literatüründe yer alan görüşlere de benzeri bir açıklama getirilebilir. Hâkimlik ve yöneticilik, toplumda önemli bir kamu görevi olduğundan İslâm'ın cins, yaş veya renk­lere göre bir ayınm yapmayacağı, aksine hâkimlerin ve yöneticilerin bu görevi hakkıyla yürütebilecek niteliklere sahip olması üzerinde duracağı açıktır, Hz, Peygamber devrinde kadınlar, henüz haklarındaki olumsuz yar­gılar tamamen silinmemiş olduğu halde ictihad etmiş, hüküm ve fetva ver­miş, bir nevi hâkimlik ve yöneticilik yapmış, savaşlara katılmış, yönetimin kararlarını etkileyecek ölçüde siyasî faaliyetlerde bulunmuşlardır. Ancak kadınların da sahip oldukları hak ve yetkilerin uygulamaya geçirilmesi ve kadınların sosyal hayatta aktif rol üstlenmeleri tamamen sosyoekonomik ve kültürel şart ve ihtiyaçlarla ilgilidir, İslâm bu konuda temel hak ve ilkeleri belirtmekle yetinmiş, geri kalan kısmı müslüman toplumların kendi gelişim seyrine terketmiştir. Bu itibarla kadınların kamu görevi üstlenmesi ve sosyal hayata iştirakleri konusunda daha sonraki dönemin kaynaklannda yer alan yönlendirme ve kısıtlamalar, genelde İslâm bilginlerinin kendi bilgi, tecrübe ve kültür birikimlerinden, toplumda yaygın telakkilerden, bu yönde ciddi bir ihtiyacın bulunmayışından, biraz da devrin olumsuz şartlarından kadınları uzak tutma gayretlerinden kaynaklanmaktadır.

SlVflSfll HflVflT 323

Gerek İslâm dininin aslî kaynaklannda yer alan hükümler gerekse asır­lar boyu çeşitli bölge ve toplumlarda süregelen uygulama sonucu oluşan İslâm hukuk kültürü, kadının haklan ile sorumlulukları, aile ve toplum için­deki rolü, konumu ve kendisinden beklenen ödevler arasında uyum ve den­geyi gözetmeye özel bir önem vermiştir. Öte yandan hak ve sorumlulukların dağılımı, cinslerin imkân ve kabiliyetleriyle de yakından ilgilidir. Meselâ ataerkil bir aile hayatının egemen olup kadının sosyal hayatta erkeğe ba­ğımlı olarak rol üstlendiği dönemlerde kadınların irtidad, yol kesme, anarşi ve isyan gibi suçları aslî fail olarak işlemeyeceği düşünülmüş, onlara daha hafif cezalar öngörülmüş, savaşlarda da kadın ve çocuklar ayrı bir statüde mütalaa edilmiştir. Kadının şefkati ve eğitme yeteneği sebebiyle çocuğun bakım ve yetiştirilmesinde anneye ve diğer kadın akrabaya erkeklere göre öncelik verilmiştir.

Kadının başlıcalarına yukarıda işaret edilen haklan yanında sorumlu­lukları da vardır. Kadınların hakları ile sorumlulukları birlikte ele alındı­ğında, İslâm'ın adalet, hakkaniyet ve denge ilkesinin bu alanda da geçerli olduğu görülür. Kadınların dinî öğretideki konumlan da ancak böyle bir hak-sorumluluk, yetki-görev dağılımı içinde belirginleşir. Aile yapısının korunması, ailede düzenin, huzur ve mutluluğun sağlanması gibi maksat­larla kendisine yönetim ve aile reisliği hakkı tanınmış olan kocaya saygılı olmak kadının başta gelen görevlerindendir ve bu husus âyetlerde ve ha­dislerde önemle vurgulanmıştır. Bütün toplumlarda pederşahî bir aile düze­ninin hâkim olduğu bir dönemde kadının görevlerine ağırlıkla yer vermenin gereksiz olduğu düşünülebilir. Ancak, özellikle çağdaş Batı toplumlannda ciddi bir aile problemi halini alan sözde "kadın özgürlüğü" adı altındaki ge­lişmeler dikkate alınırsa, İslâm'ın kadının görev ve sorumluluklarıyla ilgili olarak koyduğu hükümlerin ne kadar önemli olduğu daha iyi kavranır.

Çağımızda feminizm adı verilen hareket, tarihte kadının kiliseye girme­sini, İncil'e dokunmasını bile yasaklamış olan zihniyete karşı bir tepki hare­keti olması sebebiyle çıkış noktası bakımından haldi ise de, ahlâkî ve sosyal bakımdan çok olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Bu sonuçları iki noktada toplamak mümkündür.

Bir kere, feminizm hareketine kapılan kadın, genel olarak kayıtsız şartsız özgürlük düşüncesiyle aile için vazgeçilmez olan birçok kural ve değerleri hiçe saymakta; esasen sosyal hayatın hiçbir alanında hiçbir insan için ge­çerli olmayan "Kendi hayatımı canımın istediği şekilde yaşamak hakkım­dır!" şeklindeki anlayışı, bütün değerlerin üstünde bir değer ve kanun kabul

Ş£4 İLMIHRL

etmektedir. Bu telakki, bütünüyle ahlâkî değerler ve kurallar ile kutsallık kazanan aile yuvasının iğreti bir hal almasına, kadın ve erkeğin, aile so­rumluluklarını çekilmez bir yük ve bir tür esirlik gibi algılamalanna yol aç­maktadır. Bu hayat telakkisinin yaygın olduğu ülkelerde, eşine ve çocukla­rına bağlılığı, yuvanın mutluluğuna katkıda bulunmayı kendi istek ve tut­kularının üstünde tutan kadın tipi giderek özlemle aranır olmakta, nikâhsız birlikte yaşamaların yaygınlaşması gibi Batılılar'm bile korkutucu saydıkları olumsuz gelişmelerin temelinde de aynı anlayış yatmaktadır.

Sözde kadın özgürlüğünü savunan feminizmin ortaya çıkardığı diğer bir olumsuz sonuç da erkeklerle ilgilidir. Bu gelişmeler karşısında erkekler ge­nellikle üç değişik tavır sergilemektedirler: Kimileri olayı olduğu gibi kabul etmekte ve onlar da evlenip boşanmayı alışkanlık haline getirmektedir. Bazı erkekler eşlerini baskı zoruyla sadık kılmaya, yuvada tutmaya çalışmakta­dır. Bazıları ise, zaten eşlerini başlarından atmak ve yuvayı yıkmak istedik­lerinden, boşanmanın olağan bir gidiş haline gelmesi bunların işini kolay­laştırmaktadır. Çünkü toplumda herhangi bir kurum -bu arada aile yuvası-bir defa kutsallığını ve değerini yitirdi mi, artık kişisel arzu ve çıkarlarını her şeyin üstünde tutanlar bu kurumu yıkmakta bir sakınca görmemekte ve bu konuda ciddi engellemelerle de karşılaşmamaktadırlar, Batı'da ve Batılı­laşma gayreti içinde olan ülkelerde feminizm hareketinin belki de en önemli olumsuz sonucu bu olmuş, aile, eşlerin karşılıklı bağlılık ve fedakârlığıyla yürütülen kutsal bir kurum olmaktan çıkıp her iki tarafta da bencillik, tek taraflı çıkar ve yarar egemen olmaya başlamıştır. Bu gelişmelerden de yine sosyoekonomik konumu daha zayıf durumda olan kadın zarar görmektedir.

On dört yüzyılı aşkın İslâm tarihi boyunca müslüman toplumlarda, Ba­tı'da ortaya çıktığı şekliyle bir kadın sorunu, buna bağlı olarak da kadının ezilmişliği ve kurtarılması, kadın hakları gibi sosyal hareketler olmamıştır. Bu olumlu durumu, uygulanan İslâm hukukunda kadının ve erkeğin hak ve sorumluluklarının dengeli ve ayrıntılı bir biçimde belirlenmiş olmasından çok, İslâm toplumlarında hukukî kural ve yaptırımların da temelde dinî ve ahlâkî bir zemine dayanmış olmasıyla, İslâm'ın bireye kazandırdığı dünya görüşünün, hak ve sorumluluk anlayışının onun bütün insan ilişkilerini etkilemekte oluşuyla açıklamak daha isabetli olur.

Çağımızda İslâm'da kadın ve kadın haklan konusunda müslüman ve gayri müslim yazarlar tarafından bir hayli eser kaleme alınmış olup bu mev­zuda zengin bir literatür ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu gelişmelerin teme­linde günümüz müslüman toplumlarında kadın haklan ve anlayışı konusunda

SlVflSfll HflVflT 325

ciddi bir krizin yaşanmakta oluşundan çok, Batılı yazarların kendi toplumsal gerçek ve değerlerini, aile hayatıyla ve kadınla ilgili telakkilerini ölçü alarak İslâm dünyasına yönelttikleri tenkitler, Batılılaşma taraftarlarının aynı çizgi­deki önerileri, müslüman yazarların da bunlara cevap verme ve konuyla ilgili özeleştiri yapma gayretleri yatmaktadır. Bu konuda samimi olarak or­taya konacak fikrî mesailerin ve özeleştirilerin çok yararlı olacağını inkâr etmeksizin belirtmek gerekir ki, bütün grup ve kesimler gibi kadınların da sevgi, saygı ve mutluluktan daha çok pay alabilmeleri, müslüman toplum­ların, İslâm'ın getirdiği hayat anlayışını, insana verdiği değeri, yüklediği ağır sorumluluğu ve insan ilişkilerinde hâkim kılmaya çalıştığı ölçüleri daha iyi kavramalarına bağlıdır.

Oluşmasında âdet ve geleneklerin de etkisinin bulunduğu kişisel görüş­lerin din telakki edilmesi çok büyük sıkıntılar doğurmaktadır. Her konuda zayıf veya kuvvetli olsun, herhangi bir hadisin, zaman ve çevre faktörünü dikkate almadan bir hükme esas ve dayanak yapılması son derece sakınca­lıdır. Kendince İslâm'ı müdafaa etmeye çalışan veya onun adına konuşan kimselerin, eski dönemlerin kendi şartlarının iz ve etkilerini taşıyan fikhî görüşleri, tek İslâmî çözüm olarak takdim etmeleri, hem sorunların çözü­müne bir katkı sağlamamakta hem de yaşanan olumsuzlukların İslâm'a mal edilmesi gibi olumsuz bir sonuca yol açmaktadır. Genel ilkeler ve bunların belli gelenekleri ve alışkanlıklan olan toplumlarda hayata geçirilme biçimi var. Dikkat edilecek hususlardan biri bu ikisini özdeşleştirmemek, ikincisi ise, bir dönemdeki hayata geçirilme biçiminin, o dönemdeki genel şartlara göre insan hakları açısından durumunun ne olduğunu tesbit etmektir,


Yüklə 6,05 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   79   80   81   82   83   84   85   86   ...   105




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin