Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə48/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   ...   90

Örnek: Bir kimsede ressâmlık sıfatı olunca, tabîki ona "ressâm" ismini verirler ve bu ismin kaynağı o sıfattır ve bu sıfat o kimsenin zâtında mevcût olup açığa çıkamama sıkıntısındadır. Bu sıkıntıdan kurtulmak için o sıfat hâl lisânı ile sâhibinden açığa çıkmayı taleb ettiğinde, o ressâm ilminde ve zihninde bir tablo çizer; ve bu tablo, ressâmın hayâlinde nakşolunmuş olur. İşte bu hayâlî tablonun var oluşuna "sebeb", bu sıfat ve ondan çıkmış olan isimdir; ancak bu "sebeb", ma'nevî sebebdir; hálkî ve maddî sebeb değildir. Ne zaman ki ressâm, onun hâriçte vücûdunu açığa çıkarmak için ilk olarak çerçevesini, krokisini vesâir hazırlıklarını yapar. Bunların hepsi sırasıyla o ressâmın mahlûku olmuş olur. Ve bunlar, yine o ressamın mahlûku olan hâricî tablonun hálkî sebebidir; ve ressamın sıfatı ve ismi, o hâricî tablodan sayılmaz. Yalnız o kimsenin kendi zâtında kendi zâtı ile kendi zâtına tecellîsine muhtâçtır. Ve onun bu tecellîsi açığa çıkamama sıkıntısında kalan o sıfat ve isim için rahmettir. Cenâb-ı Efdalü'd-Din Hâkânî ne güzel buyurur. Rubâî:

Tercüme ve îzâh: Hikmet âleminde bizim mevcûdiyetimizden amaç, isimlerin sâhip oldukları kemâlin açığa çıkarılmasıdır. İlâhî, Senin isimlerin eşyânın vücûdunu gerektiri; fakat sen zâtın îtibârıyla o isimlerden ganîsin ve onların kemâllerinin açığa çıkmasına ihtiyâcın yoktur. Sen ancak onları açığa çıkamama belirsizliğinde sıkıldıkları için, sâdece haklarında bir rahmet olmak üzere vücûd feyzi verip açığa çıkartırsın.

Şimdi sonradan olma, sonradan olmuşların hepsine göre geneldir. Ancak yukarıda îzâh edildiği üzere "sebeb", sonradan olmadan daha geneldir. Şu halde âlemin sonradan oluşluğu için "sebeb"in sâbitliği, âlemin Allah'dan sonradan oluşluğundan daha geneldir. İşte hüküm, öncülden daha genel olmakla, bu kıyâs özel şart üzere gerçekleşmiş olur. Eğer bahsedilen kıyâsta, orta terim ve öncül olan "sonradan olan" sözünden biz, zâtî sonradan oluşluk ile sonradan olan şeyi murâd edersek, hükme eşit olur. Çünkü her zâtî sonradan oluşluk ile sonradan olan şey, kendisi için sebeb lâzım olan şeye eşittir.

Ve eğer biz "sonradan olan" sözünden zamânsal sonradan oluşluğu murâd edersek, yukarıda bahsettiğimiz gibi, hüküm olan "sebeb", o sonradan olandan daha genel olur. Bundan dolayı her iki şıkta da "sonradan olan" "sebeb"in altına dâhil olmuş olur. Ve özel şart üzere düzenlenmiş olan bu kıyâsta da netîce doğru çıkar.

İşte görünüyor ki, birtakım kıyâslar tertîb edilerek kazanılan ma’nâların îcâdında da üçlemenin hükmü ortaya çıkıyor. Bundan dolayı, ister Hak tarafından ve ister hálk tarafından olsun var edişin aslı teslîs yânî üçlemedir.

Ve bunun için kavminin üç gün ertelenmesinde, Allah Teâlâ'nın gösterdiği Sâlih (a.s.)ın hikmeti, yalanlanması olmayan bir bildirim oldu. Böyle olunca doğru sonucu çıkardı. O da onları Hakk'ın onunla helâk ettiği sayhadır. Şimdi onlar evlerinde göğüslerini yere koymuş olduklârı halde sabahladılar (16).

Yânî var edişin aslı üçleme olduğu için, Hak Teâlâ Sâlih (a.s.)’ın kavminin helâkını üç gün erteledi. Bu üç günün bitiminde O'nun vaadi doğru oldu. Ve îcâd, nasıl ki üçleme üzerine dayalı ise, helâk dahî üçleme üzerine dayalı oldu. Ve Sâlih (a.s.) kavminin helâkının üçleme üzerine dayalı olması, o hazretin hikmetinin gereğinden idi. Çünkü Sâlih (a.s.) zamânının insan-ı kâmili olduğundan, her ne kadar bütün ilâhi isimlere görünme yeri idiyse de, bu isimlerden onun üzerine gâlib olan Fettâh ismi idi ve hikmeti de "fütûhî" oldu. Ve "fütûh" beklenmeyen bir şeyden bir şeyin ortaya çıkması olduğu için, îcâdı içinde bulundurdu ve îcâd dahî üçleme üzerine dayalı oldu. Bundan dolayı varlığın fenâ buluşu demek olan kavminin helâkı da teslîs üzerine gerçekleşti.

Ve Hak Teâlâ Hûd sûresindeki “Fe akarûhâ fe kâle temetteû fî dârikum selâsete eyyâmin, zâlike va'dun gayru mekzûb” yânî “Buna rağmen onu kestiler. Bunun üzerine (Sâlih şöyle) dedi: “Yurdunuzda üç gün (daha) faydalanın. Bu yalanlanması olmayan bir bildirimdir.” (Hûd, 11/65) sözü gereğince o kavme mühlet verilen üç gün, yânî üçleme, doğruyu, yânî doğru netîceyi çıkardı ve netîcenin doğruluğu da Allah Teâlâ'nın onları helâk ettiği sayhadır.

"Va'd-i gayr-i mekzûb" yânî “Yalanlanması olmayan bildirim” olan üç günlük mühletleri bittikten sonra, sayhanın gerçekleşmesini tâkiben onlar, evlerinde göğüsleri yere yapışık olduğu halde, birtakım rûhsuz cesedlerden ibâret olarak sabahladılar, yânî helâk oldular.

Şimdi üç günün birinci günü Sâlih (a.s.) kavminin yüzleri sapsarı, ikinci gününde kıpkırmızı ve üçüncü gününde kapkara oldu. Böyle olunca, ne zaman ki üç gün kâmil oldu, isti’dâd geçerli oldu. Bundan dolayı onlar da fâni oluşun günü zâhir oldu. Şimdi bu zuhûr "helâk" ile isimlendirildi. Şu halde şakîlerin yüzlerinin sararması, Allah Teâlâ'nın “Vucûhun yevmeizin musfirah” yânî “O gün yüzler parıldar” (Abese, 80/38) sözünde saîdlerin yüzlerinin parıldaması karşılığında oldu. Ve "müsfire yânî parıldama" zuhûrdur. Nitekim sararma birinci günde Sâlih (a.s.)’ın kavminde, şakîlik alâmetinin zuhûru oldu. Daha sonra onlarda oluşan kızarma karşılığında, saîdler hakkında Allah Teâlâ'nın "dâhike yânî gülen" sözü geldi. Çünkü "gülme" yüzün kızarmasını doğuran sebeblerdendir. Bundan dolayı gülme, saîdlerde yanakların kızarmasıdır. Daha sonra Allah Teâlâ şakîlerin ciltlerinin siyahlaşması karşılığında "müstebşire yânî müjdelenmiş" sözünü buyurdu ve "istibşâr yânî müjdelenmek" saîdlerin ciltlerinde sevincin te'sîrinden zâhir oldu. Nitekim siyahlık, şakîlerin ciltlerinde te'sîr etti (17).

Yânî Sâlih (a.s), kavmine üç gün mühletlerini bildirmiş idi. Bu üç günün birisinde onların yüzleri sarardı, ikinci günü kızardı, üçünci günü karardı. Bu üç günün bitiminde de helâk olmaya isti'dâd geçerli oldu ve bu şekilde onlarda fâni buluşun vücûdu zuhûr etti. İşte bu zuhûra da "helâk" denildi.

Şimdi Hak Teâlâ saîd olan kulları hakkında Abese sûre-i şerîfesinde: Vucûhun yevmeizin musfirah; Dâhıketun mustebşirah” yânî “O gün yüzler parlar, müjdelenmiş gülen yüzler” (Abese, 80/38-39) buyurdu.

Şakîlerin yüzlerinin sararması saîdler hakkında buyrulan "müsfire yânî parıldama" sözüne ve kızarması da "dâhike yânî gülen" sözüne; ve kararması da "müstebşire yânî müjdelenmiş" sözüne karşılık oldu. Çünkü "müsfire yânî parıldama" "süfûr"dan türemiştir ve "süfûr" zuhûr ma’nâsınadır.

Ve saîdlerin yüzlerinde saâdet eseri nasıl zâhir ise; Sâlih (a.s.)’ın kavminde de, birinci günde sararma ile şakîlik alâmeti öylece zâhir oldu.Ve aynı şekilde saîdler güldüklerinde yanakları nasıl kızarır ise, ikinci günü şakîlerin yüzleri de buna karşılık olarak öylece kızardı. Ve aynı şekilde "istibşâr yânî müjdelenmek", saîdlerin ciltlerinde sevincin te'siriyle nasıl zâhir olur ve bu sevinçliliğin te'sîri ile onların ciltleri nasıl değişir ise, şakîlerin ciltlerinde üçüncü günü zâhir olan siyahlık da buna karşılık olarak onların ciltlerini değiştirdi.

Ve bunun için Hak Teâlâ iki sınıf hakkında beşâretle yâni müjde ile söyleyici oldu. Yânî onlârın beşerelerinde yânî ciltlerinde te’sir eden bir söz söyler. Şimdi saîdler hakkında: “Yubeşşiruhum rabbuhum bi rahmetin minhu ve rıdvânin” (Tevbe, 9/21) Yânî, "Rableri onlara rahmet ve rıd­vânı ile beşâret yânî müjde verir" buyurdu. Ve şakîler hakkında da “fe beşşirhum bi azâbin elîm” (Âl-i İmran, 3/21) Yânî: "Yâ habîbim, sen onlara elîm azâb ile beşâret yânî müjde ver!" buyurdu.Bundan dolayı her bir sınıfın beşeresinde yânî ciltlerinde, onların nefislerinde bu sözün eserinden hâsıl olan şey te'sîr etti. Böyle olunca, onların üzerinde ancak onların bâtınlarında anlamdan karar kılmış olan şeyin hükmü zâhir oldu. Şu halde onlarda onların gayrı bir şey te'sîr etmedi. Nitekim "tekvîn yânî var ediş" de onlardan oldu (18).

Yânî saîd olanlar ile şakî olanların beşerelerinde yânî ciltlerinde te'sîr olduğu için Hak Teâlâ onlar hakkında beşâret yânî müjde ile söyleyici oldu. Yânî onlara beşerelerinde yânî ciltlerinde eser oluşturan bir söz söyler. Eğer o sözü söylememiş olsa, o eser ortaya çıkmazdı. Saîd olanların ciltlerinde te'sîr eden söz Yubeşşiruhum rabbuhum bi rahmetin minhu ve rıdvânin” (Tevbe, 9/21) Yânî, "Rableri onlara rahmet ve rıd­vânı ile beşâret yânî müjde verir" sözü; ve şakî olanların ciltlerinde te'sîr eden söz de “fe beşşirhum bi azâbin elîm” (Âl-i İmran, 3/21) Yânî: "Yâ habîbim, sen onlara elîm azâb ile beşâret yânî müjde ver!" sözüdür. Bundan dolayı, bu iki gruptan her biri, kendilerine âit olan sözü işittiklerinde biri sevinçli ve diğeri gamlı olur; ve sevinç ve gamın eseri, ciltlerinde ortaya çıkar.

Örneğin bir pâdişah kölelerinden birine: "Sana şöyle ihsân ve ikrâm edeceğim" dese, bu söz o köleyi sevindirir ve bu sevincin eseri onun yüzünde gözükür. Ve diğerine "Sana şöyle siyâset ve böyle cezâ edeceğim" dese, o köle bu sözden elem duyup, te'sîri yüzünde âşikâr olur. Onların nefislerinde olan bu te'sîr, yine kendi zatlarındandır. Bunda kimsenin katkısı yoktur. Bundan dolayı saîdler ve şakîlerin zâhirlerinde âşikâr olan şey, ancak sözün anlamından, onların bâtınlarında karar kılmış olan şeyin hükmüdür.Nitekim "Kün!" emrinin, çıkışında onlar "var ediş" ile me'mûr olduklarında, zatlarında olan özel isti'dâdları dolayısıyla var oldular.

Bilinsin ki, her bir şahıs, aynı- sâbitesinin ve ayn-ı sâbitesi de bir ilâhî ismin gölgesi ve sûretidir. Bundan dolayı o şahıs o ismin zâhiri ve o isim de o şahsın bâtını olmuş olur. Şimdi mâdemki saîdlerin ve şakîlerin zâhirlerinde âşikâr olan şey, onların bâtınlarında karar kılmış olan şeyin hükmüdür, şu halde her bir şahsın zâhirinde müşâhede edilen îmân ve sâlih ameller ve faydalı ilimler ve yüksek haller ve kemâl ve aynı şekilde küfür ve kabahatli ameller ve faydalı olmayan ilimler ve cehâlet ve kötü hâller, hep onların bâtınları olan a'yân-ı sâbitelerinde karar kılmış ve sâbit olan şeydir ve a'yân-ı sabitelerinin bâtını da ilâhi isimlerdir. Böyle olunca "Kün!" emrinin çıkışında, onların a'yân-ı sâbiteleri ne sûret üzerine idiyse, o sûret üzere var oluşu kabûl edip kendi nefisleriyle var oldular. Bundan dolayı bu şehâdet hazretinde kendilerinden çıkan ameller, zatlarında potansiyel olarak mevcûd olan şeyin, bi'l-fiil açığa çıkmasından ibâret olur. Ve bu şekilde eser, onların yine kendi zatlarından ve amelleri karşılığında olan cezâ ve mükâfât dahi aynı şekilde kendi zatlarındandır. Şu halde kimsenin Hakk'a karşı "Niçin bunu böyle yaptın?" diye soru sormaya hakkı yoktur. Belki soru kendilerine yönelir. “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hum yus’elûn” yânî “O mes’ul değildir ancak onlar mes’uldürler” (Enbiyâ, 21/23).

Öyle ise, insanlar üzerine hüccet-i bâliğa yânî apaçık delîl sâbittir. Bundan dolayı her kim bu hikmeti anlar ve onu kendi nefsinde söyler ve onu kendisi için müşâhedeli kılarsa, kendinin dışındakilere bağlılıktan nefsine râhat verir ve ona hayır ve şerrin ancak kendinden geldiğini bilir. Ve "hayır" ile benim murâdım onun amacına uygun ve tabîatına ve mizâcına hoş gelen şeydir ve şer ile murâdım da, onun amacına uygun olmayan ve tâbîatına ve mizâcına hoş gelmeyen şeydir (19).

Bilinsin ki, sonsuz olan Hakk'ın mutlak vücûdunun mertebeleri vardır. Ve onun "taayyünsüzlük" mertebesi olan ahadiyyet mertebesi, hiçbir sıfat ile vasıflanmış ve hiçbir isim ile isimlenmiş değildir. Bu mertebeye akıl ve zekâ, fehim ve vehim ve idrâk erişmez ve bundan bahsetmek sırf ahmaklıktır. Bundan dolayı bu mertebede bütün sıfatlar ve bağıntılar potansiyel olarak zât'da mevcût olup onun lâzımıdır; ve aslâ ondan ayrılmış değildir.

Mutlak vücûd sıfat ve isimler mertebesine tenezzül ettiğinde ilim, sem’, basar, kudret gibi bağıntılar ve izâfeler ile vasıflanır. Ve onun bu sıfat ile vasıflanmasından îtibârî çoğalma husûle gelir. Ve "isim", bir sıfat ile vasıflanmış olan Zât'dan ibâret olduğuna göre, sıfat isimlerin kaynağıdır. Ve isimler sonsuz olmakla berâber, hepsinin delâlet olunanı bir Zât’dan ibâret bulunduğundan, bu çoğalma birin ayn’ıdır. Ve âlemin zâtı, Kâdir olan Zât’dan ayrılmıştır ki, bu da isimdir. Ve isim, zâtın gayrı değildir. Bütün isimler her ne kadar ahadiyyet mertebesinde birlikte iseler de, sıfat mertebesinde her birisinin özellikleri başka başka olduğundan bir dîğerinden ayrılırlar. Bundan dolayı Alîm ismi bilinenin; ve Kâdir ismi üzerine kudret olunanın; ve Hâdî ismi hidâyete erenin; ve Mudill ismi de dalâlette olanın hâricî vücûdda açığa çıkmasını isterler. Oysa onların ilmî vücûdları mevcût olmaksızın, hâricî vücûdlarının açığa çıkması düşünülemez. Böyle olunca, Hak Tealâ'nın "Kün yânî ol!" emri ile, imkân dâhilindeki ayn’lar, ilk olarak yokluk hâlinde Hakk'ın ilminde sâbit oldular. Ve bu sâbitlik ve kararlılık, Hakk'ın zâtının gereğinden olup onun lâzımıdır. Ve bu a'yân-ı sâbite, irâde ile mec'ûl yânî yapılmış değildir; zâti işlerdendir. Ve bu işler yokluksal taayyünlerden ibârettir ve rubûbiyyetin sırrıdır. Çünkü bunlar ilk olarak gaybdadır ve gizlidir. Daha sonra şehâdet âlemine gelip zâhir ve senin ve şunun bunun taayyünü ile taayyün edici olurlar. Fakat "hakîkat"leri aslâ zâhir olmaz. Ve hiçbir mevcûdun ayn-ı sâbitesi yok olmadığından, tabîki rubûbiyyet dahî aslâ bâtıl olmaz. Gâh dünyâ yurdunda, gâh berzah yurdunda ve gâh âhiret yurdunda o yurtların îcâbına göre bir vücûd elbisesi ile taayyün eder ve mevcûd olur. Ve bütün yurtlarda zâhir olan mevcudların hepsi, Hakk'ın izâfi vücûdudur.

Şimdi mâdemki, sıfatlar ve isimler Hakk'ın bağıntıları ve izâfeleridir; ve çokluk mevcûdlarından her birisi, ilâhi işlerden ibâret olan a'yân-ı sâbitelerinin sûretidir ve onların idâre edicisi, kendilerinde zâhir olan isimlerdir ve her bir mevcûd, "Kün yânî Ol!" emriyle Hakk’ın vücûdunda kendi nefsini îcâd etmiştir ve o isimler, özelliği neden ibâret ise, o sûretle Hakk'ın bilineni olmuştur ve Hak onun, irâde ile yapılmamış zâti isti'dâdı sûretiyle açığa çıkışını irâde etmiş ve hükmünü de ancak o mevcûdun isti'dâd lisânı ile taleb ettiği şey üzerine vermiştir. O halde, her bir kimseye hayır ve şerden ne gelirse, kendinden gelir. Bu husûsta hiçbir hâricî te’sir edici yoktur. Ve "hayır" dediğimiz zaman, her şahsın amacına uygun ve tabîatına hoş gelen ve "şer" denildiğinde de amacına uygun olmayan ve tabîatına hoş gelmeyen şey murâd olunur. Bundan dolayı şekâvet ehli, cehennemde tabîatlarına hoş gelmeyen ve amaçlarına uygun olmayan şeyle azâb duyucu olurlar. Ve Lâbisîne fîhâ ahkâbâ” yânî “Orada uzun zamanlar kalacak olanlardır” (Nebe' 78/23) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu üzere ahkâb yâni uzun zamanların geçişinden sonra, (ahkâb "hukub"un çoğuludur,"hukub" seksen yıl ma’nâsına gelir), tabîatlarına hoş gelmeyen bu azâb ile alışkanlık peydâ ederek, nefretleri gider ve o azâb artık tabîatlarına hoş gelmeğe başlar. Ve azâb "uzûbet"e, yânî tatlılığa dönüşmekle rahmet ve râhata nâil olurlar ve şerli oluş kalmaz.



Latîfe: Bir baba oğul, hâl ve vakitleri yerinde iken fakr u zarûrete düşerler. Oğlu babasına: "Baba, bu zarûretle hâlimiz ne olacak?" der. Babası da "Bir sene sabret!" diye cevap verir. Oğlu: "Bir seneden sonra zengin mi olacağız?" sorusunu sorar. Babası: "Hayır, zengin olacak değiliz, fakat züğürtlükle alışkanlık peydâ olacağından, artık azâb duymayacağız" cevâbını verir.

Ve bu müşâhedenin sâhibi bütün mevcûdların mâzeretlerini, her ne kadar onlar îtizâr etmedilerse de, onlar tarafından ikâme eder ve bilir ki, muhakkak onda olan şeyin hepsi ondan oldu. Nitekim, biz onu "ilim ma'lûma tâbi'dir" sözümüzde anlattık. Bundan dolayı ona, amacına uygun olmayan şey geldiğinde, nefsine der ki: "Ellerin bağladı; ağzın üfledi”. Ve Allah doğru söyler ve doğru yola hidâyet eder (20).

Yânî kişiye hayır ve şerden her ne isâbet ederse, yine kendi nefsinden geldiğini müşâhede eden ma'rifet sâhipleri, bütün mevcûdları hareketlerinde ve sükûnluklarında ma'zûr görüp onların mâzeretlerini yine onlar tarafından ikâme ederler. Bununla berâber, onların ma'zur gördükleri kimseler kendilerini ma'zûr görmezler; ve zannederler ki, kendilerine isâbet eden şey, nefislerinin hâricinden gelmiştir. Oysa müşâhede sâhibi, herkesin kendi nefsinde potansiyel olarak mevcûd olan şeyin, fiilen ondan husûle geldiğini bilir.

Ve bu hakîkat, "İlim mâ'lûma tâbîdir" sözünde anlatılmış idi. Yânî Hakk'ın ilmi, ma'lûm olan yânî bilinen a'yân-ı sâbiteye tâbîdir; ve irâdesi de ilmine tâbîdir. Bundan dolayı onun amacına uygun olmayan şey, kendine ulaştığı zaman nefsine hitâben der ki: "Ellerin bağladı, ağzın üfledi'. Yânî sana gelen şey, başkasından değil, ancak senin ayn-ı sâbiten gereğindendir.

"Ellerin bağladı, ağzın üfledi' araplar arasında bir ata sözüdür. Ve bu ata sözünün geliş sebebi budur ki, bir kimse denizden geçmeyi istedi. Fakat vâsıta bulamadı. Bir tulumu üfleyerek şişirdi ve elleriyle ağzını bağladı. Ancak bağını sağlam yapmadı. Ne zaman ki o tuluma binip deniz ortasına geldi, ağzı çözülüp içindeki hava çıktı. O kimse suya battı. O sırada bir kimseden yardım istediğinde, ona bu ata sözünü söyledi. Ve hadîs-i şerifde de "Kim ki hayır bulursa Allâh'ı övsün; ve onun gayrını bulan kimse de ancak nefsini kötülesin!"

Bilinsin ki; "kazâ" ezelden ebede mevcûd aynlar üzerine geçerli olacak haller ve târi hükümler ile Hakk'ın küllî hükmünden ibârettir.

Ve "kader" isti'dâdlarının gerçekleşmesini gerektirdiği belirli zamanlar içinde, özel sebeb ile aynların ve onların hallerinin îcâdından ibârettir. Ve "kader sırrı" da, a'yân-ı sâbiteden her bir "ayn"ın vücûdda zâtı ve sıfatları ve fiilleri ile ancak aslî kâbiliyyeti ve zâti isti'dâdı gereğince açığa çıkmasıdır.

Ve "kaderin sırrının sırrı" da odur ki, a'yân-ı sâbite, Hakk'ın zâtının dışında işler değildirler ki, Hakk'ın ma'lûmu yânî bilineni olsunlar ve O'nun ilminde olduğu şekliyle taayyün edici bulunsunlar. Belki onlar Hakk'ın bağıntıları ve zâti işleridir. Bundan dolayı kendi hakîkatlerinden değişik olmaları mümkün değildir. Çünkü Hakk'ın zâtlığı yapmayı ve değişimi ve tebdîli ve fazlalığı ve noksanı kabûlden münezzeh ve berîdir.

Ve bu işler anlaşılınca bilinir ki, Cenâb-ı Hakk'ın mevcûdlar üzerine hükmü, a'yân-ı sâbiteye olan ilmine tâbîdir. Ve Hakk'ın ilminin a'yân-ı sâbiteye tâbî olması o ma’nâyadır ki, ezelî ilmin ma'lûmda yânî bilinende ve emrin isbât veyâ kalkmasında hiçbir te'sîri yoktur; belki onun ilminin bağlantısı o yön iledir ki, o ma'lûm, aslında onun üzerinedir. Ve ilmin o ma'lûm hakkında bir tür te'siri ve sirâyeti yoktur.

Ve a'yân-ı sâbite Hakk'ın bağıntılarının ve zâti işlerinin sûretleridir. Ve Hakk'ın bağıntıları ve zâti işleri değişim ve tebdil oluştan ezelen ve ebeden mukaddes ve münezzehdir. Bundan dolayı aynlar da kendi zatlarında ne hâl üzere idiyseler, onların o hâlden değişmeleri imkânsızdır. Ve Hakk'ın onlar üzerine hükmü de kabiliyetleri gereğince ve isti'dâdları îcâbınca olur. İsti'dâd lisânı ile Hazret-i Hak'tan ve mutlak Cevâd’dan yâni Cömert’ten her ne taleb etmişlerse; ister şekâvetin alt derecelerinden olsun, ister saâdet derecelerinden olsun, lâyık oldukları şey hiç fazlasız ve noksansız kendilerine verilir ve ni’met olunur. (Cevâhir-i Gaybîyye'den tercüme.)

Şimdi Hz. Şeyh (r.a.), bu lâtîf fassda beyân buyurduğu hakîkatlerin mübârek lisânlarından akan Hak sözü olduğuna işâreten “Ve Allah doğru söyler ve doğru yola hidâyet eder” buyururlar. Çünkü bu Fusûsu'l-Hikem'in önsözünde de beyân buyurdukları üzere, bu kitâb cenâb-ı Fah­r-ı risâlet (s.a v) Efendimiz tarafından ilkâ buyrulmuştur ve Sallallahu aleyhi ve sellem'in kelâmı ise “Ve mâ yentıku anil hevâ; İn hüve illâ vahyun yûhâ” yânî “Ve o, hevâsından konuşmaz. (Onun söyledikleri) ancak vahyolunan vahiydir” (Necm, 53/3-4) âyet-i kerîmesinin şehâdeti üzerine Hak sözüdür ve Şeyh-i Ekber (r.a.) da nebevî vâristir. Bundan dolayı onun sözü de Hak sözüdür “Ves selâmu alâ menittebeal hudâ” yânî “Ve hidâyete tâbî olanlara selâm olsun” (Tâhâ, 20/47)

Bitişi: 24 Ekim 1916 Salı gecesi, sâat 04:00

Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: "Mâdemki renksizlik rengin esîri oldu, Mûsâ Mûsâ ile cenkte oldu.” "Renksizlik" Salt mutlaklık ve birliktir. "Renk" kayıtlı işler âlemi demektir. "Mûsâ ile Mûsâ"dan kasıt, taayyün elbisesine bürünüp, açığa çıkmış olan herhangi bir şahıstır ki, bir şahıs diğer bir şahıs ile çekişme ve mücâdelededir, demek olur. Yânî Hakk'ın zâti işleri olan sıfatlar ve isimler, ahadiyyet zâtında mahv ve helâkte iken, bu zâti işler vâhidiyyet mertebesinde bir dîğerinden ilmen ayrıldılar ve ayn-ı sâbitelerinin sûreti üzere hâricî vücûdda taayyün ettiler. Ve bu işlerin her biri bir dîğerine zıt olan hükümleri toplamış olduklarından, onların hâricî vücûdda taayyün etmiş olan sûretleri arasında, bu zıtlık sebebiyle kavgalar meydana geldi. Bundan dolayı Mûsâ (a.s) ile, bir adı Mûsâ olan Sâmirî arasında çekişme hâsıl oldu.



Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: "Ne zaman ki renksizliğe ulaşasın ki, o sende vardı, Mûsâ Firavun ile barış yapar." Yânî ne zaman ki derin düşünce ve tefekkür ve doğru keşif ve müşâhede ile renksizliğe ulaşasın ve mutlaklık âlemini görüp baktığında ki, sen evvelce, yânî bu taayyün elbisesine bürünmezden evvel, o mutlaklık âleminde idin, Mûsâ (a.s.) ile Firavun arasında kavga olmayıp belki barış ve dostluk olduğunu görürsün. Çünkü aralarında zıtlık olan bu hârici aynlar, a'yân-ı sâbitelerinin ve a'yân-ı sâbiteleri de, Hakk'ın bağıntıları ve zâti işlerinin sûretleridir. Zâti işler ise ahadiyyet mertebesinde mahv ve helâkte olup aralarında farklılık ve ihtilâf yoktur. Hepsi o mertebede birliktedir.



Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: "Eğer bu nükte üzerine sana soru sormak duygusu gelirse ki, renk ne zaman dedikodudan dışarı çıkar?" Yânî, hem zıtlık ve hem de birliktelik, bu nasıl şeydir? diye soru sorup dersen ki: Renk, yânî ihtilâf, dedikodudan hiç dışarı çıkar mı? Ve onlarda ihtilâf mevcûd iken birliktelik ederler mi?



Mesnevî:

Tercüme: "Bu acâibtir ki, bu renk renksizden çıksın, renk renksiz ile nasıl cenge kalkıştı?" Bu da sorudandır, yânî bu rengin renksizden çıkışı ve sonra da kavgaya kalkışması acâib bir şeydir, nasıl olur?



Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: Hz. Mevlânâ (r.a.) bu soruya cevâben örnek verip buyururlar kî: "Yağın aslı sudan çoğalır. Daha sonra su ile nasıl zıt olur? Mâdemki yağı sudan yoğurmuşlardır, su ile yağ niçin zıt olmuşlardır? Ve mâdemki gül dikenden ve diken de güldendir, niçin her ikisi cenkte ve muhâlefet içindedir?" Yânî zeytin ağacı, “ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayy” yânî “Ve her canlıyı sudan yaptık” (Enbiyâ, 21/30) âyet-i kerîmesi gereğince her şey gibi sudan büyüme ve gelişme ve hayât bulur ve onun semeresi olan zeytin yetişir; ondan yağ çıkarılır; sudan hayât bulmuş iken işin sonunda ona zıt olur ve bir türlü su ile birleşemez. Ve aynı şekilde gül ve diken bir asıldan çıkmıştır; niçin hükümleri başka başkadır? İşte bu hâl onların taayyünleri ve kayıtlı oluşları îcâbıdır. Mutlaklık, kayıtlılığın esîri olunca kavga ve çekişme ortaya çıkar.



Mesnevî:

Tercüme: "Yâhut bu cenk değildir, hikmet içindir. Eşek satanların kavgası gibi, san’attır. Yâhut ne budur, ne de odur; "hayranlık"tır. Sen hazîneyi tâleb et! Hazîne vîranlıktadır."

Îzâh: Yâhut bu taayyün etmişlerin aslı bir olduğu halde, bir dîğeriyle çekişmeleri cenk değildir, bir hikmete dayanmaktadır. Nitekim, eşek satıcısı olan dellâllar sûretâ çekişir gibi görünüyorlar; fakat bu çekişme değil, sanatlarının gereğidir. Yâhut taayyünlerin bu zıtlığı ne cenktir ve ne de eşek satıcılarının san'atı gibi bir hikmete dayanmaktadır; belki "hayranlık"tır. Sen a'yân aynasında Hakk'ı müşâhedeyi taleb et! Çünkü Hakk’ı müşâhede hayranlıktadır ve bu hayranlık övülmüş hayrettir. Nitekim (s.a.v ) Efendimiz Hazretleri: “Rabbi zidnî fîke tehayyuren” yânî “Rabb’im zâtında hayretimi arttır” buyurmuşlardır.

Bilinsin ki, Hakk'ın sıfatları zâti işleridir. Ve bu işler zât mertebesinde mahv ve helâkte olup bir dîğerinden ayrılmış değildir. Fakat Hak, vâhidiyyet mertebesi olan sıfat mertebesine tenez­zül buyurduğunda, onların sûretleri Hakk’ın ilminde tasavvur edilmiş ve bir dîğerinden ayrılmış olurlar. Ve bu kesîf şehâdet âleminde açığa çıkan taayyünlerin sûretleri ise onların sûretleridir. Mutlak vücûdun tenezzülleri, ancak isimlerin kemâlinden ibâret olan celâ ve isticlâ kemâlidir. "Celâ kemâli" mutlak vücûdun bütün ilâhi ve varlıksal işlerde ezelen ve ebeden zuhûrudur. Ve "isticlâ kemâli" de mutlak vücûdun kendisini, bu işler dolayısıyla müşâhede edişidir. Bundan dolayı o zuhûr, Şeyh Sadreddin Konevî hazretlerinin tahkîki yönü ile, mücmelin tafsilâtlıda, birin çoklukta ve çekirdeğin ağaçta zuhûru gibi, ayânî aynların müşâhedesidir. Ve Şeyh Abdürrezzâk Kâşâni hazretleri Istılâhât’ında buyururlar ki: "Celâ, mukaddes zâtın kendi zâtında, kendi zâtı için zuhûrudur. Ve isticlâ ise, kendi taayyünlerinde kendi zâtı için zuhûrudur." Bu ayrıntılardan anlaşılır ki, görünme yerlerinde olan ihtilâf ve çekişme isimler arasındaki zıtlık ve farklılıktandır; ve bu zıtlık ve farklılık ise îtibârî iştir. Çünkü hepsi bir ayn’da yok hükmündedir ve saâdet ve şekâvet göreceli iştir. Hakîkatte şakî ile saîd birliktedir. Nitekim, Hz. Mevlânâ (r.a.) Mesnevî'lerinde buyururlar:

Tercüme: "Bu ben ve biz dediğimiz taayyünleri kendin ile hizmet oyununu oynamak için düzdün. Bu ben ve sen taayyünleri birliktelik edip, işin sonunda cânânda gark olalar."

Sonuç olarak bu taayyün etmiş görünme yerleri Hakk'ın aynasıdır. Hak onlarda isimleriyle görülmektedir. Bundan dolayı bu zıtlığı görüp "hayret"te kal ve bu işlerin, Hakk'ın zâtının gerfeği olduğunu bilip ma'rifet deryâsına dal!



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin