Hadis terimleri SÖZLÜĞÜ MÜcteba uğur a


Âhır: Bk. Aslu's-Sened. Âkil



Yüklə 2,09 Mb.
səhifə3/51
tarix16.05.2018
ölçüsü2,09 Mb.
#50631
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   51

Âhır:

Bk. Aslu's-Sened.



Âkil:

“Aklı başında” karşılığı ism-i faildir. Rivayetlerinin kabul edilebilmesi için ravide bulunması gerekli şartlardan aklî melekelerinin noksansız olmasını ifade eden bir tabirdir.



Âlî:

Kelime olarak yüksek olan nesneye denir. Şerif kelimesiyle eş manalı olarak mevki, şöhret, şan ve şeref sahibi kimse manasına da kullanılır.


Hadis ıstılahı olarak alî, isnadın ravi sayısının azlığından ibaret bir özelliğini ifade eder. Buna göre âlî isnad, herhangi bir hadisin ravisi ile kaynağı olan Hz. Peygamber (s.a.s) veya o hadisi rivayet etmiş bulunan meşhur hadis imamlarından birisi arasında en az sayıda ravinin bulunduğu, veyahut da tanınmış hadis kitaplarından birinin musannıfına arada en az ravi ile ulaşılabilen isnaddır. Bir diğer ifadeyle, herhangi bir ravi ile Hz. Peygamber veya meşhur bir hadis alimi arasındaki rivayet zincirini teşkil eden ravi sayısının en az olduğu, yahutta muhaddisler arasında meşhur olmuş bir hadis kitabının rivayetinde ravi ile o kitabın musannifi arasındaki ravi adedinin en az seviyede olduğu isnad, âlî isnaddır. Buna göre isnadın âlî oluşunun esasını, ravi ile Hz. Peygamber veya hadis alimi arasındaki yakınlık teşkil eder. Bu yakınlığa uluvv adı verilir. Buradan da anlaşılacağı gibi âlı isnad, aynı zamanda uluvv özelliği taşıyan isnaddır.
İmam Mâlik'in en âlî isnadı sunâ'îdir ki kendisi ile Hz. Peygamber arasında bir tabiî, bir de sahâbi olmak üzere iki ravi vardır. Buharînin en âlî isnadı ise sulâsîdir, yani onunla Hz. Peygamber arasında tâbi'ut-tâbi'î, tâbi'î ve sahâbî olmak üzere üç ravi vardır.
Âlî terimi, daha çok isnad için kullanılmakla birlikte, tarifindeki özelliğe sahip isnadla rivayet edilen hadisler için de kullanılmıştır. Buna göre âlî hadis, kısaca âlî isnadla rivayet edilen hadise denir. Bu manada çoğulu avâlî gelir. Bununla beraber bu terim esas itibariyle isnada ait bir özelliği ifade ettiğinden daha çok isnad için kullanılmıştır.
Hadis alimleri âli isnada büyük önem vermişlerdir. Kimi muhaddislere göre isnadda uluvv aramak sünnettir. Kimi muhaddisler ise isnadın dinden olduğu görüşünü âlî isnadın dinden olduğu şeklinde kabul etmişlerdir. Böylelerinin sayısı hayli fazladır. 26
Buna karşılık âlî isnadın pek de lüzumlu olmadığı görüşünde olanlar da vardır ve sayıları hiç de az değildir, er-Râmehurmuzî, konuyla ilgili olarak, bazı son devir Fıkıh âlimlerinin sırf âlî isnad peşinde diyar diyar gezenler hakkında şunları söylediklerini kaydeder:
“... Talebi (her müslümana) vacip olan ilmi, esaslı bir faydası olmayan haberler elde etmek uğruna diyar diyar gezip dolaşmak haline getirdiler. Geceleri uykusuz, gündüzleri (aç ve) susuz kaldılar. Bindikleri hayvanları yordular. Yurtlarından ayrı düştüler. Geride bıraktıklarının haklarını ziyan ettiler. Ana babalarına asi oldular. Onlara karşı üzerlerine düşen vazife ve hakları yerine getirmemekle günaha girmede pek acele ettiler. Aile içinde çoluk çocuklarıyla diledikleri gibi yaşamanın zevkinden kendilerini mahrum bıraktılar. Böylece dünya zevklerinden ayrı kaldılar. Bunun sonucu olarak, ahirette ikabı celbettiler.”27

Âlî Hadis:

Bk. Âlî.


Âlî İbdâl:

Uluvv vasfına sahip ibdâle denir.


İbdâl başlığı altında görülebileceği gibi, bir ravi, el-Kutubu's-Sitte'nin birinde veya bir başka hadis kitabında bulunan bir hadisi, o kitabın tarîkından değil de başka tarîktan musannifin şeyhinde musannıfla buluşmak üzere onun isnadında olduğundan daha az a raviden oluşan bir isnatla rivayet buna muvafakat adı verilir. Şayet bu muvafakat, aynı şekilde az sayıda raviden oluşan bir isnadla kitap sahibinin şeyhinin şeyhinde meydana gelirse buna ibdâl veya bedel denir.
İbdâle, uluvv-u nisbî'nin kısımlarından biri olduğu ve uluvv vasfı taşıdığı için âlî ibdâl da denilmiştir.28

Âlî İsnad:

Bk. Âlî.


Asar:

Bk. Eser.



Abâdile:

“Abdullahlar” manasına gelen bu deyim, fıkıh ilmine hakkıyla vakıf Abdullah isminde dört sahabiyi ifade eder. Abdullah isimli yüzlerce sahabî arasında ayrı yerleri olan bu dört Abdullah adlı sahabî, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer, Abdullah İbnu'z-Zubeyr ve Abdullah b. Amr İbni'l-Âs'dir. Abdullah b. Mes'ud, abâdileden değildir.29


Abdullah isimli 220 sahâbî içinde, anılanlardan başka Abâdile denilen kimse yoktur. Herhangi bir fıkıh meselesinde bu dört Abdullah'ın görüşleri birleşirse kavlu abâdile adını alır.

Adalet:

Sözlükte doğrultmak, aynı seviyeye getirmek, insaflı ve dürüst hareket etmek, hakkı gözetip yerine getirmek, doğru hüküm vermek gibi geniş ve şümullü manalara gelir. Hadis usulü ilminde, hadisleri nakleden ravilerin rivayetlerinin kabul edilebilmesi için taşımaları şart olan özelliklerden biri ve en önemlisidir. Adâletu'r-Râvi şeklinde de kullanılır. İster kısaca adalet denilsin, isterse adâletu'r-râvî, rivayet ettikleri hadislerin makbul sayılabilmesi için ravide aranan şartların başında gelir.


İslâm alimlerinin bir kısmına göre adalet, genel manada, insanı kebâ'ir denilen büyük günahları işlemekten, bir demet bakla çalmak gibi önemsenmeyen küçük günahlarda ısrar etmekten alıkoyan bir melekedir. Bazılarına göre de, insana şahitliğinin ve rivayetinin kabul edilmesini gerektirecek şekilde ta'at ve mürüvvetin hakim olmasıdır; zira işlerinde daha çok ta'at ve mürüvvet görülenlerin şahitliği de rivayeti de makbuldür. İşlerinde ta'atsizlik ve günah işlemek daha çok görülenin ise ne şahitliği kabul edilir, ne de rivayeti.30
el-Hatîbu'1-Bağdâdî'nin naklettiğine göre şahit ve ravide aranan adalet, kişinin dininde istikameti, mezhebinde selameti, adaleti iptal ettiğinde ittifak edilen fısk ile fısk yerine geçen kalp ve organların men edilmiş işlerden uzak durmalarını gerektiren adalettir. Buna göre adalet, Allah'ın emirlerine uymak adaleti yok eden men edilmiş işlerden kaçınmaktan ibarettir. Bununla birlikte bilinen bir gerçektir ki, mükellef insanlar çeşitli günahlardan, emrolundukları şeylerin bir kısmını terk etmekten kurtulamazlar. Öyle olunca da üzerlerine düşen her şeyi Allah için yapıp çıkamazlar. Bu, oldukça zordur. Buna göre adalet sahibi insan, üzerine farz olan vazifelerini yerine getiren, emrolunduğu şeylere sımsıkı sanları, men edilenlerden kaçınan, kendisini adeletten düşürecek kötülüklerden uzak kalan, davranışlarında hak ve vacip olanı araştıran, nihayet dinine ve mürüvvetine ters- düşen sözlerden dilini korumakla tanınan kimsedir. Böyle birinin adaletli olabilmesi için işleyenlere fâsık denmesine yol açan büyük günahlardan sakınması yetmez. Bunun yanında büyük günah olduğu şüpheli olan, hatta bir buğday tanesi kadar bile olsa yanlış tartmak, değersiz de olsa bir şey çalmak büyük günah olmayan bir şeyle müslümanları kandırmak gibi küçük günah olduğu söylenebilecek hususlardan da kaçınması gerekir. 31
Gazali'ye göre rivayet ve şehadette adalet, kişinin dinî gidişatının (siretinin) doğruluğundan ibarettir. Bu, kısaca ruh metanetine racidir ve ruhun, bütünüyle takva ve mürüvvete ayrılmaz bir şekilde bağlanmasını sağlar. Sonunda böyle bir insanın doğruluğu hakkında nefislerde güven duygusu uyanır. Böyle olduğu içindir ki, yalan söylemesine mani olacak şekilde Allah'tan korkmayanın sözüne güvenilmez. Şu da var ki, bir kimsenin adaletli olabilmesi için sadece günahlardan kaçınması şart değildir. Böyle birinin büyük günahlardan sakınması yetmez. Bir soğan tanesi çalmak veya bir buğday tanesi kadar bile olsa, kasıtlı olarak noksan tartmak gibi kısaca dünya menfaati için yalan söyleyecek kadar din duygusunun gevşekliğine delalet eden küçük günahlardan uzak durması gerekir. Bunda görüş birliği vardır. Kaldı ki, yolda bir şeyler yemek, sokaklarda su dökmek, rezillerle sohbet etmek ve ağır şakalar yapmak gibi mürüvveti zedeleyen azı mubah işlerden kaçınmak da adaletin şartıdır.32 Görüldüğü gibi İslâm alimlerinin anlayışına göre bir kimsenin adaleti, onun dininde dürüst olmasıyla, önemsiz bile olsa adaleti yok eden hallerden, özellikle büyük veya küçük, bütün günahlardan kaçınmasıyla gerçekleşir. Adil veya adi denilen ve adalet sahibi olduğuna hükmedilen kişi ise Allah'ın kendisine farz kıldığı vazifeleri eksiksiz yerine getiren, emrolunduklanna sıkı sıkıya bağlı, günahlardan ve kötülüklerden uzak kalan, kendisini adaletten düşüren her türlü günahtan sakınan, iş ve davranışlarında üzerine düşeni araştıran ve yerine getiren, nihayet mürüvvetini yok eden kötü sözlerden ve yakışıksız hareketlerden uzak duran kimsedir.
Bir haberin doğru oluşu, önce onu nakledenin doğruluğuna bağlıdır. Hadislerin sıhhati ise öncelikle ravilerinin adalet sahibi olmalarıyla mümkündür, Ravilerin adaleti, onların gerek dinî hayatlarının, gerekse dünya işlerindeki tutumlarının inceden inceye takip edilip araştırılmasıyla bilinir. Böyle bir araştırma sonunda ravinin adalet vasfına sahip olup olmadığına dair galip zandan ibaret bir bilgi hasıl olur. 33
İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve öteki bazı İslâm alimlerinin büyük çoğunluğu adaleti bilinmeyen ravilerin rivayetlerinin makbul sayılamayacağı görüşündedirler, İmam-ı A'zam Ebu Hanîfe ve ona tabi olanlar ise rivayetin kabulü konusunda ravisinin İslâm oluşunun açığa çıkmasını yeterli görmüşlerdir. Bunlara göre kişinin adaleti, İslâm olduğunun bilinmesi ile görünür bir fısktan uzak olmasından ibarettir. Bu görüşü savunanların delili, bir Arab’ın Hz. Peygamber (s.a.s)'in huzurunda Ramazan ayının girdiğine dair şahitlik edişi hakkındaki hadistir. İbn Abbas'dan rivayet edildiğine göre çölden gelen bir Arap, Ramazan hilalini gördüğünü söylemiştir. Hz. Peygamber ona
“Allah'tan başka hak ilah olmadığına şehadet eder misin?” sorusunu sormuştur. Adam:
“Evet, ederim” cevabını verince
“Muhammed'in O'nun Resulü olduğuna şahitlik eder misin?” diye sormuş,
“Evet” cevabını alınca orada bulunan Bilal'e,
“Halka duyur Bilal, yarın oruca başlasınlar” emrini vermiştir.”34 Kişinin adaletinin gerçekleşmesi için müslüman olduğunu açıklaması ile açık bir fısk halinin görülmemesini yeterli görenler bu hadisi şöyle yorumlamışlardır: “Hz. Peygamber (s.a.s) çölden gelen Arab’ın haberini, müslümanlığını söylemesi üzerine kabul etmiştir. Bu ise doğrudan doğruya onun adaletli olduğuna hükmetmesinden ibarettir. Bu görüşte olanlar ayrıca sahabilerin, kadınların, kölelerin, küçük yaşta hadis öğrenip erginlik çağma erdikten sonra rivayet edenlerin haberleriyle amel ettiklerini, bunda da sadece islâmiyet'in açığa çıkarılmasına dayandıklarını delil olarak almışlardır.
Bu delillere itiraz eden el-Hatîbu'l-Bağdâdî şunları söylemiştir: “Ramazan hilâlini gördüğünü söyleyen kişinin çölden gelen bir Arap oluşu adaletine mani teşkil etmez. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s)'in onun adaletine vakıf olmasına yahut halkın bu Arab’ın halini Allah Resulüne arz etmiş olmalarına, yahut da bu adamın söylediklerinin tasdik edilmesine dair o anda belki de bir vahiy gelmiş olmasına da mani değildir. Kısacası Hz. Peygamber (s.a.s) 'in o Arab’ın haberini sadece müslümanlığını açıklamasıyla yetinerek kabul ettiğini bilmiyoruz. Sahabilerin kadınların, kölelerin, küçük yaşta hadis öğrenip erginlik çağına girdikten sonra rivayet edenlerin haberleriyle amel ettiklerine gelince bu, sahih değildir. Ayrıca biliyoruz ki sahabe, bir kimsenin haberini ancak onun halini araştırdıktan ve güvenilir olduğuna, hal ve gidişatının doğruluğuna kesin kanaat getirdikten sonra kabul etmişlerdir.” 35
“Bir hadis ravisinde adaletin sabit olması için bazı delillere ihtiyaç vardır. Bu deliller, ya iki âlimin o ravinin adaleti hakkında şehadette bulunmasıdır ki, sonradan bu şehadet hadisciler arasında şayi olur; ya da ravinini adaleti, hadişciler ve sair ilim ehli arasında hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak surette şöhret kazanır. Mesela, Mâlik b. Enes. Sufyan es-Sevri, Sufyân b. Uyeyne, el-Evzâ'î, eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve öteki bazı alimler adaletlerine şahitlik edecek herhangi bir mu'addile muhtaç değillerdir. Aynı şekilde muhaddislerden el-Leys b. Sa'd, Şu'be İbnu'l-Haccâc, Abdullah İbnul-Mubârek, Vekf İbnu'l-Cerrah, Yahya b. Ma'în, Ali İbnu'l-Medînî gibileri, ilim ehli arasında adaletleriyle şöhret kazanmış kimseler olup hiç kimse, bunları adalet yönünden incelemeye tabi tutmaz. Meselâ, Ahmed b. Hanbel'e İshak b. Râhûye hakkında soru sorulduğu zaman “İshak gibisi sorulur mu?” demiş; Ebu Ubeyd'i soranlara da Yahya b. Ma'în, “Benim gibisine Ebu Ubeyd sorulur mu? Ebu Ubeyd'e başkaları sorulur, cevabını vermiştir.”36
Hadis ravilerinin adaleti, diğer mühim bir şart olan zabtla birlikte hem güvenilir olmalarının hem de rivayet ettikleri hadislerin sıhhatinin adeta göstergesidir.

Adâletu'r-Râvî:

Bk. Adalet.



Adâletu's-Sahâbe:

Hz. Peygamber (s.a.s)'le Mü’min olarak görüşme şerefine nail olan, ebedî hayata Mü’min olarak göçen kimselerin gerek hadîs rivayetinde, gerekse öteki hususlarda tam manasıyla adaletli ve güvenilir kimseler olmaları demektir. İslâm Tarihinde önemli bir konudur. Ehl-i Sünnet alimlerine göre, Hz. Peygamber'in ölümünden kısa bir süre sonra çıkan olaylara karışmış olsun veya olmasın, sahabîlerin hepsi adaletlidir. Sahabilerin adalet sahibi olduklarına Kur'ân-ı Kerim ve hadislerde hayli deliller vardır. En önemli bir kaçı şunlardır:


a) Ayetinde 37 bulunan “vasatan” kelimesi “adûlen” yani adaletli manasınadır. Bu duruma göre bu ayetin manası “sizi böylece en adaletli ümmet kıldık” demektir.
b) Ayetinin 38muhatabı, bu ayet indiği sıralarda Hz. Peygamberin çevresinde bulunan sahabîlerdir. Dikkat edilirse “insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet” olarak övülmüşlerdir. Aynı ayette sahabîlerin iyiliği emrettiklerine, kötülükten men ettiklerine ve Allah'a iman ettiklerine işaret edilmiştir. Böyle üstün vasıflara sahip olmakla nitelenen insanların adaletli olduklarına şüphe yoktur. Kaldı ki, Enfal: 8/64; Tevbe: 9/100; Fetih: 48/18 ve 29 ayetleri, Haşr: 59/8 ayeti de sahabîlerin faziletlerine delâlet etmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadislerinde
“İnsanların en hayırlısı benim asrımda yaşayan insanlardır. Sonra, onları takip edenler gelir. Sonra da onlardan sonrakiler...” buyurarak39 sahabîlerin hayırlı insanlar olduklarına işaret etmiştir.
Sahabenin adaletine aklî deliller de getirilir. Bir defa bu nesil, Hz. Peygamber'in sohbetinde bulunmak, onun terbiyesi altında yetişmek gibi sair müslümanların erişemeyecekleri ulvî bir şerefe kavuşmuşlardır. Bunun yanı sıra İslâmiyet ve Hz. Peygamber uğruna insan gücünün gösterebileceği fedakârlığı en üst seviyede göstermişlerdir. Hepsi de iman sahibi, Hz. Peygamber'i seven, yoluna hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan, gerektiğinde canlarını feda etmekte tereddüt göstermemiş kimselerdir. Dinleri uğruna mallarından, mülklerinden, işlerinden güçlerinden, yurtlarından ayrılmaktan; gerektiği zaman en yakın akrabalarına bile karşı koymaktan çekinmemişlerdir. Bunca fedakârlık ancak onların imanlarının ve Hz. Peygamber'e bağlılıklarının, bir de ihlas ve samimiyetlerinin açık belgesini teşkil eder. Çoğunun olağanüstü fedakârlığı ancak imanı ile açıklanabilir. Bir kısmı insanlık gereği bazı hatalar yapmışlarsa da affedildikleri bir gerçektir. İçlerinde daha sağ iken bir Mü’minin alabileceği en güzel müjde ile Cennet'le müjdelenenler olmuştur.
Hz. Peygamber'in ebedî hayata göç etmesinden sonra sahabe arasında çıkan bazı anlaşmazlıklar hiçbir şekilde mevki, şan-şeref, dünya menfaati gibi sebeplere bağlanamaz; zira onlar, eğer bunları isteselerdi, dinleri uğruna bunca sıkıntıya göğüs germelerine lüzum kalmadan kolayca elde edebilirlerdi. Kaldı ki, uğruna ölümü bile göze aldıkları Peygamberleri, kendisine vadedilen dünya menfaatlerine bir an bile olsun kulak asmamıştı. O böyle yapınca ona gönülden bağlı sahabîlerin de yapması tabiî idi. Dahası bir kısım sahabîler, fetihler sonucu İslâm ülkesine katılan yerlere gitmişler; orada itibarın her türlüsünü görmüşlerdi. Bu durumda Hz. Peygamber'i görmüş olma, onunla bir arada bulunma, sözlerini duyma şerefini her şeyin üstünde tutmuşlar; başka bir şeye ihtiyaç hissetmemişlerdi.
Bu ve öteki naklî ve aklî deliller göz önünde tutan Ehli Sünnet âlimleri sahabenin tümünün adaletli olduklarına hükmederek onları cerh dışında tutarak adaletlerini araştırma yönüne gitmemişlerdir. İmâmu'l-Haremeyn el-Cuveyni'ye göre sahabenin adalet yönünden araştırmaya tabi tutulmayışının sebebi, onların İslâm şeriatının ilk hamilleri oluşlarıdır. Eğer onlar Hz. peygamber'den görüp işittiklerini, öğrendiklerini rivayet etmeselerdi İslâm Dinî o devre mahsus bir din olarak kalır; sonraki devirlere intikal etmezdi.
Bununla birlikte bazı İslâm âlimleri sahabîlerin mutlak olarak adaletli olup olmadıklarının araştırılması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bir kısım alimler ise sahabenin adaletinin araştırılmasının fitneden sonra gerekli hale geldiği görüşündedirler. Mu'tezile'ye göre Hz. Ali ile savaşanlar hariç bütün sahabe adaletlidir. Mu'tezile'nin bu görüşünü pek çok İslâm âlimi doğru bulmamıştır.
el-Mâzirî ise sahabenin adaletli oldukları hükmüne bütün Hz. Peygamber'i görenlerin, yahut ziyaretine gelenlerin, yahut da bir maksatla onunla bir an için bir araya gelip sonra ayrılanların dahil edilemeyeceği, bu hükmün sadece devamlı bir arada bulunan, ona destek olup yardımına koşanlar için geçerli olacağı görüşündedir. Ne var ki, el-Alâ'i bu görüşü garip bulur. Ona göre bu görüş kabul edildiği takdirde Vâ'il b. Hucr, Mâlik b. Huveyris, Osman b. Ebî'l-As gibi Hz. Peygamberle sohbetiyle ve ondan hadis rivayet etmekle tanınmış ancak huzuruna gelip görüştüğü halde yanında çok az kalıp geri gitmiş; ondan yalnızca tek bir hadis rivayet etmiş, bir de Hz. Peygamber'in yanında ne kadar kaldığı bilinmeyen çeşitli Arap kabilelerinden yüzlerce sahabînin adalet hükmünden hariç kalması gerekir. O halde sahabenin adaleti konusundaki doğru hüküm cumhurun açıkladığı umumi adalet hükmüdür. Geçerli olan da budur. 40
Öte yandan başta Şi'a ve Râfiziler olmak üzere kimi mezhep mensupları ile onların tesirinde kalanlar sahabîlerin adil olmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Ancak bu iddia indî bir görüş olmaktan öte gitmemiştir. Şu da var ki. bu görüşün, müslümanların büyük çoğunluğunun sahabîlerin adaletli oldukları görüşü karşısında ilmî, aklî ve mantıkî bir tarafı da yoktur.

A'delu'n-Nâs:

Bk. Evsaku'n nas.



A'demu's-Sıhha:

Hadîsin sahih olmaması anlamına gelen bir deyimdir. Bir hadisin gerekli sıhhat şartlarını taşımaması sebebiyle hakkında sahih hükmü verilemediğini ifade eder. Şu var ki muhaddisler, bu tabiri kullanmakla hadisin mutlaka zayıf olduğunu ifade etmiş olmazlar. Hakkında bu tabir kullanılan hadis, sadece hakkında sahih hükmü verilemeyendir. Tabiatiyle böyle bir hadis zayıf olabileceği gibi, hasen de olabilir.



Ademu's-Subût:

Bir hadisin sahih olmadığını ifade etmek üzere kullanılan bu deyim, sabit olmamak manasınadır. Daha çok adem'us-sihha ile aynı manada kullanılmıştır.



Adl:

Sözlükte “Adele” kök fiilinin masdarıdır. Adalet kelimesiyle eş manalıdır ve adalet, adaletli, adil ve mutedil karşılığı olarak çok yönlü manalara gelir. Yerine göre sıfat olarak da kullanılır. O takdirde adaletli anlamını verir.


Hadis Usulü ilminde adi, adaletine hükmedilmiş ravinin bu vasfını belirten bir tabir olarak geçer ve Hz. Peygamber (s.a.s) den hadis rivayet eden bir ravinin rivayetinin kabul edilmesini gerekli kılan ehliyeti ifade eder. Ravi hakkında adlun denilmişse bu onun rivayetleri makbul bir kimse olduğunu gösterir.

Adlu’r-Rivâye:

Hadis rivayeti veya rivayetin kabul edilebilir olması için aranan adalet demektir. Böyle bir adalet, tabiatiyle ravide olacağından Adlu'r-Rivâye, bir anlamda ravinin adaleti olmaktadır.



Adlun:

Bk. Adl.


Adlun Dâbitun:

Adaletli ve zabtı tam manasına ta'dilin ikinci, bazı cerh ve ta'dil alimlerine göre üçüncü mertebesine delalet eden lafızlardandır. Bunun gibi iki ta'dil lafzı bir araya getirilerek kullanıldığında te'kid ifade eder. Bu itibarla hakkında adlun dâbitun denilmiş olan ravi, bunlardan yalnız birisiyle ta'dil edilen raviden daha üst mertebede ta'dil edilmiş demektir.



Adlun Hâfizun:

Adaletli ve hıfzı tam manasına gelen bu tabir de ta'dilin ikinci- bazı cerh ve ta'dil alimlerine göre üçüncü- mertebesinde kullanılan ta'dil lafızlarındandır. Bu gibi iki ta'dil lafzı bir arada kullanılırsa te'kid ifade eder. Bunun için hakkında adlun hâfizun denilerek adaletli olduğuna hükmedilmiş olan ravi, yalnız birisiyle adaletine hükmedilen raviden daha üst mertebede demektir.



Adûl:

“Adale” kök fiilinden mübalağa ile ism-i fail olan adûl lafzı adaletli anlamına gelir ve adalet vasfını hakkıyla haiz olan raviler hakkında kullanılır bir tabirdir.



Ahâdîs:

Bk. Hadîs.



Ahâdîsu'l-Ahkâm:

Bk. Ahkâm Hadisleri.



Ahbâr:

Bk. Haber.



Ahbârî:

Habere mensup, haberci manasında daha çok kıssa, tarih, hikâye ve benzeri konularda haber nakledenlere denir. Muhaddisler, Hz. Peygamber (s.a.s)'le ilgili haberler naklettiklerinden genel anlamda ahbârî sayılmışlardır.



Ahberanâ:

Sözlükte “bize haber verdi” demektir. Hadîs rivayet metotlarından birisiyle alınan hadislerin başkalarına rivayeti sırasında isnatta kullanılan eda lafızlarından biridir. Ravinin hadîsi hangi rivayet metoduyla aldığını göstermekte ve onu şeyhine nisbet etmekte kullanılır. Ahberanâ lafzı daha çok, hadis rivayet metotlarının en sağlamı olan ve şeyh ile talibin bir araya gelmesiyle rivayeti ifade eden semâ' yoluyla rivayette kullanılan üçüncü afızdır. Nitekim el-Hatîbu'l-Bağdâdî, tekil zamiriyle ahberanî lafzını semâ'a delâlet eden lafızların üçüncüsırasında vermiştir.41 Buhârinin, şeyhi el-Humeydî'den naklettiği bir habere bakılırsa Sufyân b. Uyeyne'ye göre ahberanâ, haddesenâ, enbe'enâ ve semi'tu tabirleri birdir ve semâ'a delalet eden lafızlardandır.42 Yine el-Hatîbu'.-Bağdâdî'ye göre ravi, şeyhten işitmek suretiyle aldığı hadislerin rivayetinde semi'tu, haddesenâ, ahberanâ ve enbe'enâ tabirlerinden birini kullanmakta serbesttir. Kadı İyad ise semâ' yoluyla rivayeti imlâ ve tahdîs olarak ayırdıktan sonra şeyhin ezberinden veya yazılı kitabından yapılabileceğini kaydederek bu yolla hadis rivayet edenlerin haddesenâ, ahberanâ, enbe'enâ, semi'tu fulânen yekûlu, kale lenâ fulânun, zekera lenâ fulânun lafızlarının herhangi birini kullanmasının caiz olduğunu söyler. 43


Bu misaller ahberanâ tabirinin genelde semâ'a delalet eden eda lafızları arasında kullanıldığını gösterecek niteliktedir. Bununla birlikte aynı tabir, zamanla semâ' yoluyla hadis rivayetinde kullanılmakla kalmamış, diğer hadis rivayet metotlarının hemen hepsiyle rivayette de kullanılan bir eda lafzı haline gelmiştir. Nitekim İbnu's-Salâh'a göre ahberanâ, önceleri şeyhten işitilen hadislerin rivayetinde yaygın olarak kullanıldığı halde sonraları kıra'at veya arz denilen metotla rivayet edilen hadislere tahsis edilmiştir.44
Abdullah İbnu'l-Mübarek, Yahya b. Yahya et-Temîmi, Ahmed b. Hanbel, Nese'î ve diğer bazı âlimler, ahberanâ tabirinin mutlak olarak arz metoduyla hadis rivayetine bağlanmasını caiz görmemişlerdir. Buna karşılık Hicaz ve Küfe âlimlerinin büyük çoğunluğu, söz gelişi ez-Zuhrî, Mâlik, Sufyân b. Uyeyne, Yahya b. Sa'id el-Kattân, Buhârî gibi hadis âlimleri bunu caiz görürler. İmam Şâfı'î de ahberanâ lafzının sadece arz metoduyla hadis rivayetine ait bir tabir kabul edilmesini caiz görenlerdendir. Buradan anlaşılmaktadır ki, hadis ıstılahlarının oluşmaya, muhaddisler ve raviler arasında hadis rivayetiyle ilgili çeşitli tabirler kullanılmaya başladığı sıralarda ahberanâ tabiri, önce semâ' denilen rivayet şeklinde diğer bazı lafızlarla birlikte kullanılmış, ancak daha sonraları aynı tabir şeyhe arz veya kıraati ifade eden bir tabir haline gelmiştir. Şu da var ki ahberanâ lafzı, haddesenâ ile aynı manada olarak hadisi şeyhden doğrudan doğruya vasıtasız olarak rivayette de kullanılmış, bu iki tabir arasında fark görülmemiştir. Mağrib alimleri de ikisi arasında fark gözetmemişlerdir. Ancak ahberanî tabirinin arz yoluyla rivayete tahsisi yaygın hale geldikten sonra muhaddisler tarafından bu iki tabir arasında fark gözetilmeye başlanmıştır. İmam Evzâ'î, İbn Cureyc, İmam Şâfi'î, Müslim, Abdullah b. Vehbi'l-Misrî, Nese’î gibi âlim muhaddisler de iki tabirin ayrı mütalaa edilmesine taraftardırlar. Bunun içindir ki ahberanâ lafzı, haddesenâ gibi özellikle Şeyhten semâ'ı değil, şeyhin huzurunda okumayı da ifade etmeye başladığında artık aralarında umum-husus ilgisi hasıl olmuş ve her hadis rivayeti için ahberanâ ise de her haber nakletmeye tahdis denilememeye başlanmıştır. Bundan dolayı Ahmed b. Salih, “ahberanâ ile enbee'nâ, haddesenâ nın altındadır” demiştir. 45
Bazı hadisciler ahberanâ ve benzeri tabirlerin icazet ve münâvele yoluyla alınan hadislerin rivayetinde de kullanılmasını caiz görmüşlerdir. Bazıları ise bu tabirle birlikte hadisi tahammül yolunu belirtecek bir lafzın zikredilmesini uygun bulmuşlardır. Mâlik b. Enes, İbn Cureyc, Ahmed b. Hanbel ve diğer bazı hadisciler, ahberanâ ve benzeri eda lafızlarının icazet ve münâvelede kullanılmasını hoş karşılamamışlardır. Meselâ Mâlik b. Enes, “Bu senin el-Muvatta adlı kitabın. Onu yazdım ve karşılaştırdım. Bunun rivayeti için bana icazet ver. Yalnız rivayet ederken ahberanâ Mâlik mi diyeyim; yoksa haddesenâ Mâlik mi?” diyen bir şahsa “Hangisini istersen onu söyle” cevabını vermiştir. Ahmed b. Hanbel ise, Şu'ayb'ın hadislerini, bir kısmını ona okuyarak, bir kısmını ondan dinleyerek, bir kısmını da icazet ve münâvele ile alan el-Hakem b. Nâfi'e, hepsini değil, bir kısmını icazet ve münâvele ile aldığı için, “Bütün bu hadislerin rivayetinde ahberanâ de” demiştir. Bu haberler icazet ve münâvele yolu ile alınan hadislerin de ahberanâ ve benzeri tabirler kullanılarak rivayet edildiğini göstermektedir. Bununla beraber İbnu's-Salâh ve ona tâbi olanlar, bu çeşit rivayetlerde tahammül yolunun açıklanmasını daha doğru bulmuşlar ve hadiscilerin ekseriyetle bu görüş üzerinde birleştiklerini ifade etmişlerdir. Bu açıklama işi de ravinin meselâ ahberanâ icâzeten veya haddesenâ munâveleten gibi ibareler kullanmasıyla olur.
Ahberanâ lafzının mukâtebe yolu ile alınan hadislerin rivayetinde kullanılması ise bazı alimlere göre caiz olmakla beraber, bazı hadisciler bunu doğru bulmamışlardır. 46

Yüklə 2,09 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   51




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin