Doğada sistem gerçekliĞİ ve biLGİ İŞlem süreci



Yüklə 1,11 Mb.
səhifə12/38
tarix08.01.2019
ölçüsü1,11 Mb.
#93289
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   38

KOORDİNAT SİSTEMİ NEDİR

Koordinat sistemi, belirli bir bilginin bir madde-enerji yoğunluğu olarak (yapı) gerçekleştiği her A-B sisteminde, sistemi oluşturan parçaların (şekilde A ve B) sistem merkezini temel alan sıfır noktasına göre (şekilde C noktası) uzay-zaman içinde ifade edilebilme şeklidir.





Buna göre, her A-B sisteminde üç temel KS bulunur.61 Bunlardan birincisi, az önce de ifade ettiğimiz gibi, sistem merkezini temel alan KS’ dir. Bu durumda A ve B karşılıklı ilişkilerini ve bu ilişkiler içinde gerçekleşen varoluş hallerini-hareketlerini sistem merkezini temel alan (C) bu KS’ ne göre belirlerler. Her sistemin kendi içinde belirli yaşam seviyelerinden-kuantum seviyelerinden- oluştuğunu da dikkate alırsak, diyebiliriz ki, her basamak-denge durumu- kendi içinde, sistem merkezini temel alan bir koordinat sistemi rolünü de oynar. Karşılıklı varoluş anlayışı dediğimiz şey, tarafların, otomatikman, hareketi böyle doğal bir koordinat sistemi içinde değerlendirmelerinden başka birşey değildir.
İkinci ve üçüncü KS’ leri ise, A ve B’yi temel alan koordinat sistemleridir. Karşılıklı etkileşme içinde birbirlerini yaratarak gerçekleşen bu iki unsurdan her biri, etkileşme sürecini ve bu sürece bağlı olarak ortaya çıkan sonuçları kendi bireysel varlıklarını temel alan KS’ lerine göre de değerlendirebilirler. Çünkü, A ve B’ yi birbirlerine bağlayan, onların birlikte varolmalarına yol açan kollektif varoluş süreci, onların bireysel çabalarıyla-fonksiyonlarıyla, bunların bir toplamı-süperpozisyonu olarak gerçekleştiği için, her unsur “kendi varlığının” da gerçekleştiği bu süreci “kendisini” temel alan KS’ ne göre de değerlendirebilir.
O halde, bir şeyin, bir hareketin uzay-zaman içindeki varlığını belirlerken, hiç bir zaman öyle (mekanik dünyada olduğu gibi) “rasgele” KS seçemeyiz! Bir şeyin, KS olarak rol oynayabilmesi için, mutlaka KS olarak seçilen şeyle, o nesne, ya da hareket arasında bir ilişki-etkileşme olması gerekir (bütün bunlar, bu bakış açısı mekanik dünyada karşımıza çıkan varoluş ve KS anlayışına hiç uymuyor değil mi!?... )
Bu çelişkiyi daha açık bir şekilde ortaya koyabilmek için hemen günlük hayatımızdan bir örnek verelim: Örneğin, bulunduğumuz evi KS’ mizin merkezi olarak alırsak, kapının önünde duran arabanın saat 3 te eve 5m. mesafede olduğunu söyleyebiliriz. Bunun gibi bir çok örnek sayılabilir...
Dikkat ederseniz, buradaki KS anlayışı tamamen pratik, günlük hayatımızda bize yardımcı olan bir anlayıştır. Ama bunun, hiç bir zaman, esasa ilişkin, var oluşun esasına ilişkin bir önemi, anlamı yoktur. Mekanik, görünüşe yönelik bir “realite” tanımına yardımcı olan, büyük bir kullanım değeri olmakla birlikte, hiç bir şekilde işin özünü vermeyen bir kabuldür bu.
Meselenin bu tarafını bilirsek, hiç bir sorun yok aslında!... Sorun, bunun, bu anlayışın bizim için bir dünya görüşü haline gelmeye başlamasıyla ortaya çıkıyor! Ancak bu durumdadır ki, mekanik dünyaya özgü “bakış açıları” bizi kendisini kendi inşa ettiği kozanın içine hapseden o ipek böceği kurtçuğunun durumuna sokuyor!...


ÖZEL VE GENEL İZAFİYET TEORİLERİ...

“Koordinat sistemi nedir” diye başlayınca konu ister istemez Einstein’a, onun Özel ve Genel İzafiyet Teorilerine geliyor!...


Özel İzafiyet Teorisi’nin (ÖİT) “hareket” anlayışı özünde Galile’nin “düzgün doğrusal” mekanik hareket anlayışıdır. “Herhangi bir kuvvetin etkisine maruz kalmadıkları müddetçe cisimler mevcut durumlarını devam ettirirler, duruyorlarsa durmaya devam ederlerken, düzgün doğrusal bir şekilde hareket ediyorlarsa da, buna devam ederler”. Einstein’ın “herhangi bir katı, sabit cisim olabilir”62 diye tanımladığı koordinat sistemleri de (KS), bu “düzgün doğrusal-atalet hareketini” tanımlayan “Galile KS leridir”. Yani, ÖİT’ nde bir yandan mutlak uzay, mutlak zaman anlayışının terkedildiği söylenirken, diğer yandan da halâ, ancak böylesine metafizik bir evrende bir gerçekliğe sahip olabilecek bir hareket anlayışı hakimdir.
Ama bunu Einstein’ın kendisi de biliyordu. Ve onun içindir ki, “Genel İzafiyet Teorisi (GİT)” ile, gravitasyonu da işin içine katarak bu sorunu çözmeye çalıştı. Çünkü burda artık içinde kuvvetin bulunmadığı Galile’nin “atalet sistemleri”nin yerine, içinde gravitasyonun da bulunduğu “gerçek KS’ leri” vardır. Einstein, “gravitasyonun bir kuvvet olmadığını, uzay-zamanın geometrisi olduğunu” ifade ederek bu geçişi kolaylaştırmaya çalışır... Galile sistemleri zaten içinde kuvvetin bulunmadığı sistemlerdi. Gravitasyon da bir kuvvet olmadığına göre, o zaman, “fizik yasaları bütün KS’ lerinde aynı şekilde geçerli olacaktı. Yani, özel, tercihli KS’ leri yoktu. Einstein, bu KS’ lerinde, gravitasyonal alanın daha yoğun olduğu yerlerde zamanın yavaşlayıp, nesnelerin boylarının kısalacağını da gösterdi. Ve artık eskisi gibi, düz, iki boyutlu (zaman ayrı) Öklidsel bir uzayı temel alan KS yerine, dört boyutlu, eğrilmiş bir uzay-zamanı içeren Gauss KS’ lerinin konması gerektiğini ifade etti.
Bunların hepsi çok önemli adımlardı. Ama, “atalet” olayını tam olarak çözemediği için, “ivmeli hareket” kavramı da tam olarak yerine oturmuyordu Einstein’da! Hem deniyordu ki, “gravitasyon-“gravitasyonal çekim” olayı- bir kuvvet değildir, uzayın geometrisinin neden olduğu bir harekettir”, bu nedenle, “serbest düşme de özünde bir atalet hareketidir” (ki bütün bunlar doğrudur); ama hem de sonra, içinde gravitasyon var diye, Gauss KS’ leri “ivmeli KS’ leri” oluyorlardı! Sonra da buradan, bütün KS’ lerinin birbirine eşit olduğu sonucu çıkarılıyordu. Bunlar birbiriyle çelişen şeylerdi! Yani, “serbest düşme” hareketi hem bir “atalet hareketi” oluyordu, hem de, ortada onu yaratan bir kuvvet bulunmadığı halde “ivmeli” bir hareket!... “İvmeli hareket” deyince bundan, K=m. a ‘ya göre gerçekleşen bir hareket anlaşılacağı için de, “atalet hareketiyle ivmeli hareket bir ve aynı şey olmuş oluyordu”! Gel de çık işin içinden!
Atalet hareketini açıklayabilmek için bir ara Avusturya’lı fizikçi Mach’ın görüşlerine de yaklaşıyor Einstein. Ama sonra bırakıyor onu da. Bir yanıyla fizikte büyük bir sarsılmaya, silkinmeye yol açıyor Einstein, ama diğer yanıyla da, olayı tam olarak çözemiyor bir türlü. Neden mi?
Önce şu tesbiti yapalım. Her ne kadar Einstein klasik fiziğin metafizik-ideolojik temellerini sarsmış, bilimsel gelişmenin bundan sonra izleyeceği yolu aydınlatan bir dönüm noktası olmuşsa da, o da gene, son tahlilde tam olarak bu alanın dışına çıkmış sayılmaz!... Yani, kafa yapısıyla, dünya görüşüyle-kullandığı kavramlarla- o da halâ eski dünyanın içinde bir devrimcidir. Onun için de halâ, nesneler, şeyler, “bizatihi-objektif realiteler” olarak vardırlar. Öyle ki, üzerinde ölçme işlemi yapılan bir elektronun varlığı, gözlemciden ve ölçme işleminden, etkileşmeden bağımsız bir “gerçekliktir”. Ölçme işlemi sonucunda elde edilen ölçü değerleri, Heisenberg’in “Belirsizlik İlkeleri’yle” sınırlı olsalar bile, yani kesin değerler olmasalar bile, “aslında bu değerler gerçekte kesin değerler olarak mevcutturlar”. “Bütün mesele, bizim ölçme, bilme işlemimizin eksikliğiyle ilgilidir. Zamanla, bilim ilerledikçe, daima daha kesin ölçü değerleri elde edilebilecek ve insan, kendisinden bağımsız olan objektif realiteye daima biraz daha yaklaşacaktır”!
Örneğin, GİT deki “çekim kütlesiyle atalet kütlesinin biribirlerine eşitliği” ilkesini ele alalım:
Burada işin özü, “çekim kütlesi” denilen şeyin aslında atalet kütlesi olduğunu göstermektir. Gravitasyon gerçek bir kuvveti temsil etmediği için, “çekim” denilen şey de gerçek bir kuvvetin yarattığı-neden olduğu-bir etkinlik-hareket değildir. Nesneler, gerçek bir kuvvetle “çekildikleri” için yere doğru düşmemektedir. Bütün bunlar açık! Ama gene de, olayı ifade ederken kullanılan o “çekim” kavramı işleri karıştırıyor! “Çekim kütlesiyle atalet kütlesi biribirine eşittir” deyince, bu ifade insanda gene de, sanki ortada “yerçekimi” adı altında bir kuvvet (!) varmış da, bunun yarattığı, neden olduğu kütle de, atalet hareketi adı verilen başka türden bir hareket içinde gerçekleşen kütleye eşitmiş intibaını uyandırıyor. Yani, hem gravitasyon bir kuvvet değildir deniyor, ama hem de, bir “çekimden” ve “çekim kütlesinden” bahsediliyor, nedir bu işin sırrı?...
Farklı olayları ifade ederken aynı kavramları kullanınca herşey böyle Arap saçına dönüyor işte!...
Bu durumda insan düşünüyor, eğer kütle gerçek anlamda kuvvete bağlı (K=m.a), onunla birlikte anlam kazanan bir gerçekse, o zaman zaten gerçekte atalet kütlesinden başka “çekim kütlesi” diye farklı bir şey de olamaz! Madem ki kütle, bir cismin bir dış kuvvetin etkisine karşı atalet direncidir, eğer ortada bir kuvvet yoksa (ki gravitasyon bir kuvvet değildir) o zaman, buna kaşı dirençle birlikte anlam kazanan bir kütleden de bahsedilemez!. Tam bir kavramlar çorbası doğrusu!...
Bu konu o kadar önemlidir ki, alın bütün fizik kitaplarını, hepsinde aynı kavram karışıklığını- görürsünüz:
Serbest düşme=ivmeli hareket, . (!)..

Şimdi nedir bu; nasıl anlamak gerekir bu ifadeyi? Hem gravitasyon bir kuvvet değildir diyorsun, ama hem de onu (daha başka bir açıklama yapmadan) K=m.a ile bir tutuyorsun!


Einstein’ ın “uzaya yerleştirilen kutuyla” yaptığı o meşhur deneye63 gelince (burada da amaç, gene serbest düşmeyle, K=m.a’ya göre gerçekleşen ivmeli bir hareketin bir ve aynı şey olduğunu göstermektir!). Tamam, pratik sonuçları açısından burada bir uyum olduğu açık; gerçekten de bu durumda asansörün içindeki kişi bu iki olayı birbirinden ayıramaz, ama buradan, basit bir şekilde, gravitasyonla dış kuvvet bir ve aynı şeydir, (ya da, ivmeli hareketle atalet hareketi bir ve aynı şeydir) sonucu çıkarılabilir mi? Tam bir kafa karışıklığı!!...
Burada, kutuyu yukarıya doğru çeken “uzaydaki o yaratık” bu davranışıyla bir iş yapmakta, bir kuvvet kullanarak, enerji sarfetmektedir. Bir elektronu bir (K) kuvvetiyle etkileyip ivmelendirmeniz demek de, en azından bir fotonla onunla etkileşmeye girmeniz demektir. “İvmeli hareket”, “kuvvet” budur. Ama serbest düşmede böyle olmaz ki! Neymiş, ama sonuçları aynıymış! Kimin için aynı? Sadece günlük hayatımızı temel alarak bilimsel sonuçlar üretmeye kalkarsanız işin içinden çıkamazsınız (bakın, bilime musallat olan o pozitivist hastalık insanı nerelere sürüklüyor).
Önce, bu iki hareketin niteliksel olarak birbirinden farklı olduğunu görmek gerekir...
Serbest düşme bir atalet hareketidir. Çünkü, bir enerji alış verişi, bir dış kuvvetle etkileşme söz konusu değildir bu durumda. Yani, sizi “çekerek” bir enerji harcamıyor, bir kuvvet sarfetmiyor yerküre! Peki, ya K=m.a ya göre gerçekleşen gerçek anlamda ivmeli bir hareket, bu da öyle midir? Sadece görünüşe bakıp, “ama, bunların ikisi de ivmeli” diyerek olayı mekanikleştirip bunları özdeş hale getiremezsiniz! Yani, K=m.a ya göre gerçekleşen ivmeli bir hareketi (aradaki, sonuçları açısından mekanik benzerliğe bakarak) aynı şekilde-aynı kavramlarla- değerlendiremezsiniz! Serbest düşmenin de görünüşte-sonuçları itibariyle- “ivmeli bir hareket” olması, onun da, son tahlilde, gravitasyon adı verilen bir kuvvete bağlı olarak gerçekleştiği sonucunu vermez! Siz ne kadar lafta “gravitasyon bir kuvvet değildir” derseniz deyin, eğer sonuç olarak onu gene de bir kuvvet olarak ele alıyorsanız işin özü kayboluyor demektir!
Bütün mesele, uzayın-yani gravitasyonal alanın geometrisiyle ilgilidir. Maddenin yoğunlaşmış haline (yerkürenin merkezine) yaklaştıkça uzayın eğimi de arttığı için hareket (serbest düşme) daha da “hızlanıyor”, işte, gerçekte varolmayan bir kuvvetin (“yerçekiminin”) sanki “ivmeli bir harekete” neden oluyormuş gibi görünmesinin sebebi budur! Dikkat edin, buradaki “hareketin ivmeliliği” olayı, bir kuvvete bağlı olarak kazanılan gerçek anlamda bir ivme değildir. Örneğin, serbest düşme yapan bir asansörün içinde bulunan kişi böyle bir kuvvete tabi olmadığı için böyle bir ivmeyi de hissetmez. Onun düşerkenki ivmeliliği mekanik dünyanın sınırları içindedir, yerküreye göredir64!.
Yerde ayakta dururken, yere doğru olan hareketiniz bir serbest düşme hareketidir. Yani bu, K=m.a ya göre gerçekleşen ivmeli bir hareket değildir! Ama bu hareketiniz, aşağıdan yukarıya doğru, yerküre tarafından ayaklarınıza uygulanan K=m.a gibi gerçek bir kuvvetle engellendiği için, ve sonuçta da mekanik bir denge durumu oluştuğu için, sanki ivmeli bir hareketmiş gibi görünür. Görünüşteki bu mekanik dengeden dolayı da bu iki farklı olay aynı şey sanılır. Aslında, ayakta dururken, siz sadece, aşağıdan yukarıya doğru üzerinize uygulanan ivmelendirici bir kuvvetin etkisi altındasınızdır. Bu yüzden de mevcut durumunuzu ancak bir enerji sarfederek, bir karşı kuvvetle dengeleyerek devam ettirebilirsiniz. Nitekim de öyle olur! Hiç bir şey yapmasanız bile, sadece ayakta durmakla enerji kaybedersiniz ve “yorulursunuz”! Bir kuvvet tarafından etkilendiğiniz için, atalet hareketiniz engellendiği için, siz de bir enerji sarfederek buna karşı duruyorsunuz, o kadar! Ama dikkat edin, burada yorulmanızın nedeni serbest düşme değildir, onun engelleniyor olmasıdır...
Peki bütün bunlardan çıkan sonuç nedir?
Birbirinden niteliksel olarak farklı olan şeyleri aynı kavramlarla açıklamaya kalkarsak ortaya çıkan kavram karışıklığı olayların özünün anlaşılmasını engeller. Sonuç budur!
Aslında, “çekim kütlesiyle atalet kütlesi birbirine eşittir” derken Einstein’ın demek istediği şey çok farklıdır!. Çünkü, “yerçekimi”-çekim-diye birşeyin (böyle bir kuvvetin) bulunmadığını söyleyen de onun kendisidir. Ama o, varoluşun izafiliğini dikkate almadığı için, olayları ve nesneleri varlığı kendinden olan mutlak gerçeklikler olarak gördüğü için, nesneleri (ve onların uzay zaman içindeki hareketlerini) ifade ederken kullanacağı kavramların içeriğine dikkat etmiyor. Örneğin, serbest düşme olayını açıklarken, hem bunun bir atalet hareketi olduğunu-belirli bir kuvvete tabi bir hareket olmadığını görüyor ve söylüyor, ama hem de sonra, bir “çekim kuvvetinden” ve böyle bir kuvvetin neden olduğu ivmeli bir hareketten bahsediyor!...
Burada çok ilginç bir durum var, belki herkesi-Einstein’ı bile- yanıltan da bu oluyor zaten! Yoksa niye durup dururken “kütleye neden olan bir Higgs Alanı” arayışına girilsin ki!!...

Şöyle açıklamaya çalışalım: Elinizdeki kalemi bırakınca kalem yere düşüyor mu! Evet! Niye peki? Newton’un cevabını biliyoruz: “Yerküre kalemi bir K kuvvetiyle çektiği için” diyordu Newton. Einstein ise, “hayır, yerçekimi diye bir kuvvet yoktur, kalem önündeki uzay yolu böyle olduğu için yere doğru düşmektedir” diye düzeltti onu. Doğrusu da budur tabi. Ama o zaman da şöyle bir soru çıkıyordu ortaya: Eğer serbest düşme bir atalet hareketiyse, yani belirli bir kuvvete tabi olarak gerçekleşmiyorsa, bu durumda ne K=m.a dan, ne de dolayısıyla m=K/a dan bahsetmek mümkündür. Yani eğer, Newton’un dediği gibi bir kuvvet yoksa ortada, o zaman bu kuvvete karşı direnç olarak tanımlanan bir “çekim kütlesinin”- de anlamı kalmazdı! Ve de, Einstein’ın, “çekim kütlesiyle atalet kütlesinin eşitliği” ilkesi içi boş bir cümle haline gelirdi? Bakın, herkesi yanıltan ve bir arayış içine sokan şu kütle olayının altında neler yatıyor:



Yüklə 1,11 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   38




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin