"Gelecek ile Yüzleşmek"



Yüklə 0,67 Mb.
səhifə7/7
tarix17.03.2018
ölçüsü0,67 Mb.
#45339
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7

Üniversitenin Görevi
 

Üniversite’nin görevi nedir? Şu tanımı yapabiliriz: düşünceleri birleştirip, ilerletmek. Düşünceleri birleştirmek ve ilerletmek neden gereklidir? Bir atılıma geçmek için, yer alacak olayların önceden ve kapsamlı olarak düşünülmesi gerekir. Düşünceler, bir atılımın başlangıcıdır ve yalnız üniversite içinde gelişmez. Düşünceler bir yönetime katılım birimi içinde gelişebileceği gibi, arkadaş toplulukları içinde de yer alabilir. Ayrıca, bir tek kişice de oluşturulup bir kitap içinde dünyaya sunulabilir. Örneklerini göstermek güç değildir.


Her ileri sürülen düşünce, ardından gidilmesi gereken iyilik ve düzende midir? Bu değerlendirme yalnız üniversitelerde mi yapılabilir? Bir toplum içinde değişim gerekiyor ise, neden bu değişim bir kurumun tekelinde kalsın? Bir toplum, yaşamını diğer bir toplumun eline bırakamaz. Yoksa, o toplum yok olacaktır. Bir toplum içindeki alt kümeler için de bu durum geçerlidir. O zaman, düşünmeyi neden başkalarına bıraksın? Uzun süredir, ’düşünce önderliği’ adı altında yazı yazanların alışkanlıkları sürüp gidiyor. Ancak, bu 'düşünce önderlerinin' öne sürdükleri düşüncelere bireysel ya da kitlesel yanıt vermemek, gene düşünce yeteneğini 'başkalarına bırakmak’ anlamına gelmiyor mu? Bir düşünceye yanıt vermek, ağzına geleni söylemek değildir. Yanıt, düşünceye verilmelidir--kişiye değil. En uygun yanıt da, ileri sürülen düşüncelerin ardında ne gibi ve kimlerin çıkarlarının olduğu bulunup dökümü yapılarak elde edilir. Bu tür yanıtlar da, gereğince derin bilgi gerektirir. Bu tür bilgi derinliği de, birkaç kişinin bir kitaplığın içinde işbirliği yapmasını kaçınılmaz kılabilir. Önemli olan, toplum için olumlu sonuçlar alınmasıdır. Ancak bu olumlu sonucun görülebilmesi için, en önce ”toplum olarak varılmak istenen sonucun” toplumca bilinmesi gerekir.
Toplum olarak varılmak istenen sonuç ise, kısa süreli olamaz. Ana çizgileri ile kaleme alınır. "Yere tükürmek yasaktır" bir sonuç değildir; yalnız bir sağlık ve görgü kuralıdır. Bağımsız yaşama isteği bir sonuçtur; gelecek kuşakların yaşamlarını da kapsar. Bununla birlikte, bağımsızlığın nasıl bir varlık olduğunun bilinip-anlaşılması gereklidir. Üstelik, bağımsızlık, koruma gerektirir. En iyi koruma da, bağımsız yaşamak isteyen toplumun kendidir. Ek olarak, bağımsızlığı korumak ile görevli kurumlara gerek vardır. Bu kurumların birbirlerini denetlemeleri gerekir ki, hiçbir kurum görevini yapmakta aksaklığa düşmesin. Çünkü, düşünceler çok akıcıdır.
Düşünceleri korumanın tek yolu da, bütün düşünceleri sorgulamaktir. Bu sorgulamaya verilecek yanıtlar, düşünceleri sorgulamaya başlamak kadar önemlidir. Çünkü, verilecek yanıtlar düşünceleri değiştirebileceği gibi, yolundan da saptırabilir. Düşünceden uygulamaya geçmek ise, toplumun secimindedir. Toplum istemez ise, hiçbir düşünce, ne denli "iyi" olarak sunulursa sunulsun, uygulanamaz. Dolayısı ile, bağımsızlığı korumak ile görevli kurumlarında toplum ile doğrudan ve açıkça iletişime girmesi gereklidir. Bu aşamada, toplumun bütün kesimlerinin bu tartışma içinde olması, alınacak sonucun sağlığı için önemlidir. Varılacak sonuçların toplumu incitmemesi gerekir. Toplumların bir kaynama içinde olmaları, düşünce işlemlerine eğilmeleri durumunda sonuçların çok duygusal bir düzen alacağı üzerine ek düşünceler ileri sürülür. Doğru olabilir. Toplum içindeki bilgili kişiler düşüncelere, örnekleri ile, yanıt vermezler ise, bu duygusal engel gerçekleşebilir. inanç, kişisel bir seçimdir. İnananlar; bir kişi, düşünce ya da değişmez kurama tapınabilirler. Kişinin inandığı nesneye tapınmak, kişisel sorumluluklar getirir. Bu sorumluluklar, kişinin inancına olduğu gibi, içinde yaşadıkları, bir parçası oldukları topluma karşıdır. O sorumluluklar, ileri sürülen düşünce yazılarını tüm olarak okumak, sorgulamak, inanmadan önce o yazıların ardındaki gerçekleri anlamaktır. Eğer, toplum olarak varılmak istenen sonuç en üst amaç ise, toplumun bireyleri o varılmak istenen sonuca ulaşmak için yordam vermek ile görevlidirler. Bu destek bedensel olduğu kadar da, düşünceseldir. Yalnız Kızıl Elma uğruna vuruşmak yetmez; Kızıl Elma'dan daha yüce düşünce üretmek gerektir. Bu durum, Avrupa çerçevesinde ele alınabilir.
İnanç ile bilim arasındaki ilişkiler, Avrupa'daki "yeniden doğuş" sürecinde daha kolay gözlemlenebilir. Bu yeniden doğuş deyimi, inanç tarafından körletilemeyen bilimin geri dönmesi anlamında kullanılmıştır. Avrupa'da, Hristiyan inancı içinde, Roma tuğ'unun çöktüğü 476 ile 'yeniden doğuş' un başladığı 1500 lü yıllar arasında tam bir karanlık yaşandı. Roma tuğu içinde gelişmiş bütün bilimler unutuldu. Bu karanlık, büyük ölçüde: soru sormamak, olayların nedenlerini araştırmamak ve gördüklerini yazmamaktan olageliyordu. Bir sonuç olarak, dünyanın, uzayin tam ortasında olduğu, güneşin dünyanın çevresinde döndüğü görüşü savunuldu. Bu görüş, Hristiyan kutsal kitabı içinde yazılı olduğu inancı ile de desteklendi. Bu duraklığa ve karanlığa karşı gelmelerin başlaması kaçınılmaz idi. En büyük etkiler, üç düşünürün yordamı ile kayıtlara geçti. Copernicus (1473-1543) bir Katolik Hristiyan papazı idi. Günümüz gökyüzü bilimlerinin babası olarak anılır; dünyanın, uzayın tam ortasında olmadığını, güneş'in uzayın ortası olduğunu matematik yolu ile ileri sürdüğü için saygı kazanmıştır.
Johannes Kepler (1571-1630) uzayın, Allah'ın yarattığı bir varlık olduğu görüşü ile kollarını sıvadı. Bütün çalışmalarını, Allah'ın bilinmezliğine adadı. Ancak, matematik kuramlar ile işlerini ilerlettikce, sonucunda bir faninin de uzayı anlayabilecegini gösterdi. Güneş çevresinde dolaşan gezegenlerin yörüngelerinin yamuk daire olduğunu gösterdi.

 

Galileo (1564-1642) kilise ile matematik arasında kalan kişilerden biridir. En büyük iki katkısı vardır: 1) uzakgörür'ün geliştirilmesine katkıda bulunmuştur; 2) dünyanın uzayın merkezi olduğunun üzerinde düşüncesini değiştirmeyen kiliseye karşı çıkarak, güneşin uzayın tam ortasında olduğunu savunmuştur. O yüzden, evinde göz altına alınmıştır, bildiklerini öğretmesi engellenmiştir. Buna karşılık, bildiklerini kâğıda dökerek düşüncelerinin ölümünden sonra varlığını sürdürmesini başarmıştır. Ölümünden 350 yıl sonra, Papalık Gelileo ve ardından gidenlerden resmen özür dilemiştir. Burada görüldüğü gibi, bu kişiler üniversite içinde çalışmamışlardır. Ancak, günümüz üniversiteleri, bu kişilerin aldıkları sonuçlardan yararlanmışlardır. Bu üç bilim adamı, içinde yaşadıkları süreçte geçerli olan dünya görüşüne karşı çıkmışlardır. O süreçteki dünya görüşü, kilisenin önderliğindeki dondurulmuş bir düşüncesel ortam idi. Soru sormak, ve o sorulara yanıt bulmak için uğraşarak insanlığın evreni anlamasına yordam vermişlerdir. O bakımdan, toplumlarının en üst düzeydeki amacına, insanlığın içinde yaşadığı çevreyi anlamaya varmak için çalışmışlardır. Doğruluğu bulmak için soru sormak ve bağımsız yanıtlar bulmak için uğraşmaları, bütün insanlık için başarıdır. 


Günümüzde, Kepler’in ileri sürdüğü görüşler, uzayın konumunu anlamak için kullanılmakta. Dünya üzerindeki düşünce türleri genellikle üç'tür:
1) çevredeki insanları tartışmak;

2) uzak-yakındaki olayları incelemek;



3) düşünceleri eleştirmek.
Dedi-kodu yapmak, duyduğuna bin katarak düşünmeden konuşmak, insanları tartışmak, eleştirmektir. Olaylar üzerine ileri sürülenler ise, insan topluluklarına, bir tek insan tarafından yapılan yorumlardır. Ancak, düşünceleri eleştirmek, o düşüncelerin ardındakini görmeyi gerektirir. Yalnız dedi-kodu ile yapılabilecek bir iş değildir. Düşüncelerin vuruşması, top ile savut arasındaki yarışmayı andırır. Barutun Çinden dünyaya yayılması ile toplar yapıldı ve taştan yapılmış korunaklı-savutlu duvarları yer ile bir etmek için kullanıldı. Karşılığında, savut yapıcılar, ördükleri taş duvarları çelik ile desteklediler. Topçular bu savutları yıkamadıklarında, daha etkin toplar yaptılar; namlu içine yiv yerleştirip hem güllenin gittiği uzaklığı arttırdılar hem de güllenin varacağı yeri daha yakından belirleyebildiler. Bu dönüşüm bu gün de sürüp gidiyor. Namlulu top yerine ıslıklı ok; savut da çelik yerine karmaşık bileşiklerden yapılıyor. Düşünceler ise kafa gücü ile işe başlar. Bir kafanın "güreş  tutabilmesi" için de, gövdenin güreş tutabilmesi yoğunluğunda eğitimi gereklidir. Üniversitenin görevi de, bu eğitimi ve düşünceleri birleştirebilme yeteneğini bireylere aktarabilmektir. Düşünceler rahat giyilebilen bir terlik gibi, düşünmeden de kullanılabilir, giyilebilir. Dahası da, eskidikleri bile göze çarpmayabilir. Bu durumda, düşünceleri sorgulanmasını, yazılmasını önleyenler de, eski terlikler ile birlikte çöpe atılabilirler. Düşünceleri, gerçekleri saklayacak düzene koymak için, uygulayıcının düşünce yeteneğinin gelişmiş olması gerekir. Örneğin, bağımsızlık düşüncesini, bir başka topluma bağımlı duruma getirmek için, bir düşünür işbaşı yapabilir. Bağımlı duruma getirilmek istenen toplumun, kendi isteği ile bu sonuca vardığı yazılıp-ileri sürülebilir. 
Bu yöntem, Sovyet döneminde çok kullanılmıştır; Orta Asya Toplumlarının kendi istekleri ile Sovyetlere katıldığını desteklemek için çok kitap basılmıştır. Sovyetler Birliği, Türkistan'ı 1920 li yıllarda "cumhuriyetlere' böldükten sonra, o 'cumhuriyetlerden' aldıkları çocukları Moskova ve St. Petersburg'da okullara ve üniversitelere götürüp eğittiler. Eğitimleri nedeni ile büyüyüp yetişen o çocuklar, Türkistan'ın bağımsızlığı düşüncesini ortadan kaldırmak için uğraştılar. Bu uğurda kullandıkları 'bilimsel' yöntemlerin kökenlerinin sorgulanması gereklidir. Bu durum, iş dünyasında da örnekleri olan bir 'çözüm' yoludur. Süt üretimi ile ilgili işadamları, üniversite içinde çalışmakta olan bir bilimadamının işinden ayrılmasında etkili olmuşlar idi. Belirli bir yerde, örneği verilen olay, bilimin bağımsızlığı ile, ’çoğulcu baskı’ arasındaki ilişkilerin de özetidir. Üniversitelerin içinde de, bir sıralama, dizinleme ve ayrıştırma akımı ortaya çıkmıştır. Bu dizinleme, her yıl dergilere yansır. Ancak, daha yakından bakıldığında, bu tür dizinlemenin yararlarının sorgulanması gereği ortaya çıkar. Örneğin, ’birinci sınıf’ üniversite olabilmek için, diğer ’birinci sınıf’ üniversitelerin onayı gereklidir. Bu duruma karşılık, diğer ’birinci sınıf’ üniversitelerin o oran kertesine nasıl çıktığı ise hiçbir yerde yazılı değildir. Ancak, öğrencilerden alınan ders parası dışında, öğretim üyelerinin üniversite dışındaki kurumlardan aldıkları gelirler bu orun kertesinindeki dizini belirler.

 

Bu tur dizinlemeler, üst sırada oturanların, alt sırada kalanlardan da iyi olduğunu gösterir mi? Yoksa, üst sırada olanların, toplum ile ilişkilerinin daha iyi olduğunu mu gösterir? Genellikle, üniversiteler ne denli yaşlı olur ise, o kadar ’unlu’ olur. Neden? Çünkü, eline belge verdiği kişiler, yüksek kerte işlere çıkmış, birtakım işler geliştirmişlerdir. Özgeçmişlerini okuyanlar da, bitirdikleri üniversitenin adını görürler. Daha da yakından bakıldığında, her bir universite’nin bilinmesini istemediği geçmişleri, mezunları da vardır. O kişilerden hiç söz edilmez. Ancak, bilgi birleştirmesi sırasında, o ’istenmeyen’ kişilerin bilgilerine de başvurulabilir.


Bir üniversite, bir meslek okulu değildir. En önce, düşünmeyi öğretmesi gerekir; daha önce bilinenleri öğrencilerine ezberletmek değil. “Ezberle kitabı, al diplomayı” düzeninde çalışan bir kurum ne denli düşünce birleştirebilir? Meslek okulları, belirli bilgileri öğrencilerine aktarır, uzmanlık alanları içinde görevlerini yerine getirmelerini sağlarlar. Uzmanlık alanları ise, el birliği ile denetlenerek geliştirilir. Bir üniversite ”ne” olmalıdır? Bu soruya tek bir yanıt verilemez; çünkü bir üniversite, içinde öğrenim gören ve çalışanların toplamıdır. Ancak düşünceleri birleştirerek ileri çıkabilirler. Yoksa lise düzeyinde kalacaklardır. En ‘başarılı’ üniversiteler, bilgi ile alış-veriş kurumları arasında köprü kurabilenlerdir. Düşünme yeteneklerini kullanarak, hem alış-veriş kurumlarının satışlarını yükseltecek buluşları geliştirirler, hem de yurt savunmasına, yurdun dünyadaki yerini almasına yordam verirler. Düşünmek nasıl gerçekleştirilir? ”bir bardak çay istiyorum” düşüncesi ’düşünmek’ midir? En kısa yoldan düşünmenin ölçüsü, uluslararası düzeyde diğer düşüncelere üstün gelmektir. Diğer düşüncelerden üstün olduğunu, diğer düşünce üretenlerce görülebilmesidir. Bu, ne üniversite yerleşkelerine bağlıdır, ne de üniversite başkanının (’rektör’ ve ’dekan’ deyimleri, Hristiyan kilisesi yöneticilerine verilen iki rütbedir) bağlı oldukları kurumların yakınlığı ile ölçülür. Üniversite yöneticilerinin en önemli görevi, üniversite içinde bilgileri birleştirebilecek öğretim üyelerini bulmak, desteklemek ve yeni-insanlığa yararlı düşüncelerin öğrencilere aktarılmasını sağlamaktır. ’Başarılı’ olduğunu ileri sürmek için, en önce dünya çapında başarılar gerçekleştirmek gerekir.

Efes
İleri gelen kentlerin dünya çevresindeki yerleşim konumlarına bakılacak olursa, ortaya ilgi çekici bir görünüm çıkar. Bu kentlerin çoğunluğu, ya deniz kenarındadır, ya da bir akarsuyun üzerinde. Bu durum, özellikle başkentler için daha da önemlidir.
Ancak, doğal koşullar kentlerin bir su’ya olan yakınlığını değiştirebilir. Örneğin: Efes, ilk kayıtlara geçtiğinde tam deniz üzerinde bir liman idi. M.Ö. 600 lü yıllarda kurulduğu varsayılır. Günümüzde karaya vurmuş bir balık gibi deniz kıyısından kilometrelerce içerde bulunuyor. Gemilerin yanaştığı kordon’unun eski deniz yan’inda “yilan yastigi” adı ile bilinen görkemli ve gizemli otlar bitmekte; gemilerin bağlandığı büyük dövme demir halkaların kimi, toprağa gömülü duruyor. Ortalama iki bin yıl önce, Roma egemenliğine girdiğinde, Efes’in liman’inin iyice dolduğu söylenir. Günümüzde, İzmir’in dolmakta olduğu gibi.
Efes, gününde, neden önemli ve canlı bir şehir idi? Deniz kıyısında olduğu için, alış-veriş en önemli bir nedendir. Ayrıca Artemis (Diana) Tapınağı da büyük bir gelir kaynağı idi. Başka bir deyiş ile, Efes inanç kökenli alış-verişe çok önem vermekte ve Artemis görüntülü satışlarından kazanç sağlamaktaydi. Konumu dolayısı ile, Atina ve Pers imparatorlukları arasında kaldığı için de, üzerinde Tuğ Bağlayanlar çok kez değişmiş, diğer Batı Anadolu şehirleri ile teke-tek alışveriş yarışmalarına girmiş. Bu yarışmalar ara-sıra savaşlara neden olduğundan, Efes bu savaşlardan da payına düşeni almış, varlığı eksildiği gibi, yaşamından da ödün vermek durumunda kalmış.
Bu süreç içinde, Atina ve Ispartalılar birbirleri ile savaşırken, Atina bir savaş ve yönetim birlikteliği ve yandaşlığı kurmak üzere atılıma geçmişti. Atinalıların amacı, yerleşim alanları Atina’nin kuzeyinde olan Ispartalılara karşı savaş açarak, Atina’nin yandaşları gibi, Ispartalıları da Atina egemenliği altına almak idi. Bu anlaşmalara göre, Ege denizindeki bütün bağımsız kentler (özerk tuğluklar) bu birlikteliğe her yıl gemi, denizci ve para ile, büyüklükleri oranında katkıda bulunacaklar idi. M.Ö. 5 yüzyılda gerçekleşen bu olay sonucunda, Atina küçük tuğluklara baskı yaparak gemi ve denizci yerine yalnız para ile katkıda bulunmalarını istedi. Elli yıl kadar süren bu yandaşlıklar sonucunda Atinalıların başlattığı Peloponez savaşını Ispartalıların kazanmaları, beklenmedik bir yan sonuç da verdi. Olup bitenleri kayıt altına almak ve yer alan olayların altında yatan gerçekleri öğrenmek; yanlışları ilerde yenilememek için, Kutluk Bilgisi kitapları yazılmaya başlandı.
Geçmiş boyunca da, ordu ve donanmalar, savaşlar için tek gerek değil idi. Günümüzde olduğu gibi, düşünce çarpışmaları çok daha önemli olarak, sıcak vuruşmalardan önce başlıyordu. Bilmek düşüncesini yitiren, anlama ve yapma yeteneklerini bulamayacak durumda kalıyor; kendini koruyamayıp, varlıklarını da elden çıkarıyorlardı. Bu neden ile, günümüzde de, geçmişten geleceğe doğru her tür inançlar birbirleri ile çarpışır. Hem de sürekli olarak. Ancak, bu tür düşünce vuruşlarını “Kazananların,” “onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine” gibi deyim ile sonsuzluğa kadar başarılarının gölgesinde yaşayabilecekleri anlamına gelmez. Çünkü, görünüşte vuruşu yitirmiş düşünce, bu sırada toprağa, diğer düşüncelerin içine, tohum atmış olabilir. Kazananların bakmadığı bir yerde, düşünceler arasındaki çatlaklarda, bu tohumlar büyüyerek gene yeşerebilir. Böylelikle, ilk ağızda kazanmış olan düşüncelerin büyük bir bölümü, bir süre sonra yenik düşüp, yok olup gitmiş.
Efes, bu tür önemli bir çarpışmanın yer aldığı kent olarak da kayıtlara geçmiştir. Paul (M.Ö. 10 - M.S. 67) (Pavlus vb olarak da bilinir), Atatürk’ün çizdiği “Misak-İ Milli” içindeki Tarsus’da, İsrail köklü Bünyamin boyundan Şaul olarak doğmuş. Bir Hristiyan olarak, Yahudi olmayanlara Hristiyanlığı (genellikle Yunanca konuşarak) tanıtmakla ünlüdür. İsa ile kişisel olarak tanışmamış olmasına karşılık, İsa’nin sözlerinin ve öğretilerinin yayıcısı olarak bilinir. Ondört önemli ‘inanç yazısı’ yazdığı söylenir. Bu ondördünü de yazıp-yazmadığı kesinlikle bilinmiyor. Ama, yazdığı varsayılanlar, Hristiyanlık kutsal kitabı İncil’in belirli bölümlerini oluşturur. İncil’in “Efesliler” kesimini oluşturanlar da bu kapsama girer. Bu mektupların, Efesliler ve ötesindeki yerleşim alanları içinde oturanlar üzerindeki etkilerinin büyük olduğu su götürmez. Pavlus’un bir Mektubunun içeriği: “Bu mektup, Tanrı'nin Mesih İsa aracılığıyla gerçekleştirdiği yüce tasarıyı gözler önüne seriyor (Ef.3:11). Tanrı'nin bu tasarısı, inanlıları, inanlılar topluluğunu ve Mesih'i kapsıyor. Pavlus'a göre, biz inanlılar bir zamanlar günah içinde ölüydük, «ama merhameti bol olan Tanrı...bizi Mesih'le birlikte yaşama kavuşturdu» (Ef.2:1-10). Bizleri kendi «kutsal ve kusursuz» oğulları olmak ve «yüceliğinin övülmesi için» yaşamak üzere önceden seçmiştir (Ef.1:4,5,12). Tanrı'nın öngördüğü iyi işleri yapmamız için «Mesih İsa'da yaratılmış olarak Tanrı'nın eseriyiz» (Ef.2:10).
İnanlılar yalnız Tanrı'ya değil, birbirlerine de yakın olmalıdırlar. Mesih, Yahudilerle diğer uluslar arasındaki düşmanlık duvarını yıkmıştır. Buna göre her iki topluluktan inananlar da Tanrı'nin ev halkındandır (Ef.2:11-22). 3:1-10 ayetleri, Pavlus'un Müjde'yi diğer uluslara ulaştırmakla görevlendirildiğini anlatır.” Kısacası, Pavlus daha sonraları adı geçen topraklara gelen “cerr’e çıkmış derviş” türü ve kişiliğinin öncülerindendir.
Pavlus, İsa’nin öğretilerini yaymak için Efes’e vardığında, Efes’in durumu ne idi? Deniz kıyısında varlıklı bir alış-veriş şehiri; büyük (gün’ü için çok bilgiyi saklayan) kitaplığı ve Tanrıça Artemis’e (Diana olarak da bilinir) adanmış büyük bir tapınağı var. Bu tapınağa gelen ‘hacı’lar, büyük yoğunlukta alışverişte bulunuyorlar. Bu alışverişçilik, Efeslilere büyük kazanç sağlıyor. Paul, Efes’te Hristiyanlık öğretilerini yaymaya başlıyor. Bu öğretiler Efes’in temelindeki varlık yaratıcı Artemis ilkeleriyle doğrudan çatıştığından, şehirin alışverişçilerine ve satıcılarına de ters düşüyor. İncilde yazılı olduğuna göre M.S. 57 çerçevesinde Paul hapise alınıyor, şehirde Hristiyanlığa karşı ayaklanma oluyor. İncil’in Yuhanna ve Olaylar bölümlerinde de bu konulara yer veriliyor. Paul’un, Efes’den ayrıldıktan sonra Göreme’ye gittiği, yeraltı şehrinde ve kiliselerinde öğretilerini sürdürdüğü söylenir. Daha sonra, Romalılarca, “kargaşa çıkarmaktan” suçlandığı, ve yargılanmak üzere götürüldüğü Roma’da, Nero’nun (M.S. 15-68) imparatorluğu sırasında, kafası’nın kesilerek öldürüldüğü varsayılır. Böylelikle, Efes, Hristiyanlığın ilk ve en kutsal “Yedi Kilise’sinin” başında gelir.
(Kilise adından sonra belirtilen, İncil’de adı geçen bölümler):

Ephesus (Efes): Revelation 1:11, 2:1-7, Acts 18:19-28, 19:1-41,

Ephesians; Laodicea (Pamukkale): Revelation 3:14-22, Colossians 2:1, 4:13-16; P

Pergamum (Bergama): Revelation 2:12-17;

Philadelphia (Alaşehir): Revelation 3:7-13;
Sardis (Salihli): Revelation 3:1-6;

Smyrna (İzmir): Revelation 2:8-11;



Thyatira (Akhisar): Revelation 2:18-29, Acts 16:14.
Bu adı geçen yedi kilise birer taş-toprak yapı olmayıp, Tanrı’nın isteklerini insanlara açıkladığı, yerleşim alanları olarak tanımlanır. Yedisi de Anadolu’nun batısındadır.
Kilisenin büyük “kural koyucu” toplantılarından birinin M.S. 431 de Efeste yer aldığı, Meryem Ana’nın “kilise kuralları” ve “inancı düzenleyici temelleri” içindeki yerinin belirlenmesine yordam verdiği söylenir. Ayrıca M.S. 3cü Yüzyılda yaratılan “Yedi Uyuyanlar” kurgu öyküsü, Efes çevresinde yer almış, daha sonra Avrupada, 1776 Amerikan Devrimi öncesi bir Amerikalı yazar’ca el’e alınan “Rip Van Winkle” ad’lı öykünün yazılmasına esin vermiş. Daha önce, Asya içinde de ayrıca yayılmış. Bu kurgu bilim öyküsüne göre Hristiyanlığı yaymak için uğraşırken ölmüş olan yedi kişi, olağanüstü güç nedeni ile ölümden dönmüş. Bu öykü, günümüz Afganistan’ında bulunan, Herat Tuğluğunu kuran (Timur Bey’in Torunlarından) Sultan Hüseyin Baykara (Tuğluğu 1469-1506) ile es süreçte yaşamış olan Navai’nin (1441-1501) “Ashab-ı Kehfimiz “ şiirlerine kadar girmiş. Ömer Seyfettin ‘in (1884-1920) yazdığı ve 1918 de basılan “Ashab-ı Kehfimiz” başlıklı kısa öyküsü ile Anadolu’ya geri dönen bu anlatım ( Bkz: H.B. Paksoy, “Nationality and Religion: Three Observations from Ömer Seyfettin” Central Asian Survey (Oxford) Volume 3, No. 3; 1984. Pp. 109-115), M.S. Yedinci Yüzyılda ortaya çıkan İslamiyetin kutsal kitabı Kuran’da (Yaşar Öztürk Meali) da yer alır: Kehf 9 süresi.
M.S. 6ci yüzyılda Bizans imparatoru Justinian sırasında önemini kaybeden Efes, 1090 da küçük bir yerleşim alanı olarak Selçuklular eline geçmiş. 14cü yüzyılda ise unutulmuş bir şehir olmuş. Bu küçülme ve unutulmanın, ve sonunda toprak altında kalarak yok olmanın, depremlerle ilgisi olup-olmadığı çözüm bekleyen sorulardan biri. Üstü toprak ile örtülmüş Efes’in yeri, 19cu yüzyılda, Londra’daki Büyük Britanya toprakaltı sergisinde çalışan J.T. Wood tarafından bulunmuş. Yirminci yüzyılda gene adı geçen toprakaltı sergisinden gelen D.G Hogart, yeni kazılar yaparak ek temellere ve eski Efes paralarına ulaşmış. Daha sonra Avusturyalılar kazılarını sürdürmüşler. Günümüzde, diğer uluslararası kuruluşlar ve yüksek öğrenim kurumları da (yukarıda adı geçen diğer Yedi Kilise şehirlerinde olduğu gibi) kazılarını sürdürmekte, bu yoldan da Hristiyanlığın en önemli doğuş ve yayılma şehirlerinden olan eski Efes’in anısı canlı tutulmaktadır.

Son söz yerine

Bilmek, Anlamak, Yapmak
Bu başlık altında toplanabilecek pekçok atasözü bulabiliriz. Bunların arasında, Kazım Karabekir’in Türk Kurtuluş Savaşını anlatan bir kitabının girişine koyduğunu da unutmamak iyi olur: “Doğru görmek ve doğru yapabilmek için daha önce yapılanları doğru bilmek şarttır.”[i]
“Neden gerektir?” sorusunu sorabiliriz. Bir yılan elimizi ısırdı ise, zehirli olup-olmadığını bilmek istermiyiz? Bizi yatıştırmak isteyen ‘iyi niyetli” biri kalkıp “yılan zehirli degil” dediğinde, hemen inanıp, yatak altta yorgan üstte dinlenmeye mi yatacağız? Yılan gerçekten zehirli ise, bunu bilmeden “doğru’yu nasıl yapabilecegiz?” Yılanı hemen öldürecekmiyiz, yoksa zehirini akıtıp, panzehir yapıp kullanacak mıyız?
Bir Fransız deyimi: “Gencler Bilse, Yaşlılar Yapabilse!” Peki, gençlerin bilmediği nedir? Bilmemelerinin nedeni bulunabilir mi? Bir Amerikan deyimi de “Bilen, Yapar; Yapamayan, ögretir” der. Bu deyimden ne anlayabiliriz? Deyimin ilk bölümü “Bilen, Yapar” Doğru mudur? Her bilen, yapar mı? Yapabilir mi? İkinci bölümü ise, daha çapraşıktır. Yapamayan, nasıl olur da Öğretebilir? Aranır ise, örnekler burada işe yarayabilir:
Niccolò Machiavelli (1469 - 1527) “bildiğini” ileri sürüp, Floransa’da birtakım işleri el’e almak istedi. Ancak, “bildikleri,” Floransa şehir devletinin yöneticisi olan Medici ailesinin düşüncelerine ters düştüğünden, “yapamadı.” Bunun üzerine Machiavelli, bildiklerini “öğretmek” için düşünce ve bilgisini kâğıda döktü. O gün - bu gün’dür, Machiavelli, öğretmen olarak, Kutadgu Bilig (1069?) yazarı Balasagunlu Yusuf ile yarışmaktadır. Balasagunlu üzerine bilgimiz azdır; anladığımıza göre, Bilip-Anlayıp-Yapabilen az bulunur kişilerden biridir. İbn Khaldun (1332 – 1406) da, Kuzey Afrika üzerindeki birkaç toplumu (“isteği dışında”) gezerek, Bilmek-Anlamak-Yapmak üçgeni içinde Tarih biliminin bilinen ilk önemli yöntem el kitabını (Mukaddime) yazdı. Tarihten ders çıkarmanın temel taşlarından birini yerine koydu. Bilip-Anlayıp-Yapmış olanlardan öğrenmenin bir ayrıcalığı olabilir; eğer bilip yapmış olanlar, öğretmek isterler ise. Öğretmek, her kişinin yapabileceği iş değildir. Önce, kişinin kişiliğinin öğretmeye yatkın olması gereklidir.
Timur Bey'in torunlarından olan Babür (1483 - 1530), Bilip-Anlayıp-Yapabilen bir Türk İltutmuş’u idi.[ii] Anılarını yazarak, öğretmek de istedi. Türkçe’nin Çağatay ağzından en önemli örneğini de (Babürname) böylece ortaya koydu. Bağladığı Tuğ, Hindistan içinde birkaç kuşak yaşadı. Babur’un büyük dedesi Timur (O. 1405) de Asyanın en büyük bölümünde Tuğ Bağladı. Bilip-Anlayıp-Yaptığı su götürmez. Ancak, öğretmeye pek düşünce ayırıp-ayırmadığını bilemiyoruz. Kişisel olarak yazdığı, bize gelen yazısı-kitabı yoktur. Timur’un torunlarından olan Sultan Hüseyin Baykara (1469-1506) da günümüz Afganistanındaki Herat şehiri ve çevresinde İltutmuş idi.[ııı] En büyük Türk yazarlarından olan Ali şir Navai (1441 - 1501) ile bir süreçte yaşadıklarından, Baykaranın yeteneklerini hem Navai’den hem de Babür’ün Hatıralarından biliyoruz. Bütün bu Bilen-Anlayan-Yapan Türk İltutmuşlar, herşeyin tek doğrusunu mu yaptı? Çoğunun yaşamlarının tümünü bilmiyoruz; içinde yoğrulduklari koşulları ancak çevrelerinde olup-bitenlerden çıkarabiliriz. 13cu yüzyılda, Asya, bir ucundan diğerine, Cengiz ve başında olduğu Moğolların etkisi ile tam anlamı ile karmakarışık olmuş idi. Dengeler bozulduğunda, diğer, yeni dengelerin kurulması için arayışların başlaması kaçınılmaz. Timur’un 14cu yüzyılda yeniden İltutmuşluk arayışı, kuşaklar sonrası torunları Babur ve Baykara’nin da yaptıklarından ayrıcalıklı değildi. Dengeler kurulmadıkça, komşuluk ilişkileri de oturmaz, kazan gibi kaynar. Yukarıda değinilen olaylar günümüzdekilerden değişik midir? Onucuncu, Ondört ve Onbeşinci yüzyıllarda yaşananlar, Ondokuzuncu, Yirminci yüzyıllarda da yeniden oynanmadı mi? İleride de gene oynanmayacak mi?
Yönetimin temel yöntemlerinin sayıları sınırlıdır. Yönetim yöntemleri yeniden, sıfırdan yaratılamazlar. Yaratılabilecek, kurulabilecek yönetim yöntemlerinin tüm’ü yaratılmış, kurulmuş ve denenmistir. Eski tür yönetimlerin, yeni adlar ile ortaya atılmaları, bir halk ile ilişkiler uygulamasından başka birşey olamaz. Değişen, toplumların birbirlerini dünya yüzünden kaldirabilme yeteneğinin her gün artmasıdır. Durum böyle olunca, Bilmek-Anlamak-Yapmak yetenekleri daha da büyük anlam ve önem kazanır. Ne de olsa, önümüzde oldukça yüklü bir birikim bulunmakta. Eğer kullanmak isteyen olur ise. Kullanılmayan birikimler, bilinmediklerinden mi, yoksa bu birikimlerin bilinmesinin bir ise yaramayacağı düşüncelere yerleştiği için mi kullanılmıyor sorusuna bir yanıt aramak gerekebilir. Toplum Olarak Varılmak İstenen Sonuç Nedir? Toplumlar içinde, değişik düşünceler ve çözümleri destekleyen alt kumelesmeler olması doğaldır. Herşeyden önce, bütün Toplum temel kural’i bilmelidir: Toplum olarak yaşayabilmek için, sorunlara çözüm bulmak, bu çözümlerin bütün Toplum üyelerinin yararına olması gerekir. Bu çerçeve içinde, bütün Bilip-Anlayıp-Yapabilenlerin uğraşlarının Kutadgu Bilig anlamıyla kutlu olması dileği ile.

[i] General Kazım Karabekir, Cihan Harbine Neden Girdik, Nasıl Girdik, Nasıl İdare Ettik (İstanbul, 1937)

[ii] En yeni yayınlardan biri: Gavin Hambly, Babur's Women: Elite Women in Late Medieval Central Asia and North India (London: Palgrave MacMillan, 2005)

[ııı] http://aton.ttu.edu/Risale-i_Sultan_Hüseyin_Baykara.asp



http://vlib.iue.it/carrie/çeç/Risale-i_Sultan_Hüseyin_Baykara.shtml


i HB Paksoy, "Maya T.A.ş." Ağ sayfalarından okunabilir. Türk Tarihi, Toplumların Mayası, Uygarlık (Izmir, 1997) kitabı içinde yayınlanmıştır.

ii http://www.youtube.com/watch?v=g02meEV6hI4&feature=player_embedded#!

iii http://english.people.com.cn/90001/90776/90786/7273402.html

iv HB Paksoy, IDENTITIES: How Governed, Who Pays? (Printech, 2001); also available from Entelequia, 2006 (2nd Ed.) http://www.eumed.net/entelequia/pdf/b002


Yüklə 0,67 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin