FiLİPİnler'de risale-i nur'a olan iHTİYAÇ



Yüklə 484,57 Kb.
səhifə2/8
tarix29.08.2018
ölçüsü484,57 Kb.
#75823
1   2   3   4   5   6   7   8

Morjanna (ABD):

Amerikanın Minnesota eyaletinde dünyaya geldim. Koyu bir Lutheran hıristiyan aile ortamında yetiştim. On dört yaşında kilisede tasdik olmaya hazırlanırken aklımda Allah ve İsa Aleyhisselâm’la ilgili birçok soru işareti mevcuttu. Bu soruları rahibimize sorduğumda, bana aklımdaki soruların cevaplarını bilmesen bile bunlara inanmak zorundasın diyordu. Kendisine “teslis inancını ve nasıl üç tanrının bir olduğunu ve niye bir tanrı üç tanrı olduğunu” sordum. “Allah’ın üçe ihtiyacı mı var?”diye kendi kendime sordum. Sadece İsa Aleyhisselâm’a Allah’ın oğlu olarak inananlar kultulduysa, peki İsa Aleyhisselâm’dan önce gelenlere ne oldu?Onlar kurtulmadılar mı?Niye elimizdeki herbir İncil ayrı ayrı şeyler söylüyordu?Okuduklarım niye hıristiyanlığın amelleriyle taban tabana zıttı?Okuduğum emirlerde suret yapmak yasaktı. Rahib’e kilisedeki İsa Aleyhisselâm ve Meryem Vâlidemiz’i simgeleyen heykellerin bu emri çiğnediğini sordum, sonra İsa Aleyhisselâm’ın gerçekten biz insanlar gibi Allah’ın oğlu mu olduğunu sordum. Yani bu Allah’ın erkek gibi olduğu anlamına mı geliyordu (Hâşâ). Bu Allah’ı kusurlu bir hale sokmuyor muydu?Dünyayı ve her şeyi yaratan Allah’ı bir erkek olarak canlandırmayı kabul edemiyordum.

Kilisedeki tasdik zamanım yaklaştıkca kilisedeki cemaate katılma fikrinden tiksinir olmuştum. Annem ve babam kilisedeki tasdik işleminden sonra artık yetişkin olduğumdan kiliseye devam edip etmeme kararının benim olduğuna inanıyorlardı. Ve tasdik işleminden sonra bir daha asla kiliseye gitmedim.

Bundan sonra yıllarım dinleri araştırmak ile geçti. Bilgi edinebildiğim hemen hemen bütün dinleri denedim. Hiçbirisi içime sinmedi. Üniversiteden tanıdığım birkaç müslüman Arapla bağdaştırdığımdan dolayı, İslâm dini araştırmalarımda aklımda son sıralardaydı. Çünkü bu kişiler yaşayışlarıyla kesinlikle İslâm dinini temsil etmiyorlardı. Okulumuzdaki en güzel kızlarla ilişkilere girer, onlara pahalı hediyeler alırlardı. Tabii ülkelerine döndüklerinde daha önce söz verdikleri kuzenleri ile evlenir, arkadaşlarımın kalplerini kırık bırakırlardı.

Daha sonraları bulunduğum eyaletten Kaliforniya eyaletine taşındım. Araştırmalarım devam etti. Fakat hâlâ hiçbiri içime sinmiyordu. Sonra ikinci yüksek lisans eğitimime başladım. Allah’ın hikmeti ki benimle aynı sınıfta olan birkaç Fas’lı müslüman ile aynı sıraları paylaştık ve sınıftaki grup çalışmalarında aynı gurupta yer aldık. Benim müslüman olmamda bu gruptaki bir kızkardeşimizin rolü büyüktür. Onun ağzından kimse hakkında kötü bir söz duymamıştım. O sınıfımızdaki en yardımsever kişi idi. Kendisi evliydi ve ben sık sık kocasının dünyadaki en bahtiyar erkek olduğunu düşünürdüm. Çünkü kocasına itaat ile muamele ediyor, bir dediğini iki etmiyordu. Kocasının da ona karşı davranışları aynı güzellikte idi. Harika bir ilişkileri vardı. Bu evlilik benim müslümanların evliliklerinin nasıl olması gerektiği konusundaki rehberim oldu.

Zaman zaman kafeteryada buluşup ders çalışırdık. Ben onların hayatlarına ilgi duymaya başlamıştım. Ne zaman bir işe başlasak onlar “Bismillah” derlerdi. Bunun ne anlama geldiğini merak ederdim. Her zaman seccadeleri yanında olur, belirli vakitlerde ibadet ederlerdi. Ben ise sadece pazarları ve uykuya giderken duâ ettiğim için, bu belirli vakitlerde sürekli, hergün devam eden ibadet tarzı beni çok etkiledi.



Ayşe SCHWAB (Almanya):



Es selamu aleyküm ve rahmetullah...

Din kardeşlerim ve bacılarım. Bu benim İslâm’a nasıl girdiğimin hikayesidir. İsmim Ayşe Schwab 1941 yılında Almanya’nın Emmendingen şehrine bağlı küçük bir köy olan Endingen’de dünyaya geldim, hıristiyan olarak yetiştirildim.

1989’da bir taksi firmasının bürosunda işe başladım. Burada bir müslüman iş arkadaşım vardı. O, zaman zaman patronumuza İslâm’ı anlatırdı. Ben de kulak misafiri olurdum. Son zamanlarda hıristiyanlık dininin ve bağlı olduğum kilisenin icraatları, rahibin anlattıkları beni hem kızdırıyor hem de onlara karşı kınamaya itiyordu. Bunun için İslâm’ı tanımaya karar verdim, müslüman olan iş arkadaşımdan bana yardım etmesini istedim. O da bana Hakikat Yayıncılık’a âit olan Almanca Kur’an-ı kerim meali ve İlmihali verdi. Artık hem okuyor hem de zaman zaman kafama takılan soruları o müslüman iş arkadaşıma soruyordum. Sonunda anladım ki bizim dinimiz ve İslâm birmiş meğer. Hemen bir dilekçe yazıp kiliseye verdim ve hıristiyanlık dininden çıktım, müslüman olduktan sonra bütün etrafımdakiler beni kınadı ve alay ettiler. Ama ben yolumu, doğru yolu bulmuştum. Artık başımı kapatıyor, namazımı yavaş yavaş kılıyordum. Öğrendiklerimi hemen yapmaya çalıyordum. Bir zaman sonra iş arkadaşım beni Bischofsheim’a ilk defa camiye götürdü. Orada müslüman bacılarımla tanıştım. Bana çok hoşgörülü ve cana yakın davrandılar. Orada ilk defa zikir yapmıştım. Bir rüya gördüm, bana mânâda gaipten bir ses “Sen artık müslümanlardansın!” demişti ve çok sevinmiştim. Daha sonra bir Allah dostu olan Ömer Öngüt Efendi’yi görmeye, Türkiye’ye gittim. Öyle bir zâtı görmek için çok uzun yolculuklara değer. Beni misafir ettiler. Bir gün huzurdayken bana bir arzumun olup olmadığını sordular. Bende bana mahşerde yardımda bulunmasını rica ettim. O zaman buyurdular ki, “Bu anı hiç unutma, ölene kadar.” Ne kadar merhametli, ne kadar nazikti. Ben orada kaynağı bulmuştum. Sorular soruyor cevapları kaynaktan alıyordum. Bu da beni çok memnun ediyordu. Efendimiz bana yeni müslüman olduğum için bundan önceki günahlarımın af olunduğunu söylediler. Çok sevindim. Çünkü Allah’ım bana bu hayatta tekrar bir fırsat daha vermişti. Huzurluyum, çünkü İslâm’a girdim, elimden geldiği kadar bu yolda yürümeye çalışıyorum.

Allah-u Ekber!..

Musa’ya Tevrat verildi. Birinci emir şöyleydi “Ben senin Rabb’inim. Yalnız bana ibadet et, yalnız bana yönel.” İşte bu emir İslâm’ın tek ve doğru bir din olduğu görüşüne inandırmıştı. Her şeyi yaratan Allah’ın bir oğul edinmeye ihtiyacı yoktu. Ondan önce gelenler gibi İsa da bir peygamberdir.

Hepsine Allah’ın selâmı olsun. Müslüman olunca kendimi iyi ve güvenli hissediyorum. Nihayet nereye âit olduğumu bildim. Müslümanlar yaratıcının önünde secde ediyorlar. Çünkü onun eşi ve benzeri yoktur. Allah birdir, bütün müslümanlar kardeştirler ve kardeşce yaşıyorlar. Allah’a şükür önceleri bu insanların (hıristiyanların) hep gösteriş ve şov yaptıklarını hissederdim. Politikacılar bile hıristiyanlık dinini bir ticaret sembolü yapmışlar. Okullarda baş örtüsü yasağında, okuduğum zaman sorardım kendime acaba bunların başka problemleri yok mu?Başını örten kadınlar Allah için örtüyorlar, politika için değil. Burada kötü olan nedir?

İslâm yolunda bana yardım eden kardeşlere tekrar içten teşekkür ederim. Allah’ımız cümlemizi korusun, selamete erdirsin ve imanımıza güç katsın, kuvvetlendirsin.



Laura Aktuğ (ABD):



1972 yılında Meksika’nın Acapulco şehrinde dünyaya gelmiş. Koyu katolik bir aileden geliyor. Kilise eğitimi görmüş. Mimarlık okumak için Meksika’nın Amerika sınırındaki Tijuana şehrine geliyor. Dönem tezi için öğretmeni Ortadoğu mimarisini veriyor. Araştırma yaparken internetten sınırın diğer tarafındaki San Diego şehrindeki camiyi buluyor. Tezini hazırlamak için camiden mimari, din, kültür, yemek türleri, gibi konularda bilgi alması gerekiyor. Aynı zamanda kilise eğitimi aldığı için, içinde hıristiyanlığa karşı bir rahatsızlık var ve bir dini arayış içinde. Sınırı geçip San Diego şehrindeki Hazret-i Ebu Bekir Camii’ne geldiğinde içeride şu an tam olarak hatırlayamadığı bir ezan veya Kur’an-ı kerim sesi duyuyor ve ağlamaya başlıyor. Onu bu hâlde gören İslâmi okulun müdürü Hannan hanım kendisine yaklaşıyor. Bir süre sonra kendisine istediği kaynakları buluyor, aynı zamanda arapça alfabeyi öğretiyor ve Kur’an-ı kerim’i hediye ediyor. Namaz ilgisini çektiğinden namazın nasıl kılınacağını gösteren resimli bir kitap veriyor ve Hakikat Yayıncılık’ın Türkçe Namaz Rehberi’ni görüyor ve caminin içindeki kitapçıdan bu kitabı alıyor. San Diego’daki Göktuğ ismindeki kardeşimiz bu hanımın elindeki kitabı görünce “Türk müsünüz?” diye soruyor. Meksika’lı olduğunu ve İslâmiyet’e ilgi duyduğunu görünce hidayetine vesile olmak için bir çaba içine giriyor. Hazret-i Allah’a bu hanımın müslüman olması için duâ ediyor. Kısa bir süre sonra Laura şehadet getiriyor, İslâmiyet’e giriyor ve Göktuğ kardeşimizle evleniyor. Örtünüyor, namazlarını düzenli bir biçimde kılmaya başlıyor. Müslüman hanımlarla arkadaşlık kurarak, derslere toplantılara katılıyor. Bu arada okuldaki öğrencilerin, ailesinin baskılarına göğüs geriyor. Ailesi kızlarını San Diego’dan kaçırıp Acapulco’ya geri götürmek istiyorlar. Ancak kızlarının istikamet üzere olmasıyla muvaffak olamıyorlar. Laura, önceki evliliğinden olan oğlunu sünnet ettiriyor, çocuklarına namazı, İslâmiyet’i öğretmeye başlıyor. Çocukluk arkadaşı olan Los Angeles şehrindeki ünlü bir modacı Laura’nın eliyle müslüman oluyor. Katolik eğitimi aldıklarından dolayı, Meryem sûresi, Âl-i imrân sûresi gibi sûreleri okuyunca çok etkileniyorlar. Bu arada Meksika’da diğer müslüman ailelerle tanışıp, birbirlerine destek oluyorlar. Meksika hükümetinin verdiği bursla mimarlık eğitimine devam ediyor ve Türkiye’de Sultanahmet, Selimiye gibi camilerin maketlerini yapıyor. Meksika hükümeti bir sergide bu eserleri sergiliyor. Üniversitedeki öğretmeni Laura’ya Ortadoğu mimarisi tezini verirken sadece arapları müslüman zannettiği ve onları da teröristlikle bağdaştırdıkları için bu tezi kendisine vermekte tereddüt geçiriyor. Takdir-i İlahi Laura’nın hidayetine vesile olan da bu tez oluyor. Bugün Göktuğ kardeşimizin teşviği ile Laura hanımın çocukları da kendi okullarında İslâmiyet’i tebliğe başlamışlar.



Yusuf (İngiltere):



Selamun Aleyküm,

Selâm olsun hidâyete tâbi olanlara.”



Eski ismim Jarrad Bhalle. Yirmi üç yaşındayım. Henüz on dört yaşındayken budist sporlarına olan merakım beni budizm meditasyonuna itiyordu. Bu sayede bir süre meditasyonla ilgilendim. Bu süre zarfında müslüman arkadaşlarım da vardı ama İslâm’ı yaşamadıkları için ilk etapta İslâmiyet merakımı celbetmedi. İslâmiyet’i bize fanatik bir din olarak tanıttıkları için ürküyor ve biraz uzak durmaya çalışıyordum. Tabi ki bu arada yaşantım çok kötüydü. Eğlence düşkünüydüm. Çünkü bizim kültürümüzde eğlenmek ve içmek çok normaldir. Bunları yapmasam âilem ve arkadaşlarım tarafından tuhaf karşılanırdım. Yirmi yaşına kadar hayatım bu şekilde geçti. 11 Eylül ikiz kule olaylarıyla ilgili olarak bir müslüman arkadaşım bana İslâmiyet’i sordu. İslâmiyet hakkında hiçbir bilgim yoktu, daha sonra arkadaşım bana İslâmiyet’i anlatmaya başladı. Daha sonra İslâmiyet’teki Hazret-i İsa’dan, Hazret-i Musa’dan, Hazret-i İbrahim Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’den bahsetti. Ben o zamana kadar İslâmiyet’in çok değişik bir din olduğunu düşünüyordum. Arkadaşım anlattıkça annemin dini olan hıristiyanlığa çok benzer tarafları olduğunu anlamaya başladım. Arkadaşım anlattıkça daha çok merak ediyor, arkadaşıma daha çok soru soruyor, sordukça heyecanlanıyordum. Aslında hıristiyanlığı da bilmiyordum, daha sonra hıristiyanlık ve yahudilik kitapları okumaya başladım ve üç dini araştırmaya başladım. Kur’an-ı kerim’i okumaya başladım. Kur’an-ı kerim’de, Allah-u Teâlâ’nın insanlığa hitap şeklinden çok etkilendim. Çünkü âyetle hem uyarıyor hem de müjde veriyordu. Kur’an-ı kerim’deki bu denge benim çok hoşuma gitti. Üç dini araştırdığım için kafam çok karışmıştı, bu sırada müslüman bir arkadaşım bana “müslüman olmayan cehenneme gidecek” dedi. Bu beni çok korkuttu. Bu sırada üniversitede okuyordum. Arkadaşımın yanından ayrıldım ve bir odaya gidip Rabb’ime yalvardım ve ağlayarak “Allah’ım bana doğru yolunu göster” diye duâ ettim. Bu arada arkadaşlarım beni çok endişeli gördüler ve çok koyu hıristiyanken İslâm’la şereflenmiş bir genç İngilizle tanıştırdılar. O benim endişelerimi biliyordu. Onun anlatışı beni etkiledi ve İslâmiyet’e iyice yaklaştım.

Bu esnada hıristiyanlığın içindeki problemleri ve çelişkileri öğrendim, İslâmiyet’i öğrendikçe daha fazla sevmeye başladım, benim problemimim aslında İslâmiyet hakkında bilgisizlik olduğunu anladım. Daha İslâmiyet’i kabul etmeden, şu anda kendisine bağlı olduğum Şeyh Ömer Efendi’nin tasavvuf kitaplarını okudum, sonunda İslâmiyet hakkında yeterli bilgiye sahip oldum ve Allah’ın tek dini olan İslâmiyet’i kabul ettim.



Abdülcelil (ABD):



Selamunaleyküm.

Müslüman olmadan önceki ismim Jordan Richter. 1997 senesinde kelime-i şehadet getirerek müslüman oldum. Bunun öncesinde yahudiydim. Florida’nın Miami şehrinde dünyaya geldim ve henüz 10 yaşındayken Kaliforniya eyaletine taşındım. Müslüman olmadan önce profesyonel olarak skateboard sporu ile uğraşıyordum ve dünyanın dört bir yanına seyahat etme imkânım olmuştu. Birçok Amerika’lı gibi benim hayatım da partiler ve uyuşturucu ile geçiyordu. 22 yaşına geldiğimde arkadaşlarımın yaptıklarından farklı olarak değişik bir arayışa yönelmiştim. Çeşitli dinleri inceledim. Hiçbirşey bana bir anlam ifade etmedi. Daha sonra Malcolm X filmini gördüm ve bu filim benim dikkatimin İslâmiyet’e yönelmesine sebep oldu. Böyece İslâmiyet’i öğrenmeye başladım ve Allah’a beni doğru yola hidayet etmesi için duâ ettim. Birgün evimin yakınlarında zenci Amerika’lı birkaç müslümanla tanıştım. Bana İslâmiyet hakkında tebliğ verdiler ve beni camiye dâvet ettiler. İslâmiyet’in verdiği mesajın açıkca doğru olduğu inancı yanında müslümanların gördüğüm birlik ve dayanışması beni gerçekten etkiledi ve şu anda müslüman olarak söyleyebilirim ki hayatımda başıma gelen en güzel hadise budur. Allah hepimizi doğru yol üzere muhafaza buyursun. Amin.



Yusuf İslâm (İngiltere):



1. Yeni bir din aramaya sizi sevk eden neydi?

Katolik bir Hıristiyan olarak yetiştirildim. Küçüklüğümden beri Teslis inancı aklıma ters düşüyordu. Devamlı doğruyu bulma çabası içerisindeydim, çeşitli yerlere yaptığım seyahatlerimde devamlı arayış içerisindeydim.

2. Neden İslâm’ı seçtiniz?

Tek bir tanrının benim yaratıcım oluşu, onun ve benim arama aracı sokmadan dua edebilme imkânım, verdiği mesajdaki açıklık ve netlik İslâm’ın gerçek din olduğunu anlamamı sağladı.

3. Yeni bir din aramaya sizi sevkeden neydi?

İslâm bana kim olduğumu, neden yaşayıp neden öleceğimi anlattı. Bana gerçek ihtiyaçlarımı öğretti. Beni gerekli olduğunu sandığım lüzumsuz madde mantığından uzaklaştırdı. Ve anladım ki gerçekten onlara ihtiyacım yokmuş. Ve bana gerçek rolüme konsantre olmamı sağladı.

4. Yakın aileniz ve çevreniz Müslüman oluşunuzu nasıl karşıladılar?

Kardeşlerimin anlaması zor oldu, benim bir dönemden geçtiğimi sandılar, daha sonra Hazret-i Allah tarafından annem ve babam da İslâm’ı kabul ettiler.

5. İslâm’ın kendi içindeki bölücülerin ve bunların ürettiği problemlerin farkında mısınız?

Her şeyde olduğu gibi insanlar doğru yoldan sapınca bölücülük ve çatışmalar ortaya çıkar. Bu bizim iman gücümüzün imtihanıdır. Biz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in doğru yol olduğunu biliyoruz. Bu yoldan sapanlar kör olur. Birbirimize yardım etmek hepimizin vazifesidir, fakat bir insanın kalbinin açılması Hazret-i Allah’ın elindedir.

6. Müslüman olduktan sonra aradığınızı buldunuz mu ve arayışınızın sona erdiğini düşünüyor musunuz?

Aradığımı bulduğumdan kesin olarak eminim, ama arayışımın bittiğine inanmıyorum. Şimdi arayış kendi içimde, kendimi eğitmeye ve Hazret-i Allah’a ve onun sevgilisi Resulullah Aleyhisselâm’a yaklaşmaya çabalıyorum.



Enrique Hernandez Paez (ABD):



54 yaşında. Daha önce koyu bir katolik ve ailesi kilise yönetiminde görevli. 20 yıl önce İslâmiyet’i merak etmiş ve Meksika’da mutasavvıf bir cemaate katılmış. Birçok kitap okumuş. Mexico City’de İslâmiyet’i öğrenmiş ve Kur’an’ın meâlini okumuş, zikirlere katılmış. Daha sonra Amerika’nın San Diego şehrine gelerek buradaki müslümanlara katılmış. Eski katolik olmasına rağmen kendisine destek olmuş ve müslüman hanımlarla derslere katılmaya başlamış. Enrique kardeşimizin Melik ismindeki oğlu 9 yaşında ve medrese eğitimine devam ediyor.



Akif isminde mühendis bir kardeşimiz Medine-i münevvere’de İngiliz mühendislerle beraber çalışıyordu. Onlara İngilizce kitabımızı vermiş, onlar da bu kitabı okumuşlar. “İslâm bu mudur, yoksa onların yaşayışı mıdır?” diyorlar. “İslâm bu kitaplarda gördüğünüz gibidir.” karşılığını alınca, bir mühendis hemen o anda iman ediyor, diğerleri de büyük tesir altında kalıyor ve hemen tedkike başlıyorlar.



Londra’da mukim bulunan Ufuk Hanım anlatıyor:

Bir kaç yıl önce yarım günlük işimden trenle evime dönerken koridorun karşı tarafında oturan genç bir adam "Bir şey sorabilir miyim?" diye eğildi. "Siz Muhammed'in dininden misiniz?"

11 Eylül olayının gündemde olduğu o günlerde doğal olarak bu adamın müslümanlar için olumsuz şeyler söyleyeceğini düşündüm, içim sıkılarak ona bakıp bekledim.

Benim yerimde kim olsa görünümünden onun İslâm’ı seçip üstelik tasavvufa gönül bağladığını anlayamazdı. Bu adam yolculuğumuzun geri kalan zamanında; İslâm'ı tanıyınca mesleği olan avukatlığı bıraktığını, daha basit bir iş seçtiğini anlattı. Sonra kendinden geçercesine Allah-u Teâlâ’nın 99 İsm-i şerif'inin güzelliklerinden, Türkiye'ye, Hindistan'a, ve daha birkaç İslâm ülkesine yaptığı seyahatleri ve oralardan aldığı feyizleri anlattı durdu.

Tren benim durağıma yaklaşırken kalkıp ona "Bu benim durağım, iniyorum, selamünaleykum" dediğimde heyecanla ve can-ı gönülden "Allah'a emanet ol" dedi. Bu kardeş, materyalist değerlerin alabildiğine hükmettiği bir sistemin inancını terkedip İslâm'a sığınan binlerce gençten birisi idi.



Londra, 7 Ocak 2002, 11 Eylül olayının yankıları artarak devam ediyor. Ünlü gazeteci Giles Whittell The Times gazetesinde bir makale yazdı. İslâm’ın çevresindeki bütün olumsuz intibalara ve medyanın dayanılmaz gücüne rağmen İngiltere’de müslüman olanların sayısının hızla artmasını değerlendirirken; bu kesimi “Affluent Young White Britons” “Refah içinde yaşayan Genç Beyaz İngilizler” olarak tanımladı.



Whittell’in ısrarla üzerinde durduğu nokta, İslâm’ı tercih eden bu gençlerin hepsinin de çok iyi tahsil görmüş, üst seviyeli ailelerin çocukları olduğu idi.

Whittell halk arasında şok tesiri yapan bir liste hazırlamış listenin başında Lord Birt’in oğlu Jonathan Birt var. Jonathan Birt maddi değerleri açısından oldukça yüksek standartlı bir geleceği terkederek ve kendisine "British Islam" (İngiliz İslâm’ı) adında bir doktora konusu seçti.

Listedeki ikinci sırayı alan " Labour Party" İsçi Partisi eski Bakanlarından milletvekili Frank Dobson’un oğlu Joseph Dobson. Orijinal ismini muhafaza ettiği hâlde kendisine Ahmed denilmesini tercih eden Dobson, Hakikat Dergisi için hazırladığımız sorulara samimiyetle ve uzun uzun cevap verdi, dergimize oldukça ilgi gösterdi ve bize her zaman yardımcı olmaya hazır olduğunu biz sormadan teklif etti.

Kendisinin uzun açıklamalarına rağmen, Türkiye’ye daha önce gezmek için gelen, Türkiye, Türk insanı ve İslâm üzerine ilginç fikirleri olan Dobson’la söyleşimizi kısaca anlatacağız.

Sizi yeni bir inanç aramaya sevkeden ne idi?

"Ben aramadım iman beni buldu" diye cevap verdi. 16 yaşındayken Fobson’un bir arkadaşı kendisine İngilizce bir Kur-an’ı kerim meali verir, okuyup İslâm hakkında kendi kararını vermesini teklif eder.

"Batı kültürünün ve Hıristiyanlığın aksine İslâm’ın kadına verdiği değeri şaşkınlıkla idrak ettim ve bu beni çok etkileyen konulardan biri oldu."

"Beş yıl boyunca İslâm içinde dolaşan araştırmam devam ederken İncil’i yeni şuurumla tekrar okudum ve anladım ki İncil Hazret-i Allah’ın ilhamını almış olduğu hâlde insanlar tarafından karmakarışık edilmiş bir kitaptı."

Dobson uzun araştırmalardan sonra 21 yaşında iken şehadetini getirdi.

Ahmet Dobson “Kur-an’ı anlamak Batı’da yetişenler için çok daha kolay ve mantıklı, Batı insanı Kur’an’ı tarafsız olarak okuduğunda onu diğer kitaplardan daha kolay anlaşılır buluyorlar. Demek istiyorum ki mantığa uygun, onda birbiri ile çatışan saçmalıkları bulamazsınız. Hıristiyanlar ‘Dinin mantıkla ilgisi yoktur, O sadece inançtır.’ derler, fakat bu batının materyalist düzeninde yetişen bir insana ‘Noel Baba’ya inanmak zorundasınız’ demek kadar anlamsız benim için. Kaldı ki İslâm ve Kur’an gerçekten hem mantığa hem kalbe hitap eden bir ilim ve irfan hazinesidir. Bu benim neden 15000 İngiliz’in İslâm’ı seçtiği konusundaki kesin inancımdır.”

Dobsonla uzayan sohbetimizden kısaca özet bir cümlesini enteresan bulduğumuz için yazalım:

Ben bütün Osmanlı Sultanlarının sufi olduklarını hayretle öğrendim. Ve son derece acı bulduğum durum, tamamen İslâm’ın mahsülü olan bir zamanların muhteşem imparatorluğunun yuvası olan Türkiye bugün kendi dinini küçümsüyor.”



Aynı kesimden olan ve babasının “Anglo Establishment”in en önemli adamı olması nedeniyle ismini açıklayamayacağımız Yahya …. da diyor ki “Hiçbir kutsal kitap yaratıcının birliğini Kur’an-ı Kerim kadar güzel ifade edemez. Yahya Londra’nın en hatırı sayılır ailelerinden birinin yetiştirdiği bir çocuk olarak büyümüş ve babasının sosyal pozisyonu gereği ailecek hiçbir dini yaşamamaları gerekiyorken (büyük bir ihtimalle babası masondur.) Yahya “Teology” (Dinler Bilgisi) ve “Comperative Religion” (Dinler Mukayesesi) üzerine master ve doktora yaptı ve 28 yaşında İslâm’ı seçti.

Yahya diyor ki, “İslam is pure monotheism" (Sadece İslâm tek tanrıya ikna eder). “O; saf bir manevi sistem kurmuştur. Diğer dinlerin aksine, sadece İslâm kültürünün içinde birbirini destekleyip doğrulayan ve günümüze kadar sağlam kalmış olarak gelen bir ilim ağı vardır ki bu alimden alime dökülerek gelir. Ve İslâm içinde tasavvuf denilen öyle bir cevher de var ki, işte o benim gibi İngilizleri cezbediyor.”



Aynı kesimden Cambridge Üniversitesi mezunu Lucy Bushill Matthews de neden İslâm’ı seçtiğini şöyle anlatıyor: “Dinsiz olarak yaşarken, bütün dinleri çok iyi öğrenip, neden dinsiz olmayı tercih ettiğimi kolay savunabilmek için hepsini araştırırken Kuran’ın ağına yakalandım ve O’na karşı koyamadım.”



The Times yazarı Whitthell makalesini şöyle sonuca bağlamış, Bu yeni müslümanların ortak tezi: “Hıristiyanlık da İslâm gibi hasret olduğumuz maneviyata kılavuzluk yapıyor olsa bile entellektüel nedenlerden dolayı Hıristiyanlığı terkedip İslâm’ı tercih ettik. Bunun basit mantığı da şu ki; daha tatmin edici ve kafa karıştırmayan bir alternatif varken neden teslis inancı ve ‘günahla doğma’ gibi mantık çelişkileri ile karmaşaya düşelim?”

Müslüman olmadan önce İrlandalı bir Roman Katolik olan Batool Al-Toma şimdi Leicester’deki “New Muslims Project” (Yeni Müslümanlar Projesi)ni idare ediyor. Al-Toma’nın bir sözü: “Bugün nüfusu 2 milyarın üzerinde olan ve artışı süratle devam eden İslâm’ın kendini sunmaya ihtiyacı yoktur; Bunu anlamak için tarihe bakınız.”



Avrupalıların kendi dinleri olan Hıristiyanlığa büyük bir ilgisizlikleri ve değer vermeyişleri var. Tabii ki bunun sebebi aradıkları huzuru bulamayışları ve hem de madde esiri oluşlarından kaynaklanıyor. Bundan sonraki gelecek nesil de Hıristiyanlıkla hiç mi hiç ilgilenmeyeceğe benziyor. Kendilerini bile tatmin etmeyen, kendilerinin bile değer vermediği bozulmuş bir dinin İslâm’la yoğrulmuş, şüheda diyarı olan vatanımıza yerleştirilmeye çalışılması bizleri derinden üzmüştür. Bizi bu konuda aydınlatan, dinimizin ve vatanımızın müdafiliğini yapan, gerçekleri net olarak ortaya koyan “HAKİKAT Aylık İslâm Dergisi”ne teşekkürlerimizi arzeder, Cenab-ı Allah’tan tevfik ve inayet dileriz.



Şu bir gerçektir ki yeni nesil genellikle dinsizliği tercih ediyor. İslâm’ı da ekseriyetle medyadan tanıdıkları için İslâm’a karşı ürkek bir tavırları var; ve fakat İslâm gerçek yönüyle takdim edildiği zaman ilginç, enteresan, İslâm’ı biz böyle bilmiyorduk gibi sözlerle karşılaşıyoruz. Bu yüzden elimizdeki Nur’u Almanca Kur’an-ı Kerim olsun, Almanca İlmihal olsun, hastahanelere, hapishanelere, kütüphanelere, üniversitelere, yani gerekli olan umumun istifade edeceği yerlere her halükarda bu kitaplar bedava verildi, verilmeye de çalışılıyor. Şu ana kadar aldığımız cevaplarda hep memnuniyetlerini dile getirdiler, teşekkürlerini izhar ettiler. Oluşan münasebetlerde ve karşılıklı müzakerelerden sonra varılan intibalara göre İslâm’a karşı ne kadar duyarlı oldukları ortaya çıkıyor.

Bundan böyle Allah-u Teala’nın izn-i keremi ile din yalnız Allah’ın oluncaya kadar İslâm’ın gerçek yüzünü yaşamaya yaşatmaya çalışacak, bu uğurda ilmi olarak yayımlanan ve çıkacak kitaplarımızı en ücra köşelere ulaştırmaya çalışacağız. Bu insanlığı boğan sahte sehâvetten gerçek Nur’a ulaşmaları için.



Salih (Almanya):



Bismillahirrahmanirrahim

Arkadaşım bana İslâm yolunu anlattı ve "İslâm Allah-u Teala’nın Hükümleri" adlı bir kitap hediye etti. Bana anlatılanlar ve hediye edilen kitap gayet mantıkî ve makbul görünüyordu ve bu nedenle arkadaşımın beni mescide davetine hemen icabet ettim. Orada bana biraz İslâm'dan bahsettiler ve Kur’an-ı Kerim’in Almanca mealini hediye ettiler. Mescidi ziyaretimden çok haz duydum ve ondan sonra her zaman oraya gitmek için çaba sarfediyordum.

Artık imanım gittikçe kuvvetleniyordu. Arkadaşım bana İslâm'dan bahsetmeden önce de birazcık tanrıya inanıyordum, tabii ki bu inancım hıristiyanların inandığı gibiydi. O zaman bir tek ilahin olduğunu ve bu bir tek ilahin da Allah-u Teâlâ olduğunu bilmiyordum. Okul testlerinden önce iyi not alabilmek için ve her şey yolunda olsun diye dua ediyordum. Bazen de kendi kendime "Ölümden sonra ne olacak" diye düşüncelere dalıyordum ve dini inançların sebepsiz olmadığını düşünüyordum, yani bunun bir manası olmalıydı. Arkadaşlarımla gezerken ve bu hususta sohbet ederken "Belki de bu nedenle Allah bana dikkat çekti ve o biricik doğru yolu gösterdi." diye düşünüyordum.

Bu gün elimden geldiği kadar, gücümün yettiği kadar bu yolda yürümeye çalışıyorum. Kitap okuyorum ve hatta İhlas-i Şerif ve Fatiha-i Şerif gibi sureleri de ezberledim. Kardeşler bana bu hususta hep yardımcı oldular. Ailem bu yol hakkında hiçbir şey bilmiyor, ben her şeyi gizli yapıyorum. Annem bir defasında o kitabı odamda buldu ve bana bunu niçin okuduğumu sordu. Ben de okulda İslâm hakkında bir mevzu işliyorum ve bu kitabı da okuldan aldık dedim.

Yeme içme ve davranış hususunda problemlerim var. Hıristiyanlıkta bir şey bulmadım fakat İslâm’ın doğru yol olduğunu anladım. Buna İslâm kardeşliği ve İslâm’ın getirdiği delillerle vakıf oldum. İlerde İslâm’ı daha çok öğrenmeye niyetliyim, namazımı tam olarak kılabilmeyi ve bu yola daha da adapte olmayı diliyorum. Henüz bir müslüman ülkesinde bulunmadım fakat en iyi intibalarım kardeşlerin anlattığı kadarıyla Türkiye hakkındadır. Bu yaz o Allah dostunu ziyaret etmeye niyetlendim, fakat ailemden dolayı buna daha nail olamadım.



Can (Almanya):



Bismillahirrahmanirrahim

Yaklaşık üç sene önce Nasra ile tanıştım. Nasra 8 sene önce ailesi ile birlikte Almanya'ya gelmiş müslüman bir Arap kızıdır. Onunla telefonlaşıyorduk ve İslâm hakkında sohbet ediyorduk. O zamanlar İslâm hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Benim kanaatim sadece medyada anlatılanlar doğrultusunda idi, ne Allah’a inanıyordum ne de başka bir dine. Maalesef Nasra da bana fazla bir şey öğretemiyordu, sadece "Eğer benimle evlenmek istiyorsan sünnet olmak, namaz kılmak gibi yapılması gereken şeyleri yapman lazım" diyordu. Ben de niçin müslüman olmam gerektiğini soruyordum, şayet müslüman olursam bu da seninle evlenmek istediğim için değil diyordum, beni mutmain edemedi.

Yan işim vasıtasıyla Murat kardeşle tanıştım. O bana İslâm’ı ve neden doğru yolun bir olduğunu anlattı. Fakat bunların hepsini anlamak bana oldukça zor geliyordu. Görmediğim bir şeye nasıl inanmalıydım? Bir zamanlar herhangi bir kimsenin söylemiş veya bir kitapta yazmış olduğu şeye nasıl inanmalıydım?

Murat kardeş bir gün beni mescide davet etti, orada diğer kardeşlerle tanıştım. Bir yabancıya karşı gösterilen yakınlık ve sıcaklık karşısında çok etkilendim. Böylece İslâm’ı derece derece öğreniyordum ve İslâm’ın manasını anlıyordum, aynı zamanda bir müslümanın bedenen ve ruhen ne derece temiz ve pak olduğunu ve gerçek inancın her şeye nasıl tesir ettiğini anlıyordum. Bu nedenle müslüman olduğumu düşünüyorum. Daha iyi bir insan olmak için de Kur’an-ı Kerim’e göre yaşamayı arzu ediyorum. Zira orada bizim için iyi olan şeyleri gördüm, bunlar beni mutmain etti.

Hazret-i Allah’a olan inancım zaman zaman farklı oluyor. Türkiye'de iken, kardeşlerle beraber düzenli bir şekilde namazımı kılarken imanım çok kuvvetli idi ve geri dönmek istemiyordum.

Mescidde iken, kardeşlerle beraber namaz kılarken imanı çok güçlü bambaşka bir insan oluyorum. Fakat dışarda beni yolumdan alıkoyacak şeylerle karşılaşıyorum.

Burada birçok insan benim neden müslüman olduğumu anlamıyor.

Çoğu zaman bir İslâm ülkesine gitmeyi ve orada yaşamayı arzu ediyorum, yalnız bunun üstesinden gelmenin kolay olmayacağını da düşünüyorum.

Çok defa şöyle düşünüyorum: "Nasra’ya olan sevgimden dolayı mı müslüman oldum, sadece onu ikna etmek için mi birçok şeyi yaptım mesela sünnet olmak gibi? Onsuz ne yaparım? İmanım yine de böyle kuvvetli olur mu?"

Çok düşünüyorum, fakat çoğu zaman her şeyi doğru yapmak ve gerektiği gibi uymak zor geliyor, bir müslümanın doğuştan itibaren yetiştirildiği gibi 27 yaşında yaşam tarzını değiştirmek hiç de kolay değil.

Üç senedir içki içmiyorum, sigara içmiyorum, temiz olmayan şeyleri, yani domuz eti ve domuzdan elde edilen katkıları ihtiva edebilecek gıda maddelerinden yemiyorum. Bunlardan vazgeçmek bana zor gelmedi.

Almanya'da müslümanca yaşamak gittikçe zorlaşıyor olsa da gücümün yettiği kadar bu yolda kalabilmeyi diliyorum.



Almanya’dan Mustafa Macit İsimli Arkadaşımız Anlatıyor:

Freiburg Üniversitesi, kütüphane sorumlusu Prof. Dr. Raffelt’e Almanca Kur’an-ı kerim meali ve İlmihal takdim edildi. Uzun bir incelemeden sonra kütüphanenin oryental bölümüne koyacaklarını ve bu külliyattan daha Almancaya çevirilen kitapları beklediklerini bildirdiler.

15.04.2004 tarihinde Freiburg Hapishanesine Hakikat Yayıncılık’a âit olan 40 adet “Kalplerin Anahtarı” Külliyatı ile birlikte kitapçıklar hediye edildi. Hiçbir İslâmi kitaba sahip olmayan cezaevi yetkilisi kitaplar için çok teşekkür ettiler. Bir sinek dahi giremeyen o cezaevine kapılar açılıp bu nurlu kitaplar içeri girdiğini gördüğüm zaman aklıma o ifşaat gelmişti. Abdulkadir Geylani Hazretleri şöyle beyan etmişti: “Bütün kapalı kapıların kanatları uçuşur, bütün yönler açılır.” O büyük iki kapı açıldı ve nur içeri girdi. Allah’ımıza hamd-ü senâlar olsun.

Görevli bayan Moyer’e kitaplar teslim edildi.

Tahminen 55 yaşlarında bir Almanın beyanı.

Ben diplomatım. Çok İslâm ülkelerinde gezdim ve görev yaptım, hâlâ da yapıyorum. İslâm’ı ve müslümanları küçük gören Almanlar ve Avrupa Birliği bilsin ki, İslâm temizlik dinidir. Çünkü Muhammed’den (s.a.v) beri müslümanlar taharet ediyor, temizleniyorlar. Ama bu hıristiyan alemi hâlâ tuvalet kağıdı kullanıyorlar. Bunlar beni üzüyor. Çünkü müslümanlar ve İslâm onların bildiği gibi değil.”



Almanya’nın Wuppertal şehrinin üniversitesinde görevli olan bir Profesöre Almanca Kur’an-ı kerim meali ve İlmihal teslim edildi. Çoktan beri İslâm’ı inceleyen bu Alman Profesör kitapları beğendiğini ve ayrıca kendi için de satın aldığını, okuyacağını söyledi ve kitapları üniversitenin görevlilerine teslim ettiğini bildirdi.

Gece saat bir sularında takside müşteri beklerken kapı açıldı. Tahminen 40 yaşlarında bir Alman bey arabaya bindi. Arabanın önünde her zaman duran Almanca Kur’an-ı kerim meali ve İlmihali gördü, bu kitapların nasıl kitap olduğunu sordu. Anlatınca hem ağlıyor hem kitapları yüzüne gözüne sürüyordu... “Yıllardır beklediğim kitap bunlar” dedi. Bana sarılıyor kitapları öpüyor öpüyordu. Sanki çölde kalan birinin suya kavuşması gibi seviniyor, ağlıyordu... Hemen kitapları aldı, bağrına basarak gözden kayboldu, arkasından baka kalmış, Allah’a nasıl şükürde aciz olduğumuzu gözlerimle görmüştüm.

Bir Alman bayan öğretmen İslâm’ı tanımadığı için yardım istedi. Ona Almanca İlmihal hediye edildi. Şimdi onu okuyarak öğrencilerine ders anlatıyor. (Waldkirch)”


Endonezya nasıl Müslüman oldu?


Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya'ya gitti, oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün geç geldi iş yerine. Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan. Merak etti, sordu:
- Hangi kumaştan sattın?
-Şu kumaştan efendim.
-Metresini kaça verdin?
-On akçeye.
-Nasıl olur?" diye hayret etti,
-Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?

Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi. Dükkan sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helâllik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu.


-Ne demekti hakkını helâl et?
Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Kral sordu:
-Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı nedir?
-Ben, dedi tüccar, bir Müslüman'ım. İslâm dini böyle emreder. Müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.
Kral,
-İslâm nedir, Müslümanlık nedir? gibi peş peşe sorular sordu. Birer birer sorularını cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm'ı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.

250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya'nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır sadece beş akçelik kumaştı. Yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı. Efendimizin müjdesi herkese açık: "Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir." Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi.

Kaynak : Mehmet Paksu, İman Hayata Geçince

**********************



Huntington’ın tezini çürüten canlı örneğim
İki yıl önce kurulan Avrupa Müslüman Birliği, İslamiyet hakkında pozitif bir imaj oluşturmayı amaçlıyor. Başkan Ebubekir Rieger, Aksiyon’a konuştu.






Bu yılbaşında üye sayısını 27’ye çıkaran Avrupa Birliği, yüzyıllardır Avrupalıların hayali olan bir işi gerçekleştiriyor adım adım. Avrupalı Müslümanlar kendi aralarında birlik olmak için adım atalı henüz iki yıl olmadı. Avrupa Müslüman Birliği (European Muslim Union-EMU), Avrupa Birliği’ne karşı bir hareket değil elbet. Birliğin amacı, Avrupalılara İslamiyet’i daha doğru bir şekilde anlatmak. Daha doğrusu, 11 Eylül sonrasında, dünyada yanlış algılara kurban edilen İslam imajı konusunda Avrupa’da pozitif bir imaj oluşturmak. Değişik coğrafyalardaki Müslümanlara hukuki, kültürel ve sosyal alanlarda yardımcı olmak da EMU’nun hedefleri arasında. EMU’nun Alman kökenli başkanı Ebubekir Rieger (Abu Bakr Rieger) bütün bu amaçlarla sivil toplum kuruluşları ile yakın temasta olduklarını dile getiriyor. Türkiye’de de epey üyesi var EMU’nun. Bağışlara açık olan EMU, üyelerinden ayrıca aidat almıyor.

EBUBEKİR RİEGER’İN İLGİNÇ HAYAT HİKAYESİ

Fahri başkanlığını Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın yaptığı EMU’nun genel merkezi Berlin görünüyor; ancak yönetim kurulunun aldığı kararla manevi merkez olarak da İstanbul öngörülmüş. EMU Başkanı Ebubekir Rieger, İstanbul’un bir Avrupa, aynı zamanda da bir İslam kenti olduğunu belirtiyor. İstanbul, Doğu ve Batı arasında köprü ve bir Avrupa metropolü olarak bu unvanı hak ediyor zaten.

Berlin, Saraybosna, Gırnata ve İstanbul’da faaliyet gösteren, sosyal ve ekonomik sahalarda da fikir üreten Avrupa Müslüman Birliği’ne bütün Müslümanlar üye olabiliyor. Birliğin bir coğrafya ayrımı yok. Rusya’daki Müslümanlara ulaşmak da birliğin hedefleri arasında. Avrupa Müslüman Birliği’nin mümeyyiz vasıflarından biri de milliyetçilik yerine ümmetçiliğe atıf yapıyor olması. Unutmadan, Avrupa Müslüman Birliği EMU’nun politika ile hiçbir alakası yok, kesinlikle siyasî bir organizasyon olmadıklarını söylüyor Başkan Ebubekir Rieger.

Asıl ismi Andrea olan, İslam’la şereflendikten sonra adını değiştiren EMU Başkanı Ebubekir Bey’in hikâyesi de ilginç. Avukat olan, özel davalara bakan, Müslüman Avukatlar Birliği’ni teşekkül ettiren; fakat Müslüman olmayanların davalarını da alan, eşinin ismi Fatiha olan, 5 çocuk babası Ebubekir Rieger’in Müslüman olması ve yaşadıkları…

-Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

1965 yılında Almanya, Freiburg’da doğdum. Freiburg Üniversitesi’nde hukuk okudum. Avukatlık yapıyorum. Postdam’da yaşıyorum. 1990’da Müslüman oldum, 16 senedir Müslüman’ım. Vesile olanlar ise üniversitede tanıdığım Avrupalı Müslümanlar. Arkadaşlarım, ailem ve komşularım hepsi çok şaşırdı.

-Nasıl Müslüman oldunuz?

Çok uzun hikâye. Tartışmalar, konuşmalar sonunda beni ikna ettiler ve Müslüman oldum sonunda. Alman felsefesi okudum. Avrupalı Müslümanlar beni buldu. Beni etkileyen en önemli doktrin İslamiyet’teki tevhit inancıydı. Özellikle İslam hakkında çok çalıştım. Şunun farkına vardım. Müslümanlıkla Avrupalı olmak birbiriyle çatışan meseleler değil. Bana göre Avrupa felsefesi İslam’ı arıyor. İşte bunların sonrasında Müslüman oldum.

Kişisel bir açılımla Şeyh Abdülkadir Sufi beni tasavvufla tanıştırdı. Ayrıca Alman felsefesi ve şiiri; bunların hepsi beni İslam’a yaklaştırdı. Tabii bunların tümünü İslam kapsamıyor; ama yakın şeyler. Alman şair Goethe de İslam’ın çevresinde dolaşıp ona yaklaşmış bir isim; ama İslam’a davet edilmediğinden Müslüman olmamış. İnsanların namaz kılışlarını, ibadetlerini izlemiş. İslam’dan çok etkilenmiş; ancak davet gelmemiş. Ben davet aldım ve kabul ettim.

Tabii İslam’ın ihtişamını, büyüklüğünü, Efendimiz’in (sas) şerefini size gösterdikten, anlattıktan sonra başka kapı kalmıyor. Bence bu, aslında yazgı, kader. Kader, kazara olabilecek bir şey değil. Doğru yer ve zamanın olması gerekiyor. Çok önemli ve kritik bir dönemde tanıdım bence İslam’ı. İslam’dan başka bir yapı kalmamış ki; komünizm bitmiş, ideolojiler bitmiş, kapitalizm kendi içinden zaten yıkıcı, tahrip edici bir hal alıyor. İnsanlığa İslam’dan başka ne kalıyor? Bu kader, son durak...

-Müslüman olduktan sonra aileniz nasıl tepki verdi size?

Babam Hıristiyan bir öğretmen. Balkanlara ilgi duyardı. Onunla Mostar’a bir geziye gittik. O zamanlar ben de Hıristiyan bir çocuktum. Babam orada bulunan cami imamına camiyi gezip gezemeyeceğimizi sordu. İmam da çok arkadaş canlısı biriydi. Beni aldı ve minareye çıkardı. Orada bana dua etti sanırım ve 10 sene sonra Müslüman oldum. Bosna’ya daha sonra da gittim; ama Müslüman olarak bu sefer.

BABAM MÜSLÜMAN OLDUĞUMDA BANA KIZDI

Babam Müslüman olduğum için bana hep kızar. Ben de ona ‘Beni sen camiye götürdün’ derim. İslam’ın göçebe dini olduğunu, Hıristiyanlıktan çok farklı bir din olduğunu düşünüyordu babam. Ama şimdi yumuşadı; daha dostça yaklaşıyor İslam’a. Almanya’da Müslüman isen eğer, sana garip biriymişsin gibi bakarlardı. Müslümanlara güvenilmezdi. 1990’larda kimse İslam hakkında bir şey bilmiyordu. Şimdi herkes biliyor. Çok çarpıcı şekilde değişti bu. Müslüman olmam ailemden, kariyerimden, dostlarımdan bedel ödememe sebep oldu. Ama buna değer. Ben çok iyi bir yatırım yaptım.

-Peki eşiniz ve çocuklarınız...

Onlar da Müslüman. Hatta eşimin 12. yüzyıla dayanan aile şeceresi var. Tüm soy Hıristiyan; ama ben ve oğlum ile o soyda artık Müslüman bir kol devam edecek.

-Kaç kardeşsiniz?

İki ağabeyim var. Müslüman olduğum için araya mesafe koydular. Asıl ismim Andrea’ydı. Ebubekir ismini aldım. ‘Neden?’ diye tepki verdiler. İki kardeşim gitti; ama binlercesi var şimdi.

-Neden Ebubekir?

İsmimi, Şeyh Abdülkadir es Sufi’ye bağlı biri önerdi. Yeni bir hayata başlıyordum. Yeni bir isim almamı ve kendisinin tavsiye edebileceğini söyledi. Ben de kabul ettim. ‘Ebubekir olsun’ dedi.

-Avrupa Müslüman Birliği nasıl kuruldu? Fikir kimden çıktı?

Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’la konuşuyorduk. Avrupa’daki Müslümanları tartışıyorduk. “Avrupa’daki Müslümanları nasıl koordine ederiz” diye düşündük ve bir şemsiye vazifesi üstlenelim dedik. Bunun için iş, yaşam ve her türlü konuda bir ağ oluşturmaya karar verdik. Biz politik bir grup, organizasyon değiliz. Müslümanlar için bir alt yapı kurmaya çalışıyoruz. “Süper güçlü politik bir organizasyon kuralım” gibi bir amacımız yok. Sadece Müslümanların hayatlarını kolaylaştıracak bir yapı kurmayı amaçladık. İnsanları bir araya getiriyoruz. Onlarla Kur’an’ı konuşuyoruz…

- EMU, Avrupa Birliği’nde Hıristiyanlara karşı Müslümanlar Birliği olarak algılanır kaygısı taşıdınız mı?

Biz kimsenin düşmanı değiliz. Pozitif insanlarız. Dinimizi yaşamaya çalışıyoruz sadece. Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi tanıması zaten İslam’a bakışlarını yansıtıyor. Onlar açısından da bir problem yok.

-Milliyetçilik yerine ümmetçiliğe vurgu yapıyorsunuz. Bu zor mu Avrupa gibi bir coğrafyada?

İslam, milliyetçilik konsepti üzerine kurulmamış. İnsan faktörü ön planda. Birbiriyle görüşen, konuşan, Allah’ın kurallarına uyan insanların oluşturduğu topluluk. Global bir dünyada yaşıyoruz. Artık milliyetçilik çok bir şey ifade etmiyor. Milliyetçilik eski önemini kaybetti.

BİRÇOK AVRUPALI MÜSLÜMAN OLUR

-Peki Samuel Huntington’ın meşhur medeniyetler çatışması tezi konusunda ne düşünüyorsunuz?

Onu çürüten bir örneğim ben. Beethoven dinleyen, Goethe okuyan, Alman felsefesini seven biriyim. Hem Müslüman, hem Alman’ım. Ben hem İslam’ın, hem de Avrupa’nın bir parçasıyım.

-Avrupa’nın gelecekte Müslüman olup olmayacağı konusunda kanaatiniz var mı?

Allah en iyisini bilir. Birçok insanın Müslüman olacağını biliyorum; ama Allah’ın planını bilemem. Gelecek hakkında spekülasyon yapamam.

-Avrupa’da yayımlanan Zaman gazetesini izliyor musunuz?

Çok önemli bir medya grubu. Onlarla hiçbir sıkıntımız yok. Onlar benim kardeşim. Ayrıntılı bir bilgim yok; fakat iyi işler yapıyorlar.


***************************

İnsanların nefesleri sayısınca, Allah’a giden yollar vardır” diye bir söz vardır.


Uzun yıllar Amerika’da yaşayan İsmail Turgut’un ihtida gözlemleri, bu sözü
doğruluyor. Aşağıdaki yazıda, öyle ihtida sebepleri var ki, insanın kırk yıl düşünsem
aklıma gelmezdi diyesi geliyor.“
BİR GERÇEK VAR Kİ, BİZİM KUR’ÂN’DA GÖREMEDİKLERİMİZİ, BAŞKALARI GÖRÜYOR; YA DA, BAŞKALARININ GÖRDÜKLERİNİ BİZ GÖREMİYORUZ. HER AKLA AYRI HİTAP, HER RUHA FARKLI ETKİ EDİYOR KUR’ÂN.

Kendisinden on yıl önce teyzesi, sonra da en yakın üç arkadaşının sıra ile Müslüman olmasının ve başörtülü hanımın sohbetinin İslâm’a giden yolda Tapiwa’ya katkısı olduğu şüphesiz. Fakat dikkat çekici olan şu ki, Tapiwa Kur’ân ile başbaşa kalınca Müslüman oluyor.
Bakara sûresinin hemen başında Tapiwa’yı ağlatarak hidayetine vesile olacak unsur nedir, doğrusu ben anlamış değilim. Bir gerçek var ki, bizim Kur’ân’da göremediklerimizi, başkaları görüyor; ya da, başkalarının gördüklerini biz göremiyoruz. Her akla ayrı hitap, her ruha farklı
etki ediyor Kur’ân.
TEBBET’TEKİ SIR
Bir papaz tüm Kur’ân’ı okuyor ve ancak Leheb sûresine ulaştıktan sonra Kur’ân’ın bir mucize olduğuna inanıyor ve şehadet getiriyor.
“Ebu Leheb’in elleri kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona bir fayda vermedi. Alevli bir ateşe girecek. Odun yüklenmiş karısı da, boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde.”
Papaz diyor ki:
“—Ebu Leheb, cehenneme gireceğini haber veren bu sûrenin inişinden sekiz sene sonra öldü. Bu
süre içinde, yalancıktan bile olsa tek bir defa ‘Müslüman oldum’ demesi, Kur’ân’ı yalancı çıkarmasına pekâlâ yeterdi. Ne oldu, ne de ‘oldum’ dedi. Cehennemin dibine gitti. Kur’ân
mu’cizeliğini gösterdi.”
Bu sûreye böyle bakmak hangimizin aklına gelirdi? “MUHAMMED (sav) DENİZCİ MİYDİ?”
Gayrimüslim bir denizci, okuması için kendisine Kur’ân veren Müslüman arkadaşına, Kur’ân’ı okuduktan sonra soruyor.
“—Muhammed denizci miydi?”
“—Denizci mi? Muhammed aleyhissalâtu vesselam çölde doğdu, çölde yaşadı, çölde öldü!”
Bu cevap denizcinin oracıkta Müslüman olmasına yetiyor. Şaşkın ve açıklama bekleyen gözlerle bakan Müslüman arkadaşına denizci, Nur sûresinin 40. âyetini göstererek:
“—Dinle” diyor: “…Engin ve derin bir denizdeki zifirî karanlıklar gibi ki; bir dalganın üzerini başka bir dalga kaplar ve o dalganın üzerini de bir bulut! Birbiri üstünde karanlıklar!
İnsan elini çıkarıp uzatsa neredeyse onu da göremeyecek.”
Denizci diyor ki:
“—Ben sayısız deniz fırtınaları içinde bulundum. Bizzat yaşamadıkça, ömrü çölde geçmiş birinin bu fırtınaları tarif etmesi mümkün değil. Kur’ân, olsa olsa o fırtınaları koparan Yaratıcının kelâmıdır.” Bu ilişkiyi hangimiz kurabilirdik? Üstelik, kâfirlerin içine düştüğü manevî karanlıkları tanımlayan bir bahis içinde!
MİRASTAKİ PAYDAN HİDAYETE
Bir başkası, Kur’ân’da ‘erkeğe iki, kadına bir pay’ veren miras âyetini (bkz. Nisâ sûresi, 4:176) okuyunca Müslüman oluyor. Seküler dünyanın en çok tenkid ettiği bir âyetle bir Batılının İslâm’a girmesini hele, hiç aklıma sığıştıramamıştım.
Bediüzzaman Hazretlerinin halen hayattaki talebelerinden Mehmet Fırıncı Bey, Risale-i Nur’u İngilizce’ye tercüme eden İngiliz asıllı eşi Şükran Vahide Hanım’la Amerika’yı ziyaretlerinde bu garip vak’ayı kendisine naklettiğimde, dedi ki:
“—Kardeşim, gülme. Ben Şükran Hanım’dan duydum. İngiliz soylu ailelerinde anne-baba öldü mü, malvarlığı bölünmesin diye tüm miras evin en büyük erkek çocuğunda kalır. Diğerleri birşey alamazlar. Gelenekte kendisine hiç hak tanınmayan biri için, kız olsun-erkek olsun, tam olsun-yarım olsun bir hisse düştüğünü bilmek ne kadar ferahlatıcı!”
Miras taksiminde Kur’ân’ın böyle bir tedbire müracaat etmesinin hikmetini merak edenler ise, aradıkları cevabı Risale-i Nur’da, “Onbirinci Mektub”da bulabilirler.
ATLARIN DİLİYLE
Tanıştıklarım içinde, Jerald Dirks’in İslâm’a girme vesilesi belki de en ilginç olanı. Bu zât meşhur Harvard Üniversitesi’nden İlahiyat master’ına sahip. Kilise hiyerarşisinde de dekanlık makamına kadar yükselmiş. Arap atlarına olan hayranlığından dolayı, evinin boy boy
at posterleri ve atlarla ilgili cilt cilt kitaplarla dolu olduğunu söylemişti. Hatta küheylanlar hakkında yüzelliyi aşkın makale yazmış. Arap atları onu kitaplarda önce Arap kültürüne,
Arap kültüründen de Arap dinine koşturmuşlar. Jerald da, en nihayeti on küsur yıl önce soluğu İslâm’da almış.
Jerald Dirks, şimdi Kansas eyaletinin beş bin nüfuslu bir kasabasında yaşayan iki Müslümandan biri. Diğeri de, eşi Debra. Geçimini İslâm hakkında yazdığı kitaplarla sağlıyor. İslâm ve Hıristiyanlığı karşılaştırdığı The Cross and the Crescent, Yahudi- Hıristiyan geleneğinden gelenlere hitaben İslâm’ı tanıttığı Understanding Islam ve Hz. İbrahim’i anlattığı Abraham, the Friend of God, İslâm’la ilgilenenlere benim de en çok dağıttığım kitaplar arasında. Cenab-ı Hakk diledi mi atın diliyle de hidayet ediyor.
DALGA GEÇEYİM DERKEN
“Dar sokakta gezinirken, tam tepemde patlak veren bir insan sesiyle irkildim. Baktım, yüksekçe bir yerde, biri kulakları sağır edercesine bağırıyor. Bu bağırtıya ezan diyorlarmış. Müslümanları namaza davet için okunurmuş(!)…”
Bir Batılının seyahat hatıralarını anlattığı kitabındaki bu alaycı mısraları okuyan Michael, ezanın ve namazın nasıl birşey olduğuna merak salarak başladığı araştırmasının sonunda, Abdülmâlik oluyor. Abdülmâlik, yazının en başında ihtida öyküsünü kendi dilinden aktardığım Tapiwa’nın, ondan beş yıl önce Müslüman olan arkadaşı. Şimdi bu Batılı yazar bilseydi ki İslâm’ı hafife aldığı cümleleri, maksadının tam aksine, bir gün, bir yerde birinin hidayetine vesile olacak,
hiç bu kitabı yazar mıydı?


Ismail Turgut - Karakalem Dergisi Sayi 6

MİSVAK, BİR ALMANI NASIL MÜSLÜMAN ETMİŞ?

Motorlu vasıta icat edileliden beri, hayvan kullanımı iyiden iyiye azaldı. Artık kimse ille de at ve deve gibi hayvanlar kullanılmalı demiyor. Zaten böyle bir ısrar, düşünce eksikliği demektir.

Ama, motorlu vasıtalar geldi hayvan kullanımı kalktı diyerek, her şeyi de getirip bunun yanına koyamayız. mesela, geçen hafta bir nebzecik bahsettiğimiz “Misvak”ı...

Yani, “Artık diş fırçaları var; misvaka ne lüzum!” diyemeyiz. Çünkü misvak, sadece diş temizliğinde kullanılan ilkel bir nesne değil, sayısız faydaları bulunan harika bir maddedir.

Misvak, sadece dişleri temizleyen bir madde olsaydı, elbette onun yerine diş fırçalarını kullanmak uygun olurdu. Ve “Bugün artık diş fırçaları var; bir odun parçası olan misvakı kullanmaya ne lüzum var” diyenler haklı olurlardı...

Ama gerçek hiç öyle değil... Peki, öyle değilse nasıl ve misvakın özelliği ne?..

Bunu, MEB emekli Başmüfettişi Sayın Ahmet Yurdakul’un “Bir Hatıra” başlıklı mektubuyla anlatmak istiyorum. Bu mektup 1 Temmuz’da …..gazetemizde? yayınlandı.

Sayın Ahmet Yurdakul mektubunda, ismi Ahmed olan ve çok güzel Türkçe konuşan Müslüman bir Alman’ın, Türk zannedilip İzmir’de nezarethaneye atıldığını anlatıyor.

Suçu, kıyafeti: “Başında bir sarık, yere kadar bol bir elbise, bembeyaz sakal ve asa...”

....Adının Ahmed olduğunu görünce hemen nezarete götürmüş, soyadını bile okumamışlar. Kendisinin Alman olduğunu söylemesine rağmen, inandıramamış.”



Nezaretten ayrılmadan önce, Ahmed Schmieder onlara şöyle seslenmiş:
Beni kılık kıyafetimden dolayı tutukladınız... ...ben bu kıyafetimle, sizin atalarınız Fatih’e, Yavuz’a, Kanuni’ye benziyorum. Sizler de benim atalarım Hanslara, Schüllerlere benziyorsunuz. AB’ye giriş kılık kıyafetle olmaz. Fikirle olur, üretimle olur, medeniyet ve kültürle olur.”


Değerli okuyucular, Ahmed Yurdakul’un mektubunun buraya kadarki kısmında, ibretlik hâl–i pürmelâlimiz var. Bundan sonrasında ise, Alman Ahmed nasıl Müslüman olduğunu anlatıyor...
“Pakistan’a gitmiştim. O zamanlar ateisttim. Hiçbir din beni ilgilendirmiyordu.


Akşamdan sonra minareler ışıklandırılmış, müezzinler çeşitli ilâhiler söylüyorlardı. Uzun uzun dinledim... Bir ahenk vardı... Çoğu Arapça olduğu için anlamıyordum.

Ertesi gün Pakistan Din İşleri Bakanlığı’na gittim. “Akşamki merasiminiz ne idi?” dedim. Yetkililer bana, “Akşam İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’in doğum günü idi. O’nu anıyorduk. Bu güzellik bunun içindir” dediler. “Öyleyse O’nun bana bir kitabını verin” dedim.
Bana bir hadis kitabı verdiler. Rastgele bir sahifesini açtım, tercüme ettirdim. ‘Dişlerinizi misvakla temizleyin’ diyordu.


Bundan sonrası, Alman Müslüman Ahmed’in, misvak hakkındaki sözleri ve tesbitleri:
“Misvakın ne olduğunu sözlükten öğrendim. Arap Yarımadası’nda yetişen lifli bir bitki olduğunu yazıyordu. Laboratuvara götürdüm. Kaynattım, inceledim:
© vitamini yüklü bir madde. Eğer kullanılırsa, dişlerde skarbüt denilen hastalığın önüne geçiyor. Suyu, midede özümlemeyi, sindirimi kolaylaştırıyor. Bağırsakların işini kolaylaştırıyor. En önemlisi de, devamlı kullananlarda basur denilen rahatsızlık olmuyor.”


Değerli okuyucular, yukarda sayılan misvaktaki faydalar diş fırçasında var mı? Yok!

Kaldı ki, misvakın daha başka faydaları da var. Ne var ki, bir Alman ancak bu kadarının farkına varabilmiş ve ona bu kadarı kafi gelmiş. Kâfi gelmiş de ne olmuş? Cevabını Alman Ahmed versin:
“İşte bir odun parçası beni hidayete eriştirdi ve Müslüman oldum.”


Sadece misvaktan bahseden hadis sebebiyle, bir insanın Müslüman olması, bir mucizedir. Demek ki, Hz. Peygamber’in mucizeleri, hadisleriyle 14 asırdır hâlâ devam ediyor.

Mûcize kelimesini kullandım. Bazıları mûcize diye bir şey kabul etmedikleri için bu kelimeye kızıyorlar. Hem Hz. Peygamber’e (sav), “Kur’an’ın anlattığı” şekilde inandıklarını söylüyorlar, hem de “Hz. Peygamber’e mucize verilmemiştir; mûcize diye bir şey yoktur” diyebiliyorlar!..

Ali Eren
Bir müslüman. Bir ateşperest. Birlikte çalışıyorlar. Namaz vakti.
Müslüman:
-Namaz kılacağım. Namaz kılarken, bana ilişmiyeceğine dair söz verir misin?
-Veririm.
Namaz....
Bir müddet sonra... Ateşperest. İbadet zamanı...
-Şimdi sıra ben de, ben ibâdet ederken, bana ilişmiyeceğine söz verirmisin.
-Olur sana ilişmem... Rahatça ibâdetini yapabilirsin.
Fakat ateşperest ateşe tapmak üzere secdeye varınca, Müslüman hemen üzerine atılır. Sözünde duramaz.. Tam o esnada şöyle bir ses duyar:
- Söz verdiğin zaman sözünü yerine getir.
Bunun üzerine adama ilişmeden geri çekilir. Sonra ateşperest ibâdetini bitirdiğinde sorar:
-Evvela hücum ettin. Sonra niye vazgeçtin?...
-Allah'dan başkasına secde ettiğin zaman, dayanamadım, üzerine atıldım. Seni öldürmek istiyordum. Fakat tam o anda :
-Söz verdiğin zaman ahdini yerine getir, diyen bir ses, beni o teşebbüsümden alıkoydu.
Bunun üzerine mecûsi:
-Şimdi inandım ki, asıl ve gerçek ilâh senin Rabbindir. Kendi düşmanı için dostunu bile azarlıyor. İşte huzurunda müslüman oluyorum diyerek kelime-i şehâdet getirir.




Yüklə 484,57 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin