El-Mîzân Tefsiri Allâme Muhammed Hüseyin tabatabai Cilt-1



Yüklə 6,68 Mb.
səhifə35/48
tarix04.01.2019
ölçüsü6,68 Mb.
#90080
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   48

Bakara Sûresi / 142-151 ................................................


 

142- İnsanlardan bazı beyinsizler, "Onları üzerinde bulundukları

kıbleden çeviren nedir? diyecekler. De ki: "Doğu da, batı da Allah'ındır.

O, dilediğini doğru yola iletir."

 

143- Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız,



Peygamber de size şahit olsun. Biz, Peygambere uyanı, ökçesi

üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, senin önceden üzerinde

bulunduğun yönü kıble yapmıştık. Bu, Allah'ın hidayet ettiği

kimseden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı zayi

edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara şefkatli, merhametlidir.

 

144- Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz.



Elbette seni, hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü

Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız, yüzünüzü o

yöne çevirin. Kitap verilenler, bunun Rableri tarafından bir gerçek

olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.

 

145- Andolsun ki, sen kitap verilenlere her türlü ayeti getirsen,



yine onlar senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak

değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine uymazlar. Sana gelen

ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyarsan, o takdirde sen,

mutlaka zalimlerden olursun.

 

146- Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını tanıdıkları



gibi tanırlar. Ama onlardan bir grup bile bile hakkı gizler.

 

488 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

147- Gerçek, Rabbinden gelendir; artık kuşkulananlardan olma.

 

148- Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. O hâlde hayır işlerde



yarışın. Nerede olursanız olun, Allah hepinizi bir araya getirir. Allah

hiç şüphesiz her şeye kadirdir.

 

149- Nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir.



Bu, elbette Rabbinden gelen gerçektir; Allah yaptıklarınızdan habersiz

değildir.

 

150- Nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir;



nerede olursanız, yüzünüzü o yana çevirin ki, insanların aleyhinizde

bir delili olmasın. -Yalnız haksızlık edenler başka. O hâlde onlardan

korkmayın, benden korkun.- Ve size olan nimetimi tamamlayayım

ve (bu sayede) belki hidayete eresiniz.

 

151- Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyacak, sizi



arındıracak, size kitap ve hikmeti öğretecek ve size bilemeyeceğiniz

şeyleri öğretecek bir elçi gönderdik.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI


 

Ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman, belli bir sıralama içinde,

birbirleriyle uyumlu olarak bir bütünlük oluşturdukları ve bir düzene

tâbi oldukları görülecektir. Bu ayetler de Kâbe'nin Müslümanlar

için kıble olarak öngörüldüğü haber veriliyor. Dolayısıyla bu ayetlerde

ileri ve geri olma şeklinde yer değişikliği olduğu yahut

nasih ve mensuh olduklarını söyleyenlere aldırış edilmemesi gerekiyor.

Nitekim bu tür şeyler söylediklerine ilişkin rivayetler de

yok değildir. Ancak Kur'ân ayetlerinin zahirî anlamlarıyla açıkça

çelişen rivayetlere değer verilmez.

 

"İnsanlardan bazı beyinsizler, 'Onları, üzerinde bulundukları kıbleden



çeviren nedir?' diyecekler." Bu ifade, yüce Allah'ın Kâbe'nin kıble

edinilmesine ilişkin olarak az sonra vereceği emre yönelik ikinci

bir hazırlık niteliğindedir. Bununla ayrıca insanlar arasındaki beyinsizlerin

(ki bunlar, kıbleleri olan Beyt'ül-Mukaddes konusunda

son derece tutucu bir tavır içinde olan Yahudilerle, tartışılabilecek

niteliğe sahip her yeni şeye karşı çıkmayı ilke edinmiş Arap müşrikleridir)

ortaya atabilecekleri itirazlara da cevap veriliyor. Bu

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 489

 

amaçla, önce Hz. İbrahim'in hayatından bir kesit sunuluyor: Onun



ve oğlunun Allah katındaki saygın konumlarına, Kâbe'ye, Mekke

kentine, bu kentten gönderilecek peygambere ve Müslüman ümmete

ilişkin duâlarına, ardından Kâbe'yi yapmaya başlamalarına

ve onu ibadete ha-zır hâle getirmek amacı ile Allah tarafından

kendilerine Kâbe'yi temizleme emrinin yöneltilmesine değiniliyor.

Bilindiği gibi, namaz esnasında kıble olarak Kudüs'teki

Beyt'ül-Mukaddes yerine Mekke'deki Kâbe'ye dönmek, Peygamberimizin

(s.a.a) Medine'ye hicret edip İslâm'ın prensiplerini yerleştirmeye,

mesajını yaymaya, gerçeklerini kökleştirmeye başlamasından

sonra insanların karşılaştıkları en büyük dinî olaydır, en

önemli şer'î uygulamadır.

 

Bu yasama karşısında ne Yahudiler ve ne de diğer kâfirler



susmayacaklardı, rahat durmayacaklardı. Çünkü, bu uygulamanın

onların biricik dinsel övünçlerini bir çırpıda yerle bir ettiğini görüyorlardı.

Bu kıble meselesiydi, başkaları onları izliyordu, bu dinsel

şiar noktasında tüm insanlardan daha ileri bir konumdaydılar. Oysa

Müslümanlar onlardan ileriye geçmişlerdi. Çünkü artık kulluk

kastı taşıyan davranışlarında, dinsel törenlerinde hep birlikte yüzlerini

aynı noktaya çeviriyorlardı. Bu durum, onları görünüşte yöneliş

ayrılıklarından, geri plânda ise farklı amaçlara, farklı mesajlara

bağlanmaktan kurtarıyordu.

 

Kâbe'ye yönelmek Müslümanların kalpleri üzerinde abdest ve



dua gibi uygulamalardan daha şiddetli ve daha kapsamlı bir etki

bırakıyordu. Yahudiler ve müşrikler bu etkinliğin farkındaydılar.

Özellikle Yahudiler, Kur'ân-ı Kerim'de onlara ilişkin olarak yer alan

kıssalardan da anlaşıldığı gibi, sadece doğanın görünen ve algılanan

kısmına bakarlardı, bunun ötesindeki olguların bir gerçekliklerinin

olduğuna inanmazlardı. Bu yüzden yüce Allah'ın manevî bir

hükmü ile karşılaştıkları zaman bunu hiç itirazsız kabul ederlerdi.

Ama Rablerinin somut bir emri ile karşılaştıkları zaman, savaş,

hicret, secde ve söze uyma gibi bir yükümlülük verildiği zaman

bunu reddederlerdi; şiddetle karşı çıkarlardı.

 

Kısacası, yüce Allah bu ayetlerde, sözü edilen toplulukların



yöneltecekleri itirazları Peygamberlerine bildiriyor ve onlara ne

şekilde cevap vereceğini, onları nasıl susturacağını öğretiyor.

 

490 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Kıble değişikliğine karşı çıkanların gerekçelerine gelince; yüce



Allah'ın geçmiş peygamberler için kıble olarak öngördüğü Beyt'ül-

Mukaddes yerine aslında böyle bir onura sahip olmayan Kâbe'ye

yönelmenin sebebi nedir? Eğer bu değişiklik Allah'ın emrinden dolayı

ise, Beyt'ül-Mukaddes'i kıble yapan Allah'tır. Allah kendi koyduğu

hükümle çelişir mi? Önceden koyduğu bir hükmü sonradan

yürürlükten kaldırır mı? Yahudiler dinde nesh olayını kabul etmezler.

(Nesh ile ilgili ayeti ele alırken, neshe karşı çıkanların görüşlerine

değindik.) Eğer bu değişiklik Allah'ın emri doğrultusunda

gerçekleşmiyorsa, bu, doğru yoldan sapmadır; hidayetten ayrılıp

sapıklığa dalmadır. Yüce Allah ayet-i kerimelerde onların itirazlarını

bu şekilde sunmamakla birlikte, onlara verdiği cevaptan bu itirazları

çıkarmak mümkündür.

 

Cevap şudur: Kâbe gibi bir evin ya da Beyt'ül-Mukaddes gibi



herhangi bir binanın ya da onların duvarlarında yer alan bir taşın

kıble olarak öngörülmüş olması, o yapının ya da cismin özünden

kaynaklanan bir gereklilik değildir ki, buna uymamak ya da gerekliliğini

çiğnememek mümkün olmasın. Dolayısıyla Beyt'ül-

Mukaddes'in kıble oluşu değişmez ve değiştirilmez bir hüküm olarak

algılansın. Aksine hiçbir cisim, hiçbir bina ve insanın yönelebileceği

hiçbir yön kendiliğinden bir hükmün konulmasına yol açmaz,

bir kuralın yasalaşmasını gerektirmez. Her şey ve her yön Allah'a

aittir. Allah onlarla ilgili olarak dilediği şekilde ve dilediği

zaman, dilediği hükmü verir. Yüce Allah'ın koyduğu bir hüküm de,

onların bireysel ve toplumsal olarak ulaşmalarını dilediği bir hususu

gösterme amacına yöneliktir. Allah doğruyu göstermek için

hükmeder, gösterdiği de kesinlikle insanlığı, yararına olan şeye

götüren dosdoğru yoldur.

 

"İnsanlardan bazı beyinsizler." Bununla yüce Allah Yahudileri ve

Arap müşriklerini kastediyor. Bu yüzden onları "insanlar" şeklinde

genel bir kavramla nitelendiriyor. Beyinsizler olarak adlandırılmaları

ise, fıtratlarının dejenere olmasından, hüküm koyma meselesin-

de çarpık bir bakış açısına sahip olmalarından kaynaklanıyor.

İfadenin orijinalinde geçen "sufehâ" kelimesinin kökü olan

"sefahet", akıl tutarsızlığı ve görüş dengesizliği demektir.

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 491

 

"Onları... çeviren nedir?" ifadesinin orijinalinde geçen "vellâ" fiilinin

mastarı olan "tevliye", bir şeyi veya yeri tam önüne almak

demektir. Yöneliş gibi. Yüce Allah buyuruyor ki: "Elbette seni,

hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz." [Bu kelime "an" edatı ile

kullanıldığında, bir şeyden döndürmek anlamına gelir.] Bir şeyden

döndürmek ise, ondan yüz çevirmek demektir. Sırt çevirmek

gibi. İfadenin anlamı şöyle olur bu durumda: Onları ya da yüzlerini

daha önce üzerinde bulundukları kıbleden döndüren nedir?" Bundan

maksat, Peygamber efendimizin ve Müslümanların Mekke

döneminde ve Medine döneminin başlarında yönelip namaz kıldıkları

Kudüs kentindeki Beyt'ül-Mukaddes'tir. Yahudiler Kudüs'e

yönelip namaz kılma hususunda Müslümanlara oranla bir önceliğe

sahip olmalarına rağmen kıb-lenin Müslümanlara izafe edilmesi,

şaşkınlığın daha etkili olmasını ve itirazın haklılığının belirginleşmesini

sağlamaya yönelik bir ifade tarzıdır. "Peygamberi ve

Müslümanları" yerine, "onları... kıbleden çeviren nedir?" ifadesinin

kullanılmış olması da aynı amaca yöneliktir. Eğer "Peygamberi ve

Müslümanları Yahudilerin kıblesinden döndüren nedir?" şeklinde

bir ifade kullanılsaydı, durumu şaşkınlıkla karşılamanın bir gerekçesi

olmayacaktı. Bu itirazın cevabı ise, en az dikkate sahip dinleyici

açısından bile açık ve belirgin olurdu.

 

"De ki: Doğu da, batı da Allah'ındır." Bütün yönler arasında bu ikisi

ile yetiniliyor. Çünkü, öteki asıl ve ayrıntı niteliğindeki yönleri,

yani kuzey ve güney yönlerini de belirleyen bu iki yöndür. Dört asıl

yönlerden her iki yön arasında yer alan diğer yönler de bunlara

bağlıdır. Doğu ve batı nitelendirmesi görecelidir. Bunlar güneşin ya

da yıldızların doğuşu ve batışı ile belirlenirler. Bu iki yön, gerçek

kuzey ve güney yönlerini gösteren iki hayalî nokta dışındaki yeryüzünün

her tarafını kapsarlar. Tüm yönler yerine doğu ve batı yönlerinin

söz konusu edilmesinin geri plânındaki gerekçe bu olsa gerektir.

"O, dilediğini doğru yola iletir." İfadenin orijinalinde geçen "sırat"

kelimesinin başına "el" takısı getirilmeden belirsiz olarak kullanılmasının

nedeni, "sırat" kavramının işaret ettiği gerçeğin, toplumların

hidayete, kemale ve saadete yönelik yatkınlıklarının değişiklik

göstermesi oranında değişebilmesidir.

 

492 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

"Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, Peygamber



de size şahit olsun." Şu demek isteniyor: Sizi doğru yola iletmek

için kıblenizi değiştireceğimiz gibi, sizi orta bir ümmet yaptık.

Bazılarına göre anlatılmak istenen şudur: Şu ilginç ve hayret

uyandırıcı kıble değişikliğinde olduğu gibi, sizi hayret uyandırıcı bir

şekilde orta bir ümmet yaptık. (Ama bu görüşün zaafı açıktır).

Müslümanların insanlar üzerinde şahitlik görevini yerine getiren

orta bir ümmet oluşları ile vurgulanmak istenen anlama gelince;

bilindiği gibi "orta" demek olan "vasat" iki tarafın ortası anlamında

kullanılmıştır. Yani ne o tarafta, ne bu tarafta. Bu ümmet

de tüm insanlık açısından (Ehlikitap ve müşrikler) böyle bir konumdadır.

Çünkü insanların bir kısmı -ki bunlar müşrikler ve putperestlerdir-

sırf bedeni güçlendirmek amacına yönelik olarak, sadece

dünya hayatını isterler, dünyadan tam zevk almak, dünyanın

çekici süslerinden yeterince yararlanmak düşüncesindedirler. Ölümden

sonra tekrar dirilip sorguya çekileceklerine ihtimal vermezler.

Manevî, soyut hiçbir fazilete değer vermezler. Bazı insanlarsa

-Hıristiyanlar örneğin- sırf insanın ruhî yönünü güçlendirme

amacına yönelik olarak, ruhbanlığa ve insanın yaratılmış olduğu

gayeye ulaşmada bir aracı olması için Allah'ın şu maddî dünyanın

yaratıklarında ortaya çıkardığı cismî mükemmellikleri bir kenara

bırakmaya çağırırlar.

 

Dolayısıyla bu ruhçular (ya da ruhbanlar), sebebi ortadan kaldırmak



suretiyle sonucun bertaraf edilmesine neden oluyorlar. Cisimciler

ise sırf sebebe takılıp kalarak sonucu zayi ediyorlar. Fakat

yüce Allah bu ümmeti orta bir ümmet yapmıştır. Dinleri, onları

normal bir yola, iki aşırı uç arasındaki orta bir çizgiye; ne o tarafa

ne de bu tarafa eğilim göstermemeye yöneltir. Bu din, insanın iki

yönünü -hem ruhu ve hem de bedeni- ona yakışan bir şekilde besler

ve de güçlendirir; insanı her iki faziletten de yararlanmaya teşvik

eder. Çünkü insan ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır, ne sadece

ruhtan ibarettir, ne de sadece bedendir. Mutlu bir hayat sürdürebilmek

için hem maddî, hem de manevî açıdan tatmin olması

bir zorunluluktur. Bu bakımdan İslâm ümmeti, adalet ölçeği ve bir

orta ümmettir. Her iki aşırı ucun konumu bu ölçeğe göre değerlendirilir.

O, her iki uçta yer alan insanlar üzerinde şahit pozisyonundadır.

Bu ümmet içinde en ideal örnek konumunda olan Hz.

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 493

 

Peygamber de bu ümmet üzerinde şahittir. Ümmette yer alan tüm



bireylerin söz ve davranışlarının teker teker değerlendirildiği adalet

ölçeği odur. Ümmet de insanlığın durumunu ölçüp değerlendiren

bir kriterdir. Her iki aşırı ucun başvuru merciidir.

 

Bazı tefsir bilginlerinin ayete ilişkin yorumları budur. Hiç kuşkusuz



bu, özünde doğru ve titiz bir incelemenin, duyarlı bir yaklaşımın

ürünü bir yorumdur. Ne var ki, bu yorum ayetin lafzı ile

uyuşmuyor. Çünkü ümmetin orta oluşu, ancak her iki tarafın başvuru

mercii oluşunu, her iki tarafın söz ve davranışlarının ölçüldüğü

ölçek oluşunu gerçekleştirir; her iki tarafa şahitlik edişini ya da

her iki tarafı müşahede ettiğini ispatlamaz. Bu anlamda bir "orta"

oluş ile şahitlik birbirleriyle uyuşmazlar. Ayrıca bu durumda

Resulullah (s.a.a) efendimizin ümmet üzerinde şahitlik pozisyonunda

oluşuna değinmenin bir değeri kalmaz. Çünkü, Resulullah

efendimizin (s.a.a) ümmet üzerinde şahit oluşu, gayenin gaye sahibinden

sonra gelişi ya da müsebbebin sebebi izlemesi gibi,

ümmetin orta bir ümmet oluşunun sonucu değildir.

Ne var ki, ayet-i kerimede sözü edilen bu şahitlik, Kur'ân'da

sıkça tekrarlanan bir gerçeğe işarettir. Bu ifadenin kullanıldığı yerlerde,

yönelik olduğu gerçek son derece belirgindir. Nitekim ulu Allah

şöyle buyuruyor: "Her bir ümmetten şahit getirdiğimiz, seni de



bunlara şahit olarak getirdiğimiz zaman hâlleri nice olacak?" (Nisâ,

41) "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz gün, artık ne inkâr



edenlere izin verilir, ne de özür dilemeleri istenir." (Nahl, 84) "Kitap

kondu, peygamberler ve şahitler getirildi." (Zümer, 69)

Bu ayetlerdeki şahitlik mutlaktır. Tüm ayetlerin zahirî ifadeleri

bu kavramın, ümmetlerin amelleri üzerinde şahitlik etme anlamında

kullanıldığını göstermektedir.

 

Yine bununla peygamberlerin dini tebliğ edişleri de kastedilmiştir.



Nitekim şu ayet-i kerimede bu anlama yönelik bir işaret

vardır: "Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara soracağız ve elbette



gönderilen elçilere de soracağız." (A'râf, 6) Bu şahitlik her ne kadar

ahirette gerçekleşecekse, yüce Allah'ın Hz. İsa'nın sözleri olarak

aktardığı şu ayet-i kerimede de vurgulandığı gibi, bu nitelik dünya

hayatında kazanılır: "Aralarında olduğum sürece üzerlerinde gözetleyici



oldum; fakat beni tam olarak onların içinden alınca, on-

 

494 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ların (amellerinin) tek koruyucusu sen oldun ve sen her şeyin şahidisin."

(Mâide, 117) "Kıyamet günü de o (İsa), onlara şahit olacaktır."

(Nisâ, 159)

 

Bilindiği gibi sahip bulunduğumuz normal duyular ve bunlardan



kaynaklanan gücümüz, sadece fiillerin ve amellerin şekillerini

algılayacak durumdadır. Bu algılama da ancak duyu açısından varolan,

hissedilen bir şey için söz konusu olabilir, yok olan ya da görünmeyen

şeyler için değil. Küfür, iman, kurtuluş, hüsran, kısacası

duyularca algılanamayan ama insanın özünde gizli bulunan amellerin

gerçekliklerine ve ruhsal anlamlara gelince; bunlar, kalplerin

kazanımlarıdırlar. Tüm sırların ortaya döküldüğü gün, yüce Allah

insanları bunları esas olarak sorguya çeker. Nitekim ulu Allah şöyle

buyuruyor: "Kalplerinizin kazandıklarından dolayı sorumlu tutar."

(Bakara, 225)

 

Bunları teker teker belirlemek, bilgice kuşatmak, göz önünde



bulunmayanları bir yana, hazırda bulunanlar arasından belirlemek

insanın gücü dahilinde değildir. Yüce Allah'ın yetki tanıdığı ve bunları

gözlerinin önüne serdiği kişi başka. Bu sonucu şu ayet-i kerimeden

çıkarmak mümkündür: "Ondan başka yalvardıkları şeyler,



şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik

edenler bunun dışındadır." (Zuhruf, 86) Bu ayete göre Hz. İsa (a.s)

kesinlikle bu istisnanın kapsamındadır. Yüce Allah onun şahitlerden

olduğuna şahitlik etmiştir. Yukarıda yer verdiğimiz iki ayette

bunu gördük. Öyleyse Hz. İsa (a.s) hakkın şahididir ve hakikati bilir.

Kısacası bu ayet-i kerimede kastedilen şahitlik, ümmetin hem

cismanî, hem de ruhanî mükemmelliği kapsayan bir din üzere

olması değildir. Çünkü bu durum, şahitlik kavramını anlatmamakla

birlikte ayetlerin açık anlamlarına da ters düşmektedir. Tam

tersine, şahitlik kavramı ile kastedilen; dünya hayatında insanların

mutluluk, bedbahtlık, ret, kabul, bağlanmak, karşı çıkmak gibi

amellerini algılayıp bunu yüce Allah'ın insanın organları dahil her

şahitten şahitlik yapmasını isteyeceği gün beyan etmek ve eksiksiz

anlatmaktır. "O gün Peygamber der ki: Ya Rabbi, kavmim, bu

Kur'ân'ı terkedilmiş bıraktılar." (Furkan, 30)

Bilindiği gibi bu üstün nitelik tüm ümmete bahşedilmiş değildir.

Şu hâlde bu, sadece ümmet içinde yer alan tertemiz velilere

 

Bakara Sûresi / 142-151 ................................ 495

 

özgü bir keramettir. Onların dışındaki saadet açısından vasat bir



konumda olanlar ve iman noktasında orta bir çizgide bulunanlar,

bu tür bir fazilete sahip değildirler. Kaldı ki ümmet içinde yer alan

taş yürekli, imandan yoksun zorbalar ve Firavun kimlikli zalimler

hiç sahip değildirler. Yüce Allah'ın, "Kim Allah'a ve Resule itaat



ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler,

sıddıklar (gerçekler, dosdoğru kullar), şahitler ve salihlerle

birlikte olur ve onlar ne de güzel arkadaştır." (Nisâ, 69) ayetini incelediğimizde

görülüyor ki, şahitlerin (yani amellere şahitlik edenlerin)

en azından Allah'ın velâyeti altında, onun bahşettiği nimetler

arasında, dosdoğru yol ehli olmaları gerekir. "Kendilerine nimet



verdiklerinin yoluna." (Fâtiha, 7) ayetini incelerken buna genel nitelikli

bir değinmede bulunmuştuk.

 

Şu hâlde ümmetin şahit olmasından maksat, şahitlik misyonunu



üstlenenlerin onların arasında yer aldıklarıdır. Nitekim

İsrailoğullarının da âlemlerden üstün olarak nitelendirilmeleri, bu

niteliğe sahip kimselerin onların arasında yer alıyor olmalarından

dolayıydı. Yani İsrailoğullarının her bireyi bu özellikte, bu misyona

sahip değildi. Tersine bu belli bir grubun niteliğiydi; ama genele

mal edilmiştir. Çünkü onlar da bu genelin bir parçasıydılar. Şu

hâlde ümmetin şahitliği, aralarında insanlığa şahitlik edecek kimselerin

yer aldığı anlamındadır, Peygamber de onlara şahitlik edecektir.

Şayet dense ki: "Allah'a ve Resulüne inananlar, işte Rableri

yanında onlar, sıddîkler ve şahitlerdir." (Hadîd, 19) ayeti bütün

müminlerin şahitler (şüheda) olduklarını gösteriyor.

Buna karşılık olarak vereceğimiz cevap şudur: "Rableri yanında"

ifadesi, yüce Allah'ın onları kıyamet günü "şüheda" grubuna

katacağını; onların bu dünyada böyle bir statüye kavuşamayacaklarını

gösteriyor. Bunun bir örneği de şu ayet-i kerimedir: "Onlar ki



inandılar. Zürriyetleri de imanda kendilerine uydu; zürriyetlerini

de kendilerine katmışızdır." (Tûr, 21) Kaldı ki ele almakta olduğumuz

ayet-i kerimedeki "şüheda" kavramı genel niteliklidir ve her

milletten müminleri kapsamaktadır. Yani sırf bu ümmete özgü bir

 

496 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

durum değildir. Dolayısıyla onu tüm ümmete ilişkin bir nitelik olarak



değerlendiren kimse açısından bir kanıt oluşturmaz.1

 

Şayet dense ki: Bu anlamda İslâm ümmetinin "orta" bir ümmet



kılınması, beraberinde tüm ümmetin ya da ümmet içinde bazı

kimselerin ameller üzerinde "şüheda/şahitler" kılınmasını, Peygamberin

de bu "şahitler" üzerinde şahit olmasını gerektirmez.

Dolayısıyla yukarıdaki öncüllerle sonuçlar arasında birbirini

tutmazlık söz konusu olduğu gibi burada da aynı uyuşmazlık geçerlidir.

Buna vereceğimiz cevap şudur: Ayet-i kerimede "şehadet"

kavramının İslâm ümmetinin "vasat" bir ümmet kılınışının bir sonucu

olarak ön plâna çıkarıldığı, son derece belirgindir. Şu hâlde

ümmet için öngörülen "vasatlık" niteliğinden şahitlerin şahitliğini

gerektiren bir anlam kastedildiği bir zorunluluktur. Nitekim yüce

Allah şöyle buyuruyor: "Ey inananlar, rüku edin, secde edin,

Rabbinize ibadet edin, hayır işleyin ki, kurtuluşa eresiniz. Allah

uğrunda, ona yaraşır şekilde cihat edin. O, sizi seçti ve dinde size

bir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim'in dini, O bundan önce de,

bunda da, size "Müslümanlar" adını verdi ki, peygamber size şahit

olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Şu hâlde namazı kılın,

zekâtı verin ve Allah'a sarılın; mev-lânız O'dur. Ne güzel mevlâ ve

ne güzel yardımcıdır O." (Hacc, 77-78)

 

Yüce Allah Resulullah'ın, onlar üzerinde şahit olmasını, onların



da tüm insanlara şahitler olmalarını, seçilmiş olmanın ve sizin için

dinden her türlü güçlüğün giderilmiş olmasının bir sonucu olduğunu

belirtmiştir. Sonra yüce Allah dini şu şekilde tanımlıyor: "Babanız

İbrahim'in dini o, bundan önce size 'Müslümanlar' adını verdi.

Bir zamanki O (İbrahim) sizin için Rabbine, bizim neslimizden de

sana teslim olmuş bir ümmet çıkar." şeklinde dua etmişti. Allah

da onun duasını kabul etmiş ve sizi "Müslüman" yapmıştı. Siz isyan

etmeksizin, savsaklamaksızın hüküm ve emir yetkisini O'na

verirsiniz. Bu yüzden O, dinde sizin için olabilecek her türlü zorluğu

---------

 

1- [Yani, bu ayet-i kerimeyi yukarıdaki şekilde tefsir edenler, onu yalnızca İslâm



ümmetine tahsis ediyorlar; oysa ayette ifade edilen geneldir ve bütün ümmetlerin

müminlerini içermektedir. Bundan da İslâm ümmetine özgü bir sıfat istifade edilemez.]

 


Yüklə 6,68 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   48




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin