Hersey seninle guzel



Yüklə 1 Mb.
səhifə12/15
tarix04.11.2017
ölçüsü1 Mb.
#30629
növüYazı
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15

Adana’nın yakıcı güneşi altında kızara kızara büyüyen uzman çavuş, Kürt olan babasını hatırlamadığı halde, ondan nefret ediyordu. Babasını bırakıp kaçtıktan sonra, hangi bataklığa düştüğü belli olmayan Adanalı Türk anasını da, gördüğü anda, lime lime etmek istiyordu. Hayatının her anında bu duygular, onun peşinden gidiyordu. Etrafındaki ödlek askerlere de aynı duygunun gözüyle bakıyordu. Yakışıklı gözcü onu her gördüğünde huylanmaya başlıyordu. Onun gözünde, kendisini yiyen bir şeylerin varlığını görüyordu. Köpeksi korkunç suratı, iğne gibi, ruhuna batıyordu. Onunla her yemek saatinde karşı karşıya geldiğinde midesi bulanıyordu. Onunla yemeğe oturmak bir işkenceydi. Çoğu kez onun karşısındayken, yemeğini yemeden masadan kalkıp gitmişti. Onunla karşılaşmamak için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Operasyonlara katılan çoğu asker, ‘Terörist’in kurşunuyla değil, onun kurşunuyla gitmişti. Kendisini tanıyan her asker, onun bu caniliğini biliyordu. Kimsenin de, kendisine ses çıkardığı yoktu. En üstte duran komutan bile, onun bu caniliğine alkış tutuyordu. Zaten kendisi de, en üstteki komutanın kirli eliydi. En üstteki komutan kendi caniliğini onun eliyle gerçekleştirirdi. Böyle olunca, ona ses çıkarmaya kim cesaret edebilirdi? Ses etmeye kalkışanın gözünü anında çıkarırlardı. Böyleleri olmasa, bu orduyu yürütmek kolay mıydı? Bu ordunun ‘demirden disiplin’i, onların gölgesinde dövülürdü. Onların saçtığı dehşet olmasa, kumdan yapılmış, ayakta durması şüpheli bir kaleden farkı olmazdı. Köpek dişli korkunç surat, bu ‘demir disiplin’in öz temsiliydi. Bu disiplin, o ve onun gibileriyle vardı. Onlar yoksa, disiplin de yoktu. Disiplin yoksa, ordu yoktu, operasyon yoktu, dolayısıyla başarı da yoktu. Yok olan bir şeyin, yürüdüğü de görülemezdi. O açıdan onlar, ordunun gerçek ruhuydu. Ordunun ruhu da onlardı ve o ruh da, şu an arkadan yakışıklı gözcüyü, gözlerinin takibi altında tutuyordu.

Yakışıklı gözcü, onun gözlerini üstünde hissettikçe, mağaranın içinde olduğunu düşündüğü ‘Terörist’lerden mi, yoksa arkasındaki korkunç suratlıdan mı daha fazla korkuyordu, karıştırmıştı. İkisi de bir korkuydu, ama ağır basan hangisiydi bilmiyordu. Bildiği tek şey, ondan nefret ettiğiydi. Gözlerinin bir an dahi onu görmek istemediğiydi. ‘Türk ordusu, bu tip allahın cezası pisliklerden ne zaman kurtulacak? Bu beş para etmez pezevenklerden olmasa, ordu yürüyemez mi yani?’ deyip sövmeye başlıyordu. Sessiz bekleyiş, adeta üstüne çöken bir karabasan olmuştu. Ne yapsa, ne etse altından çıkamıyordu. Üstüne tonlarca kurşun ağırlığı binmişti sanki. Yılların içine girdiği bu saniyeler, neden gitmek bilmiyordu? Onlar gitmezse, dakikalar nasıl gelirdi? Dakikalar gelmezse, saatler nasıl geçerdi? Geçmezdi tabii ki, hiçbiri de geçmezdi. Saniyeler taş olup yere çakılmıştı. Taş gelip dizlerine, yüreklerine, ruhlarına oturmuştu. Her şey kaskatıydı. Sert ve acımasız, ağır ve hareketsizdi. Geçmiyordu işte, geçmiyordu, geçmiyordu, geçmiyordu...

Yüzü benek benek çekik gözlü onbaşı, titreyen elleriyle lav silahını kavramaya çalışıyordu. Yakışıklı gözcü, lav silahını tutmaya çalışan titrek ellerine yapıştırmıştı gözlerini. Sabırsızlığı dilini, dişlerinin arasında sıkıştırmıştı. Karslı Orhan nefesini tutup ne olursa olsun bu anın bitmesini istiyordu. Ölmeden ölmek istemiyordu artık. Yüzü benekli çekik gözlüye bakarak, ‘Ne olur, bitir bu anı, dayanma gücüm kalmadı.’ der gibiydi.

 

 



Mağaranın karanlığında gözlerini onbaşıya diken Mazlum, ruhunu içeren ateşin aleviyle korkularını bir bir yere serip üstüne cesaretin zırhını geçirerek dimdik ayakta, bilenmiş kılıcıyla cengin meydanına atılmak üzereydi. Beklediği tek şey, uçarcasına bu meydana atılmanın ufacık işaretiydi. Şahin keskin gözlerini dışarı dikip bu işareti vermeye hazırlanıyordu. Dudaklarını Mazlum’un kulaklarına götürüp içlerine nasıl dalıp çıkacaklarını anlatıyordu. Mazlum, ne yapacağını kusursuz anlamıştı. Şahin, dudaklarını Hasan’ın kulağından kaldırdığında, Hasan ‘Tamam anladım.’ demişti. Şahin, elindeki karnasının emniyetini sessizce açıp silahının namlusunu, lav silahını omuzlarına kaldırmaya çalışan onbaşının kafasına doğrulttu. Sırası onbaşından sonra gelecek sağ ve sol kenarda görünen askerleri düşündü. Sağ gözünü usulca nişangahın üstüne bıraktı. Sol gözünü kapatıp açık bıraktığı sağ gözüyle, gez, göz ve arpacığı bir yaptı. Onbaşı, arpacığın aynasında poz veriyordu. Arpacık, alnının üstüne konmuştu. Şahin, derinden son bir nefes aldı. Aldığı nefesi getirip yarıda kesti. Mazlum pür dikkat kesilerek kulağını mağaradaki gümleyişin yankısına açmıştı. Hasan’ın nefesi hızlanmaya başlamıştı. Çekik gözlü onbaşı, lav borusunu omuzlarının üzerine bırakmıştı. Karslı Orhan, elini kulağına götürmüştü. Yakışıklı gözcünün parmakları kulaklarında sıkışmıştı.

Şahin, yarıda kestiği nefesini bırakmıyordu. Hislerini, gözlerini ve arpacığı, onbaşının alnının tam ortasında dondurmuştu. Parmaklarını üstüne bıraktığı tetiği, yavaşça geriye çekip boşluğu aldı. Hisleri, gözleri, nefesi ‘Tam zamanıdır.’ deyip parmağının ucuyla son defa tetiği sıkıştırdı. Geriye doğru bir anda çekilen tetik, etrafa dehşet saçtı. Onbaşı, ‘Ay!’ bile diyemeden, boylu boyunca yere devrildi. Karslı Orhan, elini kulaklarından silahına doğru indiriyordu ki, karnasın namlusundan gelen kurşun, göğsünü deldi geçti. Yakışıklı gözcü geriye dönüp ancak üç adım kaçabildi. Gelen kurşun, omurga kemiğinin tam üstüne düşmüştü. Omurga kemiğinin parçacıkları, göğsünde açılan boşluktan fırladı gitti. Yalnızca yakışıklı gözcü, ‘Of anam!’ diyebilmişti. Mağaranın etrafındaki askerlerin her biri, bir tarafa kaçtı. Namluların ucunu nereye doğrulttuklarını kendileri de bilmiyordu. Kendini bir taşın arkasına atıp gözünü mağaradan ayırmadan aralıksız tarayan uçman çavuş, tek başına kalmıştı. Tek başına kalınca zıvanadan çıkıp ana avrat düz gidiyordu. Şahin, düşen onbaşının cesedi üstünden atlayarak, mağaranın önündeki patikayı aştıktan sonra, yokuş aşağı uçarak indi. Şahin dışarı uçarken, Mazlum onu savunma ateşinin altında tutuyordu. Uzman çavuş, başını kaldıramadığından, attığı kurşunlar havayı gelişigüzel delip geçiyordu.

Şahin aşağı uçtuktan sonra, kulak perdelerini yırtan patlama sesleri arasında Mazlum da fırlamaya başladı. Mazlum tam patikayı aşıp aşağı doğru uçacağı sırada, başını kaldıran uzman çavuşun doğrulttuğu namludan gelen kurşunlar sırtından, belinden, bacağından yakaladı onu. Hasan bir anda, Mazlum’u savunmasız bırakmıştı. Mazlum’un üstüne gelen kurşunlara engel koyamamıştı. Bu ani tutukluluk kendisinden miydi, silahından mıydı? O da şaşırmaya başlamıştı. Uzman çavuşun dikkatleri Mazlum’un üstünde toplanmışken, Hasan da şimşek hızıyla aşağı fırlayıverdi. Hasan, uzman çavuşun gözünde bir anda görünüp kaybolmuştu.

Uzman çavuş bağırarak, ‘Kaldırın başınızı vurdum vurdum!’ deyip sağa sola kaçarak namlularını nereye doğrulttukları belli olmayan askerlere cesaret vermek istedi. Mazlum, hafifçe sarsıldığını hissetmişti. İçinden, tarif edemediği bir sıcaklık gelip geçmişti. Ateş çekirdekleri, omurga kemiğiyle birleşmeye gelen sol kaburga kemiklerinin üstüne düşmüştü. Bel boşluğundan girip bağırsaklarını parçalayarak dışarı fırlamıştı. Sol bacağın yumuşak etini delip sağ ayağın şalvarından dışarı çıkmıştı. Sendeleyip tam düşeceği esnada, kendini ayakta tutmayı başarmıştı. Ne patlama sesleri, ne de bedenini delip geçen kurşunlar hızını kesmeye yetmemişti. Hiçbir şey olmamış gibi, sağa doğru yokuş aşağı hızla koşuyordu. Uzman çavuş çıldırarak bağırıyordu. ‘Vurdum! Hain teröristleri vurdum. Kaldırın başınızı, kaçmalarına izin vermeyin!’ diyordu. Başını kaldıran askerler, aşağı doğru her tarafı kurşun yağmuru atında bıraktılar. Mağaranın üstündeki kayalıklarda konumlanan askerlerin namluları da, aşağı doğru ateş kusuyordu. Gözünü teleskopun arka merceğinden kaldıran binbaşı, gözcüye, ‘Bütün vadiyi takip altında tutmayı bırakma.’ deyip hazır bekleyen büyük cihazın üstüne koştu. Çingene Suratlı teğmen başını kaldırıp cebindeki cihazı eline alarak kendisiyle irtibat kuran binbaşıya karşılık veriyordu. ‘Mağaranın içinden çıkıp aşağı doğru kaçtılar komutanım.’ deyince binbaşı hiddetlenerek, ‘Kaçmalarına izin vermeyin, kaçmalarına izin vermeyin! Ne demek oluyor kaçtılar? Ölü ya da diri, onları sizden istiyorum. Onlarsız karşıma çıkmaya kalkışmayın, anlaşıldı mı?’ deyip kesin buyruğu verince teğmen, ‘Anlaşıldı komutanım! Peşlerindeyiz.’ diyerek cihazı yeniden cebine koydu. Binbaşı, karşı sırttan inen öncü kolun komutanıyla konuşuyordu.

‘Önlerini çevirip aşağı vadiye kaymalarına izin vermeyin.’

Talimatı aldıktan hemen sonra, onlar da önden çevirme yapmaya girişti. Suyun karşı tarafına geçen Şahin, karşı sırttan inen kolun önden çevirmeye çalıştığını görünce, bahçelerin içinden yamaca doğru koşarak dikkatlerini üstüne çekmeye çalıştı. Mazlum bahçelerin dış duvarını geçtikten sonra, aşağıya doğru hızla koşmaya devam ediyordu. Ateşin bütün yoğunluğu, onun üzerine kaymıştı. Hasan direkt aşağıya doğru indikten sonra dereye ulaşıp dere içinde saklana saklana köye doğru yukarı çıkıyordu. Önünde askerin bulunduğu bir yer yoktu. Bütün dikkatler aşağıya dönük olduğundan, kimse onun gittiği yönü tahmin etmiyordu. Şahin, sırttan inen askerin dikkatini üstüne çekip arkasından sürüklemeyi başarmıştı. Asker kendisini geçmeden, Mazlum ile Hasan’ın önünü çeviremeyecekti. Hala Mazlum ile Hasan’ın aynı istikamette gittiğini düşünüyordu. Mazlum ile Hasan’ın birbirinden kopup ayrı istikametlerde yön aldığını bilmiyordu. Mazlum’un yaralı olduğunu bilmiyordu. Yaralanma ya da başka bir şeyin olabileceğini, aklına bile getirmek istemiyordu. Önden çevrilip kuşatılmazlarsa, o sık ormanlığa ulaştıktan sonra, bütün ordu da gelse, onların üzerinde hakimiyet kuramazdı. Böyle bir kuşatmanın gerçekleşmemesi için, bütün gücünü sarf ederek askerin dikkatini üstüne çekip arkasından sürüklemeye devam ediyordu. Önünde indirme de yapsalar içine girdiği sık ormanlık, üstünde hakimiyet kurmalarına mani oluyordu.

Hasan, Mazlum’un yaralandığını görmüş gibiydi. Ama, tam emin olamıyordu. Kurşun yağmuru altındayken, hafif sendelediğini görmüştü. Fakat kendisinden, yaralandığına dair herhangi bir şey duymamıştı. Kendi kendine, ‘Herhalde sağ kurtuldu. Evet evet, sağ kurtuldu, küçük bir yaralanma olsa da, pek etkili olmasa gerek. deyip kendini onun yaralanmadığına inandırmaya çalışıyordu.

Mazlum ise bahçelerin etrafındaki sık ağaçların arasına dalmıştı. Bedeninden oluk oluk kan akıyordu. Parçalanan bağırsakları, dışarı çıkmaya başlıyordu. Aşağı sarkmaması için, elini üstünde tutup sıkmaya çalışıyordu. Oraya kadar elini üstünden kaldırmadan gelebilmişti. Kendisini kovalayan askerlerin, uzakta olmadığını biliyordu. Yüzlercesi, peşinden koşuyordu. Kendisinden akan kanın durmasını önleyemiyordu. Yoğun kan kaybı, gözlerini karartıyordu. Başının döndüğünü hissedince, sağa sola sertçe silkeleyip kendine gelmeye çalışıyordu. ‘Sen öyle kolay düşecek adam mısın? Dayanmayı bilemezsen, arkanda koşan bu çakal sürüsünün nasıl sevineceğini biliyor musun? Düşmanını sevindirecek adam olmadığını ve asla olmayacağını göster onlara!’ deyip kendini ayakta tutmaya çalışıyordu. Peşinden koşan askerler kendisine daha ulaşmadan, akan kanı durdurmak istedi. Girdiği ağacın altında diz üstü çöküp raxtını üstünde tutan palaskasını hızla açmaya başladı. Elini yeleğinin sağ yanındaki cebe uzatıp içinden jilet keskinliğindeki bıçağını çıkardı. Bıçağı açıp raxtın üstünde durduğu beline sarılı şutiğinden uzun bir parça kopardı. Kopardığı şutik parçasıyla bacağındaki yarayı sarıp sıkıca bağladı. Bacağını bağladıktan sonra belindeki şutiği hızla açıp bağırsakların içinden dışarı çıktığı geniş açılmış yaranın üstüne getirerek aynı hızla sarıp bağlamaya başladı. Başına sarılı ıslak kefiyesini de başından çıkarıp şutiğin üstüne iyice sardıktan sonra, omuzlarına asılı raxtının kayışını da kısaltıp, palaskasını hemen üstüne kapatarak bir çırpıda ayağa kalktı. Kleşini eline alıp sıkıca kavrayarak sık ağaçların arasından aşağıya doğru son sürat adımlarına hız kattı.

Mazlum’un altından çıktığı ağacın altına gelen bir asker, arkadan gelen Çingene Suratlı’ya bağırarak, ‘Komutanım komutanım buraya bakın!’ deyip teğmenin oraya gelmesini istedi. Teğmen koşarak onun bulunduğu yere geldi. Ağacın altındaki kan birikintisini görünce, gözlerine inanamadı. ‘Bu kadar kan kaybeden bir adam, nasıl da böyle yürüyebiliyor? Hepimiz peşine düştüğümüz halde yakalayamıyoruz onu. Bununki canın dışında başka bir şey mi?’ deyip nasıl hayretlere düştüğünü gizlemeye gerek duymadı. ‘Bu yedi canlı vatan haini, daha fazla uzağa gidemez.’ deyip cebindeki telsizini eline aldı. Bahçelerin yukarı yamacından gelen kol komutanına aşağıya doğru hızlanmalarını, çok yakında bir yerde olabileceğini söyleyip elindeki cihazı yeniden cebine koydu.

Mazlum, yukarı yamaçtan da askerin kendisine doğru kayarak geldiğini görünce, var gücüyle hızını arttırmaya başladı. Bedeninin delik deşik oluşuna aldırış etmemeye çalışıyordu. Bedeninden beynine doğru çıkacak bütün acıları dondurup yerinde bırakmıştı adeta. Acı diye bir şeyi, aklının ucuna bile getirmek istemiyordu. Koşarak kendisine doğru gelen askerin yakınlaştığını görünce, çevik bir hareketle yıkılıp birbirinin üstüne yığılmış bahçe duvarının arkasına atladı. Atladığı taşın arkasında çömelip üst üste yığılmış taşları kendisine siper yaptı. Parmaklarını tetiğe götürüp, gözünü nişangahın üstüne bıraktı. Yakınlaşan asker, namlunun hedefine tam girdiği anda, parmağını hırsla tetiğe yapıştırdı. Ecelini koşar adımlarla almaya gelen asker, bahçenin ortasında boylu boyunca devrildi. Devrilen askerin arkasından gelen askerleri de doğrulttuğu namlunun ateşi altında bırakınca, her birisi çil yavrusu gibi bir tarafa kaçıştı. Onlar paniğe düşüp sağa sola kaçışınca, yarım boy ayağa kalkıp eğilerek gittiği yöne doğru, yeniden hızını arttırdı. Kanı, hala sıcaktı ve akmaya devam ediyordu. Arkasında kan izi bırakmaya engel olamıyordu. Askerin kan izlerini takip ederek ona doğru geldiğini biliyordu.

Zirvenin başındaki binbaşı, teleskopla, bahçelerin içindeki askerin aşağıya doğru koşuşturmasını izliyordu. Teleskopla, yaşanan panik ve kaçışmayı yanlarındaymış gibi görmüştü. Cihazın başına gidip Çingene Suratlı’nın karşısındaymış gibi, ‘Ne oldu kıstıramadınız mı hala?’ diye sorunca, Çingene Suratlı teğmen, ‘Peşindeyiz komutanım, bizden iki yüz metre ötede. Yaraladık onu, kıstırmak üzereyiz.’ diye karşılık verdi. Binbaşı küplere biniyordu. Kendi içinde onlara söylenmedik şey bırakmıyordu.

‘Hepiniz kurşuna dizilmesi gereken korkaklarsınız.’ diyordu. Prestijinin tükenmeye başladığını, yok olduğunu görüyordu. Ağustos’ta başlayacak yeni terfilendirme döneminde rütbesinin yükselmeyeceğini düşündükçe, aklını kaçıracak gibi oluyordu. Bağırarak, ‘Beceriksiz lanet herifler, avuçlarınızın içine girmiş bir iki haini bile avuçlarınızda tutmayı başaramadınız.’ deyip onlara yeniden mesafeyi sordu. Çingene Suratlı, ‘İki yüz metre.’ diye yeniden tekrarladı. Binbaşı mesafeyi öğrendikten sonra, havancıların hazır olmasını istedi. Önce Dadaş’a emretti, ardından ‘Leylak, Zalim, Levent, Panter ve Yıldırım’ diye çağrı yaparak yerlerinde bir süre beklemelerini istedi. ‘Size destek gönderiyorum.’ deyip havancıyla işaretleşti. Havancı, mesafeyi iyice ayarladı. Askerin bulunduğu yerden iki yüz metre ileriyi de hesap ettikten sonra, bizzat binbaşıdan aldığı komutla haşvelerini takıp hazırladığı roketi, mesafenin ölçüsüne göre sabitleştirdiği havan borusunun içine bıraktı. Binbaşı ve orada bulunan bütün askerler, parmaklarını kulaklarına sıkıştırmışlardı. Büyük bir gürültüyle fırlayıp vadiye doğru inen yüz yirmilik havanlar, Mazlum’un yirmi metre önüne düşüyordu. Mazlum, atılan birkaç havandan sonra üzerinden vınlayıp gelen yeni havanların, hangi mesafede düşeceğini kestirmekte zorlanmıyordu. Önünden, sol tarafından dereye kadar ardarda ve metre metre gelip yere çakılan havan roketlerine karşı tedbirini almakta gecikmedi. Önünden sol tarafa doğru düşen havanların, kendisine daha fazla zaman kazandırdığını düşünüp bahçelerin üstüne düşen sağ yamaçtaki sık ormanlığa yöneldi.

 

...


 

Hasan, içinden geçtiği köyü arkasında bırakmıştı. Çırav’ın yamaçlarına tırmanıyordu. Tırmanırken kulağını, vadinin içinden gelen çatışma sesinden koparmıyordu. Zirveden aşağıya doğru inen her iki sırtın üstünde konumlanan askerleri, çıplak gözlerle izliyordu. Askerin önceden zirvede konumlanıp yağmur dindikten sonra bu sırtlardan indiğini anlamak için, pek düşünmeye gerek duymuyordu artık. Sırtın indiği her iki yamaçtan da karşılıklı sesler gelmişti kulağına. Bundan, her iki arkadaşının sağ olduğunu ve halen de çatıştığını çıkarıyordu. O sık ormanlığa ulaştıktan sonra, her ikisinin de buluşma noktasına geleceğinden kuşku duymak istemiyordu. ‘Demek ki şimdiye kadar kimseye bir şey olmadı. O zaman bundan sonra da olmaz.’ deyip kendini rahatlatmaya çalışıyordu.

Mazlum’un, tarama ateşinin altındaki sendeleyişini gözlerinin önüne getirmek istemiyordu. ‘Herhalde, o zaman da bir şey olmadı. Sadece bana öyle gelmiş olabilir.’ diyordu. Islak kefiyesini başından çıkarıp sağ omuzlarından sol koltuk altına doğru bağlamaya çalıştı. Nefes alıp vermekte zorlanıyordu. Çırav’ın üstünden yüzünü göstermeye başlayan güneş, başına vuruyordu. Dudakları kuramaya başlamıştı. Alnından dökülen teri sildikten sonra, yeniden tırmanışa devam etti.

Şahin dikkatlerini üstüne çektiği askerleri, arkasında sürüklemeye devam ediyordu. Elindeki karnasıyla, uzaktan tek tek atışlarla suikastler yapmaya çalışıyordu. Gece geldikleri yolun aşağısına düşen sık ormanlığa ulaşmayı başarmıştı. Bu ormanlığın içerisinde askerin kendisi üzerinde kolay kolay hakimiyet kuramayacağını biliyordu. Hiçbir şey yapmadan, sadece bir taşın altında veya çalılıkların arasında dahi saklansa, üç gün arasalar bulamazlardı kendisini. Arkasından gelen askerler, ormanlığın içine girmeye cesaret edemiyorlardı. Sesler tek silahtan geldiği halde, kaç kişi olduklarından emin değillerdi. ‘Belki birden, hatta üç dörtten de daha fazladır, belki de bizi tuzağa çekmek için tek kişi gösteriyorlar kendilerini.’ diyorlardı. Tek kişi olduğunu görseler dahi, tek kişi olabileceğine inanmak istemiyorlardı. Şahin arkasından sürüklediği askerlerden çok, Mazlum ile Hasan’ı düşünüyordu. Onların da bir an önce gelip kendisinin içine girdiği bu ormanlığa ulaşmalarını istiyordu. Karşıdaki ormanlık da az şey değildi. Ama bunun avantajları daha fazlaydı.

‘Deriye Miştaxe sırtlarına da indirme yapabilirler mi?’ diye tahmin yürütüyordu. Yaparlarsa, buna karşı kullanacağı hattı, şimdiden kafasında tasarlamaya başlıyordu. Öyle olmazsa arkasından gelen askerleri oyalamaya devam edip önündeki vadinin suyunu geçerek Deriye Miştaxe’den inen sırtların yamaçlarına verecekti kendini. Oradan da yamaç yamaç sağa doğru kayıp Mazlum ile Hasan’ın sürdürdüğü çatışmanın gidişatını takip edecekti.

Mazlum, düşen havanları kendine fırsat yapıp bahçelerin üstündeki yamaca ulaşmayı başarmıştı. O da ‘Hasan ile Şahin sağ kurtulabildiler mi acaba?’ diye düşünmeden edemiyordu. Hasan, o anda onu savunma ateşi altında tutmadı diye, ona da kızmıyordu. ‘En dürüst, en temiz insanlarda bile beklenmedik zamanlarda küçük takıntılar, tereddütler olabilir.’ diye düşünüyordu. Tek derdi, sağ kurtulmuş olmalarıydı.

İlk defa kendini kontrol etmeye başlıyordu. Kan içinde kalmadık bir tarafı yoktu. Baştan başa kan kızıla boyandığını daha yeni fark ediyordu. Omurga kemiğine bitişik belinin üstündeki kaburga kemiklerinin parçacıkları, üstüne şutik ile kefiyesini bağladığı geniş açılmış yaranın içinden dışarı çıkmıştı. Bunu, beline sardığı kefiyesine yapışık duran kemik parçacığından anladı. Ne kadar sarılırsa sarılsın, akan kan durmak bilmiyordu. Bu halde kim durdurabilirdi ki? Yaraların üstüne ağırlık geldikçe, habire açılıveriyordu. Bu ana kadar, bir saniye bile durup dinlenmemişti. Yaralarının sızısı artıkça, kan kırmızı yüzü de gerilmeye başlıyordu. Susuzluktan kurumuş dudakları ve boğazı çatlamanın eşiğine gelmişti. Hayatının hiçbir döneminde bu kadar susadığını hatırlamıyordu. Yutkunup yutkunup ağzında oluşturduğu tükürükle boğazını ıslatmaya çalışıyordu. Boğazında kanla karışık oluşan bir damlacık tükürükle, o dayanılmaz susuzluk giderilebilir miydi? Fışkırıp gelen buz gibi kaynağın sularından içmezse, bu çatlatan susuzluğun giderilemeyeceğini biliyordu. Ama şu anda o kaynaklardan birinin başında da olsa, bir yudumdan fazlasını içemezdi. Kendisi de bunun farkındaydı. Parçalanmış bedeni, açık duran yaraları buna imkan vermezdi. Yine de, ‘Bir damlacık olsa da, boğazımı ıslatabilsem.’ diyordu. Toprak, dün akşamdan beri yağan yağmurun tümünü yutmuştu. Yapraklara, ot taneciklerine tutunan damlacıkları da düşürüp içine çekmişti.

Yükselen güneş, artık yakıcı olmaya başlıyordu. Yakıcı güneşe görünmemek için, gölgelerin altında saklana saklana ilerliyordu. Kendisine kolay ulaşamayacakları, saklanmaya elverişli bir yer bulmaya çalışıyordu. Ama arkasında bıraktığı kan izleri, bir yere saklanıp kalmayı imkansız kılıyordu. ‘Geceyi üstüme getirmeyi başarırsam, gerisi pek zor olmaz.’ diyordu. Adımlarının yavaşladığını biliyordu. Bütün gücünü kullandığı halde, daha fazlasını yapamıyordu. Kararan gözlerini açık tutmak için, elinden gelen her şeyi yapıyordu. Ardarda patlayan havanların sesi, kesilmeye başlamıştı. Atılan havanlar durduktan sonra, askerin yeniden peşine düşeceğini biliyordu. Onlar daha ulaşmadan, en uygun yere ulaşmaya çalışıyordu.

Askerler, havanların düştüğü yerleri boydan boya önlerine alıp didik didik arayarak geliyorlardı. Bahçelerin üstündeki yamaçtan dereye kadar avcı kolu biçiminde ilerliyorlardı. Çingene Suratlı teğmen, yamaca doğru çıkıp giden kan izini sürüyordu. Dudaklarına köpek dişleri batık uzman çavuş, teğmenin önünde yürüyordu. Teğmen kan izinin yamaca doğru yukarı çıktığına baktıkça delilere dönüyordu. Böylesine kan kaybeden birinin hala yürüdüğüne inanmak istemiyordu. Üstelik yokuşa vurup çıkıyordu. Üstüne yağmur gibi yağan kurşunlar, göklerden inip etrafında dehşet saçan havanlar, durmadan peşinde koşan yüzlerce askerin hiçbiri, kendisini durdurmaya neden yetmiyordu? Düşündükçe, aklı duracak gibi oluyordu. ‘Hepimiz tek bir adamla başa çıkamayacak kadar aciz düştük, ya kendisine hiç ulaşamazsak ne olur? Binbaşıya, yaralı bir haini elimizden kaçırdık mı diyeceğiz? O zaman rütbemi söküp ayaklarının altında çiğnemeye kalkarsa, beni mahvolmaktan kim kurtarabilir?’ diyordu. Önünden giden askerlerin, ayaklarına batan iğnelere basar gibi yürüdüğünü görünce küfür ederek bağırmaya başladı. Bağırıp küfürler savurmazsa, askerlerin yürüyemeyeceğini biliyordu. Sığırtmacın eline aldığı sopasıyla önündeki naxırı kovalar gibi, o da önündeki askeri kovalamak zorundaydı. Zorla kovalamaya çalışmazsa, bu ineklerin hiçbiri yürümezdi. Hatta dört ayaklı inekleri kovalamanın, bu iki ayaklı ineklerden çok daha kolay olduğunu söylüyordu. Önündeki uzman çavuşun dışında, güvendiği tek bir asker yoktu. Cebindeki cihazı çıkarıp Leylak’a çağrı yaptı. Leylak, ‘Dinlemedeyim.’ diye karşılık verince, onlara hızla yamacın üstündeki tepeye ulaşmalarını söyledi. Kan izlerinin üstünde olduklarını söyleyerek ‘Terörist’in yakında bir yerde olabileceğini bildirdi.

Mazlum, tepenin altındaki kayalığın üstüne çıkmayı başarmıştı. Sık çalılıkların arasında kan revan içinde yürüyerek birbirine yakın ve ardarda dizili yüksek taşlara ulaşmaya çalışıyordu. Kayalığın üstündeki çalılıkların arasında yürürken, aşağıdan bıraktığı kan izlerini takip ederek kendisine doğru gelen askerleri görebiliyordu.

 

 

 



Hasan tırmandıkça, önündeki yokuş sarplaşmaya başlıyordu. Alnından göz çukurunun üstüne boşalan ter, gözünü yakıyordu. Nefes alıp vermekte güçlük çekiyordu. Balon gibi şişen ciğeri, nefes alıp vermeye yetmiyordu. Boğazı kurumuş, dudaklarının üstünde ince beyaz tuz kabukları oluşmuştu. Yanan gözleriyle, taşların üstündeki çukurluklarda kalan su birikintilerini arıyordu. Açlığı, başına vurmaya başlıyordu. Dünden beri boşalan karnı, içine bir şeyler atmanın dayanılmaz isteğini duyuyordu. Taşlaşan ayakları, arkasından gitmek istemiyordu. Sarp yokuş, onu dört ayak üzerinde tırmanmaya zorluyordu. Ellerini de kendine ayak yapmasa, tırmanamayacağını biliyordu. Sağ ve sol tarafında bulunan sırtlarda, yukarıdan aşağıya doğru iki yüz metre mesafeyle mevzilenmiş askerler de, onu böyle tırmanmaya mecbur kılıyordu. Dikkatsizce basıp ayaklarının altından kalkan bir taş yuvarlanmaya başlarsa, kendisini aralarına alan bu sırtlarda mevzilenmiş bütün askerlerin dikkatleri üzerine kayacaktı. Bu, dünden bu yana yapmış olduğu ikinci büyük hata olacaktı. Bunun farkında olmak için, fazla düşünmeye de gerek duymuyordu. Bu sarp yokuşta, hem de tam araya alınmışken kendisini fark ederlerse, şüphesiz ki, bir daha kurtulmayı başarmak sadece bir mucize olurdu.


Yüklə 1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin