YANLIŞIN TERSİ DOĞRUYU GÖSTERİR
"Light İslam" yazımdan dolayı hayli arayan oldu. Tebriklerini, teşekkürlerini bildirdiler. Bu arada da, "Bu tür faaliyetlerden zarar görmemek için ne yapmamız lâzım?" diye sordular.
Fazla yapılacak bir iş yok aslında. Ne diyorlardı, "Alimleri, fıkıh kitaplarını bir tarafa bırakın, dininizi doğrudan Kur'an-ı kerimden öğrenin!" Söylediklerinin tersini yapmak kafi, zarar görmemek için.
Çünkü, asırlardır, dinimizin emir ve yasakları fıkıh kitaplarından, ilmihâl kitaplarından öğrenilmiştir. Bu yol sağlam yoldur. Fakat Meşrutiyetten beri, belli odaklar, Müslümanları sinsice fıkıh kitaplarından uzaklaştırıp, meallere, tefsirlere, tercümelere yönlendirme gayretine girmiş bulunmaktadır. Bu maksatla, "Dinimizi esas kaynağından öğrenin, aracıları ortadan kaldırın" gibi sloganları ortaya attılar. İşin aslını bilmeyen çok kimse de, bu sinsice hazırlanmış tuzağa yakalandılar.
Birçok şey alıştıra alıştıra kabullendirilir. Bazı yanlış inanç, fikir, görüş, metot ve kanaatler vardır ki, insanlar onları önce iter, reddeder. Fakat devamlı propaganda, beyin yıkama ve telkin neticesinde, bu itiş ve reddetme, zamanla zayıflar ve toplumun direnişinde gevşeme başlar. Gün gelir, bakarsınız ki, o bozuk ve bâtıl fikir ve metotlar, aynı topluluk tarafından benimsenir ve kabul görür.
İşte, büyük-küçük her Müslümanın, bir adet Kur'an tercümesi edinerek, İslâmiyeti doğrudan doğruya kutsal kitabından veya kaynağından öğrenmesi fikri de böyle olmuştur. Bu, yıllardır yaptıkları beyin yıkama propagandalarının bir neticesidir. Maalesef zamanımızda Müslümanların çoğu, bu propagandanın tesiri ile evlerinde bir meal bulundurma, dini buradan öğrenme yanlışlığına düştüler. Hâlbuki bizim, dinin temel bilgilerini Kur'an tercümelerinden elde etmemiz, öğrenmemiz mümkün değildir.
İslâmiyeti içeriden yıkmak, dinimizin temellerini dinamitlemek isteyen reformcuların ve inkârcıların, yıllar boyu devam eden teraneleri şu olmuştur: "Herkes dinini doğrudan doğruya Kur'an-ı kerimden öğrensin. Bunun için de herkese bir tercüme, yahut meal veya tefsir temin edilsin. Onu okusunlar; eski kafalı hocalar, fıkıh kitapları aradan çıksınlar!.."
Nihayet onların dediği olmuş, bu sinsi oyun, yani dini bilgileri meallerden ve tercüme kaynaklardan almak fikri, doğru olarak kabul edilmiş ve tercümeler, mealler peynir ekmek gibi satılmaya başlamıştır.
Neticede ne olmuştur? İslâmî otorite ve hiyerarşi kavramları yıkılmış... Söz ayağa düşmüş... Reform hareketleri başlamış... Mezhepsizlik yayılmış... Hemen arkasından da dinsizlik yayılmaya başlamış. Bu hareketler, ne zaman ve kimler tarafından başlatılmış o da çok önemli. Bunu da, 1924 tarihli Sebilürreşad Mecmuasından öğrenelim:
"Kur'an-ı kerim'i tercüme etmek, basıp yaymak bir müddetten beri moda oldu. Ne gariptir ki, ilk defa bu işe teşebbüs eden, Zeki Megamiz isminde, Arap asıllı bir Hıristiyandır. Daha sonra Cihan Kütüphanesi sahibi Ermeni Mihran Efendi acele olarak, diğer bir tercümenin basımına başladı ve az zamanda sona erdirerek, "Türkçe Kur'an" ismiyle yayınladı."
Asırlardır, bütün ömürlerini dini yaymakla geçiren, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan İslâm âlimlerinin, Kur'an-ı kerimin tercümesini, meallerini hazırlamayıp da, yabancıların böyle bir çalışma yapması, bizlere çok şey hatırlatmalıdır...
Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, tercüme ve meal, gerçekten dine faydalı olsaydı, İslâm büyükleri bu faaliyeti gayri müslimlere bırakırlar mıydı? En güzelini kendileri yapmaz mıydı?
BATILILAŞMA SÜRECI
İki asır önce sadece yönümüzü çevirdiğimiz Batıya yönelişimiz son yıllarda koşar adıma dönüştü. Son günlerde toplumun herkesiminde bunun tartışmasını yapılıyor. Eksileri artıları gündeme geliyor. Gerçi Batıya yönelişimizin miladı iki asır öncesi değil. Osmanlı kuruluşundan itibaren Batıya yönelmişti. Fakat iki yönelişin arasında çok büyük fark var. İlk yönelişin hedefinde, onlara İslam ahlakını tanıtmak ve onların İslam ile şereflenmelerini sağlamak vardı. Batıdan bir şey öğrenmek, onların medeniyetlerin istifade etmek için değil, onlara gerçek medeniyeti gerçek insan haklarını sunmak, onları despot yönetimlerden, akıl olmaz zulümlerden kurtarmak içindi.
İkinci yönelişimizde tam tersine, onların medeniyetinden istifade, insan haklarından yararlanma söz konusu. Şimdi aynı şeyleri onlar söylüyor; sizde insan haklarına uyulmuyor, adaletiniz güvenilir değil, din ve vicdan hürriyetiniz yok, diyorlar. Nereden nereye geldiğimizin resmi işte budur.
Bu iki farklı, yönelişin altında ekonomik güç yatıyor. Güçlü olanın sözü geçer. Güçlü olanın cazibesi, çekim gücü fazla olur. Gücünüz yoksa, sahip olduğunuz değerler ne kadar kıymetli olursa olsun uygulama alanı bulamazsınız.
Bir hikmet ehli, “İnsanlık tarihinden bugüne kadar ve bundan sonra da kıyamete kadar, her kaidenin bir istisnası olmuş ve olacaktır. Sadece bir kaidenin istisnası yoktur. O da; ‘parası olan her zaman güçlüdür!’ kaidesidir” diyor.
Gerçek manada hürriyet, bağımsızlık; paraya, güçlü olmaya bağlıdır. J.J. Rousseau, “ Eldeki para hürriyetin simgesidir. Fakat peşi kovalanan para tam tersine köleliğin simgesidir.” Thomas Fuller de, “ Para insanı avlamak için en iyi yemdir” der. Thomas Carlyle de, “ Para yağmuru altında çok şeyler delinir” demiştir.
Bugün, bütün milletlerde Avrupalı, Amerikalı gibi olma özlemi var. Bu ülkelere düşman bile olsalar para gücüne dayalı propagandaların tesiri ile gizli bir hayranlık var.
Paranın, ekonomik gücün etki alanına girmeyen hiçbir şey yoktur. Siyaset, moda, kültür hatta inançlara bile tesir eder. Tarih boyunca bu hep böyle olmuş bundan sonra da böyle olacaktır. Örneğin, Osmanlılar 15. 16.17. asırlarda siyasi sahada olduğu gibi sosyal ve ahlaki yönden de dünyada örnek alınan, taklid edilen devlet konumundaydı.
Osmanlı medeniyleti, mensubu oldukları İslam dinine ve onun güzel ahlakına, iyilik, çalışkanlık, adalet gibi emirlerine dayanıyordu. Bu emirlere sarıldıkları müddetçe çağının zirvesine çıkmış ve diğer milletlere üstün ve örnek olmuşlardı. Ekonomik yönden de karşılarında rakib olabilecek bir kuvvet yoktu.
Bu güçten dolayı dünyada Osmanlı örf ve adeti, Osmanlı modası hakimdi. Her Batılının içinde, İslamiyete düşman da olsa gizli bir Osmanlı hayranlığı vardı. Bunun için İslam ahlakını, adaletini yaymak kolay oldu, milletler toplu olarak İslama geçti. Çünkü 10. yüzyıldan beri Avrupa’da medeniyet yoktu, halk açlık, sefalet, hastalık ve zulüm içerisinde inim inim inliyordu.
Batı, Osmanlı medeniyetinden çok şey öğrendi. Haçlı seferleri ve çeşitli vesilelerle İslam memleketleri ile olan irtibatları sırasında bu medeniyeti tanıma fırsatı buldular. Rönesans denilen hamlelerinde bunun büyük tesiri oldu.
Şartlar zorladı, Avrupalılar, deniz yoluyla Hindistan'a ulaşabilme çarelerini aradılar. Bu yüzden pekçok deniz seyahatleri yaptılar. Bu faaliyetleri sırasında denizcilik bilgi ve tecrübeleri genişledi. Denizcilik mektepleri açarak bu bilgi ve tecrübelerini ilerlettiler. Donanmalarını bu bilgilerle teçhiz ettiler.
Osmanlının son zamanlardında ve daha sonraki zamanlarda, İslam medeniyeti bütün dünyada orijinalliğini kaybetti. Orijinal olmayan bir sistem model olamaz. Bunun sonucu bu modele yakın orijinal bir medeniyet olan Batı medeniyeti ortaya çıktı. Yakın derken maksadım, inanç yönü değil tabii ki. Çalışmak, insana ve emeğe değer verme, teknolojiyi kullanma gibi değerlerdir. Bunlar zaten dinimizin emridir. Kim olursa olsun dinin dünya ile ilgili emirlerine uyarsa, dünayada rahat eder, ahıret ile ilgili emirlerine uyan ahırette de rahat eder.
Aslında biz, kıymetini bilmediğimiz, bunun için de elimizden kaçırdığımız değerlerin peşindeyiz. Fakat Batı bizden aldığı bu değerleri tekrar bize verirken KDV’sini de ihmal etmiyor. Bu da, kendi örf adeti ve inancı. Yani kırk katır mı kırk satır mı?
Dostları ilə paylaş: |