Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə44/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   ...   90

Soru: Bu ayet-i kerîmede nakledilen Hûd (a.s.)’ın sözünde "Rabb" ancak kendi nefsine bağlanmış ve her şeyin bir hâs Rabb’i bulunduğu açıkça belirtilmemiştir.

Cevap: Bütün ilâhi isimler "Allah" ismi altında toplanmıştır. Bundan dolayı bütün isimlerin yolları,"Allah" isminin sırât-ı müstakîmi altında gerçekleşir. Ve Allah câmi isminin görünme yeri ise, ancak insan-ı kâmildir: Ve bu câmi' isim insan-ı kâmilin Rabb'i olup, bu sâadet sâhibi zât bütün ilâhi isimlerin görünme yeridir. Ve Hûd (a.s.) ise vaktinin bir Nebiyy-i zî-şânı ve "Allah" câmi' isminin görünme yeri olan insan-ı kâmil idi. Bundan dolayı Rabb'i kendi nefsine bağlamakla, kendinin görünme yeri olduğu câmi' isim olan"Allah" isminin sırât-ı müstakîm üzere olduğunu açık olarak ve isimlerin Rabb’larından her bir Rabb'ın kendi sırât-ı müstakîmi bulunduğunu da örtülü olarak beyân buyurmuştur.

Soru: Mâdemki her isim kendi sırât-ı müstakîmi üzerinedir ve o ismin terbiyesi altında bulunan kimse de onun sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür; şu halde böyle sırât-ı müstakîmi üzerinde da'vetten ne fayda oluşur?

Cevap: Da'vet Mudill isminden Hâdî ismine ve Câbir isminden Adl ismine ve çeşitli yollardan İhdinas sırâtel mustakîm” yânî “bizi sırât-ı müstakîm’e ulaştır” (Fâtiha, 1/5) âyet-i kerîmesinde beyân buyurulan ve bütün yolları toplamış bulunân sırât-ı müstakîme, yânî "zâti tevhîd" ve Muhammedî görünme yeri yolunadır. Daha açıkçası noksân yoldan kemâl yoluna da'vet olunur.

Şimdi her yürüyen, Rabb'in doğru yolu üzerinde yürür. Bundan dolayı bu yönden onlar üzerlerine gazab olunan ve dâll yânî yoldan sapan değildir (5).

Çünkü itaât edici olsun, âsî olsun, görünme yeri oldukları isimler, bunları, kendilerine mahsûs olan yolda terbiye eder. Bundan dolayı itaât edici ve âsî hâs Rabb’ları olan isimlerin gerekleri üzerine yürür. Ve oysa tabîat gereği üzere yürüyen kimseye gazab olunması düşünülemez. Yânî tâbî olan, tâbî olunanın hükmü altında yürürse tâbî olunan ona gazab etmez. Şu halde, her bir isim, kendi görünme yerinden ve onun terbiyesi altında olan şeyden râzîdır; ona gazab etmez. Fakat hükümde hâs Rabb’ına muhâlif olan diğer hâs Rabb’e göre o görünme yeri, "üzerine gazab olunan ve yoldan sapan" zümresindendir.

Örneğin Hâdî isminin hükmü hidâyet ve Mudill isminin hükmü de dalâlettir. Hâdî ismi kendisinin kulu olan mü'minden râzî olduğu gibi, Mudıll ismi de kâfir kulundan râzıdır. Fakat Hâdî ismine göre kâfir "üzerine gazab olunan ve yoldan sapan" zümresine dâhildir. Ve aynı şekilde, Mudill ismi kendisinin sırât-ı müstakîmi hâricinde bulunan mü'min kula gazab eder ve onu dalâlette görür; çünkü bu iki isim, hükümde bir dîğerine muhâliftir. Bundan dolayı bütün görünme yerleri bir yönden "üzerine gazab olunan ve yoldan sapan" zümresine dâhildir ve bir yönden değildir.

Şimdi dalâlette oluş, nasıl ki geçici ise, ilâhî gazab dahî, öylece geçicidir. Ve dönüş, her şeye kapsam olan rahmetedir; o da öne geçmiştir (6).

Yânî dalâlette oluş geçici olduğundan, ilâhî gazab dahî ârızîdir. Ve dönüş, genel zâti rahmetedir. Ve o rahmet dahî “Rahmet’im gazabımı geçmiştir” hadîs-i kudsîsi gereğince öne geçmiştir; çünkü her bir Rab kendi kulunun gidişâtındn râzıdır. Ve dalâlette oluş ancak diğer Rabb’e göre tahakkuk edici olur. Oysa bütün ilâhî isimler, taayyünlerin kaynağı olması îtibârıyla genel zâti rahmetten ibâret bulunan mutlak vücûdda gark olmuş idiler. Ne zamanki rahmânî rahmet olan nefes-i rahmânî ile ilâhî tecellî gerçekleşti; isimlerin sûretleri, ilmi hazrette peydâ ve bir dîğerinden ayrılmış oldu. Ve Hâdî ismi Mudill isminden ayrıldı. Şimdi bu ayrılma geçici olduğundan, dalâlette oluş üzerine düzenlenmiş olan gazab dahî geçici olur ve rahmet, gazabı geçmiş bulunur. Çünkü, ezellerin ezelinde bu sûretle rahmet önde olduğu gibi, ebedde dahî öndedir. Çünkü yâ dalâlette oluşu gerektiren perdelerin kaldırılması ve kaybolması veyâhut zât tevhîdi nûrlarının zuhûrunda, eşyâ taayyünlerinin zâil olması ve ilâhi tecellîlerin kendi asıllarına dönmeleri sebebi ile dönüş yine Rahmân'adır.

Hakk mâsivasının hepsi "dâbbe"dir; çünkü rûh sâhibidir. Ve kendi nefsiyle hareket eder bir şey yoktur; o ancak kendi nefsinin gayrıyla hareket eder: Bundan dolayı o şey, sırât-ı müstakîm ûzerine olan şeyin hükmüne tâbî oluş ile hareket eder, çünkü yol, ancak üzerinde yürümekle yol olur (7).

Yânî genel anlayışta, Hakk'ın gayrı dediğimiz şeylerin hepsi ister mâdenler olsun, ister bitkiler "dâbbe"dir. Çünkü, hepsi rûh sâhibidir ve onların rûhları, ilâhi isimlerden birer isimdir ve Hak o isimler ile onlarda açığa çıkıcıdır ve o şeylerin kıyâmı, ancak o isimlerin kayyûmiyyetiyledir. Ve vücûtta kendi nefsiyle hareket eder bir şey yoktur; çünkü kendi nefsiyle mevcûd değildir; belki kendi nefsinden gayrı bir vücûd ile hareket eder. Bundan dolayı o şey, kendisinin görünme yeri olduğu ve sırât-ı müstakîm üzerinde bulunduğu hâs Rabb’ı olan ismin hükmüne tâbî olarak yürür. Ve yol, üzerinde yürümekle yol olur. Şimdi, o şeyin hareketi, mâdemki tâbî oluş hükmüyle gerçekleşir, o halde onun hareketi zayıf harekettir; çünkü geçici harekettir, zâti hareket değildir. Ve bu hareket ile, o şeyin kâbiliyetinde taayyün edici olan Hak, ona mahsûs olan kemâlin son noktasına çeker ve onunla berâber seyreder. Bu şekilde o şey, Hak ile Hak'ta hareket eder ve bu hareket, Hak'la ve Hak'ta olunca, yol ve yol üstünde yürüyen Hak olur. Ve Hakk'a tâbî oluş hükmü ile olan hareket dahî, seyri-billâh olur.

Şiir:

Halk sana itaât edici olduğu zaman, Hak sana itaât edici oldu (8).



Yânî "hálk" dediğimiz kesîf sûret, sana itaât ettiği zaman, muhakkak bil ki, onun görünme yerinde açığa çıkan Hak sana itaât etmiştir. Çünkü görünme yeri, görünenin aynıdır. Ve mahlûkların sûretlerinden her bir sûret, ilâhi isimlerden bir ismin sûretidir ve o isim, o mahlûk sûretinin rûhu ve hüviyyetidir. Şimdi rûh, o sûretin cisim aynasında zâhir ve âşikârdır; şu halde sûretin itaât edişi, o "ism"in itaât edişidir; çünkü sûretin vücûdu, kendisinde zâhir olan ismin zuhûrudur.

Ve eğer Hak sana itâat ederse, bâzen hálk sana itâat etmez ve teslimiyet göstermez (9).

Yânî senin görünme yerinde açığa çıkmış olan Hak sana itaât ettiği zamant, mahlûkların sana itaât etmesi gerekmez. Çünkü sana itaât edici olan Hak sende açığa çıkmış olan hâs Rabb’dır; ve o da isimlerden bir isimdir. Ve diğer mahûklarda açığa çıkıp, onlara itaât edici olan Hak ise, onların hâs Rabb’ları olan isimlerdir. Bundan dolayı senin Rabb'in sana itaât edici olmakla diğer Rabb'ların sana itaât etmesi gerekmez; ve diğer Rabb’lar, sana itaât edici olmayınca, onların görünme yerleri olan mahlûkların da itaât etmesi gerekmez.

Örneğin, senin Rabb'ın Hâdî ismidir. Ve senin görünme yerinde tecellî edici olan Hak, bu özel taayyün hükmü ile sana itaât edici olmuştur. Ve bir diğerinin Rabb'ı da Mudill ismidir; ve onun görünme yerinde tecellî edici olan Hak dahî, o özel taayyünün hükmü ile o kâfire itaât edici olmuştur. Bundan dolayı Hakk’ın böylece ikinize de itaât edici olmasıyla, sizin de birbirinize itaât etmeniz gerekmez; çünkü her birinizin hâs Rabb’ı olan isim, sizi kendilerine mahsûs olan kemâle sevk eder. Oysa birinin kemâli hidâyette, diğerinin dalâlettedir. Bundan dolayı sen kâfiri hidâyet yoluna da'vette ne kadar çabalasan sana itaât etmeyip, onun dalâlette kemâli çoğalır; ve aynı şekilde o kâfir de seni küfür ve dalâlet yoluna da'vet etse, sen de ona itaât etmeyip hidâyette kemâlin artar. Sana itaâtkâr olan mahlûk ile hâs Rabb’larınız arasında münâsebet vardır.

Şimdi için özü îtibârıyla sen sözümüzü araştır! Çünkü, benim sözüm haktır (10).

Yânî Hakk'ın nurları ve hálkın sırları hakkında bu söylediğimiz sözü, ey hakîkate susamış, sen iyice bir araştır! Ve ondan sonra işin özünde mutâbık olduğunu gör de tasdîk et! Çünkü benim görünme yerimden söyleyen Hak'tır. Veyâhut harf ve ses ve kitâb üzerindeki taayyün nakışlarına bürünüp benim sözüm sûretinde görünmekte olan Hak'tır.

Şimdi sen varlıkta konuşamayan bir mevcûd olmadığını görürsün (11).

Yânî sen bu cisimler âleminde mâdenler olsun, bitkiler ve hayvanlar ol­sun, konuşma sâhibi olmayan hiçbir mevcûd olmadığını görürsün. Çünkü, her bir mevcûdda tecellî edici olan Hak'tır. Ve o mevcûd kendisinde tecellî edici olan Hak ile söyler. Ve Hak o görünme yeri ile söyleyendir ve onu söyletir. Nitekim, âyet-i kerîmede buyruluyor:

kâlû entakanallâhullezî entaka külle şey’in” yânî “dediler ki: “Bizi, herşeyi söyleten Allah söyletti.” (Fussilet 41/21) Ve Hak bir görünme yerinde, ancak isimlerinden bir ismin sûretiyle tecellî eder. Ve her bir isim ise bütün isimler ile vasıflanmıştır. Çünkü, Hakk'ın ismi kendisinin aynıdır ve Hak ise parçalara ayrılmış değildir. Fakat mahlûklar, uygunluk ve sevilendirmede birbirinde farklı olduğundan, Hakk'ın bütün isimleriyle tecellîsine kendilerinin taayyünü mâni'dir. Eğer bir görünme yeri, insan-ı kâmil’in görünme yeri gibi, son derece uygunlukta olsa, Hak o görünme yerinde bütün isimleriyle tecellî edici olur. Ve eğer noksan insanın görünme yeri gibi bir görünme yerinin tesviyesi uygunlukta olmasa ve insânî uygunluk haddinden hâriç olsa, onda yedi sıfat ile berâber konuşuyor olursa da, diğer isimler ile kemâlleri bâtında, yânî kuvvede kalır, fiilen açığa çıkmaz. Ve eğer bir görünme yerinde uygunluk ve tesviye bahsedilen mertebeden aşağı bir derecede olursa, mâdenler ve bitkilerde olduğu gibi, konuşma bâtında kalır; çünkü konuşmanın gözükmesine mahallin kâbiliyeti yoktur. Bundan dolayı mevcûdların hepsi ya zâhiren veyâ bâtınen konuşandır. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum” yânî “O'nu hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur. Ve fakat onların tesbihlerini siz fıkıh edemezsiniz (anlayamazsınız, idrak edemezsiniz).” (İsrâ, 17/44).

Şimdi konuşmaları bâtında kalan eşyânın Hakk'a tesbîhi, perde ehlinin zannettiği gibi hâl lisânı ile değildir; belki söz lisânı iledir. Bundan dolayı taşın ve ağacın ve bütün eşyânın sözlerini, ancak mevcûdların bâtınlarını keşfeden kimse işitir. Ve perde ehli işitmediğinden kimisi, “onların konuşmaları hâl lisânı iledir” der. Ve kimisi onlarda konuşma olmasını olmayacak şey görerek inkâr eder.

Gözün gördüğü bir mahlûk yoktur, illâ onun "ayn"ı ve "zât"ı Hak'tır (12).

Yâni gözün gördüğü her bir mahlûkun "ayn"ı ve "zât"ı Hak'tır. Çünkü Hak, o mahlûk sûretinde açığa çıkmıştır. Ancak perdelilerin vehim ve hayâli onu mahlûk olarak isimlendirdi ve görünen hálk edilmiş sûretlerde Hak örtülü oldu. Fakat âriflere Hak, o sûretlerde tecellî edicidir. Ve ârif Hakk'ı o sûretlerde müşâhede eder. Nitekim Abdullah Balyânî (k.s.) buyurur:

Tercüme:

İki baş gözüyle Hakk'ı görmedikçe

Onu bir an vaz geçmem talebden

Bu gözle Hak görülmez derler ammâ

Diyenler öyle olsun, böyleyim ben

Velâkin mahlûkta emânettir; bunun için sûretler kablar­dır (13).

Yânî Hak, mahlûklar dediğimiz eşyâda emânet ve gizlidir. Bunun için eşyâ sûretleri, birtakım kablar ve zarflar gibidir.

Bilinsin ki, gerçekte ehlullah için oluşan zevki ilâhi ilimler, kuvvetlerin farklılığı sebebiyle muhteliftir. İlâhî ilimler, bir ayn’a dönmekle berâber, kuvvetlerden oluşur (14).

Yânî ehlullâhın her birisindeki ilâhi ilimler muhteliftir. Çünkü o ilimler her ne kadar bir ayn’a, yânî kulun hüviyyetine ve kulun "hüviyyet"i Hak olduğundan, Hakk'a dönüp bir noktada toplanır ise de, muhtelif kuvvetlerden ileri gelir. Bundan dolayı kuvvetlerin farklılığına bağlı olarak muhtelif olur

Şöyle ki insanın rûhânî ve cismânî kuvvetleri vardır. Ve bu kuvvetlerden her birisinin hükmü diğerine uymaz. Ve biri vâsıtasıyla oluşan ilim de diğerine muhâliftir. Örneğin, işitmekten oluşan ilim, görmekten oluşan ilme benzemez. Ve aynı şekilde göz ile oluşan kulakla ve el ile oluşan ayak ile oluşmaz. Diğer hissi kuvvetler de bunlara kıyas edilebilir. Ve aynı şekilde insanın rûhâni kuvvetlerinden akıl ile oluşan, vehim ile oluşmaz; işte hepsi bunlar gibidir. Bununla berâber her bir kuvvetten ayrı ayrı oluşan ilimlerin toplamı insanın hakîkâtine dönüp orada toplanır. O hakîkat ise birdir ve ilmin sâhibi olan şahsın ayn-ı sâbitesidir. Ve ayn-ı sâbitede açığa çıkan dahî ilâhi hüviyyettir veyâ mutlak hüviyyettir. Bundan dolayı bütün muhtelif ilimlerin dönüş yeri Hak'tır.

Ve ehlullahdan her bir ferdin vücûdunda oluşan ilâhi ilimler onların kuvvetlerinin farklılığı dolayısıyla muhtelif olduğu gibi, ehlullahdan her bir ferdin vücûdu da, bir şahıs gibi olan bir hakîkatın kuvvetleri mesâfesinde bulunduğundan, onların her birisine hâsıl olan ilâhi zevki ilimler de, husûsi isti'dâdlarına ve ayn-ı sâbitelerinin kapasitesine göre muhtelif olur. Fakat o ilimler ve muhtelif zevklerf, ayn-ı vâhide olan Hakk'ın hüviyetine ve ilâhi ahadiyye zâtına dönücüdür. Çünkü bütün ilimler ve zevkler ondan kaynaklanmaktadır. Ve hepsi, Hakk'ın hüviyetinde bir olan hakîkattir. Ancak görünme yerlerinin ve mahallerin farklılığı dolayısıyla muhtelif olarak açığa çıkar.

Şimdi bu bahsedilen iki yönden birisinde şahsın zâhir ve bâtın kuvvetlerinden oluşan ilimler ve zevklerin, o şahsın bir olan ayn’ına döndüğü ve diğerinde ise ehlullahdan her birisinin vücûdu, bir olan hakîkatın kuvvetleri mesâfesinde olup, her birindeki ilimler ve zevklerin farklılık ile berâber, Hakk'ın hüviyyetine döndüğü beyân ve bir yön diğerine kıyâs olunur.

Çünkü, Allah Teâlâ der ki: "Ben kulun onunla işittiği kulağı, onunla gördüğü gözü ve onunla tuttuğu eli ve onunla yürüdüğü ayağı olurum." Şimdi, onun hüviyyetinin, kulun aynı olan azâların aynı olduğunu hatırlattı. "Hüviyyet" bir ve a’zâlar muhteliftir. Ve her bir a’zâ için zevkler ilminden, o uzva mahsûs, farklı a’zâ ile muhtelif olan bir ayndan bir ilim vardır. Tek bir hakîkat olan su gibidir ki, çıktığı yerin farklılığı dolayısıyla alınan tadda muhteliftir. Ondan bâzısı tatlı, lezîzdir ve bâzısı acıdır. Oysa o bütün hallerde sudur. Her ne kadar lezzet muhtelif ise de, onun hakîkati değişmez (15).

Yânî Hak, bir olan hüviyyetini kulun muhtelif a’zâlarının aynı kıldı da, kulun kulağı ve gözü ve eli ayağı ve diğer kuvvetleri ve a'zâsı oldu ve her bir kuvvet ve uzuvda, O'nun bir hüviyyeti birer sıfatla açığa çıktı. Ve bu açığa çıkma sebebiyle, her bir kuvvette kul için bir ilim ve bir kemâl oluştu. Ve biriyle oluşsan ilim ve kemâl, diğeri ile oluşana benzemedi. Şu halde bir olan hüviyyetten elde edilen ilim, bir hakîkatten ibârettir. Ancak kuvvetler ve a’zâların farklılığına binâen, muhtelif sûrette göründü ve taayyün etti. O bir olan hakîkat tıpkı suya benzer. Nitekim su, çıktığı yerin gereklerine göre, bâzen tatlı ve lezzetli, ve bâzen de tuzlu ve acı olur. Fakat lezzeti nasıl olursa olsun, ona yine su denir. Lezzetindeki farklılık, kaynağına ve çıktığı yerdeki farklılığa dayanmakta olup, onun bir olan hakîkatı değişmez. Ancak bâzısı faydalı ve bâzısı faydalı değildir.

İşte ilim de böyledir. Kaynakları kuvvetler ve a’zâların farklılığı ile muhtelif olsa bile yine ona ilim denir. Ancak bâzısı faydalı ve bâzısı faydalı değildir. Kimi nûrâni rûhâni kuvvetlerden oluştuğundan dolayı tatlı ve lezîz ve faydalı olur. Ve kimi hissi kuvvetlerin bâzılarından oluştuğu için tuzlu ve acıdır ve faydalı değildir. Bundan dolayı tevhîd ehli ve ârif-i billâh için keşf ile hâsıl olan tevhîd ilmi, tatlı ve lezîz su gibidir ki, sâhibine acılıktan ve kirlenmişlikten sükûnet verir; ve susuzluğunu giderir. Çünkü bu ilim, ilâhî ilimdir. Ve âriflerin latîf ve tertemiz bir kaynak olan vücûdları onun tadını bozmadığı için aslî latîfliği ve fıtrî temizliği üzere gözükür.Ve fakat Hak masivâsı ile perdelenmiş olan ve tabîat perdesinin arkasında kalan câhillerin ilmi, aklî ilim olup, onların tabîat tuzlarıyla karışmış olan vücûd kaynaklarından çıktığı için, tuzlu ve acı su gibi olur. Ne kendilerini ve ne de içirdikleri kimseleri kandırır ve aslâ fikirlerine sükûnet vermez ve şüphelerini gidermez. Belki bu ilmin sâhibi fikir ürettikçe eşyânın hakîkâtleri hakkında şüphesi ve hayreti artar. Mesnevî:

Tercüme: "Her kimin gönlünde şüphe ve dolaşıklık varsa, o kimse cihanda gizli bir filozoftur. Zaman zaman îtikâd gösterir; fakat felsefe damarı yüzünü karartır."

Bununla berâber bunların hepsine "ilim" denilir. Çünkü ilmin hakîkâti, idrâklerin farklı oluşuyla değişmez. Ve bütün ilimlerin aslı, bir olan ayn’dır. Ve o da ilâhî ilimdir ve Hakk’ın hüviyyetidir. Rubâî-i Ömer Hayyâm (k.s.):

Tercüme: "Hak cihânın cânıdır; cihân da bütün bedendir. Melek sınıfları bu tenin duyularıdır. Felekler ve basît unsurlar ve terkibler ve üç mevâlîd, a'zâdır. İşte tevhîd budur, diğerleri hep çeşit ve çokluktur."

Ve bu ahadiyye hikmeti "ilm-i ercül yânî ayakların ilmin"dendir. Ve o ayaklar ilmi de, yemek hakkında, onun kitaplarını gereği gibi uygulayan kavme, Allah Teâlâ'nın: “ve min tahti erculihim” “ve ayaklarının altından” (Mâide, 5/66) sözünden alınmıştır (16).

Yânî "ilm-i ercül", görünüşte, Hak yolunda yürümekle oluşan ilimdir. Buna Türkçemizde "ayakların ilmi" demek uygun olur. Hz: Şeyh (r.a.) bu ayakların ilmini: Ve lev ennehum ekâmût tevrâte vel incîle ve mâ unzile ileyhim min rabbihim le ekelû min fevkıhim ve min tahti erculihim.” (Mâide, 5/66) âyet-i kerîmesinden almıştır. Yüce ma’nâsı: "Eğer onlar Tevrât ve İncîl'i ve Rab'lerinden onlara inen şeyi gereği gibi uygulasaydılar, hem üstlerinden ve hem de ayaklarının altından yerlerdi." Yânî Tevrât ve İncîl ehli rabbânî taraftan inen hükümlerin zâhir ve bâtın ma’nâlarını lâyıkıyla düşünüp anlamış ve onların hakîkâtlerine kemâliyle vâkıf olup amel etmiş olsa idiler, hem isimler âsumânından rûhlarına inen zevki ilâhi ilimlerden rızıklanmış olup üstlerinden yemiş olurlar ve hem de esfel-i sâfilîn olan tabîat âleminin mertebelerinde yürüyerek, beşeri sıfatlardan ve nefsâni bulanıklıklardan bâtınlarını saflaştırmak sûretiyle ayaklarının altından yemiş olurlar idi.

Çünkü, bu bir yoldur ki o sırâttır ve üzerinde sülûk olunur ve yürünür, ilerleme ancak ayaklar ile olur (17).

Yânî üzerinde yürümek için konulan "köprü" dediğimiz yolda, ancak ayaklar ile yürünür. Cenâb-ı Şeyh (r.a.), mânevî sülûku suri sülûka benzetip, yolda ayaklar ile yürüneceğinden dolayı Hak yolunda hâsıl olan ilmi de, ayaklara dayandırmıştır.

Sırât-ı müstakîm üzere olan Rabb'in eliyle alınların tutulmasındaki bu müşâhedeyi, ancak zevkî ilimlerden bu özel ilim meydana getirir (18).

Yânî sırât-ı müstakîm üzerine olan her bir Rabb'in eliyle, her bir dâbbenin alınlarından tutulması, rubûbiyyet ahadiyyetini içine almaktadır. Ve bu rubûbiyyet ahadiyyetinde ma'rifet oluşumuyla onu müşâhede etmek, ancak zevkî ilimlerden olan bu özel ilim ile, yânî ayakların ilmi ile hâsıl olur. Çünkü bu ayakların ilmini bilen kimse vâkıftır ki, kendisinin bu ilmi, esfel-i sâfilîn olan varlık ve tâbîat yolundan gelir. Ve zevk ve müşâhede ile bilir, ki, Hak yolunda sülûk ettiği zaman, kendi kendinde, sülûk ve harekete kudret yoktur; çünkü kendisinin vücûdu, bağımsız olmayıp başkasından feyzlendirilmiştir. Ve kendisinin görünme yeri olduğu hâs Râbb’i, alnından tutup, kendine mahsûs olan doğru yol üzerinde yürür ve o da cebren ona tâbî olup o doğru yol üzerinde gider. Ve onun sülûktan maksâdı Rabbü'l-a'lâdır. Ve oysa kendisini sevk eden hâs Rabb’i, kendinin görünme yerliği ile zâhir ve ken­disinde tecellî edici ve hâzırdır. Bundan dolayı kendinde zâhir olup sülûk eden Hak olduğu gibi, sülûku, yürüteni ve hattâ yol hep Hak'tır.

Nitekim Hak Teâlâ buyurur fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara; 2/115) ve “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” (Hâdîd, 57/4) Yânî: "Nereye döner iseniz hep Allâh'ın vechidir"; "ve “nerede olursanız, Allah sizinle berâberdir." Ve aynı şekilde Resûlullah (s.a.v.) buyurur: "Eğer ipinizi bıraksanız Allâh'ın üzerine düşer idi" ve "Arza defnolunduğunuz zamanda da Allah sizinle berâberdir."

Ve aynı şekilde kendisinin dönüş yeri de mutlak olan Hakk’tır. Ve Hak'tan kaçacak bir yer arasa, bulamaz.

Bundan dolayı rubûbiyyet ahadiyyetini müşâhede ve ahadiyye hikmetinde zevk ve ma'rifet hâsıl oluşu, "ayakların ilmi" ile olduğu için, Şeyh (r.a) bu "ahadiyye hikmetin"de ayakların ilmini, yolu ve sülûkü ve mevcûtlardan her bir mevcûdun alınlarından tutup çeken isimlerin Rabb’larının sırât-ı müstakîm üzere olduğunu beyân buyurdu.

Şimdi Allah Teâlâ, suçluları sevk eder. Ve onlar Allah Teâlâ'nın batı rüzgârı ile sevk ettiği bir makâmı hak etmiş olan kavimdir. Öyle batı rüzgârıdır ki, Hak onunla onları nefislerinden helâk etti. Şu halde Rab, onların alınlarını tutar ve batı rüzgârı cehenneme sevk eder. Ve batı rüzgârı, onların üzerinde sâbit oldukları hevâlarının aynıdır. Ve cehennem dahî onların var zannettikleri uzaklıktır (19).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bütün dabbelerin alınlarını, onlardan her birinin görünme yeri olduğu bir hâs Rabb’inin tuttuğunu ve hepsinin sırât-ı müstakîm üzere olduğunu beyân buyurmuş ve buna delîl olarak mâ min dâbbetin illâ hüve âhızun bi nâsıyetihâ, inne rabbî alâ sırâtın mustekîm yânî "Hiçbir hayât sâhibi yoktur; illâ Hak onun alnından tutmuştur; benim Rabb'im muhakkak sırât-ı mûstakîm üzeredir.” (Hûd, 11/56) âyet-i kerîmesini göstermiş idi. Şimdi de o Rabb’ların bütün hepsi ki, ahadiyye rubûbiyyetidir, bütün rûh sâhiplerini sırât-ı müstakîm üzere sevkettiğini beyânen Ve nesûkul mucrimîne ilâ cehenneme virdâ yânî “Ve suçluları susamış olarak cehenneme sevk edeceğiz” (Meryem, 19/86) âyet-i kerîmesinin ifâdesini gösterir.

Bilinmektedir ki, Hûd (a.s.)’ın kavmi Âd idi. Hak Teâlâ, itâatsizliklerinden dolayı, onları batı rüzgârı ile helâk etti. Ve onların itâatsizlikleri nefsânî heveslerinden idi. Ve nefis ise Cenâb-ı Lâhût'tan yânî İlâhi taraftan yüz çevirme ve tersine hareket etme üzeredir. Bundan dolayı Hak onları nefislerinin ters işler yapmasından oluşan hevâ ile, yânî batı rüzgârı ile sevk etti ve o rüzgâr ile nefislerinden helâk etti. Ve nefsâni hevâlara "batı rüzgârı” denilmesi hálk ediliş cihetinden ve zulmânî âlemden oluşmasındandır. Bundan dolayı Hak onları uzaklık cehennemine düşüren nefslerinden helâk ile soydu. Ve batı rüzgârı onların hevâlarının aynıdır ki, onlar o hevâlarının üzerinde sâbit ayak olmuş idiler. Çünkü alınlarından tutan hâs Rabb’larının gereği bu idi. Onları isti'dâtları ve çalışmaları îcâbınca yolun sonuna götürdü. Ve hevâlarının aynı olan batı rüzgârı da arkalarından cehenneme sevk etti. Ve cehennem, Hakk'ın vücûdundan başka olarak zannettikleri bir vücûttur ki, o da Hak'tan uzaklıktır.

Hz. Şeyh (r.a.)’ın cehennemi, "uzaklık" ile tefsîrinde, tabîat ilimleri ve nefsâni sıfatlarla meşgûl oluşları dolayısıyla, Hak'tan uzak olan kimsenin cehennem içinde olduğuna ve nefsânî hevâsının o kimseyi uzaklığa sevk ettiğine işâret vardır. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: ve inne cehenneme le muhîtatun bil kâfîrin” (Tevbe, 9/49), yânî "Muhakkak cehennem el'ân kâfirleri ihâta etmiştir." Fakat işin aslında hiç kimse Hak'tan uzak değildir. Çünkü yurtların ve makâmların hepsi Hakk'ın mertebelerinin sûretleridir. Uzaklık vasfı, onların vehimlerinden oluşma bir vehmi iştir. Onlar zannederler ki, Hakk'ın vücûdundan başka vücûd vardır. Ne zamanki Hak onları bu yurda, yânî cehenneme sevk eder ve helâk ediş ile nefislerinin elinden kurtarır; bu halde onlar için yakınlığın aynı oluşur ve Allah'dan uzaklığın tam bir vehimden başka bir şey olmadığı açılır. Ve cehennem onlar hakkında ni’mete dönüşmüş olur. Çünkü Uzeyr Fass'ında îzâh olunduğu şekilde, onların cehennem denilen yuda girmeleri ilâhi apaçık delîlin ortaya çıkmasından sonra olacağından, bu yurda girişlerinin isti'dâtları gereğinden olduğunu ve bundan dolayı Hakk'ı ve Hakk'ın mertebelerini bilirler. Ve Müntakım isminin alınlarından tutup istikâmet üzere oldukları yolun sonuna götürdüğünü anlarlar.

Ne zamanki onları bu yurda sevk etti, yakınlık ayn’ında hâsıl oldular. Bundan dolayı uzaklık kalktı ve onların hakkında "cehennem"le isimlendirilmiş olan kalktı. Şu halde hakediş yönünden yakınlık ni’metine nâil oldular. Çünkü onlar suçlulardır (20).

Yânî Hak onları batı rüzgârı görünme yeriyle "cehennem" denilen yurda sevk etti. Onların nefısleri bu şekilde helâk ve fânî olunca, yakınlık aynına ulaştılar, uzaklık gitti. Bundan dolayı onların hakkında "cehennem" denilen yurt dahi gitti. Çünkü cehennem "uzaklık" idi; uzaklık gidince cehennem de gitti. Ve uzaklığın gitmesi nefislerin helâk olmasındandır. Çünkü Allah'dan uzaklıkları nefislerinin vehmetmesindendir. Nefis fenâ bulunca, vehmettikleri de fânî oldu. Ve bu şekilde onlar a'yân-ı sâbitelerinin hakediş ve isti'dâtları ve çalışma ve amelleri yönüyle, mutlak ni’mete değil, yakınlık ni’metine nâil oldular. Çünkü onlar suçlulardır. Ve suçlular ise ateş ehlidir. Ve şâkiler cehenneme dâhil oldukları zaman, a'yân-ı sâbitelerinin gerektirdiği kemâle ulaşırlar. Bu kemâl ise Rabb'e yakınlığın aynıdır. Bundan dolayı onların hakkında cehennemin kalkması ancak uzaklığın kalkmasıdır. Yoksa mutlaka cehennemin ve azâbın kalkması değildir.

Azâbın varlığı ile berâber, yakınlık ni’metine ulaşmanın örneği: Güzelliğine tutulduğu bir melikenin kölesi, melikenin emriyle onun güzelliğini göremeyeceği bir mecliste ağır işlerde çalıştırılmakta ve "Ne olur bir an güzelliğini görsem!" diyerek yanıp tutuşmakta iken, ansızın melikenin sarayına çağırılıp orada âşık olduğunun güzelliğini her an görmekle berâber, yine aynı ağır işlerde çalıştırılsa, o köle uzaklık azâbından kurtularak yakınlık ni’metine nâil olur. Fakat ağır işlerde çalıştırılma azâbı devamlı olduğundan, bu hal onun hakkında mutlak ni’met değildir. Beyit:

Tercüme:

"Seninle cehennem ateşi bana ne ni'mettir

Sen olmayınca cennetlerin ni’meti ne şiddetli cezâdır:"

Şimdi Hak, onlara bu lezîz zevkî makâmı, memnûn olma yönüyle vermedi. Belki onlar, onu ancak üzerinde bulundukları amellerinden, hakîkâtlerinin haketmiş olduğu şeyle aldılar. Ve amellerinde çalışmakta Rabb'in sırât-ı müstakîmi üzerine idiler. Çünkü alınları onun için bu sıfat sâbit olanın elinde idi. Şimdi onlar nefisleriyle yürümediler. Belki yakınlık aynına ulaşıncaya kadar cebir hükmü ile yürüdüler “ve nahnu akrebû ileyhi minkum ve lâkin lâ tubsırun (Vâkıa, 56/85) Yânî "Biz fânîye sizden daha yakınız; fakat siz görmezsiniz" (21).

Yânî Hak, nefislerinden fânî olanlara bu lezîz zevkî makâmı ihsân için vermedi. Belki onların bunu bulmaları yapılmamış olan zâti isti'dâdları gereğinden idi. Ve ilâhî ilimde onların aynları o ameller üzere sâbit olmuş idi. Bundan dolayı bu makâmı, hakîkâtlerinin hakedişi dolayısıyla aldılar. Ve onların amelleri, alınlarından tutup çeken hâs Rabb’larının sırât-ı müstakîmi üzerinde yürüdükleri için çıkmış idi. Yoksa onlar kendi zâtlarıyla ve nefisleriyle yürümediler. Ve nefislerinden doğan uzaklık vehmi kalkıp ve yakınlık aynına ulaşıncaya kadar, cebrin hükmü altında yürüdüler. Nitekim Hak Teâlâ Vâkıa sûresinde "Biz ölüye sizden daha yakınız; ancak siz görmezsiniz" (Vâkıa, 56/85) buyurur.

Şimdi cebir, aynlara ve aynların isti'dâdlarına dönüktür. Bunun için Hz. Şeyh (r.a) ibârede cebri, Rabb'e dayandırmadı, belki îhâm etti yânî bilerek bunu yaptı. Velâkin, ilk bakışa göre cebir, sırât-ı müstakîm üzere olan Rabb'indir. Ve ikinci bakışa göre, mutlak Rabb’dan kendisine hâs Rabb’ı ve kendisine hâs hükmü taleb eden a'yân-ı sâbitenindir

Bu inceliğe dahî dikkat lâzımdır ki, Hz. Şeyh (r.a.) bu Fusûsul_Hikem'>Fusûsu'l Hikem'de ba'zı Kur'ân âyetlerini “Onun sözü olduğunu bilin” gibi bir ibâre ile Fusûs'un ibârelerine bağlamaksızın Fusus metni tarzında verirler. Bunun vechi budur ki, onlar (Sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz hazretlerinin ilimlerinin ve ma’rifetlerinin vârisidir. “Âlimler nebîlerin vârisleridir” bu gibi ilâhi görünme yerleri hakkında şeref getirici olmuştur. Ve onlar, nefislerinden fânî ve Hak'la bâkî oldukları için, lisanları Hakk'ın lisânıdır. Bundan dolayı bu îtibârla Fusûs'un söyleyeni Hak olduğundan, Hz. Şeyh (r.a.) bâzı Fusûs ibâreleri ile âyeti kerîmeler arasında bu gibi bağlantılar vermezler.

Ve ancak ölmüş olan görür; çünkü o perdesi kalkmış olandır. Bundan dolayı onun görüşü keskindir. Ve Hak Teâlâ bir ölüyü diğer bir ölüden ayırması. Yânî yakınlıkta saîdi şakîden ayırmadı. “Ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi” (Kâf, 50/16) yânî "Biz insana şah damarından daha yakınız" dedi. Ve bir insanı bir insandan ayırmadı. Şimdi kula ilâhî yakınlık vardır. Ve ilâhî haberlerde onda gizlilik yoktur. Şimdi Hakk'ın "hüviyyeti"nin kulun a'zâ ve kuvvetlerinin aynı olmasından daha yakın bir yakınlık yoktur. Oysa kul, bu a'zâ ve kuvvetlerin gayrı değildir. Böyle olunca kul vehmedilen hálk edilmişlerde müşâhede edilen Hakk’tır. Bundan dolayı mü'minler ve "keşif ve vücûd ehli" indinde, hálk edilmişler idrâk edilen ve Hak ise algılanan ve müşâhede edilendir. Bu iki sınıfın dışındakilerin indinde ise Hak idrâk edilebilen ve hálk müşâhede edilendir. Bu sûrette onlar tuzlu su derecesindedirler. Ve ilk gruptakiler ise içenini kandıran tatlı ve lezîz su derecesindedir (22).

Yânî ölünün görüşünden tabîatın örtüleri ve beşeri ve nefsâni sıfat perdeleri kalkmış ve artık onun görüşü doğru ve keskin olmuş olduğundan, Rabb'inin kendisine olan yakınlığını o görür. Bununla berâber (S.a.v) Efendimiz gibi bir Hâdî'nin mutlak Rabb’e da'vetine îcâbet etmeyen Ebû Cehil gibi kimsenin körlüğü yine bâkîdir. Çünkü o mutlak Rabb’dan perdelidir. O ancak alnından tutan hâs Rabb’ının yakınlığını müşâhede eder. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “men kâne fî hâzihî a’mâ fe hüve fîl âhıreti a’mâ ve edallu sebîlâ” yânî “burada (bu dünyada), kim kör ise artık o ahirette de kördür. Ve yoldan daha çok sapmıştır” (İsrâ, 17/72) / Ve bu yakınlığı müşâhedede saîd olsun şakî olsun hepsi eşittir. Çünkü, Hak Teâlâ âyet-i kerîmede bunu bâzı ölülere tahsîs etmedi. Belki mutlak olarak zikretti. Ve aynı şekilde "Biz insana şah damarından daha yakınız" (Kâf, 50/16) dedi ve bu yakınlığı mutlak olarak beyân buyurdu ve insanların bâzılarına tahsîs etmedi. İtâat eden olsun suçlu olsun hepsini içine aldı. Şu halde kul için Hakk'ın yakınlığı muhakkaktır. Ve bu konuda şeref verici olan ilâhî haberde, “Gözü ve kulağı ve eli ve ayağı olurum” hadîs-i kudsîsinde gizlilik yoktur; belki apaçık âşikârdır. Bu yakınlık nasıl muhakkak olmasın ki, Hak kendi "hüviyyet"ini kulun kuvvetlerinin ve a'zâsının aynı kıldı. Acaba bundan daha yakın bir yakınlık olur mu? Çünkü Hak, ilmi sûretlerinden ibâret olan eşyânın a'yân-ı sâbitesine, kendi latîf zâtını, mertebe mertebe tenezzül buyurmak sûretiyle, yine kendi vücûdundan vücûd feyzi verdi.

Bu sûrette "hálk" dediğimiz şey, vehmî ve îtibârî bir şey oldu ve "kul" dediğimiz şey de bu vehmi olan hálkta, müşâhede edilmiş olan Hak oldu. Bundan dolayı bu hakîkata vâkıf olan mü'minler ile keşif ehli, hálkı idrâk edip Hakk'ı his ve müşâhede ettiler. Fakat bu iki sınıfın dışındakiler, yânî perde ehli olan filozoflar ve kelâm ilmi âlimleri ve fıkıh âlimleri ve zâhiri ilim sâhipleri ve hálkın avamı Hakk'ı idrâk edip hálkı müşâhede ettiler. Onların indinde Hakk’ın vücûdu başka ve hálkın vücûdu başkadır. Bundan dolayı bu grup perdelerinin kalınlığı dolayısıyla ayrı ayrı iki vücûd isbât etmiş olurlar ve Hakk'ın vücûduna hálkın vücûdunu şirk koşarlar.

Gariptir ki, Hz. Şeyh (r.a.)ın “Subhândır o ki, eşyâyı ızhar etti ve kendinin aynı kıldı” tesbîhine tâbi olarak biri çıkıp "Bu hálkın vücûdu Hakk'ın aynıdır" sözüyle tam bir tevhîdden bahsetse kâfir derler. İşte bu grubun ilmi tuzlu su gibidir. Çünkü onları dinleyen hakîkate susamışları kandırmaz. Fakat önceki grubun ilmi tatlı ve lezîz su gibi olduğundan içenleri kandırır ve ma’rifet isteklilerini doyurur.

Şimdi, insanlar iki kısım üzerinedir: İnsanlardan bâzısı üzerinde yürüdüğü yolu ve o yolun sonunu bilen kimsedir. Bundan dolayı o yol onun hakkında sırât-ı müstakîmdir. Ve insanlardan bâzısı da üzerinde yürüdüğü yolu bilmez ve onun sonunu bilmez. Oysa o yol, diğer sınıfın bildiği yoldur (23).

Yânî insanlardan bâzısı, keşif ehli olduğundan, üzerinde yürüdüğü yolun ve yürüyenin ve bu yolun sonunun Hak olduğunu bilir. Şiir:

Tercüme:


"Perdeler kalkmadan evvel der idim

Zikr edip şükredici olan ancak ben!..

Gece gitti, sabah oldu gördüm

Zikir ve zikredilen ile zikreden hep Sen"

İşte bu kimseler hakkında bu yol doğru yoldur. Ve bunlar ârifler ve tevhîd ehli zümresidir. Fakat insanların bâzıları perde ehli olduğundan, üzerinde yürüdükleri yolu ve hakîkatini ve onun Hakk'a ulaştığını bilmezler. Ârifler onların üstünde yürüdükleri bu yolun sırât-ı müstakîm olduğunu bilseler bile, o yol bu kimseler hakkında doğru yol değildir. Belki onların saâdetine göre eğri bir yoldur.

Şimdi ârif basîret üzere, Allah’a dâvet eder ve ârifin dışındakiler ise taklîd ve cehâlet üzere Allah’a dâvet eder (24).

Çünkü, ârif hálkı neye da'vet ettiğini ve da'vet ettiği hálkın ne olduğunu ve da'vet edenin kim ve sonunun neden ibâret bulunduğunu ve da'vet ettiği kimseyi, ilâhî isimlerden hangi ismin hükmü altında iken tutup kurtardığını ve hangi ismin hükmü altına sokup onu mes’ud ettiğini bilir.Mesnevî:

Tercüme:

"Getirdi evliyayı Hak yeryüzüne

Ki rahmet olsun onlar âlemîne

Eğer kasvetle kalbin olsa mermer

Olursun ârifin sohbetiyle cevher

Bir an Hak ârifiyle sohbet

İyidir yüz senelik takvâdan"

Fakat Mudill isminin yolu üzerinde yürüyen ârif olmayan, Hakk'ı müşâhede edemediğinden ârifleri taklîd ederek hálkı da'vete teşebbüs etse, cehâletinin kemâlinden hálkı vehime, yânî vehmedilmiş vücûd olan Hakk'ın mâsivâsına da'vet etmiş olur. Yânî mâsivâdan yine mâsivâya da'vet eder.

Şimdi bu özel ilim, esfel-i sâfilînden hâsıl olur. Çünkü ayaklar şahıstan aşağıdır. Ve ayaklardan aşağı, onların daha altıdır ve onların daha altı ise yolun dışında bir şey değildir. Bundan dolayı Hakk'ı yolun "ayn"ı ile bilen kimse, işi hakîkâtta bulunduğu şey üzere ârif olur. Çünkü, muhakkak yolda, Hak (Celle ve Alâ) sülûk eder ve sefer eyler. Çünkü bilinen ancak O'dur. Oysa O, sâlikin ve sefer edenin "ayn"ıdır. Böyle olunca âlem ancak O'dur. Şimdi sen kimsin? Sen hakîkatini ve gittiğin yolu bil! Bu takdirde iş, tercümân lisânı üzere sana açıldı. Eğer anladın ise, o Hak lisânıdır ve onu, idrâki Hak olan bir kimse anladı (25).

Yânî bu keşif sâhiplerinin ilmi, bir husûsî ilimdir ki, esfel-i sâfilînden hâsıl olur. Çünkü ayaklar bir şahsın en aşağıdaki a'zâsındandır. Ve ayaklardan daha aşağı olan şey onların altındaki şeydir. Ve onların altındaki şey, yoldan başka bir şey değildir. Ve esfel-i sâfilîn yânî aşağıların aşağısı olan yol, Hak'tan hâriç değildir. Nitekim hadîs-i şerîfte "Eğer ipinizi bıraksanız Allah'ın üzerine düşerdi" buyurulmuştur. Bundan dolayı Hak, yolun "ayn"ıdır. Ve bunun böyle olduğunu bilen kimse, işi hakîkati üzere bilmiş olur. Ve ortada Hakk'ın vücûdundan başka bir vücûd olmadığından, tarîkata sülûk eden ve sefer eyleyen dahî Hak'tır. Ve bu hakîkati bilen de Hak'tır ve bilinen dahî Hak'tır ve yolun sonu da Hak'tır. Sende bu ilim hâsıl olunca, şimdi sen kimsin bil bakalım? Sen hakîkatini ve yolunu ârif ol ki, Hak'tır. Çünkü sen Hakk'ın "ayn"ısın ve Hak da senin "ayn"ındır. İşte işin hakîkati sana, tercümânın lisânıyla açıldı ve âşikâr oldu. "Tercüman"dan kasıt Resûlullah (s.a.v.)’dir ve mübârek lisânlarından bu Fusûs akan nebevî ilimlerin vârisi cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizdir. Eğer sen risâlet-penâh lisânı üzere Hak tarafından şerefle çıkan “Gözü ve kulağı ve eli ve ayağı olurum” hadîs-i kudsîsini ve risâlet-penâhînin vekîli olan Hz. Şeyh'in apaçık lisânda beyânı üzere gelmiş olan bu Fusûs'un hakîkâtlerini anladın ise, tercümânın lisânının Hak lisânı olduğunu bildin. Fakat onu ancak idrâki Hak olan kimse anladı. Çünkü Hak, kulun bütün kuvvetleri olunca, onun bütün kuvvetlerine dâhil olan idrâk dahî Hak olur.

Çünkü Hakk'ın çokluk bağıntıları ve muhtelif vecihleri vardır (26).

Yânî Hak, bütün mevcûd aynlardan, onların isti'dâtları dolayısıyla tecellî edicidir. Ve her biri bir ismin hükmünü ve ilâhi bağıntıları açığa çıkarır. Ve aynı şekilde her birisi Hakk'ın mutlak vücûdunun tenezzüllerinden oluşma bir sûrettir. Bundan dolayı mutlak vücûdun birer “vech”idir.

Hz. Şeyh. (r.a.), bu ibâreyi, idrâkin Hak olduğunu isbât için beyân buyurmuştur. Nitekim, Gülşen-i Râz sâhibi buyurur:

Tercüme:


"Eğer kâfir olaydı haberdar puttan

Olur muydu aceb dîninde yoldan sapan"

Sen Hûd (a.s.)ın kavmi olan Âd'ı görmez misin? Nasıl “hâzâ âridun mumtırunâ” (Ahkâf 46/24) Yânî "Bu gelen bulut, bize yağmur indirir" dediler. Şimdi onlar, Allâh'a hayır zannında bulundular. Ve oysa Allah Teâlâ kulunun zannına göredir. Bundan dolayı Hak onların üzerine bu sözden vazgeçti ve onlara yakınlıkta daha yakın ve a'lâ olan şeyle haber verdi. Çünkü Hak Teâlâ onlara yağmur yağdırsa idi, bu, toprağın hazzı ve tohumların sulanması olurdu. Şu halde onlar, o yağmurun netîcesine ulaşmazlar idi; bunun için ancak uzun bir zaman lâzım idi (27).

Yânî Âd kavmi yağmur taleb ettiler.Üç parça bulut gözüktü. Siyah bulutu gördüklerinde: İşte bu bizim için yağmur bulutudur, dediler. Ve bu sözleriyle Hakk'a iyi zannda bulundular. Yânî Hakk'ın kendilerine karşı lütuf ve rahmet sûretinde tecellî edeceğini zannettiler. Ve Allah Teâlâ, kulunun zannına göredir. Bundan dolayı Âd kavmine kendilerinin vâkıf oluşu olmaksızın hayır isâbet etti. Fakat isâbet eden hayır, zannettikleri hayır değildi. Belki o, başka bir hayır idi. Çünkü onlar yağmur beklediler; karşılarına ölüm çıktı. O ölüm onların perde olan nefislerini fâni edip hayırdan ibâret olan yakınlığa ulaştırdı. Ve onların “hâzâ âridun mumtırunâ” yânî "Bu gelen bulut, bize yağmur indirir" sözlerine karşı Hak Teâlâ: “bel hüve mesta’celtum bihî” yânî “Hayır o, kendisini acele istediğiniz şeydir” (Ahkâf, 46/24) sözünü beyân etti. Ve acele olarak istedikleri şeyin elîm azâbı içinde bulunduran bir rüzgâr olmakla berâber, yakınlıkta yağmurdan daha yakın ve a'lâ bir şey olduğunu haber verdi. Çünkü yağacak olan yağmur, toprağın hazzıdır ve ekili şeyleri sular. Ve onların istedikleri de bu idi. Ancak onlar bu hayra geç ulaşacaklar idi. Çünkü ekinlerin yağmurla sulanıp başak vermesi, uzun zamâna muhtaçtır. Fakat bu rüzgâr onları çarçabuk hayır olan yakınlık ayn’ına ulaştırır.

Şimdi Hak onlara “bel hüve mesta’celtum bihî, rîhun fîhâ azâbun elîm” (Ah­kaf, 46/24) Yânî "Belki o acele istediğiniz şey, elîm azâbı içinde bulunduran olan bir rüzgârdır" dedi. Bundan dolayı Hak rüzgârı, onda onlar için râhattan olan şeye işâret kıldı. Çünkü bu rüzgâr ile, Hak onlara, bu zulmâni bedenlerden ve müşkil yollarından ve zulmâni perdelerden râhat verdi. Ve bu rüzgârda azâb vardır. Yânî onu tattıkları zaman lezzet buldukları bir husûs vardır. Fakat alışkanlıklarından ayrılmalarından dolayı onları elemli yaptı (28).

Yânî Hak Teâlâ, Âd kavminin iyi zannlarını te'yîd ederek onlara, belki o acele ile taleb ettiğiniz şey yağmur değil, elîm azâbı içinde bulunduran bir rüzgârdır ki, size zannettiğiniz faydadan daha mükemmel bir fayda ve menfaat te'mîn eder. Çünkü yağmur yağsa idi, tarlaları sulanacak ve ekinleri feyz bulacak idi. Ve onlar bu hubûbatla beslenerek Hak'tan uzaklığa sebep olan nefisleri kuvvetlenip, kat kat perdelerde kalacaklar idi. İşte onların menfaat olarak düşündükleri bu idi. Oysa hakîkatta, Hak'tan uzaklık, şiddetli cezâ idi. Bu ancak sûrî ni’met idi. Fakat rüzgâr onların uzak oluşlarının ve perdelenmelerinin sebebi olan nefslerini helâk edip ortadan kaldırınca, Hakk'ın yakınlığına ulaşacaklarından bu hakîkî ni’met, o sûrî ni’metten daha faydalı olmuş olur ve onları râhata sevk eder. Bundan dolayı Hak bu sözü ile bu rüzgârda, onlar için râhat verecek bir şey olduğuna işâret buyurdu. Bu hâlin bu cismânî âlemde dahî örneği çoktur.

Örneğin pek perîşan ve pis kokan bir meyhânenin müdâvimlerinden olan üstü başı pis bir sarhoşa, kıymetli elbise giydirip onu gâyet süslenip bezenmiş bir saraya götürseniz, o karanlık ve iğrenç olan yerden ve arkadaşlarından ayrıldığına üzülür; ve kalbi, alışkanlıklarından ayrılması dolayısıyla kederli olur. Fakat sizin ona bu şekilde vermiş olduğunuz râhat ve menfaat, onun önceki hâlinde vehmettiği ettiği râhat ve menfaatten şüphesiz daha mükemmeldir. Bu lütfunuz onun hakkında kapalıdır. Oysa bu fiiliniz ile siz o sarhoşu azâblandırmış olursunuz. Çünkü alışkanlıklarından ayırdınız. Ancak o, sarayda oturmak zevkini tattığı zaman, bu fiilde lezzet bulunan bir husûs olduğunu anlar.

İşte bunun gibi, bu rüzgârda Âd kavmi için azâb vardır. Yânî onu tattıkları zaman, lezzet buldukları bir husûs vardır. Çünkü "azâb" "uzûbet''tendir. Ve "uzûbet" tatlılık ma'nâsınadır. Bununla birlikte helâk edici rüzgâr, görünüşte elem ve acı vericidir; ve alıştıkları cismâni âlemden on­ları dışarı çıkarır. Lâkin onda gizli bir lütuf vardır. Çünkü, Hakk'ın her bir kahrı altında bir saklı lütuf vardır. Acının ardından ona ulaştıkları zaman onu tadarlar. Nitekim, kan alıcının neşterinin acısına tahammülden sonra sıhhat zevki oluşur.

Şimdi azâb, onlara müjdeleyici oldu. Bundan dolayı iş, hayâl ettikleri şeyden onlara daha yakın oldu. Rüzgâr Rabb'inin emriyle her bir şeyi mahvetti. Şimdi meskenlerinden başka bir şey görünmediği halde sabahladılar. Ve onların meskenleri, hakkıyye rûhlarının imâr ettiği bedenleridir. Böyle olunca bu özel bağıntının hakkıyyeti gitti. Ve bedenleri üzerinde, Hak'tan onlara mahsûs olan hayât geriye kaldı ki, ciltler ve eller ve ayaklar ve kamçıların uçları ve uylukları, o hayât ile konuşur. Ve hakîkâtte ilâhî haberler bunun hepsiyle geldi (29).

Yânî onlara azâb başladı ve onları helâk etti. Ve hayâl ettikleri yağmurun yağmasıyla ekili alanlardan sağlayacakları fayda, uzun bir süreye muhtaç olduğu halde, o helâk onlara daha yakın bir menfaat oluşturdu. Ve rüzgâr, Rabb'in emriyle onların bedenlerini imâr eden hakkıyye rûhlarını giderdi. Onların meskenleri, ki bedenleri idi, bunlarda görmek ve işitmek ve söylemek gibi kuvvetler görünmez oldu. Bu halde sabâha dâhil oldular. Ve özel bağıntının hakkıyyeti, yânî Hakk'ın ilâhi sıfatları ile olan tecellîsi ile onlardan kalktı ve aslına döndü. Ve ancak Hakk'tan onların bedenlerine mahsûs olan hayat geriye kaldı. Bu öyle bir hayattır ki, ciltler ve eller, ayaklar ve kamçıların ucu ve uyluklar bu hayat ile konuşur. Ve bunların hepsi hakkında haberler geldi. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:

41/FUSSİLET-21



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin