AVUSTURYALI GAZETECİNİN TESPİTİ
Bugün, Müslüman ülkeleri denilen devletlerin durumları ortada. Çoğu geri kalmış üçüncü dünya ülkeleri durumundalar... Bilerek, planlı olarak bu ülkeleri perişan hale getiren Batı, şimdi de bunu bahane ederek, “Müslüman olduğunuz için dininiz sizi bu hale getirdi” diyerek suçu İslamiyete yüklemekte. Çıkış yolu olarak da, ismi İslâm olan fakat İslâmiyetle ilgisi olmayan bir ahlâk sistemini yerleştirmeye çalışmaktadır.
Tabii ki bu çalışmayı doğrudan kendileri yapmıyorlar. Biliyorlar ki doğrudan müdahale ters etki yapar. Peki nasıl yapıyorlar? Müslüman ülkelerden elde ettikleri meşhur kimseler veya meşhur ettikleri kimselerle. Tartışmaya sebep olmamak için bu kimselerin isimlerini vermiyorum. Ancak, her ülkede bunların kimler olduğunu, az çok bu işle ilgilenen herkes biliyor. Görünüşte Müslüman olan bu kimseler, İslam adına çıkıp dini kurtarmak yaygaraları ile Batı’nın istediğini yerine getiriyorlar.
Bu kimseler her ne kadar biz dini değiştirmiyoruz, eski haline getirmek istiyoruz diyorlarsa da, yaptıklarına bakıldığında bunların sözlerinde samimi olmadıklarını açıkça görüyoruz. Çünkü, söyledikleri, 1400 yıldan beri bilinen, uygulanan bütün hükümleri, Kur’an-ı kerimi, planlanan şekilde yorumlayarak tersine çeviriyorlar. Kur’an-ı kerimin bugünün şartlarına cevap vermediğini çoğu zaman dolaylı bazan da açıkça ifade ediyorlar.
Halbuki İslâm devleti ismini taşıyan memleketleri bu hale getiren İslamiyet değil Müslüman ismini taşıyan kimselerdir. Çünkü buralarda iman bilgileri bozulmuş, birçoğunun dinle bile alakası kalmamıştır. Hal böyle olunca kabahat, İslâm dininde değil, İslâm dininin esaslarını unutan şunun bunun oyuncağı olmuş kimselerdedir.
Bunun böyle olduğunu bilmek için allame olmak gerekmez. Az çok kafası çalışan herkes bilir. Dinler üzerine araştırma yaparak Müslüman olmaya karar veren Avusturyalı bir gazeteci bakın bugünkü İslâm âleminin durumunu nasıl izah ediyor:
“İslâm âlemini incelemem neticesinde şunun farkına vardım ki, islâm âleminin gittikçe bozulması, zayıflaması, âdeta çöküntüye uğramasının en büyük sebebi, Müslümanların dinlerine, gittikçe kayıtsız kalmalarıdır. Müslümanlar, tam Müslüman oldukları müddetçe, dâima yükselmişler, Müslümanlığı bırakmaya başlayınca, aşağılara düşmüşlerdir.
Halbuki, bir memleketin, bir milletin, bir cemiyetin yükselmesi için ne lâzımsa, Müslümanlıkta mevcuttur. Bütün medeniyet esasları onda vardır. İslâm dini, hem çok ilmi, hem de çok pratiktir. Koyduğu esaslar mantıkî ve herkes tarafından kolay anlaşılabilen, uygulanabilen, içinde; ilme, fenne, insan tabiatına uymayan tek bir unsur bile bulunmayan kâidelerdir. Onda lüzûmsuz hiç bir şey yoktur.
Diğer din kitaplarında bulunan, anlaşılmaz şeyler, yanıltmacalar, akla mantığa sığmayan hurâfeler, İslâm dininde yoktur. Bu hususları ben bütün Müslümanlarla konuştum ve onları, “Niçin bu güzel dîninize daha fazla bağlanmıyorsunuz, niçin ona iki elle sarılmıyorsunuz” diye azarladım.
Ben, Müslümanlıkta, Hıristiyanlıkta bulamadığım her şeyi buldum. Müslümanlığın hangi kâidesinin, hangi esasının bana daha yakın geldiğini söyleyemem. Çünkü onun her kâidesine, her esasına hayranım. Müslümanlık, muazzam bir âbidedir. Onun tek parçasını bile ondan ayırmak kâbil değildir. Bütün parçalar birbiri ile bir nizâm içinde kenetlenmiş ve perçinleşmiştir.
Parçaların arasında muazzam bir âhenk vardır. Hiç bir eksiği yoktur. Herşeyi yerli yerindedir. Belki, bu son derece takdire lâyık intizâm, beni İslâm dinine bağlıyan bir âmildir. İşte ben, bütün kalbimle ve aşkımla İslâm dinine sarıldım ve o da, bir daha çıkmamak üzere kalbime yerleşti.” ( Herkese Lazım Olan İman- Hakikat Kitabevi)
Bir inanç yaşanmazsa ayakta kalamaz. İslâmiyeti, islâm ahlâkını yaşamayanların bu konuda söz söyleme hakları yoktur. Suçu İslâmiyette değil, kendilerinde aramalıdırlar!..
KÜLTÜRÜ YAYMADA GÜCÜN ÖNEMİ Tarih boyunca, ekonomik yönden zayıf olan devletler, milletler, ekonomik yönden kuvvetli olan devletlerin oyuncağı haline gelmiştir. Kuvvetli olanlar, inançlarını, kültürlerini kolay bir şekilde yaymışlardır. Ülkemizdeki “misyonerlik” faaliyetleri de, Osmanlının ekonomik yönden zayıf olduğu son dönemde başlamıştır. Dış etkenlerden korunmak için güçlü olmak zorundayız. Bunun için de çok çalışmalıyız. İnsanın yaratılışında vardır: Az çalışıp çok harcamak; hatta çalışmayıp yan gelip yatarak çok harcamak. Bu ise, eşyanın tabiatına aykırı. Çünkü, dünya nizamı çalışma kazanma üzerine kurulmuştur. Bunu tersine çevirmeğe kimsenin gücü yetmez. Denemeye kalkanı, çark ezer geçer.
Hatta çalışıp kazanmak da kafi değil. Kazanılan kadar da harcamak gerekir. Zamanımızda çalışmayana yaşama hakkı tanınmadığı gibi, kazandığından fazla harcayana da yaşama hakkı verilmiyor. Çünkü, fazla harcadığı için zamanla açık büyüyor, hiç çalışmayanın durumuna düşüyor hatta, ondan daha kötü duruma düşüyor. Çalışıp kazananın kölesi haline geliyor.
Devlet olarak, şirketler olarak, aileler olarak günümüzün en büyük sıkıntısı en büyük yanlışlığı bu; kazandığımızdan fazlasını harcamak. Şunu unutmayalım; aile olarak, üç kazanıp beş harcıyorsak aile bütçesinin; çalıştığımız iş yerine üç kazandırıp beşe mal oluyorsak bu müessesenin iflas etmesi kaçınılmazdır.
Devlet olarak da gelirimiz giderimiz dengeli değilse, giderimiz devamlı artıyorsa, eninde sonunda Devletin de iflası kaçınılmazdır. Borçlu aile, borçlu şirket nasıl alacaklının kölesi haline geliyorsa, bu devletin de alacaklı devletlerin kölesi olması kaçınılmazdır. Köle, efendisinin her istediğini yerine getirmek zorundadır. Osmanlı, borçlu olduğu devletlerin her istediğini yerine getirmedi mi?
Bunun için dinimiz insana, bu zelil duruma düşmemesi için çalışmayı, kazanmayı emrediyor. Peygamberimiz, “Hiç ölmeyecek gibi dünya için; yarın ölecek gibi ahıret için çalışın!” buyurdu.
Müslümanın kendine, evlâdına, ailesine lâzım olanları elde etmek ve borçlarını ödemek için çalışması farzdır. Çalışan, dünyada rahat ettiği gibi, bir farzı yerine getirdiği için ahırette de rahat eder. Özürsüz, yani çalışma imkanı olduğu halde çalışmayana ahırette azâb yapılacaktır. Dinimizde borç ödemek farzdır. Ödeyemeden vefât edenin, ödemek niyeti varsa, günâh olmaz. İslamiyet dinin temeli olan beş vakit namazdan sonra çalışmayı emrediyor. Hadîs-i şerîfte, “Beş vakit namazı kıldıktan sonra, çalışıp helâl kazanmak, her Müslümana farzdır” buyuruldu.
Bir Müslüman için en büyük nimet, Resulullah efendimizle beraber olmak onun sohbetinde bulunmaktır. Buna rağmen, Peygamberimiz önce çalışmayı, nafaka teminini teşvik buyurmuştur. Bir sabah, Peygamber efendimiz, Eshâbı ile konuşurken, bir genç, erkenden dükkânına doğru geçti. Bazıları,”Erkenden dünyalık kazanmaya gideceğine, buraya gelip birkaç şey öğrenseydi iyi olurdu.” dediler. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, “Öyle söylemeyiniz! Eğer kimseye muhtaç olmamak, ana-baba ve çoluk-çocuğunu da muhtaç etmemek için gidiyorsa, her adımı ibâdettir. Eğer, herkese övünmek, keyif sürmek niyetinde ise, şeytanla beraberdir.” buyurdu. Başka bir zamanda da, “Ticâret yapınız! Rızkın onda dokuzu ticârettedir. Bir Müslüman, helâl kazanıp, kimseye muhtaç olmaz ve komşularına, akrabâsına yardım ederse, Kıyâmet günü, ayın ondördü gibi parlak, nûrlu olacaktır.” buyuruldu. Borçlu olanın aklı dağınık olur, kendini tam toparlayamaz. Düzgün ibadet yapamaz. Yaptığı ibadetten zevk alamaz. Lokman Hakîm, oğluna nasîhat verirken, “Çalış, kazan! Çalışmayıp, herkese muhtaç kalanların dîni ve aklı noksan olur, iyilik etmekten mahrûm kalır ve herkesten hakâret görür.” buyurdu. Hz. Ömer, “Çalışınız, kazanınız, Allahü teâlâ rızkımı çalışmadan gönderir, demeyiniz! Allahü teâlâ, gökten para yağdırmaz.” buyurdu. İmâm-ı Evzâî hazretleri, İbrâhim Edhem hazretlerini, sırtında bir yığın odun götürürken gördü. “Niçin bu kadar sıkıntı çekiyorsun? Kardeşlerin, seni hiçbir şeye muhtaç bırakmıyor” dedi. İbrâhim Edhem hazretleri buna şöyle cevap verdi:”Öyle söyleme, hadîs-i şerîfte, “Helâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur” buyuruldu.”
İslam büyüklerinin nasihatlarına, yaşayışlarına uyan rahat eder. Bugün çektiğimiz sıkıntıların sebebi bunlara uymamamızdandır. Zararın neresinden dönülürse kârdır!..
Dostları ilə paylaş: |