Çoban çiplak



Yüklə 150,32 Kb.
səhifə2/3
tarix30.07.2018
ölçüsü150,32 Kb.
#63055
1   2   3

35 yıl önce

Rıza Zelyut


zelyut@gunes.com

Dün 1 Mayıs haberlerini dinlerken kulağıma çarptı. Kutlamalarda olay çıkabileceğini söyleyen görevlilere, DİSK Genel Başkanı Erol Ekici; 'Devletin olmadığı yerde provokasyon olmaz.' karşılığı vermiş.


Son derece doğru bir tespit. Eğer insanları rahat bıraksalar; orada kavga çıksa bile katliam olmaz.
Bundan 35 yıl önce Taksim'de yaşanan katliamı da oradakiler veya karşıtları değil; devlet içindeki özel devlet yapmıştı.
1 Mayıs 1977'de Töb-Der'li Öğretmenlerle birlikte Taksim'deydim. DİSK'in önderliğinde ve büyük bir coşku içinde kutlamıştık emekçilerin bayramını.
Törenlerin sonlarına doğru Tarlabaşı tarafından gelen Halkın Kurtuluşu takımı, Taksim meydanındaki kalabalığa bir koçbaşı gibi çarptı.
O dalgalanma üzerine; yukarılardan makinelitüfek sesleri gelmeye başladı. Panzerler bu işaretle harekete geçtiler; kalabalığın arasına dalıverdiler.
Kaçışan kalabalık altında kalıp ezilmekten son anda kurtulmuştum.
O gün; bir provokasyonla karşı karşıya olduğumuzu gayet iyi biliyorduk. Bugün o saldırının 1980 darbesinin bir ön ayağı olduğu daha açık görünüyor.
Emekçileri korkutarak, birbirlerine düşürerek; yetmezse darbe yaparak onların haklarını çaldılar.
***
Emekçiler; ezildikçe; kendilerini ezenlere daha çok bağlandılar.
Oylarını da kendilerini ezen iktidarlara verdiler.
Bakın 10 yıl içinde işçilerin haline; gerçeği görün.
Bugün yüzde 90'ı ücretli köle haline getirilen emekçiler; bu zalim düzeni pekiştiren iktidarın yanında duruyor.
Ankara'daki kutlamalar; iktidarın bir gösterisine dönüştürüldü.
Ama son on yılda işçilerin elindeki son hakları da alındı. Şimdi de kıdem tazminatını gasp etmeye uğraşıyor iktidar.
Hak-İş dediğimiz örgüt de bunu kutluyor 1 Mayıs adı altında...
O zaman; ezilmeyi; sömürülmeyi; açlığı da kendisi istiyor.
35 yıl önceki işçi haklarıyla bugünküleri bir karşılaştırın; Türkiye'nin nasıl geriye götürüldüğünü daha iyi anlarsınız.
Yaşasın zenginler ve onlara hizmet eden hükümetler(!)...
ELBETTE O BİLİR
Ey, yüzde 50'ye düşen muhalefet!
Ne konuşuyorsunuz kendi kendinize?
Eğer siyaseti en iyi o biliyorsa...
Millet ona oy veriyorsa...
Sanatını da en iyi o bilir.
Bakar; hemen anlar.
O şey heykel mi ucube mi?
Ucube dediyse; yıkın bunu dediyse, doğru yapmıştır.
Millet de onaylıyor.
Veriyor oyunu ona.
***
Eğer milli irade üstün ise...
Milli iradede onu istiyorsa...
Onun istediği doğrudur...
İstemediği kötüdür, yanlıştır.
Nasıl olsa usta o.
Usta sanat derse sanattır, ucube derse ucubedir.
***
Bir de şu tiyatrocular.
Ergenekoncu mu bunlar nedir?
Arkadaşlar; siz mi bilirsiniz bu tiyatroyu milli irade mi bilir?
Siz milli iradeden üstün müsünüz ey tiyatrocular?
Milli iradeyi temsil eden makam, size; oturun derse oturacaksınız; kalkın, derse kalkacaksınız.
***
Milli irade istiyor...
Onlar da diyor: 'Tükürürüm böyle sanatın içine!'
Kime ne efendim?
Milli irade desteğiyle tükürüyor sanatın içine.
Aslında tüküren o değil...
Milli irade tükürüyor...
Heykeli yıkan da milli irade...
Tiyatroculara bağıran da milli irade...
Diğerleri başlarına kül saçsınlar...
***
Bir de şu Fazıl Say var...
İkide bir ortalığı karıştırıyor.
Piyano çalsa ne olur, çalmasa ne olur?
Milli irade piyano mu istiyor?
Yakında hepinizi bu ülkeden Japonya'ya; Avustralya'ya kovalayacağız.
Milli irade ilahi istiyor çünkü...

Hayyam’ın dönemindeki hükümdarı bilen var mı?

Mustafa Mutlu


Günlerden 1 Mayıs olacak, Taksim’de bayram yapılacak, nereden çıktığı belli olmayan iki virüs beni yatağa bağlayacak ha?

Bağlayamadı tabii…

Sabahın köründe düştüm yollara…

İlk bayram kutlamasını Kadıköy İskelesi’nde yaptık… Kadın, erkek, genç, yaşlı binlerce kalbi üst üste koyup vapura bindik; ver elini Beşiktaş!

Bir indik ki Beşiktaş gelin gibi süslenmiş… Her köşede ayrı bir topluluk, sarılanlar, öpüşenler, halaya duranlar gırla!

Benim ekip tam orta yerlerinde…

Yürüyüş ayakkabıları giyilmiş, şapkalar takılmış, şişe suları ellerde…

Beşiktaş nere, Taksim nere; yürü yürü biter mi? Hele o dik Dolmabahçe yokuşu çıkılır mı?

Canım abartma, üç adım yol” demeyin; sırtınızda 50 yılı taşıyorsanız… Tepe bile, dağ gelir size!

***


Kortejden ayrıldık; öncü güç olarak koyulduk yola… Tam Gümüşsuyu’na doğru kıvrıldık ki, solda bir pankart… İki yaşlı çınara bağlanmış:

Demokrasiniz diktatörlük, ekonominiz köleleştirmektir! HAYDUTLAR DEFOLUN!”

İmza:

Kaldıraç…



İyi de ne bu Kaldıraç?

Önemli mi?

Belli ki “düşeni kaldırmaya soyunan birileri…”

***


Taksim Meydanı’na ulaştık sonunda… Kortejler gelmemiş henüz.

Sahne bu kez otelin önüne kurulmuş. Nedense her yıl yeri değiştiriliyor. Yine gümbür gümbür marşlar çalınıyor… Bizim gibi “aceleci mitingciler”, bir yandan marşlara eşlik ediyor, bir yandan da bastırmaya başlayan sıcağa daha o anda yenik düşmüş, sığınacak gölge arıyor.

Taksim Gezisi’nde eski PTT’nin damına atıyoruz kendimizi… Dam, “jiletli tel”le çevrilmiş, kimse çıkmasın diye! Ama jilet bizi keser mi? Burası hem Şişhane’den, hem de Şişli’den gelenleri aynı anda görmek için en ideal yer. Bu yüzden müşterisi çok…

Bekle bekle sıkılıyorum; Ergun abinin kızı Melodi 6 yaşında… Başlıyoruz oynamaya… Önce betonun çatlağından fışkıran papatyaları koparıp fal bakıyoruz, sonra ıslatmaca oynuyoruz…

Islanan ben oluyorum tabii!

İmdadıma kortejler yetişiyor… Ortalık bir anda ana baba gününe dönüyor. On binlerce kişi, “sessizce ve sakince” meydana akıyor…

Önce 68’liler geliyor…

Göbekler çıkmış, saçlar dökülmüş; ama pankartı bir taşıyışları var ki; sanki Nurhak’a tekrar çıkıyorlar!

Ardından Şişli Belediyesi geçiyor önümüzden tam kadro… “Bak Sarıgül geçiyor” diyorum yanımdaki Artuk abiye… Melodi atılıyor:

Babaaa bana da sarı gül al…”

***

Başbakan’ın özelleştirileceğini açıkladığı Şehir Tiyatrosu’nun ve Devlet Tiyatrosu’nun sanatçıları geçiyor önümüzden… Artuk abi hem geçenlere bakıyor, hem de kulağıma eğilerek anlatmaya başlıyor:



Nâzım’ın yattığı Bursa Cezaevi’ne denetim için Adalet Bakanlığı’ndan bir müfettiş gelir. Bir gün müdüre, ‘Nâzım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir?’ der.

Nâzım’ı odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş Nâzım’ı tepeden tırnağa süzer ve ‘Demek Nâzım Hikmet sensin’ diye saçma bir laf eder… O kadar kibirlidir ki, Nâzım’a oturması için yer bile göstermez. Kısa bir konuşma sonrası, ‘Gidebilirsiniz’ der. Nâzım tam kapıdan çıkarken durur ve ‘Ömer Hayyam’ı bilir misiniz?’ diye sorar.

Müfettiş hemen atılır: bilmez ki Hayyam’ı… İranlı büyük şair!’

Nâzım yine sorar:

Peki; Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi?’



Müfettiş şaşırır. Çünkü bilmiyordur! Nâzım konuşmasını sürdürür:

Görüyorsunuz, sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak, ama dönemin adalet bakanını ve sizi kimse anımsamayacak…’



Sonra kapıyı çeker ve çıkar.”

***


Artuk abi bu yaşanmış öyküyü anlattıktan sonra, önümüzden geçen sanatçıları gösterip sordu:

Bunların çoğu onlarca yıl sonra da tanınacak Mustafa… Ama bugün tiyatroları özelleştirmeyi düşünenlerin adı belleklerden silinip gidecek!”

***

Sonra ne mi oldu dünkü 1 Mayıs’ta?



O andan itibaren başka hiçbir şey görüp, duyamadım ki!

***


GÜNÜN SORUSU

Sorum; yıllardır KİT’leri satan, kamu iş yerlerini taşeron firmaların işçileriyle dolduran, şimdi de tiyatroları satacaklarını açıklayan siyasetçilere:

1 Mayıs’ı da satabilecek misiniz?

***


Yalancı çobanlar işbaşında!

Benim Taksim Meydanı’nda Melodi’yle ortalığı birbirine kattığım saatlerde, yalancı çobanın biri Twitter’da kuyuya bir taş atmış ve “Gazetemden kovulduğumu” yazmış…

Peki; nedir bu asılsız söylentinin nedeni?

Dünkü gazetede yazımın olmaması…

İyi de yazım yok ama “Hasta, ondan yazamadı” diye nal gibi anons var…

O önemli değil, “kovulmamı” bekleyen cemaatçi kardeşler için… Bir günlüğüne de olsa sevinmek için, üfürüp üfürüp ipe dizmişler!

Bu arada olan da bizim gazetedeki arkadaşlara olmuş tabii:

Çünkü sağ olsunlar yüzlerce okurumuz arayıp, bu haberin doğru olup olmadığını sormuş…

Sözüm o yalancı çobanlara:

Gazetemdeyim, yazıyorum ve yazacağım.

Kalem kalmazsa kanımla, kâğıt kalmazsa duvara yazacağım!

Böyle biline…

***

İki yıla yakın bir süredir ilk kez dün, o da bir günlüğüne “mecburen” ara verdim. Yukarıda anlattığım yalan yüzünden, binlerce sevenimin (işin doğrusunu öğrenene kadar) üzülmesine neden oldum.



Dost seslerini her zaman duyuran ve rahatsızlığım için “Geçmiş olsun” mesajı gönderen bütün “okur dostlarıma” gönülden teşekkür ediyorum. Dün yazmadığımız için kutlayamadık, kısmet bugüneymiş:


1 Mayıs filan

Yılmaz Özdil


Amerikan heyeti Moskova’da inceleme yapıyor. Sovyet yönetimi var o zamanlar. Fabrika geziyorlar. İçerde binlerce işçi çalışıyor. Otoparkı bomboş. Sadece bi otomobil duruyor. Soruyorlar…

- Kimin bu?
- Müdürün.
- Fabrika kimin?
- İşçilerin.

İki ay sonra Rus heyeti iadeyi ziyarete gidiyor. Benzer büyüklükte fabrika. Otoparkı hınca hınç dolu. Rengarenk, gıcır gıcır otomobiller, iğne atsan yere düşmez.


Soruyorlar…
- Kimin bunlar?
- İşçilerin.
- Fabrika kimin?
- Patronun.

Romantik palavralarla ekonomik gerçeklerin düellosudur bu…

Ruslar çar’ın, biz padişah’ın kuluyken, 1 Mayıs’ın fitilini ateşleyen işçi direnişinin Chicago’da başlamasının sonucudur.

İşçi, sınıf’sa işçidir.

İktidar yandaşı, sağcı sendika olur mu birader? Bizde var. İşçi Partisi’nin genel başkanı, işçi bayramında hapisteyken, Miami’de villası olan sendika başkanı da
var. Almanya’da sendikalı olmayan işçi
yok, burada neredeyse Mercedes’e binmeyen sendika başkanı yok.

E hal böyleyken… Hiç düşündünüz mü mesela, neden, grev yapılan fabrikaların kapısında, eli odunlu grev gözcüleri nöbet tutar? Çünkü, bizim işçi, anca odun zoruyla grev yapar. Arka bahçedeki ağaçlardan duvarı atlayıp, gizlice tornasının başına geçen işçiler bile gördüm ben… “Söke


söke hakkımızı alıcaz”
diyen arkadaşın, arkadaşını satması iki saniye sürer.

Bakın, işçi bayramını nerde kutluyoruz?
İşsiz selinin volta attığı Taksim’de…
İddia ediyorum, “bunları işten atıp,
sizi işe alacağız”
deseler, polise gerek kalmaz, işsizler girişir işçilere!

Hazindir ama, böyledir. İşçide olmadığı gibi, toplumda da sınıf bilinci olmadığı için, kimsenin derdi kimseyi germez. O nedenle, trenler grev yaptı, ahalimiz makinisti raylarda tekmeledi, yürüsene ulan şerefsiz diye… Doktor eylemine eczacı katılmaz, öğretmen gösterisi velileri ırgalamaz.


Emekliler miting yapsa…
Çocukları bile gelmez.
Çiftçiler güya gövde gösterisi yaptı, anca sürükleye sürükleye getirdikleri inekler vardı.


Üniversite öğrencileri desen, işçiler ölmesin diye yürümeye kalktı, beraber yürüyecek bi tane işçi bulamadı. Halbuki, son 30 sene içinde Marmara depreminden daha fazla işçi öldü bu memlekette…

(Gerçi, Türk-İş’in başkanı Şevket Yılmaz da, Marmara depreminde ölmüştü zaten.)

Buna mukabil…
İsmi lazım değil, bi holdingin siyo’sunu tanıyorum, sol koluna Che Guevara dövmesi yaptırdı. Ve, hiç unutmam, türkü bara gitmiştim, yoldaş ayağına yatan şarkıcı, Nâzım Hikmet’ten, Cem Karaca’dan okuyor, karlı kayın ormanı, kardeşlerrr emekçilerrr filan, hemen arka masamdakiler bağıra bağıra eşlik ediyor, döndüm baktım…
Sanayi odası başkanı!

Bi defasında da, hükümetle papaz


olan TÜSİAD’a destek vermek için miting yapabileceklerini açıklamıştı DİSK.
Murat 124’ün balatası diski değil ha…
Devrimci işçi sendikaları disk’i.
Düşünsenize… Grup Yorum tıngırdatıyor, TÜSİAD üyeleri davulla halay çekiyor, KESK zurna çalıyor, DİSK de slogan atıyor, sermayenin onuuuru iktidaaaarı yenecekkk!

Velhasılıkelam…


Tam yazıyı bağlıyordum ki, kendilerine “Antikapitalist Müslüman Gençler”
adını veren çarşaflı grup, devrimin şanlı yolunda gıyabi cenaze namazı kıldıktan sonra “İnşallah sosyalizm gelecek” pankartıyla yürümeye başladı.

TOBB da Marks&Spencer sponsorluğunda Marx’a mevlüt
okuttu muydu, tamamdır bu iş
.
ÇOBAN ÇIPLAK!

ERDOĞAN GÖKÇE

Kral Çıplak hikayesini çoğu kimse bilir; tekrarlamaya gerek yok. Krallık sisteminde çoğu kral, kendini “tanrı” olarak görürdü ve yönettiği toplumu da “kul” yerine koyardı. Kraldan korkan insanların “kral çıplak” diyememesini de normal karşılamak gerekir. Ama bir velet çıkıyor ortaya ve “KRAL ÇIPLAK”, diye bağırıyor. Çocuğun haykırdığı bu gerçeği, bir anda herkes dillendirmeye başlıyor ve kralın yarattığı korku imparatorluğu bir anda yerle bir oluyor.

Günümüzde benzer olaylar Ortaçağ kalıntısı kurumlar olan cemaatlerde yaşanıyor. Cemaat liderleri kendilerini “tanrının yeryüzündeki temsilcisi” olarak gösteriyorlar(!) ve kendilerine inananları da mürit-tebaa-mensup şeklinde ‘kul’laştırıyorlar.

Şeyhler, kendine inanan insanların en zayıf (özellikli dini) yönlerini kullanarak, sürü psikolojisinde eğitir, bilinçlendirir, yönlendirir, şartlandırırlar… Bir anlamda müritlerinin akıllarını, düşünme yeteneklerini, özgürlüklerini vs. dumura uğratırlar ve istediğini yaptıran, söylediğini tekrarlatan bir kaset beyin haline getirirler.

Zavallı müritler de, şeyhlerini uçurmak için ellerinden geleni yaparlar. Sürü bile çobanına itiraz edip çizgiyi aşabilir; ama müritler asla! Şeyhlerinin talimatları dışına çıkamazlar. Aksi taktirde ekonomik, siyasi, ahlaki, sosyal vb. bir çok cezai yaptırımlara maruz kalırlar.

Kapitalist/emperyalist sömürü sisteminde her şeyini (kendilerince bu dünyasını) kaybetme durumuna gelen ve dini yönü ve bilgisi zayıf olan bir çok insan, öbür dünyasını kurtarmaya/kurmaya yönelirler. Bu yönelme sonucunda çok kolayca din bezirganlarının tuzaklarına düşerler. Uyuşturucuya alıştırılır gibi cemaate bağımlı hale getirilir ve sonuçta; şeyhini ‘sahibi’ olarak görmeye başlarlar.

Sahibinin yanlışlarını, ahlaksızlıklarını, haksızlıklarını, yalanlarını, talanlarını, vicdansızlıklarını, saltanatlıklarını… görmemeye, duymamaya, sorgulamamaya başlarlar.

Sürünün, kendilerini güden çobanın hiçbir hal, hareket, davranış ve yaşayışını sorgulamaması gibi müritler de şeyhlerinin hiçbir davranışını sorgulamazlar, yargılamazlar, itiraz etmezler, karşı çıkmazlar…

Nitekim son dönemlerde yaşanan cemaat-mürit ilişkileri bu gerçeği net olarak gösteriyor herkese!

Müslümanlıkta zalimden yana olmak en büyük küfürdür; ama günümüzün bir çok tarikat lideri, dünyanın en büyük zalimi olan ABD’den yana, mazluma karşıdır.

Müslümanlıkta; tertip, iftira, yalan, fitne, şantaj, kindarlık, kul hakkı yemek gibi ahlak dışı, insanlık dışı şeyler yoktur. Ama cemaatin elinde bulunan yazılı ve görsel medya! Dünyanın en aşağılık davranışlarını ve insanlık dışı her hakareti, Türkiye’yi savunan milli güçlere karşı sergiliyorlar.

Müslümanlıkta kâfirden yana ve Müslümana karşı olmak yoktur. Günümüzde ise bir çok cemaat lideri bunun tam tersini yapıyor. BOP adı altında 24 Müslüman ülkeye savaş açılıyor, insanlar katlediliyor, kadınların ırzına geçiliyor, ülkeler talan ediliyor. Ve kendini Hıra dağı kadar Müslüman sanan bazıları, bu vahşete dolaylı destek veriyor.

Hz. Muhammet’in kurduğu ve Ortaçağın en büyük uygarlıklarından bir olan Müslümanlığı, Amerikan Müslümanlığı haline getiren, Washington’u kıble yapan, ibadet etmeyi sadece namaz kılma ve türban takma seviyesine düşürenler; gerçek Müslümanlıktan nasıl uzaklaştırıldıklarının farkına bile varamıyorlar.

Faizcilik, dolandırıcılık, kara para, Allah ile kandırma, bölücülük, vatana ihanet… Yeni sömürü sisteminin vazgeçilmez politikaları haline geldi.

İnsanı insan yapan birçok önemli değer vardır ve bunların başında akıl, vicdan, haysiyet, isyan etmek, bilimsel düşünmek, doğruya doğru demek, adaletten ayrılmamak, insanlığa ihanet etmemek vardır

Ama ne yazık ki, ÇOBAN ÇIPLAK! HATTA ÇIRILÇIPLAK!!! Heyhat, sürü bunun farkında değil!

Atatürk, Osmanlı’nın ortadan kalkacağını, Batılı ülkelerin Anadolu’yu ele geçirmek isteyeceklerini önceden görmüş. Tebaa bir toplum yapısı ile vatanın savunulamayacağının bilincine varmış ve Osmanlı’nın malı sayılan vatanın, aslında milletin malı olduğu gerçeğini halka anlatarak, Osmanlı ümmetinden bir TÜRK MİLLETİ yaratmıştır. (Tabii bu çalışmada Yusuf Akçura’ların, Ziya Gökalp’lerin, Mehmet Emin Yurdakul’arın, Tevfik Fikret’lerin emeğini de unutmamak gerekir.)

Kısacası Osmanlı’nın ümmet toplumundan bir millet yaratarak ve Cumhuriyet’i kurarak, bu vatanı kurtarmıştır. Birilerinin millet yapımızı neden böldüklerini ve düşmanla neden işbirliği yaptıklarını görün artık.

Milleti ümmetleştirenler ve Cumhuriyet’i yıkanlar aslında Lozan’ı ortadan kaldırmayı ve Sevr’i yeniden Türkiye’de uygulamaya çalışıyorlar. Milletin çok büyük kesimi bu gerçeği görüyor ve her türlü yalana, baskıya, tertibe, kanunsuzluğa, saldırıya, korkuya ve iftiraya rağmen, vatanına sahip çıkmaya başladı.

Tabii burada yapılması gereken ilk işler:



  1. Türkiye- Suriye savaşını engellemek ve Türkiye, Suriye, İran ve Irak barış cephesi kurmak!

2. ABD ve AB’nine dayattığı, AKP ve BDP’nin yüzde 90-95 anlaştığı, Kemal Kılçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’nin koşulsuz destek verdiği BÖLÜCÜ ANAYASAyı, mutlaka ve mutlaka engellemek!

3. Bir MİLLİ MECLİS ve MİKLLİ HÜKÜMET kurmak için, Kuvayı Milliye hareketine benzer yeni bir Türkiye İçin Milli Güçbirliği yaratmak.



DALGA DALGA!... Kin, nefret, öfke, intikam…korku!...

Mehmet Halil ARIK, Emekli Eğitimci

Vicdan bir kez askıya alınmaya görsün!..

İzan, bir kez hinliklerin esaretine girmeye görsün...

Konu da, kapsamı da; artık arsızlığın insafına kalmıştır!.. İstilanın; boyuta kestirilemez...

Patlayan bir barajın kontrolsüz sel suyu kadar insafsız ve acımasızdır artık istila!.. Birikmiş bir potansiyel intikamın öcüdür bu!.. Dalga dalga; gelmesi de bundandır!..  

Ucu açıktır her dalganın!..  Ve her dalga; yeni bir dalganın habercisidir!..

Her önceki dalganın üzerini kapatmaya da bir şaldır aynı zamanda!..

Her öncekini unutturmaya bir araç!.. Kanıksatmaya bir vesile..

Dalga dalga gelmesi de bundandır!.. ki; acıtıp öç alsın!..

Tek olan hatırlanır; tekrarlanan kanıksanır!.. Kanıksandı mı; sıradanlaşır olay.

Tamamdır artık!..Ses de; nefes de kesilir; tepkiler biter, toplumsal duyarsızlıktadır artık sıra!..

İşte korku toplumu denen o menem şey de budur; böyle yaratılır!.. Üç maymunlar dolanır ortalıkta ama: kimse görmez!...kimse duymaz!...kimse konuşmaz!.. Konuşamaz…

Cılız birkaç ses de, davulcu kabahati misali kaynar gider arada… Daha da ileri giderse; yeni dalganın bir ucu uzanıp; alıverir o “haddini bilmezi” toplama kampına!... Faşizm budur!..

Fiziksel bir olaydır dalga… Bir yayılma-yol alma biçimi.. Alçalıp yükselerek devam eden…

Ses öyle yayılır, ışık da öyle; mağnetik ve elektronik dalgalar da öyle!..

Egoizm de, çıkarcılık da, yandaşlık da….öyle!..Yalakalık… baskı da öyle... Korku da!..

Dalgalar; ya birbirini güçlendirir, ya da sönümlendirir. Fazın uyumuna bağlı olarak...

Yasaları toplum için de aynen geçerlidir...Uygulaması, daha ince hesap ister sadece!... Toplum içinde yaratılan dalgaların, güçlendirilmesi veya sönümlendirilmesine, “hesapçılar” karar verirse; o toplumda demokrasi yaralıdır, lekelidir “melez”dir. Yönetim eşbaşkanlı; üstelik icazetli!..  

Kuramsal olarak dalgaları inceleyip, araştırıp, akıl, mantık, gözlem ve deneylerle hükme bağlayan kişiler bilim adamlarıdır.

Toplumsal dalgaları da; araştırıp, inceleyip, akıl, mantık, hukuk ve vicdan muhasebesiyle hükme bağlayan kişiler de hakim!..

Bir bilim adamı titizliğiyle olayları hükme bağlamak yerine, siyasi dalgaların hukukun önüne geçtiği, intikam ve ihtirasın baskın olduğu, vicdanın askıya alındığı durumlarda, hüküm ne olursa olsun, sonuç demokrasiye, hukuka, sosyal devlete indirilen bir darbedir…

“Sonuç nereye uzanırsa uzansın!” diye başlanıp, sonucun ulaşacağı noktada bir kuyruğa basılmasını gerektiren durumda, hukuken yolun kesilmesi siyasi kirliliğin tepe noktasıdır.

Açılım diye başlarsınız; bir de bakmışsınız ki; dilin altındaki bakla dalga dalga bölünmeye götürmüş sizi!…

Bakmışsınız, bir garip dalgadan sonra hukuk; “Habur Hukuku” olarak çıkıvermiş karşımıza!.. Habur kahramanlarının, önce serbest bırakılıp, tepkiler üzerine; yeniden toplanıp cezalandırılması, hukuki bir manüplasyon dalgasına işaret eder ki; toplumda dalga dalga yayılan ikiyüzlü hukuk algısı pekişir.. Böylesi bir algı; hukuka güvenin düşmanıdır.

Sonucu hesaplanmadan ortaya atılan “Güzel şeyler olacak!..” söyleminden; dalga dalga kimlerin  ne tür cesaretler aldığı ortadadır!..

Dalga dalga kaçan kantarın topunun hesabı kimden sorulacak?

“Vereceğiz ne isterlerse!..” diyerek kimlerin hangi sınırsız arzularına dalga dalga histeri kazandıracağını hesaba katmaz da, bilinç altındaki iştahlarını kabartırsanız; oy uğruna veya intikam aşkıyla yaratılan kirli siyaset ortamında kendiniz de temiz kalamazsınız. Dalga dalga siz de kirlenirsiniz.. Hiçbir yapay dalga temize çıkaramaz sizi!.. Gün gelir susuverir alkışlar.

Dalga dalga; hırsızlık erdem, vicdansızlık kahramanlık, yalakalık da hoşgörü ve taltif olarak algılanmaya başlanır ki... dalga dalga, boyut değiştirir erdem!..

Hele bir de öfke eklenirse söyleme; ekilenin  hasadını fazlasıyla dalga dalga alma günü gelmiş demektir!.. Hazmettire hazmettire!...söylemiyle, kastedilen de tam budur işte!...

Her alkış dalgasıyla coşan öfkeye, dar gelir makam.. Dalga dalga sarar ihtiras. Tüm erdemler alır, nasibini öfkeden!.. Ne dil, ne din ne de tarih kalır nasibini öfkeden almadık.   

Makamlar, sahiplerine, yalan ve iftiraları ön planda kullanma fırsatı verir. Vicdan susarsa, en etkin yol; toplumun kutsalları üzerinden yürütmektir işi… En çok prim yapanı budur zira..

Cihat süsü vereceksin örneğin, yaptığın işe…

Öbür dünyanın ebedi mutluluk reçetesini sunacaksın örneğin halka. Bu dünyadaki açlığın ve sefaletin, ebedi dünyaya bir ön hazırlık ve ödül olduğu duygusunu vereceksin, eline bir torba erzak tutuştururken!.. İnançlar üzerinden susturacaksın, keseceksin sesleri.. ki; densizlik edip de hesap sormaya kalkmasınlar!..Yetmezse dayayacaksın 4+4+4 eğitim sistemini gözlerine!.

Yalanlarla uyutulan; iftiralarla coşturulan toplumlarda lider konumundaki kişiler, aldıkları alkışlarla, bir süre sonra, yaftalarını kendilerine lutfedilmiş birer süs, birar nişan, birer madalya olarak görmeye başlarlar...

Ayni (necasete) batmış olanlar üzerindeki kirleri hem görmemek, hem de göstermemek adına gönüllü perde olurlar biribirlerine... İşte tam budur yandaşlık anayasasının ilk maddesi… Görmeyeceksin ve göstermeyeceksin kirliliği!..

Ahlakın özü, erdemdir. Kötü niyet, bu nedenle, toplumsal tahribatını erdem üzerinden başlatır. Söylemle başlanır işe...İkna ve alıştırmanın ilk adımıdır bu!..Eylem sonra gelir.

Öfke; toplumu yalana inandırmanın yeminidir adeta. “Öfke hitabette sanattır” vurgusunun anlamı da tam budur işte... İnandırma sanatı: öfkeli hitabet!..

İkna ve inandırmanın ürünü oydur!..Oy toplama yöntemi önemli değildir kirli siyasette!.. Asli sonuç niceliktir (sayısallık), nitelik(kalite) değil. Sonuca takılan “milli irade” sıfatı yeterlidir.

Söylemlerle sadece adab, terbiye, insanlık, vicdan, izan ve insaf verilmez; tersi de anlatılır. Siyaset kirlendikçe, anlam ve işlevler ters yüz olur dalga dalga!

Yalan, riya, kin ve bunları körükleyen öfkeye tutulan alkışlar erdemin temel taşlarını yerinden oynatır!.. Kavramların içleri boşalınca, dalga dalga yayılır kirlilik toplumun kılcallarına!..

Toplum, kendi kirinde boğulur duruma gelir önlem alınmazsa. Demirin kendi pasında; içten içe çürüyüp tükenmsi gibi...Kurdun, kendi ağacını içten kemirmesi gibi…

Kirliliğin erdem, temiz kalabilmenin beceriksizlik, erdem sahiplerinin iflah olmaz enayi olarak görülmesi toplumsal intihardır...Oysa, kendisini değil gemisini kurtarandır kaptan!...  

Ne var ki; o “iflah olmaz’lara, dalga dalga zindanları gösteren yandaşların yaydığı koku, tarihin sayfalarına, şimdiden dalga dalga, yayılmakta…

Kokular yayıldıkça, safları sıklaştırma adına, öfkeli çağrılar da dalga dalga yayılmakta…

Korku mu her yeni dalga!?..

HALEP VE ARŞIN

ÖZDEMİR İNCE

CHP’li Onur Öymen, eğitimci İbrahim Betil’in çeşitli uluslararası kaynaklardan derlediği sayıları ve yüzdeleri gönderdi. Eğitim alanında Türkiye’yi başka ülkelerle kıyaslayan rakamları aşağıda sunuyorum.

***

*171 ülke içinde ulusal gelir bakımından eğitim harcamalarına ayrılan paya göre sıralama: Danimarka (13), Tunus (17), İran (76), Uganda (129), Türkiye (132).

*Yetişkin okur-yazarlık oranı (Türkiye’ye göre ekonomik olarak daha az gelişmiş 194 ülkeyle karşılaştırma): Kazakistan (38), Uruguay (58), Türkiye (95).

*Toplam nüfus içinde ortaokullaşma oranı: 19 ülke içinde: Türkiye (113). Toplam nüfus içinde okullaşma oranlarında sıralamada 183 ülke arasında Türkiye (107). sırada.

*Toplam nüfus içinde lise diploması olanlar (yüzde): Çek Cumhuriyeti (91), ABD (88), Kanada (87), İsrail (80), Kore (78), İzlanda (65), Şili (50), Meksika (33), Türkiye (29).

*Türkiye’de ortalama okullaşma süresi 6.5 yıl. Bu, Türkiye’yi dünya sıralamasında 92. sıraya yerleştirmekte.

*173 ülkede okula gitme yılına göre sıralama: Malta (47), Namibya (97), İran (103), Kenya (108), Türkiye (115).

*Dünyanın eğitim alanında gelişmiş ülkelerinde, yıl olarak, zorunlu eğitim süreleri: Finlandiya (9), İsveç (9), Çin (9), Almanya (11-12), Avustralya (11-12), Yeni Zelanda (9-10).

*İlköğretimde kız-erkek oranı (Türkiye’ye göre ekonomik olarak daha az gelişmiş 185 ülkeyle sıralama karşılaştırması): Gambiya (4), Ürdün (22), Katar (69), Tunus (105), Türkiye (107).

*185 ülke arasında orta öğretimde kız-erkek oranı sıralaması: Türkiye (139), Sudan (140).

*Türkiye’de orta öğrenim diploması olan: Erkek (%46), kadın (%27).

*15-24 yaş grubu nüfusun okur yazarlığı (2003-2007)dünya sıralamasında, Türkiye: Kızlarda 89, erkeklerde 60.sırada.

*Kadın nüfusunun okur yazarlığı %79.6 ile Türkiye 140.sırada

*150 ülke içinde eğitimde eşitsizlik sıralaması: Türkiye (94.sırada), Namibya (95), Mozambik (96).

*2003-2008 yıllarında, 6-14 yaş arası kızların yüzde (%) olarak okula devam oranı (Türkiye’ye göre ekonomik olrak daha az gelişmiş ülkelerle karşılaştırma): Özbekistan (100), Ürdün (99), Ermenistan (98), Lübnan (97), Meksika (97), Suriye (96), Mısır (94), Tunus (93), Filipinler (89), Türkiye (87).

*Dünyada, 2003-2008 yılları, yüzde (&) olarak, kızların orta öğretimde okula devam oranı: Kazakistan (97), Bosna Hersek (89), Azerbaycan (80), Cezayir (65), Ortadoğu ve Kuzey Afrika (50), Türkiye (43), dünya ortalaması (47).

*152 ülke içinde, lise öğrenimi yapan nüfus içinde kadınların erkeklere oranı bakımından sıralama şöyle: Tanzanya (123), Zambia (124), Türkiye (125).

Türkiye’nin dincileri ve sağcıları nimetlerinden hamhumşarolop yararlandıkları Cumhuriyet’in gerçekleştirdiği devrimleri içlerine sindirememiştir. Cumhuriyetin kurduğu Öğretmen Okulları ve Eğitim Enstitüleri yapı ve ideal bakımından geliştirilerek korunsaydı, Köy Enstitüleri kapatılmasaydı yukarıdaki utanç verici tablo bugün olmazdı.

Dinciler ve sağcılar, ABD’nin kılavuzluğunda, 1950′den itibaren ülkemizin eğitim öğretim düzeniyle neredeyse her yıl oyun oynamıştır. Kimse bana, Köy Enstitülerinin kapatılmasına CHP döneminde (1946-1947) adım atıldığını, Yüksek Köy Enstitüleri’nin 1947-1948 ders yılında kapatılmış olduğunu söylemesin. Biliyorum! Bu cinayet CHP’nin içindeki ve dışındaki dinciler, sağcılar, mütegallibe ve feodaller tarafından işlenmiştir. Cesedi, 1954 yılında Demokrat Parti iktidarı tarafından gömülmüştür.

Oynanan oyunu Van’lı aşiret reisi ve Adalet Partisi Milletvekili Kinyas Kartal (1900-1986) çok iyi özetler. Van yöresinde 258 adet köyün sahibi olan Brukan aşireti reisi Kinyas Kartal, birçok kaynağa göre şöyle konuşur:

Köy Enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğuda en yüksek eğitim gören(SSCB Bakü Harp Okulu mezunu. Öİ) benim. Köy Enstitüleri bizim devlet üzerimizdeki gücümüzü yok etmeyi amaçlıyordu Köylü halk devletten çok bana bağlıdır. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmen gelince, benim gücümden başka güçler olduğunu anladılar. Demokrat Parti ile pazarlığa girdik, kapattırdık.”

1950′den bu yana iktidara gelen sağ hükümetler ile askeri darbe hükümetleri Türkiye’nin ilk ve orta eğitimini dinamitleme yarışına girdi. Bu hükümetler, eğitim-öğretim planlaması yapmayı imam-hatipleri yasa dışı yollarla kayırmak olarak görmüşlerdir.

Amaç din adamı yetiştirmek olmadığı için, bu okullar imam ve hatip eğitim ve öğretiminde başarılı olamamıştır. Ama, bu okullardan birinin sıradan mezunu olan günümüz Başbakanı,“İHL’ler bu ülkenin gözbebeği olacak” derken, bu sözlerin Türkiye toplumunu ikiye böleceğini anlayacak düzeyden uzak görünmektedir.
O anlamayabilir ama biz kendisine yaptığı işin ne anlama geldiğini inat ve sabırla anlatacağız.

Müyesser Ana

Rifat SERDAROĞLU

rifatserdaroglu@superonline.com

Müyesser Uğur Yıldız, piyasada “delikanlı” geçinen çok sayıda kabadayıyı gömlek cebinden çıkaracak kadar yürekli ve Erdoğan’ın “Bakanlar Kurulum” dediği kurulum’una ders verecek kadar birikimli ve zeki bir gazeteci anadır.

Duvarları bile halı kaplı, özel aşçılı, özel mutfaklı, özel korumalı olarak hapiste “sadece 4 ay” yatıp, bu sürede 30 bin ziyaretçi kabul ettiğini utanmadan açıklayan ve hapiste geçen tatil süresini öne sürüp,  “mağdur” rolü oynayan ve bundan siyasi rant elde eden, çakma delikanlılar “Müyesser Ana”nın  tırnağı olamazlar.

“Halkı din-dil-ırk-mezhep farklılığı” yaratarak bölmeye çalışmaktan mahkum olan fakat bu suçunu gizlemek için “bir şiir okudum, mahkum oldum” kurnazlığına sığınan ve hapiste olduğu sürece ağzını açmaktan korkanlar gibi değildir Müyesser Ana.


Vatanını-Türklüğü- Ulus Devleti-Cumhuriyeti-Milletini her hal ve şart altında korumak için çalışır, fikir üretir ve paylaşır.

“Müyesser Ana”, Başbakan Erdoğan’a iki soru sormuş, cevap bekliyor.


Ola ki onun yazısını Başbakan Erdoğan’a okutmazlar, ben de Müyesser Ana’ya vekaleten onun sorularını tekrarlamak istedim;

1)Kürtçe Ezana Ne Dersiniz?.
AKP’nin koalisyon ortağı Cemaat’in politika üretim merkezi Abant Platform’unun  Mart ayındaki toplantısında “Kürtçe Eğitime” başlanma kararı alındı. Toplantıyı düzenleyen Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının o günkü başkanı Cemal Uşşak şunları söyledi;
“Türkçe gibi, Kürtçe-Ermenice-Rumca da Allahın ayetleridir. Allahın ayetlerini korumada bir dindar için sınır söz konusu olabilir mi? Allah her dilden kendisine dua edilmesi için bütün dilleri yaratmıştır. Eğer biz de Allah’a iman ediyorsak onun ayet olarak ifade ettiği farklı dillere de saygı duymalı ve onların yaşaması için her türlü zemini sağlamalıyız…”
Bundan tam bir hafta sonra Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez şöyle konuştu;
“Artık tartışılmayacak kadar ileri bir noktada olunması gerekiyor. Her dil Allah’ın bir ayeti. Benim dilim ne kadar muhteremse  kardeşimin dili de o kadar muhteremdir. Yasaların bana verdiği görev, din konusunda toplumu aydınlatmak. Allahın verdiği görev ne? O insanlara din-i Mübin-i, İslam’ı tebliğ etmek. O insanlar benim dilimi anlamıyorlarsa ben o görevi nasıl yerine getireceğim? Dolayısıyla onların anlayabileceği bir dil ve üslup ile anlatmak zorundayım zaten…”

“Müyesser Ana” soruyor; “Ezanın Türkçe okunmasına karşı çıkan Erdoğan ve İslamcıların en büyük sermayesi, Ezanın Arapça okunması idi. Ezanın Türkçe okunmasına şiddetle karşı çıkan Erdoğan, Ezanın Kürtçe okunmasına ne diyecek? Yoksa Kürtçe dil de, Türkçe dil değil mi?..”

2)Graham Fuller, Başbakan Erdoğan’ın Belediye Başkanlığından beri dostudur. İleri bir tarihte bu CIA’cının, Tayyip Erdoğan’ın siyasi hayatında ne kadar önemli rol oynadığı ortaya konacaktır.


CIA’cı Fuller; “Kuzey Irak’ta kurulacak bağımsız Kürt devleti Türkiye’ye entegre olacak. Bu entegrasyonun başkenti de Diyarbakır olacak…”
Erbil’i-Musul’u-Kerkük’ü alacağız diye rüyaya yatarken, Diyarbakır’ı ve Güneydoğuyu Barzani’ye hediye edecek bu tuzak için “Müyesser Ana” Başbakan Erdoğan’a soruyor;
“Sayın Başbakan, CIA’cı Fuller bu önerisinden size bahsedip, onayınızı aldı mı”

“Müyesser Ana”nın soruları bunlar. Başbakan Erdoğan’ın kaçacak yeri yok. Bu sorulara mutlaka cevap vermesi gerek. Tam da yeni anayasanın yazımına başlanacağı şu günlerde, bu soruların cevapları Türk Milletinin huzurunda açıklanmalıdır.

İzninizle Başbakan Erdoğan’a bir soru da ben sorayım;
Sayın Başbakan, gözdeniz ve has adamınız Ahmet Altan’ın sizinle ilgili son yazısını okudunuz mu?
Adam sizi yerden yere vurmuş. Neler oluyor, başkalarının size “parmak sallayıp” hımmm demesine tahammül edemeyen siz, neden konuşmuyorsunuz ?..
Benden uyarması, karizma çizilmek üzere, aman dikkat civanım, delikanlım…


Sen Kimsin?..


BEKİR COŞKUN

Cehaletin yolunu açıyorsun...


Bağnazlığı övüyorsun...
İlkelliği savunuyorsun...
Yobazlığı ödüllendiriyorsun...
Sen kimsin?..
*
Bizi bize düşman ettin..
Akademiler, üniversiteler, üniversiteliler bölündü...
Bilim bölündü...
Sendikalar, işçiler, emekçiler bölündü...
Sermaye bölündü...
Şehirler, mahalleler bölündü...
Millet bölündü...
Bayramlar bölündü...
Türk ordusu dahi bölündü...
Kimsin sen?..
*
Canlılar yetmedi...
Dereler parçalandı... Orman parçalandı... Dağlar parçalandı... Plajlar, kıyılar parçalandı...
Anadolu paramparça...
*
Mazimizden gelen, bizim olan, zor kazanılmış, kan ve gözyaşı ile elde edilmiş ne varsa peş peşe yıkıyorsun...
Kültürü yıkıyorsun...
Heykeli yıkıyorsun...
Tiyatroyu yıkıyorsun...
Karikatür...
Kitap...
Sanatı, sanatçıyı yıkıyorsun...
*
Çoğumuz artık inançlarımızla ilgili sözcükleri ağzımıza almak istemiyoruz... Dini siyasete ve ticarete alet etmiş iktidarınla aynı kefede gözükmemek için...
Dinimizi aldın elimizden...
En değerli varlığımız çocuklarımız, onları Araplaştırmaya kalkıyorsun...
Çocuklarımızı alıyorsun dizimizin dibinden...
*
Kin...
Nefret...
İntikamla kırıp döküyorsun...
Bu topraklarda kurulmuş tek adam gibi devlet olan Cumhuriyetimize... Onun medeniyet projelerine... Çağdaşlaşma çabalarına girişiyorsun...
Atatürk’ümüze ve onun silah arkadaşlarına saldırıyorsun...
*
Karşı çıkıp da eleştirenlere soruyorsun bir de:
Sen kimsin?..
İyi de...
Sen kimsin?..

MÜREBBİYE
Sabahattin Önkibar
Başbakan Erdoğan'a göre Danıştay Kurumu, parmak sallayıp tehdit eden Mürebbiye'dir!
Bu hükme nasıl ve niçin mi vardı?
Danıştay, 19 Mayıs törenlerinin eskisi gibi kutlanmasına hükmettiği için!
Erdoğan için kuvvetler ayrılığı ya da yargı bağımsızlığının zerre önemi yoktur. Kararlarına kim karşı çıkıyorsa o gayrı meşrudur!
Görüyorsunuz idari yargı kurumunun milli bir bayram için aldığı bir karar bile artık hedef alınmasına yetebiliyor!
Sadece bu tutum bile Türkiye'deki sivil dikta anlayışı ya da yönetimini deşifre ediyor!
Gelelim Erdoğan'ın bu tutumunun perde arkası ve de AKP'deki milli bayram kompleksine?
Lafı dolandırmaya gerek yok: AKP lider kadrosunun Türklükten, Cumhuriyet'ten, Ulus Devletten, Atatürk'ten ve onları çağrıştıran şeylerden hoşlanmadığı vakıadır!
29 Ekim etkinliklerine sınır getirilmesinden 19 Mayıs törenlerinin iptaline kadar olanların tamamı aslında bir projenin yürürlükte olduğunun göstergesidir!
Peki, ne midir o proje?
Türkiye'yi ulus devlet kimliğinden ve üniterlikten çıkarmaktır!
Aslında asıl mürebbiyeci tavır Başbakan'ın yüklendiği bu yeni misyondur!
Ettiği tehdit kokan sözler de parmak sallamanın daniskasıdır!
Danıştay'ın tavrını mürebbiye tutumuna benzetip hedef alması ise o kurumu ulus devlet ve değerleri ile özdeş gördüğü içindir!
Hayır, haksızlık yapmıyorum siz Tayyip bey'den bir kere olsun göğsünü gere gere "Türküm" dediğine hiç şahit oldunuz mu?
Bırakın "Türküm" demeyi adı Türkiy(a)e olan bu devlette yaşayanlara Türk Milleti dediğini işiteniniz oldu mu?
Dolayısı ile ulus devleti çağrıştıran ritüel ve sembollere karşı başlatılan tasfiye hareketlerinin bir amacı olduğu ortadadır.
Eşikteki yeni Anayasa işte kurulmaya çalışılan bu yeni devletin ya da inşasına çalışılan yeni sistemin final atağıdır!
Garibanın arsası 2B ile TOKİ müteahhitlerine!
Malum 2B yasalaştı ve orman statüsünde olan kıymetli arsalar bedeli mukabilinde işgalcilerine satılacak!
Peki, bu bedeller ne kadar mı?
Dün internette rayiç bedelleri inceledim, boğazı gören bir gecekondudan istenen tamı tamına 7 milyon liradır.
Evet, o gecekonduda oturan 7 milyon TL'yi verirse tapuyu alacak, veremezse arsa devlete yani TOKİ'ye geçecek!
Fiyatlar sadece boğaz manzarasının olduğu yerlerde yüksek değil, rant vaad eden her yerin ederi yüksel tutuldu!
Peki, bu niçin mi yapıldı?
Orada oturan garip o parayı ödeyemeyeceği için çekip gitsin ve o alan TOKİ baronlara peş keş çekilip lüks villa ile rezidanslar yapılsın diye!
Yazık, çok yazık!
Kimsesizlerin kimsesi olacağız diye iktidar olan AKP görüyorsunuz artık sadece TOKİ Ağalarının kimsesi ya da hamisidir!
Hacapitli nasıl Hoca Tipli oldu?
Prof. Mehmet Haberal'ın evi basılıyor!
Polis arama esnasında bir yazılı kağıt buluyor ve bunu çok önemli belge diye suçlamalarına dayanak yapıp mahkemeye sunuyor!
Peki, ne midir bu önemli evrak:
Üniversitedeki Hoca Tiplilerin listesi! İki yılı aşkın bir süredir devam eden yargılamada nihayet sıra bu önemli(!) belgeye geliyor!
Mahkeme Başkanı bu evrakı sallayarak Mehmet Haberal'e soruyor: "Suçsuzum diyorsunuz ama elimde kendi el yazınızla yaptığınız Üniversitedeki Hoca Tipliler fişlemesi ya da listesi var, buna ne diyeceksiniz?"
Haberal görebilir miyim diyor ve gördükten sonra başlıyor gülmeye.
Hakim soruyor: "Niye gülüyorsunuz?"
Haberal: "Sayın hakimim elinizdeki listeyi doğrudur ben yaptım ama o liste Üniversitedeki Hoca Tiplilerin listesi değil Haçapitlilerin listesidir!"
Hakim: "O ne demek anlamadım."
Haberal: "Anlatayım. Efendim benim doğduğum yer Rize-Pazar'a bağlı Haçapit köyüdür ve o köyde doğan pek çok insanı üniversitemde hizmetli şu bu diye istihdam ettim. İşte o liste onların listesi!"
Sonuç: İşte Ergenekon'da insanlar bu ve buna benzer sözde belgelerle suçlanıp yargılanıyorlar!



Yüklə 150,32 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin