Demokrasiye Geçiş



Yüklə 4,97 Mb.
səhifə35/80
tarix27.12.2018
ölçüsü4,97 Mb.
#87541
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   80

Aynı dönemin ağır işsizlik şartları altında Almanya ve İtalya’da daha radikal siyasi akımlar başgöstermiştir. Almanya’da 1933’de Adolf Hitler ve Nasyonal Sosyalizm komünist akımlara karşı galebe çalarak iktidara gelmiştir. Bu, Dünyayı 2. Dünya Savaşı’na götüren olayların başlangıcı olmuştur. İtalya’da B. Mussolini, daha 1919’da “Faşizm” adını verdiği hareketi geliştirmiş ve 1922-1927 döneminde diktatörlüğünü pekiştirmiştir. Kısa sürede faşist İtalya Nasyonal Sosyalist Almanya’nın uydusu durumuna düşmüştü. Faşist ve Nasyonal Sosyalist diktatörlük özel sektörün varlığına karşın devletin her alanda yoğun müdahale ve kontrolüne dayanıyordu. Ayrıca muhalefet devamlı susturuluyor ve diktatörlük rejimi diğer kıta Avrupa ülkelerinde, özellikle İngiltere ve ABD’de geçerli olan demokratik rejime bir karşıtlık oluşturuyordu.
Büyük Dünya Buhranı’nın Türkiye ekonomisini de vurması, kalkınma ve sanayileşmeye set çekmesi karşısında Atatürk ekonomik rejimle ilgili bir yeniden değerlendirme yaparken dünyadaki başlıca akımlar şu şekilde görülebilir: Bir tarafta komünist (Sovyet Sosyalist) Rusya, bir başka tarafta Nasyonal Sosyalist Almanya ve Faşist İtalya, ve bir başka tarafta ise devletin ekonomiye makro müdahaleleri yoluyla buhrandan çıkmaya çalışan ABD ve İngiltere ile Almanya, İtalya dışındaki kıta Avrupası ülkeleri.

Aynı tarihlerde Türkiye’de ise ekonomik rejim ve ekonomi politikaları konusunda başlıca üç akım ortaya çıkmıştı. Bunlardan biri kadro hareketidir. Kadro hareketinin başını çekenlerin bir kısmı (örneğin, Şevket Süreyya Aydemir) Rusya’da tahsil görmüş ve komünist sistemin gelişen ülkelere nasıl getirilebileceğini incelemiş kişilerdir.

Bunlar doğrudan komünizm önermemekle beraber, Kemalizme “sosyalizm” ile “kapitalizm” arasında bir 3. yol olarak bakmak istemişler ve Kemalist hareketi sömürgeci Batı ülkelerine karşı bir başkaldırı olarak yorumlamışlardır. Bu hareket revaç bulmadığı gibi, cebren önlenmiştir. Bunun dışında başlıca iki görüş egemen olmuştur. İsmet İnönü’nün liderliğini yaptığı birinci akım ekonomik tedbir olarak yoğun ve kalıcı devlet girişimi, devlet müdahaleleri ve kontrolleri istiyordu. Liderliğini Celal Bayar’ın yaptığı ve daha çok iş adamları, tüccar ve sanayiciden oluşan ve eski yıllarda “liberal” ekonomiyi ve özel teşebbüsü temel alan ikinci akım ise Dünya Buhranının getirdiği ekonomik krizden çıkmak ve süratli kalkınma ve sanayileşme sağlamak üzere devlet yatırımlarını geçici telakki ediyor, demek ki “ılımlı” bir devletçilik tavsiye ediyordu.

Atatürk bu ikinci yolu seçmiş ve bunun uygulanması için İsmet İnönü’nün istifasından sonra başbakanlığı Celal Bayar’a vermiştir.12

Demek ki 1933 yılından itibaren CHP programında yer alan, 1934’de uygulamasına başlanan ve 1936’da yapılan tadil ile Anayasaya geçirilen “devletçilik” rejimi, arkasındaki dış ve iç gelişmelere ve seçilen temel felsefeye bakıldığında aslında “ılımlı” veya “pragmatik” bir yaklaşım olarak nitelendirilebilir.

Nitekim, Atatürk’ün benimsediği ve 1933’te açıklanan devletçilik rejimi şu ilkeleri içeriyordu.13

1. Özel teşebbüs esastır. Ancak özel teşebbüsün ele alamadığı veya yeterince ele alamadığı sektörler devlet yatırımlarıyla ele alınacak, böylece kalkınma ve sanayileşme hızlandırılacaktır.

2. Devlet teşebbüsleri esas itibariyle enerji, madenler ve imalat sanayii, yani “sanayi” sektörü için sözkonusu olacaktır.Yine ulaştırma sektörü büyük ölçüde devlet tarafından ele alındığı gibi imalat sanayiindeki devlet teşebbüslerini finanse etmek üzere Sümerbank, madencilik için Etibank kurulmuştur.

3. Tarımda devlet üretimi olmayacaktır; araştırma amacıyla kurulacak üretim çiftlikleri ayrıdır. Sulama, köy yolu gibi yatırımlar ise devlet tarafından ele alınacaktır.
4. Özel teşebbüs herhangi bir alt-sektörde yeterince yetiştiği takdirde o alt-sektör kamudan özel teşebbüse devredilecektir.

Atatürk 1934’de İktisadi Devlet Teşebbüsleri kanununu çıkarttığında bunların “basiretli tüccar” gibi faaliyet göstermelerini şart koşmuştur. Bu, İDT’lerinde (bugünkü terimiyle KİT’lerde) verimlilik, sosyal verimlilik yanında kârlılık amacının da hesaba katılması demektir.

Devletçilik rejimiyle birlikte 1. Sınai Kalkınma Planı (1934-1938) yürürlüğe konmuş ve bu dönemde ekonomi eski döneme kıyasla daha yüksek bir kalkınma ve sanayileşme hızına kavuşmuştur.14 Bu, Büyük Dünya Buhranının menfi etkilerinin Atatürk’ün öngördüğü “devletçilik” rejimi ile geçiştirilebilmesi yanında, kalkınmanın başlangıcında olan gelişmekte olan ülkeler için sanayileşme ve kalkınma hamlesinde özel teşebbüse rakip olmamak, özel teşebbüs yerine geçmemek şartıyla, devlet yatırım ve üretiminin gereğinin bir kanıtı olarak da yorumlanabilir.

Atatürk döneminde İDT öncülüğüyle madencilik (demir-çelik, kömür, bakır, krom), ayrıca dokuma, kağıt cam gibi temelde ithalat-ikame niteliğindeki imalat sanayii alt-sektörleri geliştirilmiş, karma sermaye ile İş Bankası kurulmuş, bankacılık sektörünün geliştirilmesi ele alınmış, alt-yapı olarak ulaştırma alanında özellikle demiryollarına ağırlık verilmiştir. Atatürk’ün Latin harfleri reformunu izleyerek eğitime öncelik vermesi de yine çok doğru stratejilerinden biri olmuştur. Çünkü, gerek ekonomik kalkınmanın gerekse diğer alanlardaki gelişmenin temel şartı eğitimdir. Yine o dönemde nüfus savaşlardan kırıldığı ve yetersiz düzeyde olduğu için nüfus artışı ve doğumlar teşvik edilmiştir.

Gerek Atatürk döneminde gerekse daha sonraki İsmet İnönü döneminde dış ticaret açığını düşük düzeyde tutmak üzere yoğun kambiyo kontrollerine, 1931’den itibaren ithal kotalarına, ayrıca takas ve kliringe başvurulmak zorunda kalınmıştır.15

2. İsmet İnönü Dönemi (1938-1950) ve İnönü’nün Devletçilik Uygulaması

1938’de Atatürk’ün ölümü üzerine İsmet İnönü Cumhurbaşkanı seçilmiş, hemen ardından 2. Dünya Savaşı başlamıştır (1939-1945). İnönü’nün politika alanındaki çok büyük bir başarısı, ağır dış baskılara rağmen Türkiye’yi savaşa sokmaması olmuştur. Şayet savaşa girmiş olsaydık savaş tahribatı, nüfusun kırılması yanında savaş sonrası başka vahim sonuçlar da kaçınılmazdı.

Fakat savaşın ekonomimiz üzerinde ciddi menfi etkileri olmuştur. İnönü kısmen savaşın etkileri dolayısıyla16 ve fakat esas itibariyle kendi felsefesi doğrultusunda17 yoğun bir devletçilik rejimi uygulamıştır. Bu arada, savaş dolayısıyla 2. Beş Yıllık Sınai Kalkınma Programı’ndan (1939-1943) vazgeçmek zorunluluğunda kalınmış; 1942’de yeterince teşvik görerek geliştiği mülahazasıyla Teşviki Sanayi Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır.18 KİT’lerde çalışanlar memur statüsü çerçevesinde eşit maaşa bağlanmıştır. Devlet kontrol ve müdahaleleri arttırılmıştır. Özellikle Milli Korunma Kanunu ile devlet kontrolleri adeta ticari faaliyetleri caydırıcı bir noktaya getirilmiştir.19 Savaşın finansmanı için ortaya atı-

lan servet vergisi ve Aşkale olayı ayrıca kötü yankılar yaratmıştır. Ormanlar doğru bir kararla devletleştirilmiştir.

İnönü 1945’de Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıkartmış fakat bundan hareketle bir toprak reformunun uygulanmasına girişilmemiştir.20

Bu noktada altını çizerek belirtelim ki, kanaatimce Atatürk’ün devletçilik anlayışının “ılımlı ve pragmatik” olmasına karşın İnönü’nün devletçilik anlayışı “katı ve doktriner” nitelikteydi.21 Atatürk özel teşebbüsü ve teşebbüsün teşvikini esas almış ve bu ülkelere uygun politika uygulamıştır. İnönü ise özel teşebbüsün teşvikini bertaraf etmek suretiyle devamlı, kalıcı ve yoğun bir devletçilik rejimi uygulamıştır. Buna göre, kanaatimce Atatürk’ün devletçilik rejimini günümüz piyasa ekonomisi ile bağdaştırmak mümkündür. Özel teşebbüsün yeterince gelişmesi durumunda o sektörün özel teşebbüse devredilebilmesi ilkesinin doğru biçimde uygulaması bizi bugünkü şartlarda piyasa ekonomisi rejiminin uygulanabileceği yorumuna götürebilir. Fakat, kalıcı devlet müdahaleleri ve kontrolleri ile İnönü’nün yoğun devletçilik felsefesini, kanaatimce günümüz piyasa ekonomisiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Böyle bir felsefeye sahip isek, günümüzdeki piyasa ekonomisini reddetmek bunun mantıksal bir sonucu olacaktır. Yine kanaatimce, daha sonraki yıllarda CHP’nin ekonomik rejimle ilgili felsefesi ve görüşleri Atatürk’ün ılımlı devletçilik anlayışından ziyade İnönü’nün yoğun, kalıcı ve doktriner devletçilik anlayışının etkisi altında kalmıştır.22

Bir kısım yazarlar İnönü’nün yoğun devletçilik anlayışını ve yoğun kontrollerini savaş şartlarının getirdiği bir zorunluluk olarak yorumlamışlardı. Bunda kuşkusuz bir doğruluk payı vardır. Fakat bu iddia İnönü’nün daha Atatürk döneminde farklı bir devletçilik anlayışına sahip olduğu gerçeğini gözardı etmektedir.

İnönü döneminde (1939-1949) ekonomik kalkınma çok düşük düzeyde kalmış, kişi başına GSMH yılda ortalama %0.9 dolayında gerilemiştir. 1949 gibi GSMH’nin %10.8 düşme gösterdiği yılı dışarıda tutsak dahi, 1939-1948 dönemi için kişi başına düşen GSMH yılda sadece %0.4 dolayında, çok düşük bir yükselme göstermektedir. Bu durumda, İnönü döneminde köylü, işçi gibi düşük gelirli grupların reel gelirinde bir artış olmadığı, aksine azalma kaydedildiği anlaşılmaktadır. Buna karşı, 1938-1949 döneminde fiyatlar ciddi artışlar göstermiş, kapalı GSMH fiyat indeksine göre, yıllık ortalama fiyat artışı %14.6 olmuştur.23 Demek ki, 2. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda da ekonomi yeniden kalkınma sürecine girememiştir. 1946’da yapılan devalüasyona rağmen dış ticaret gelişememiş, ihracat artışı kısa süreli olmuş ve yetersiz kalmıştır. Dış ödemeler bilançosu 1946’dan itibaren açık vermeye başlamıştır.24

2. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda iç politika alanında ise çok önemli gelişmeler olmuştur. Stalin’in Kars, Ardahan, Artvin üzerinde hak iddia etmesi Türkiye’yi batı dünyasına yaklaştırmış ve Türkiye 1951’de NATO’ya üye olmuştur. 2. Dünya Savaşı sonrası Batı dünyası ve batı dünyasının liderliğini ele alan ABD,

1944’te Bretton Woods ile kurulmasına karar verilmiş olan IMF ve Dünya Bankası bu bloka dahil ülkelerin özel teşebbüsü ve özel yabancı sermaye akımını teşvik etmesi, dış ticarette takas ve kliring yerine ithalatın giderek serbestleştirilmesi şartlarını koşuyorlardı. Politik rejim olarak ise tek partili rejimden çok partili demokrasi rejimine geçilmesi öngörülmekteydi. Bu genel gidiş çerçevesinde İnönü 1945’de çok partili demokrasi rejimine girilmesi gibi çok önemli bir karar vermiştir. Bu izin üzerine Celal Bayar, CHP’den kopan birçok arkadaşını da yanına alarak “liberal”, yani özel teşebbüsün ve özel yabancı sermayenin teşvikini benimseyen Demokrat Partiyi (DP) kurmuştur. 1946’da yapılan genel seçimlerde DP milletvekili adaylarına yapılan çeşitli baskılar ve “açık oy, kapalı tasnif” ilkesi etkileriyle seçim sonuçları CHP lehine çıkmıştır. Fakat bu kez dış baskılar yanında kamuoyu baskıları da giderek artmış ve 1950 seçimlerinde “gizli oy, açık tasnif” ilkesinin uygulanması sonucunda DP Mecliste büyük bir çoğunlukla iktidara gelmiştir.

3. DP Dönemi (1950-59) ve

1960-1961 Askeri Müdahalesi

3.1. DP’nin Uyguladığı Ekonomik Rejim ve Kalkınma Stratejisi

1950 genel seçimlerini kazanan DP, CHP’ye kıyasla farklı bir ekonomik rejim ve kalkınma stratejisi uygulamaya başlamış, 1950 yılından sonra yapılan 1954 ve 1958 seçimlerini de kazandığı için 1960 askeri müdahalesine kadar bu rejim ve stratejiyi uygulamaya devam etmiştir.25

DP, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı dünyası tarafından yapılan uluslararası anlaşmalar ve kurulan uluslararası kurumların gerekli gördüğü ilkeler çerçevesinde özel teşebbüsün ve özel teşebbüs ve özel yabancı sermaye akımının teşvikini esas almıştır. Bu nedenle de, CHP’nin (Atatürk’ten ziyade İnönü’nün tercihi olan, yoğun ve katı) “devletçilik” felsefesine karşın DP’nin “liberal” bir ekonomik rejim benimsediği söylenebilir. Fakat, DP’nin “liberal” ekonomi felsefesini daha dikkatli şekilde tespit etmeliyiz. Burada “liberal” sadece devlet girişimi yerine özel teşebbüsün esas alınmasını ifade etmektedir. Yoksa iktisat literatüründe

19. yüzyıldan bu yana süregelen Klasik Sistem ve klasik ekonomi felsefesine göre liberal ekonomik rejimin anlamı sadece özel teşebbüsün esas alınmasından ve üretimin özel teşebbüs tarafından yapılmasından ibaret değildir.

Klasik sisteme göre, fiyat mekanizması her türlü ekonomik faaliyeti en etkin şekilde düzenleyeceği için devlet ekonomiye, makro veya mikro düzeyde olsun, hiçbir müdahalede bulunmamalıdır.26 Aynı kural dış ticaret için de geçerlidir ve dış ticaret de serbest olmalıdır.27 DP’nin uyguladığı ve “liberal” olarak adlandırılan ekonomik rejimde ise özel teşebbüs esas alınmakla beraber ekonomiye gerek makro gerekse mikro düzeyde yoğun müdahale ve teşvikler, dış ticarette ise yoğun korumacılık sözkonusu idi.

Bu açıdan bakıldığında CHP yoğun müdahaleler ve yoğun korumacılık altında, özel teşebbüsten ziyade devlet girişimciliği öncülüğünde bir kalkınma felse-

fesini benimsemişti. DP ise yine aynı yoğun müdahaleler ve yoğun korumacılık altında özel teşebbüsün teşvikine dayanan bir kalkınma felsefesi uygulamıştır. Aynı noktadan hareket edersek, DP’nin uyguladığı “liberal” ekonomik rejim Klasik Sistemde öngörülen “liberal” rejimden farklı olduğu gibi, günümüzde, Türkiye dahil, uygulanmasına çalışılan ve yoğun müdahale ve korumacılıktan arınılmasını gerektiren “piyasa ekonomisi”nden de farklıdır.28

Burada fiyat mekanizmasına müdahalelerden kasıt, döviz, faiz, işçi ücretleri gibi temel girdi fiyatlarının serbest piyasadan ve rekabet piyasalarından teşekkül etmesi yerine devlet tarafından (örneğin, döviz fiyatının düşük, faizin düşük, işçi ücretlerinin yüksek), tespiti yanında çeşitli mal fiyatlarının da yine devlet tarafından tespitidir: Örneğin, yüksek tarım destekleme fiyatları; akaryakıt, tarımsal gübre fiyatlarının düşük tespiti; sınai mal fiyatları üzerine çeşitli kontroller ve limitler konulması gibi. Ayrıca, yatırımların çeşitli teşviklerle “öncelikli” alt-sektörlere veya bölgelere yönlendirmesini de içerir. Buna karşın, piyasa ekonomisinde fiyat mekanizmasına ve kaynakların dağılımına bu gibi müdahaleler asgaride olmalıdır.

Korumacılık ise kısaca ithalatı kısıtlayarak içeride ithal-ikame sanayi kollarının gelişmesini sağlamayı hedef alır. Bunun başlıca aletleri sabit döviz kuru (aşırı değerlendirilmiş para veya aşırı düşük tutulmuş döviz fiyatı) yanında ithalat üzerine çeşitli miktar kısıtlamaları (örneğin, kontenjan ve kotalar) ve yasaklar, ayrıca ithalattan alınan yüksek gümrük vergileridir. İhracat ise sabit döviz fiyatları yahut aşırı düşük tutulmuş döviz fiyatı dolayısıyla gelişemeyeceği için, bu kez çeşitli kur primleriyle teşvik görür. Böylece farklı ithal vergileri ve ihracat teşvikleri ile karşımıza bir “çoklu döviz kuru” (multiple exchange rate) çıkmaktadır.

Piyasa ekonomisinde ithalat, ihracat serbestisi karşısında dış ödemeler dengesi temelde serbest yahut gerçekçi döviz kuru yoluyla sağlanacaktır.29

Bu şartlar altında gerek IMF gerek DB (WB), dış ödemeler açıklarıyla karşılaşan ülkelere dış yardımda bulunmak üzere önce devalüasyon yapılmasını (aşırı düşük döviz fiyatı politikasından vazgeçilmesini), bunun yanında istikrar tedbirleri, yani enflasyonun önlenmesini önermekteydiler. Ayrıca GATT anlaşması da dış ticaretin serbestleştirilmesini, bunun için ithalatta miktar kısıtlamalarının, yüksek ithalat vergilerinin, ihracat teşvik primlerinin ve çoklu döviz kurunun kaldırılmasını önermekteydi. Fakat, Türkiye dahil, gelişen ülkeler bu kaidelere genellikle sadece krize düşüp IMF’ye muhtaç duruma geldiklerinde başvuruyorlar, daha sonra yine aynı politikaların içine düşüyorlardı.30 Türkiye de 1958 devalüasyonu ve 1970 devalüasyonu sonrası aynı politikalara dönmüştü.31

DP tarafından uygulanan “liberal” ekonomik rejim, bu kere İnönü dönemine kıyasla DP döneminde toplam sabit yatırımlar içinde kamu yatırımlarının payının artmış, 1950’de %39’dan 1960’da %50’ye yükselmiş olması gerçeği karşısında birçok uzman tereddütte kalmış; bazı gözlemciler DP’nin de en az CHP kadar “devletçi” olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakat bu yorum yanlıştır. Gerçekte 1938-

1950 döneminde yoğun bir devletçilik rejimi uygulanmış, özel teşebbüsün teşviki durdurulmuş olmakla beraber savaş yılları ve sonrası olan bu dönemde devletin gelir kaynaklarının mahdut olması nedeniyle fazla devlet yatırımı yapılamamıştır. Sonuçta toplam yatırımlar içinde kamu yatırımlarının payı düşük kaldığı gibi, gerek toplam yatırımların gerek özel yatırımların GSMH içindeki payı da çok düşük düzeyde kalmıştır.

DP döneminde ise gerek sınai gerek tarımsal üretimi ve özel teşebbüsü teşvik etmek üzere yoğun alt-yapı yatırımları (örneğin, kara yolları, limanlar) yanında özel teşebbüs tarafından yüksek sermaye gerektirdiği için ele alınamayan temel sınai ve tarımsal mallar ve ara malları üretimi devlet ve KİT’ler eliyle geliştirilmiştir (demir-çelik, gübre, tarımsal, kimyevi ilaç vb. gibi). Böylece kamu yatırımları, özel yatırımları teşvik eden bir politika unsuru olmuş ve özel yatırımların milli gelire oranının yükselmesinde, diğer teşvikler yanında önemli rol oynamıştı.

DP döneminde dış ekonomik ilişkiler artmıştır. Fakat, bunu “açık ekonomi”ye geçiş olarak yorumlayamayız. Gerçi 1950’de ithalatta liberasyon arttırılmasına gidilmiştir. Fakat menfi sonuç verdiği için 1953’te yeniden miktar kısıtlamalarına dönülmüştür. 1954 kötü iklim yılı ve GSMH düşmesini izleyerek 1954’ten sonra açık biçimde ithal-ikame sanayileşme yolu seçilmiştir.

Batı dünyasına bağlı gelişen ülkeler için 2. Dünya Savaşı’ndan sonra açılan yeni olanaklar içinde (IMF, WB, ABD Marshall yardımı vb. gibi) Türkiye’de de dış yardıma kayda değer bir açılma olmuştur. 1953’e kadar özel banka kredilerine de müracaat edilmiş olmakla beraber, bunların maliyeti çok yüksek olduğu için 1953’te vazgeçilmiş, program ve proje kredileriyle yetinilmiştir.

DP döneminde özel yabancı sermaye akımı köklü teşvik görmeye başlamıştır. Gerek dış yardım temini gerek özel yabancı sermayenin teşviki 1950’den önce CHP hükümeti tarafından ele alınmış, fakat sonuçlandırılamadan yapılan 1950 seçimleri iktidar değişikliği getirmişti.

DP hükümeti özel yabancı sermayenin teşviki için 1954’te iki önemli kanun yürürlüğe koymuştur: Sanayi sektörüne ÖYS akımı teşvikini düzenleyen 6224 sayılı ÖYS’yi Teşvik Kanunu ile petrol sektörüne ÖYS teşvikini düzenleyen 6326 sayılı Petrol Kanunu.32

Yine dışa açılmanın bir parçası olarak, Yunanistan’ın 1957’de Ortak Pazar’a Avrupa Ekonomik Topluluğu ortak üyelik için müracaatını izleyerek Türkiye de 31 Temmuz 1958’de AET’ye benzer bir müracaatta bulunmuştur. Fakat müzakereler 1960-61 askeri müdahalesi sonucu kesildiğinden Ankara Anlaşması 1964’te yürürlüğe girmek üzere, Eylül 1963 tarihinde imzalanmıştır.

DP döneminde politik alanda ise çok önemli bir adım atılmış, Türkiye 1951’de NATO’ya üye kabul edilmiş, 2. Dünya Savaşı sonrası kutuplaşma ve soğuk savaş yıllarında Batı cephesi saflarında yer almıştır. NATO yükümlülükleri gereği Türkiye Kore Savaşı’na asker göndermiştir. Böylece Türkiye, Stalin’in Kars, Ardahan, Artvin taleplerine ve Boğazlar üzerindeki isteklerine set çekmiştir.
DP hükümetinin belirgin ve önemli kalkınma stratejilerinden biri tarım kesiminin gelişmesine verdiği önemdir. 50’li yıllara kadar iktisadi gelişme literatüründe kalkınma olgusu sanayileşme ile özdeş kabul ediliyordu. Fakat 50’li yıllarda ekonomik kalkınmada ve özellikle kalkınmanın ilk aşamalarında tarım sektörünün geliştirilmesinin sınai gelişme, dolayısıyla topyekün gelişme üzerindeki müspet etkileri ön plana çıkartılmıştır.33 Bu görüş uluslararası kuruluşlar kanallarıyla diğer gelişen ülkeler yanında Türkiye’de de yankı bulmuştur. Nüfus çoğunluğunun kırsal bölgelerde yaşaması, istihdamda tarım sektörünün büyük ağırlığı konuyu ekonomik olduğu kadar politik ve sosyal açıdan da önemli hale getiriyordu.

CHP ve İnönü iktidarı son yıllarda tarımı toprak reformu yoluyla kalkındırma stratejisi üzerinde durmuş, fakat 1950 seçimleri öncesi toprak reformu stratejisini terketmişti. DP ise daha seçimlerde toprak reformu değil, tarım reformu stratejisini benimsemiş ve bu stratejiyi uygulamıştır.34 DP hükümeti tarım kesimini makineleşme özellikle traktör kullanımı, sulama başta olmak üzere çeşitli alt-yapı yatırımları, dünya fiyatları üstünde ve yüksek destekleme alım fiyatı (taban fiyatı) politikası, düşük faizli tarım kredisi, satış ve kredi kooperatifleri, düşük fiyatlı suni gübre, düşük fiyatlı akaryakıt ve mazot gibi yollarla teşvik etmiştir. Karayollarının geliştirilmesi, deniz ve demiryolları ulaşımının nispeten ihmal edilmiş olması ayrı bir sorun olmakla beraber, tarım üretiminin piyasalara ulaşmasına ve dolayısıyla tarım üretiminin teşvikine büyük katkı sağlamıştır.

İlk yıllarda traktörün kullanılmasıyla, bunların daha ziyade büyük toprak sahiplerince kullanıldığı varsayımından hareketle, makineleşmenin toprak dağılımında temerküzü arttırdığı iddia edilmiştir.35 Fakat toprak dağılımı, traktör sayısı, ekime açılan arazi istatistiklerine bakılacak olursa, bu iddianın yanlış olduğu görülmektedir.36

Traktörün yaygınlaşması ile büyük boyuttaki mevcut meraların tarıma açılması imkan dahiline girmiş, ekilebilir arazi alanı genişlemiştir. Ayrıca sulanan arazi payı da artmıştır. Tarım reformu yoluyla tarım sektörünün geliştirilmesi, köy yollarının ve köylerin elektrifikasyonunun ele alınması başlıca iki alanda önemli etkiler yaratmıştır. Birincisi politiktir: Tarım politikası ve tarım reformu sonucu çiftçinin gelirinin artması, diğer tutumlar ve politikalarla birleştiğinde, çiftçi ve tarımsal nüfus büyük ölçüde merkez sağa yönelmiştir.

Sonradan ortanın solu olduğunu ifade eden ve toprak reformu uygulanmasını öneren CHP’nin kırsal oyları mahdut kalmıştır. İkincisi, tarımın geliştirilmesi iktisat literatüründe de öne sürüldüğü gibi, Türkiye’de de, gerek ham madde, gerek işgücü temin etmesi gerek sınai talebi arttırması suretiyle sanayileşmeyi uyarmış, sanayi kesimi tarımdan daha da süratle gelişmiştir. Sonuçta tarım kesiminin GSMH içindeki payı 1950’de %52’den 1961’de %42’ye düşerken sanayi kesiminin payı %16’dan %23’e yükselmiştir.37 Kırsal nüfus ise 1950’de %75’ten 1960’da %68.1’e gerilemiştir.38
DP döneminde yıllık enflasyon GSMH kapalı fiyat indeksi ile 1950’de - 2.1’den 1959’da %19.9’a yükselmiş39 ve bu da ciddi eleştirilere yol açmıştır. Bu dönem boyunca kamu yatırımları ve çeşitli teşvikler sonucu oluşan bütçe açıkları daha çok Merkez Bankası kredileri ve para arzı artışı ile finanse edilmiştir. DP hükümetini eleştirenler enflasyonun menfi ekonomik ve sosyal etkilerini vurgularken savunanlar ise kalkınmanın başlarında bir miktar enflasyonist finansmanın kaçınılmazlığını ileri sürmüşlerdir.

DP dönemi boyunca nüfus artış oranı giderek artmış ve yılda %2.9’lara yükselmiş; köyden şehire nüfus akımı ve gecekondu sorunları ortaya çıkmıştır. Yine aynı yıllarda sağlık tedbirlerinin kopya edilmesi sonucu gelişen ülkelerdeki nüfus artışı sorunu, hızlı artan nüfusun ekonomik gelişme üzerindeki menfi etkileri ve “nüfus bombası” (population bomb) tartışmaya açılmış ve “iradi nüfus planlaması” uluslararası teknik ve malî yardım konusu yapılmıştır. Türkiye de bu dönemde iradi aile planlamasını kabul etmekle beraber hükümet bu konuda fiilen fazla etkin bir faaliyet göstermemiştir. Bu tutumda dini yanlış yorum ve hassasiyetlerin rolü vardır. Nüfus artış oranı çok daha sonraki yıllarda ve şehirleşme ve sanayileşme ile birlikte düşmeye başlamıştır.40

3.2. DP Döneminde Ekonomik Performans

1950-59 DP döneminde GSMH yıllık ortalama artış hızı %6.9; %2.9 nüfus artış oranı ile kişi başına düşen GSMH yıllık ortalama artışı %4 olmuştur. Bu, 1939-49 İnönü dönemindeki %0.6 GSMH artışı ve %1.5 nüfus artışı ile %0.9 kişi başına düşen GSMH ortalama yıllık artışına kıyasla çok yüksek olup Atatürk dönemindeki kalkınmayı izleyerek, ikinci kalkınma hamlesi sayılabilir41 ve çok büyük bir merhaledir.42 Özellikle 1950-53 yıllarında yıllık ortalama GSMH artışı %11.3; %2.8 nüfus artışı ile kişi başına GSMH artışı %8.5 gibi, daha sonra hiçbir zaman ulaşılamayacak bir yükselme göstermiştir.

1939-1949 döneminde ortalama fiyat artışının %14.6 olmasına karşın %1950-59 döneminde ortalama fiyat artışı %11.1 olmuştur. Ancak, yıllık enflasyon oranı aslında dönem boyunca giderek artmış ve 1959’da GSMH kapalı fiyat indeksi 19.9’a oranına yükselmişti.43

1939-49 döneminin düşük büyüme hızında ve nispeten yüksek enflasyon oranında kuşkusuz 2. Dünya Savaşı’nın çok belirgin menfi etkileri vardır. Fakat bunun yanında, kanaatimce o dönemde uygulanan yoğun devletçilik rejiminin etkileri gözardı edilemez. Yine kuşkusuz 1950-59 dönemindeki yüksek büyüme hızında 2. Dünya Savaşı sonrasının yarattığı imkanların, örneğin dış yardımların, bunun yanında 1950-53 için Kore Savaşı’nın yarattığı müsait dünya konjonktürünün etkileri vardır. Fakat, izlenen ekonomik rejim ve ekonomik kalkınma stratejilerinin anahatları bakımından doğru ve dünyadaki -yahut Batı dünyasına mensup ülkelerdeki- gelişmelere paralel olmasının büyük bir rolü olduğunu reddetmek mümkün değildir. Dış yardım, krediler ve yabancı sabit sermaye akışı esasen bu politikanın bir sonucudur. O dönemde eleştiriler enflasyonist kalkınma yanında yatırımların yanlış dağılımına da yönelmişti. Bu eleştiride belki bir gerçek payı olabilir; fakat sonraki araştırmalarda planlı dönem ile 1950-59 dönemi arasında yatırımların dağılımı açısından çok belirgin bir fark olmadığı saptan-


Yüklə 4,97 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   80




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin