İKİNCİ baski



Yüklə 1,91 Mb.
səhifə33/40
tarix25.11.2017
ölçüsü1,91 Mb.
#32827
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   ...   40

- Şu CGP'liler olmasa vallahi içime sindireceğim kabineyi.

Böyle dedi bir CHP'li. Bir başkası -o tarafsız- şöyle düşündü, sesli:

- Ruşen Keleş ile Safa Reisoğlu kazık yemişler diye duydum ama, Ruşen Keleş'e zaten teklifte bulunmamıştı kimse. Keleş çoktandır İstanbul'daydı.

Enerji Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Teoman Köprülüler adını Sadi Irmak'a Ecevit vermişti. Fakat o ad da çok sivri bulunmuş olmalı ki, kabul görmedi. Çok kimse yabancı şirketlerin bile kolları sıvadığını söylüyordu.

... Ecevit bir de İsmail Ertan'ı önermişti, Irmak'a... Turizm ve Tanıtma Bakanlığı için kurtul Altuğ'un -dolaylı yollardan- çaba gösterdiği söylentileri çıktı. Kurtul'un yeni bir kitap yazmasını istemeyenler, Kurtul'u atlattılar.

Millî Eğitim Bakanlığı bekleyen Zekâi Baloğlu, Gençlik ve Spor'daydı. TÖB-DER herhalde, derin bir soluk aldı bu açıdan... Safa Reisoğlu, ne yapacaktı Mustafa Üstündağ'dan sonra bakalım? Mustafa Üstündağ'ın tuttuğu yolu izlerse iyi eder. Bana sorarsa.

Hani, yirmi otuz yıl önceleri bakan olsalar, kimsenin pek ses çıkarmayacağı kişiler, düşündürdü aydıları uzun uzun. Anlaşılan dalga geçiliyordu açık açık.

- Çok maksatlı bir liste doğrusu...

İçlerinde bir teknisyen olarak, günlük işleri görecek biri olarak beğeneceğiniz kimse yok mu, olmaz olur mu? Şimdi onlardan söz etsem, biliyorum öyle diyecekler:

- Kabinede solcu da varmış bak...

Bir de yeni hükümetin en büyük yararı, CHP'yi MSP'den kurtarmak oldu, yalan mı? Şimdi herkes seyirci, kimse iktidar değil...

Ama, bütçe geliyor, bütçe nasıl görüşülecek? Madem teknisyenler hükümetidir, onlara yardımcı olmak gerek eleştirerek, konuları kurcalayarak değil mi? Bütçenin görüşülebilmesi için Anayasa'ya göre, bir iktidar partisinin bulunması zorunlu. Bu duruma göre, CGP'yi mi iktidar sayacağız. Bütçe Plan Komisyonu'nda iktidar üyelerinin sayısı muhalefetten fazla oluyor, başkan da iktidardan. CGP'nin verseniz bile adamı yok oturacak sandalyeye. Grubu üç belâ ayakta duruyor, işte böyle...

Herhalde büyük anayasal tartışmalar çıkacak bu nedenlerden.

Halil Tunç da, önünde sonunda dediğini yaptırdı. Şimdiye değin hep, "Çalışma Bakanı bizden olsun" yahut "bizim dediğimiz olsun" diye çırpınırdı. Baktı olacak gibi değil, kontenjana girdiği gibi, kabineye de adamlarını sokuverdi işte. Kabinedeki "komando" bakanları düşünüyorum...

"Erken seçim" sözünü belki de ettirmezler, yasaklarlar ne bileyim. Erken kalkma, erken yatmak da yasaklanır artık. Akşama dek uzan yat, ona karışmazlar belki taktikçilerimiz...

Sadi Irmak Hükümeti'nin üyelerine şöyle bakınca, eski Başbakan Ecevit, rahat bir soluk alabilir. "Bu bizim hükümetimiz değil" diyebilir. Galiba, onun ve CHP'nin istediği buydu.

Süleyman Bey de, "Bunların çoğunu hiç tanımıyoruz ki, programa bakalım" diyecektir. Programda "erken seçim" sözü geçmezse, arkadaşlarını toplayıp, bir güzel "kebap" yiyecektir.

Kim ne derse desin, kim ne yerse yesin, siyasal olaylar çok çabuk gelişecektir Türkiye'de.

*

Refik Necdet Aktaş'ın "Atatürk'ün Bağımsızlık Savaşı Nasıl Başladı?" kitabını okuyordum. Kitabın yüzüncü sayfasında Harput Valisi Ali Galip'in ihaneti ve oyunları anlatılıyor. Ali Galip, Mustafa Kemal'i yakalatıp İstanbul'a teslim etme düşleri kuran adam. Kitabın 106'ncı sayfasında Mustafa Kemal ile Ali Galip'in karşılaşmalarını şöyle anlatıyor Refik Necdet Aktaş:



"Sanki tutukluymuş gibi, Ali Galip ve yanındakiler Mustafa Kemal'in, karşısına çıkarıldı. Kaşları çatık, yüzü asıktı Mustafa Kemal'in. Ali Galip'i çok ağır bir biçimde payladı. Bir yandan onu alçaklığını, bayağılıklarını anlatıyor, öte yandan da Anadolu'daki ulusal direnmeyi kafasına sokmaya çalışıyordu Ali Galip'in. Ali Galip neye uğradığını şaşırmıştı. Yutkunup duruyordu. Mustafa Kemal birden elindeki tesbihi sehpanın üzerine atıverdi. Yüksek sesle konuşmaya başladı:

"- Benim bildiğim askerler mert olur. Mertlikten de öte, civanmert olurlar. Askerlikten ayrılmakla, Türk askerine özgü bu niteliklerden uzak mı düştünüz? Nedir bu yaptıklarınız?... Kimlere hizmet ettiğinizin ya da kimlere ihanet ettiğinizin bilincinde misiniz? Hiç düşündünüz mü bunu?"

Ali Galip, Mustafa Kemal'e karşı davranışlarının dış yüzüne önem verilmemesini dileyerek, söze başlamış, Elâzığ Valiliği'ni kabul edişini, ulusal savaşa katılma gibi bir isteğe bağlamıştır. Buyruk almağa hazır olduğunu belirten Ali Galip, Mustafa Kemal'i sabaha dek oyalamayı başarmış, hattâ O'nu bu oyuna inandırmıştır."

(18 Kasım 1974)


KALİGULA...


Kabinede kaç komando eğilimli üye var, diye sordum. Eylemlerini görmeden adlarını yazmak, açıklamak istemiyorum. Herhalde onlar, zaman içinde belli edecekler yerlerini, o zaman yazarım. Kimler Masonmuş, kim kimin damadının eski iş arkadaşıymış, bunların üstünde de durduğum yok.

O kadar karamsar da değilim hani, çok kimseye göre, bunun olumlu yanları bile var.

- Partilere dayalı hükümetler kurmak, onların görevi değil mi? Birleşip niye hükümet kurmadılar da, CGP'ye bıraktılar? Bütün kabineyi veriniz dolduracak üyesi yok. Bunalımlar da hep böylelerine yarıyor ha, bekliyorlar kuyrukta sanki.

Bir de cuntacılardan hoşlanmıyorum. Tembel yapılı oluyorlar ayrıca. Silâhları da var. İlk sözleri o:

- Davranma...

Ben hoşlanmıyorum, dedim ya.

Masonlar biribirlerini tutarlarmış. Devlet, hükümet basamaklarında uzun yıllar sözleri ondan dolayı sürekli geçmiş. Şimdi öyle mi yine bilmem, örneğin Devlet Su İşleri'nin başında ünlü bir Mason varmış, sonradan gelenler de bu geleneğe uyacaklar. Süleyman Bey, küçücük bir memurken çıkış yolları önünde buharı da görmüş olmalı. Çok gezmez ne açıklamalar çıkar gazetelerde, okuruz.

Sadi Irmak Hükümeti'nin programını, bekliyorum ben eleştirmek için. Eylemlerini gözlüyorum. Çok kişi, kabinedeki bazı adları görünce duruyor şöyle bir, "tanımıyorum ki, ne diyeyim..." gibisine bekliyor. Tam geçiş dönemi işte, demokrasiye geçiş dönemi diyorum buna ben...

*

Mersin'de bir "adı adresi saklı" yurttaş, şöyle yazmış:



"6 Kasım Çarşamba günkü yazınızı okudum. Biraz uyanır gibi oldum. Karamsarlığın, umutsuzluğun kara bulutlar gibi üstüme çöktüğü her akşamdan biri gene. Hani, "kendi vatanımızda vatansızlar gibi" demişler ya, o kadarla kalmıyor bizimkisi. Günün her saatinde "barış içinde birarada" yaşıyoruz, "ekmeğimize aşımıza göz koyanlarla." Ömrümüzü sicim sicim burnumuzdan getirmeğe çalışıyorlar sözün kısası. Elli yıl yaşayacaksak bunun on yılını kaydırıveriyorlar, bizi acılara boğuştura boğuştura. Ne yapmalı? "Özgürlük ortamının tam geldiği söylenemez biliyorsunuz. Ben de diyorum ki "o" diyoruz, öküz dedin diye sırat köprüsünden geçirtiyorlar hâlâ kimileri. Beyaz güvercinlerimiz nerede ola ne yapmalı diye kafam çatlıyordu bir başıma. En sonunda karar verdim, size yazıyorum işte." başım doktor, bu başıma bir çare..."

"Nerden mi yazıyorum? Hani şu Akdeniz'in ortasında inci gibi bir çiçek var ya, oradan işte. Gerçekten bir ışık, deniz ve yeşillik cennetidir Mersin. Çok kısa bir süre önce bu kıyılardan yavru vatana "barış için savaşmaya" çıkmıştı Anadolu'nun yiğit çocukları. Özgürlük adına demokrasi ve kardeşlik adına gitmiştik oralara. Ölen ölmüş kalan sağlar bizim olmuştu gene. Neyse burnumuzun dibindeki kan ve ateş günlerini geride bıraktık, günlük yaşantımıza döndük. Tabiî bu arada "özgürlük ve demokrasi" savaşımızı da Kıbrıs'ta unuttuk anlaşılan.

Onbeş gün kadar önce de Sayın Lâle Oraloğlu Hanfendi gelmişti Mersin'imize. "Yengenin Fili"ni oynadı yağlanmış yengelere kaç zamandır işte bu "Yengenin Fili" nin oynandığı halkevi salonunun kapıları geçtiğimiz pazar günü saat 10'da DİSK'e bağlı Hür Cam-İş Sendikası'nın daha önceden izin alınmış sohbet toplantısına kapatıldı. Gelenler inceltilmiş vatandaş değil, halktır çünkü. İşçilerdir... Daha dün, kaymakam durdumadı mı oyunu iki dudağını kıpırdatarak? İçişleri Bakanlığı genelge yayınlamışmış, 26.6.1973'te. Tiyatrolardan oyundan önce yazılı metin istemek anayasaya aykırıdır, diye. Valiye şehir içi yıldırım telgraflar çekilip, duruma el koyması istendi. Ne garip ki, ülkemizde yasalara uymayanlar değil, yasalara uyulması gerektiğini hatırlatanlar sanık sandalyesine oturtuluyor hep. Sayın emniyet müdürü -söylenir ki MSP-DP sentezli- kulağına hoş gelmeyen sözlerin oyundan çıkarılmasını mı istemişmiş? Ama o sözcükler de biz yerimizden oynamayız mı dediler sabah ola hayrola, uyuyanlar uyana, savacılık soruşturmaya dayana. Oyunda bir yer var: Adamın biri oğlunun adını "düzen" koyar. Herşey keyifle, iki dudak arasından çıkan lâfla olmuyor mu? Bu da böyle istemiş kime ne? Adamın oğlu, bu ne derse der. Savcı Bey soruyor:

- Düzene ulan denir mi, ulan.

İşte böyle hali pür melâlimiz emekçi arkadaş..."

Okurlar yazarlardan hiç de geri değillerdir, bunu söyler dururum. Yanlış mı?

*

Ümit Kaftancıoğlu'nun Tüfeklileri'ni okuyorum. Kaftancıoğlu Tüfekliler'de düşünü ne kadar geniş tutuyor. Bazı politikacıları "Kaligula" ya benzetiyor. Şöyle diyor bir yerinde özetle:



"- Çok iyi bilinir ki, beli bir iş yapamayan, beceriden yoksun kimseler ters iş çevirirler. Kaligula tarihin yazdığı biridir. Atını senatoya üye yapmıştır. Bitkiler de bir örnektir. Hiç bir işe yaramayan otlar vardır, yiyeni öldürür. Yılan, akrep örneği de ortada. Akrep neye yarıyor? Ayağınızı dokundurduğunuz zaman sokup zehirliyor..."

Sanatçı, romancı toplumun sorunlarını, olaylarını gündemine aldı son yıllarda. Bir gazete röportajı okur gibi okuyorsunuz.

Yeni bakan adaylarını, tanımadıklarımızı tanımaya uğraşıyoruz. Okurlardan biri telefon açıp birini tanıttı, şöyle:

- Amaaan o mu? Balkona pijamasıyla, çıplak ayağıyla çıkar. Ayaklarını balkon demirine uzatır. Karşı pencereleri gözetler gizli gizli. Eline de bir gazete alır, okumaz.

Dönemler nasıl değişiyor farkında mısınız?

(19 Kasım 1974)


ÇADIRI KİM KURDU?


Önceki gün Meclislerde hükümet programı okunurken, doğrusu herkes kendi havasındaydı. Buna, herkes bir başka havadaydı da diyebilirim. CHP grup yöneticileri Fikret Gündoğan ile Salih Tanyeri, Senatör Muhsin Batur'u çağırmışlar, bir saat kadar sürecek bir görüşmeye dalmışlardı. Görüşme sanıyorum, Batur'un Cüneyt Arcayürek'e verdiği demeç arkasından Ecevit'in yapacağı açıklamayla ilgiliydi, ne bileyim.

Batur'a sorarsanız ne yapsaydı yani, bir köşeye çekilip oturmalı mıydı? Yönetim Kurullarına olsun girmemeli miydi? Memlekette özgürlük yok muydu yahu?

Kulislere alışkın bakanlar fazla keyifli değildiler doğrusu. Bu pek "bir günlük beyliğe" benziyordu. Tatsızdı anlayacağınız. Buna karşın, "bak, biz de bakan olduk yaa." gibisine çevreye caka satanlar da yok değildi hani.

AP'den, CHP'ye el altından haberler geliyordu:

- Dar bölge çoğunluk sistemini kabul edin, biz de 18 yaşı kabul edelim. Turan Güneş içinden söyleniyordu:

- Annen güzel mi?

Karşı çıkıyordu. AP, gerçekte CHP'yi tam bir tökezletip masa başına öyle gelmek istiyordu. Süleyman Bey, şu CHP'yi bir yıpranmış görebilseydi, bütün dileği oydu. Bunun için köşelere, kıyılara niyet taşları yapıştırıyordu belki evden çıkarken.

DP, son günlerde tam bir yanar döner havaya girmedeydi. Hani, MSP'ye güçlü diyenler nerede? Şimdilik başta o kaçıyor seçimden.

Ecevit bastırdıkça bastırıyordu, erken seçim diye.

Sadi Bey, programı okurken en çok nerde alkışlandı biliyor musunuz?

- Parlamentoda temsil edilen siyasî partilere dayalı hükümetlerin etkinliğine inanmış kimseler olarak, en geç, parlamento çoğunluğuna dayalı bir koalisyon hükümeti kuruluncaya kadar veya yüce Meclisce karar verildiğinde, yeni bir seçim yapılıncaya kadar işbaşında kalacak olan hükümetimiz, bu ihtimallerden birinin en kısa zamanda gerçekleşerek bu nitelikte kurulacak bir hükümetin hizmeti bizden devralmasını en halisane dileklerle beklemektedir.

İşte bu sözleri söylediği sırada alkışlandı daha çok. Daha çok değil, hemen hemen bir bu sözleri söylendiğinde alkışlandı demek daha doğru. Senatörler, ne de olsa "okumuş", "oturmuş" kişiler. Onların alkışları daha da uzun sürdü.

Ancak, hükümet üyelerinin tümünün böyle "erken seçim" istediklerini kimse ileri süremez doğrusu. Sadi Bey'in de nesine erken seçim? CGP'lilerin de nesine, öyle değil mi? Birkaç bakan, hükümetin göreve geliş nedenini unutmaz, direnirlerse bu da bir şey anladığım. Hükümet erken seçimden yana ise, CHP'nin önerisini benimseyebilir, meclislerde görüşülmesini sağlayabilir, yoksa programda söylenenleri içtenliğine kimseyi inandıramazlar. Lâfla seçim, gel keyfim gel.

Süleyman Bey parlamentoya dayalı bir azınlık hükümetine veryansın etti, "vaaay, işgalci" diye. Neden şimdi ses çıkarmadı dersiniz? Kıs kıs gülüyordur:

- Oh ya Ecevit'e de kurdurmadım ya... Başbakanlıktan indi ya.

Bu hafta, sanıyorum oldukça "hareketli" bir hafta geçireceğiz. Her yönden, hareketli.

*

Daha bir çok şeyin içyüzü aydınlanmadı. Zeyyad Baykara neden yarıda kaldı, o bilinmedi. İstanbul'da bazı çevrelerin boş durmadıklarını duyuyorduk.



Baykara'nın başbakanlığı çıkmaza girdiği gün, İstanbul'da aralarında ünlü Masonların da bulunduğu bir yemek verilir. Yemek aslında "Halk edebiyatı" üstüne bir konferans nedeniyledir. Sadi Bey de orada. Yemekten sonra, yemeği veren ünlü bir kişinin Harbiye'deki evine gidilir. Söz döner, dolaşır başbakanın kim olacağına varır. Takılanlar olur.

- Bir de bakarsınız başbakanlık sizde.

Irmak, umur görmüş adam, boş verir.

- Devlet bizim ayağımıza gelsin... Der geçer.

Rastlantılara bakın, tam o sırada bir telefon:

- Başbakanlığa atındınız, hemen Ankara'ya...

Söylenti bu ya, Irmak ayağa fırlar, ilk muştuyu verir:

- Gözünüz aydın, Mustafa Üstündağ'dan kurtuldunuz. Konya'dan bile ayağını keseceğim.

Kabinede de ne kadar Konyalı var. Üstündağ yok ama...

Geçenlerde, daha başbakan ne atanmamış. Arkadaşımız Yeter Hanım, televizyonda Sami Irmak'ın, konuşmasını dinleyince dayanamamış:

- Ne konuşturup duruyorlar bu adamı, yoksa başbakan mı olacak?

- Aaaa, bir hafta geçmedi, Irmak başbakan olmaz mı? Pes yani, Yeter.

Kabine, kuruldu ya siz ona bakın. Azından politikacıların, parti liderlerinin buna fazla diyecekleri olmasa gerek.

Daha önce de değindiğim gibi, siyasal partilere dayalı bir hükümet kurulana dek, güvenoyu almasa da işbaşında bu hükümet. Kısa ömürlü de olsa, işlevlerine, eylemlerine bakacağım ben.

(26 Kasım 1974)

KUZU BULANIK HAVAYI NİYE SEVSİN?


Mecliste bir yabancı gazeteci kolumu tuttu.

- Bugün neye acıdım biliyor musunuz?

- Neye?

- Bakanlara. Baksanıza, güvenoyu almayacaklarını bile bile kurbanlık gibi oturuyorlar.



Kendini bakanların yerine koymuş demek arkadaşım. Yooo, bana sorarsanız pek öyle durumları yok. Maşaallah turp gibiler. Öyle üzgün ne olsalar, daha işe başlar başlamaz kararname furyasına dalarlar mıydı? Kültür Bakanı Bayan, Müsteşar Bozkurt Güvenç daha önceden istifa ettiğinden, onun odasına mı oturmuştu? Niye beğenmemiş odayı da değiştirdi bakalım? Neden odadaki perdelerin değiştirilmesini istedi? Üç günlük bakanlıksa, eski perdelerle döşeli odada da oturabilir öyle ya... Hem öyle üç günlük işlerden korkarım ben. Üç günde rahat üç yıllık partizanlık ne yapılabilir.

- Filân bizdendir, onu kollayıverin.

- Hay hay.

Önceleri kadrolara MSP'li mi dolardı, üç günde ya da üç ayda, CGP'lilerle dolduğunu görürüz. Yazarız o kadar. Zaten yazıdan çiziden fazla alınan yok mu zamanda. Bir araştırma yapılmalı, Irmak Hükümeti bakanları ise başladıklarından güvenoyuna gidene dek, ne kadar atama yaptılar, kimleri atadılar üç-beş günde? Bakalım ne çıkar?

Sadi Irmak bilmiyor muydu işe girişirken güvenoyu alamayacağını? Bence bal gibi biliyordu. Ecevit, kendisine azınlık hükümeti kurma görevi verildiğinde Süleyman Beyler, Ferruh Beyler demeçleri patlatıp veryansın ettikleri sıra, götürüp, "Emaneti" Korutürk'e vermedi mi? Sadi Bey de verebilirdi. Neden vermedi? Irmak kabinesinde görev alan bakanların çoğunda hâlâ neden bir "vatan kurtaran aslan" pozları var? Çoğu "biz geçici hükümetiz" bile demiyor, yok odanın perdeleriymiş, yok şuymuş yok buymuş bunlarla uğraşıyor.

İşin asıl kaygı duyulacak yanı, "güvenoyu da alamadık, artık bizim sorumluluğumuz da olmaz" düşüncesine kapılanların çıkması olasılığı.

Hükümet programı, kabinede neden sulandırılmıştır öyle? Örneğin, söylentilere göre, Enerji Bakanı "ulusal petrol" konusunda daha ilgi çekecek sözler yazılmasını istemiş, ama bulanmış bu sözlerde kurulda. Programdan da hükümetten de fazla bir şey beklenmiyordu doğru, ama hükümet olarak yurtta güvenin sürdürülmesinden de sorumludur hâlâ. Bunu gidinceye kadar unutmamalıdır.

Güvenoyu almamış hükümet olarak, CHP'nin verdiği erken seçim öneresini benimsemezse, öneri Meclisler'de görüşülemez. Hükümet en azından bunu benimsediğini açıklamak zorunda.

Neyse, elbette uygulamalarını görmeden hükümet üzerine, üyeleri üstüne yazıp çizmek de yakışık almaz. Bekleyeceğim.

Ufukta açık seçik görünen artık "erken seçim" dir. Mustafa Üstündağ Trabzon'da konuşurken şöyle demiş:

- Erken seçim kaçınılmazdır. Bunun kaçınılmazlığını sizler Ankara'ya baskılarınızla sağlayacaksınız. Seçimden kaçanları da köylere sokmayacaksınız.

Süleyman Bey de, "erken seçim kaçınılmazdır" diyor. Arkadaşlarımız Genel İdare Kurulu'nda yapılan bu konuşmaları öğrenip yazdılar. Basın işleriyle uğraşan Selâhattin Kılıç telefon etti:

- Genel Başkanımız Genel İdare Kurulu'nda böyle söylemedi. Lütfen düzeltir misiniz?

Zaten benim aklım pek yatmamıştı Süleyman Bey'in öyle diyeceğine.

Çocukluğumda, ilçemize bir şarap fabrikası yapılacaktı. Bir şarapçı ustası geldi. Alman mühendisler dışında gördüğüm belli başlı teknik adam bu şarapçı ustasıydı. Şarapçı ustasının bir cümlesini hiç unutmamıştım. Hep o konuşur, yanındakiler dinlerlerdi. Şöyleydi cümlesi:

- Geçim hususatı başka, aile hususatı başkadır. Bazı adamlar anasının gözüdür.

Ne lâf amma, derdim içimden.

Süleyman Bey'i dinlerken de o şarapçı ustasının lâfı gelir.

- Seçim meselesi başka, hükümet meselesi başkadır.

Teknik adamlar başka oluyor vesselâm.

Süleyman Bey'in asıl istediği CHP- MSP ortaklığının sürüp gitmesiydi. Olmadı, çaktı durumu Karaoğlan. Beyin takımından Turan Güneş öyle dedi bir gün:

- Salma deve, gelmez eve.

Açıklaması: Ne yapacaksanız, kurallarına uygun olacak. Biçiminde de, özünde de demokrasiden uzaklaşmayacaksınız.

Belki de Turan Güneş'e bundan kızıyorlar. Ecevit'i yalnız bırakmıyor diye.

Yugoslav Elçiliği'nin kokteylinden önceki akşam, Ecevit de varmış, ben göremedim. Turan Güneş, Deniz Baykal, Halûk Ülman, Ahmet Yüceok ordaydılar ama. Sonra toplu ayrıldılar. Beyin takımı elbette, birşeyler düşünüp tartışacaklar. Ne kadar kalabalıktı Yugoslavların kokteyli. Ulusal günleri, bayramları elbet. Orada, Necdet Uğur'la, Suphi Karaman'la, Cihat Bilgehan'la uzun uzun söyleştik, konuştuk.

*

Prof. Sadun Aren'in "Pazar Yazıları"nı okuyorsunuzdur. Ama, Sadun Bey'le konuşmak, yazılarını okumak kadar hatta daha fazla hoşuma gider. Anlatıyordum Sadun Bey'e:



- Türkiye'de havanın bulanıklığından komandolar, kurtlar yararlanmak istiyorlar. Hükümetlerin cılız oluşu, onlara yarıyor. Bir de komando kafalı bakanlar oldu mu, kaygı duyuyor insan gelişmelerden.

Sadun Bey, Pazar yazısını getirmişti Büro'ya. Gelen Yeniortam okurlarına tanıştırdım onu. Nasıl sevindi okurlar. Güzelce özetledi benim demek istediğimi:

- Hem, kuzu niye sevsin bulanık havayı?

*

Sağlık Bakanı Kemal Demir, Haydarpaşa Hastanesi'nin bodrum diplerinde ölüme bırakılmış Yusuf Küpeli'yle ilgilenmiş. Ancak, bana yanlış aktarılmış. Yusuf Küpeli, Haydarpaşa'daki sivil hastanede değil, askerî hastanede imiş. Sağlık Müdürü, Haydarpaşa Askerî Hastanesi'nde yattığını saptatıp durumu bakana bildirmişler. İlgisinden dolayı Kemal Demir'e teşekkür ettim ama, durum yine düzelmiş olmadı ki. Kim sorumludur Haydarpaşa Askerî Hastanesi'nden? Millî Savunma Bakanı İlhami Sancar mı? Genelkurmay Başkanı Sancar Paşa mı? Onların ilgilerini bekleyeceğim şimdi. Haydarpaşa Askerî Hastanesi'nin bodrum diplerinde, ölüme hükümlü de olsa ölüme bırakılamaz kimse.



(30 Kasım 1974)

BİR FAŞİZM PROVASI


Emniyet Şube Müdürü, sorguyu okudu. Öğrenci, "Siyasal kanaatiniz nedir?" sorusuna şu karşılığı vermişti:

- Milliyetçi, Türkçü ve Atatürkçüyüm...

Müdürün gözleri açıldı. Memurun kulağına fısıldadı:

- Bu komando...

- Nerden anladınız müdürüm?

- Görmüyor musun, ifadesinde açık açık ben komandoyum, diyor. Bak sen ne yap... böyle, "milletçiyim", "Türkçüyüm" filân diyenlerin yanlarına birer işaret koy, bakalım ne kadar komando yakalamışız?

- Peki efendim.

Emniyete 162 kişi götürülmüştü. Bunlardan on biri kız, gerisi erkek. Üç gündür emniyetin bilmem kaçıncı katında boşu boşuna bekletiliyorlar, ne tutuklanıyorlar, ne salıveriliyorlardı.

Birara emniyete, merkez valilerinden birinin eşi geldi. Orhan Akbay'ın eşi. Onun da kızı gözaltına alınmıştı. İşkence de yapılmasından korkuyordu. Tanıdık emniyetçileri görünce, içi rahatladı kadın evine döndü.

Olayın başından başlayalım. Üç-dört gün önce Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesine komandolar saldırmışlar, kendilerini ve okullarını savunan öğrenciler, içeri doluşup kapıları tutmuşlardı. Saldırgan komandolar, polis -nedense geç gelir- gelinceye kadar taşlar, sopalarla devrimci öğrencileri döğmüşler, polis gelince de:

- Bakın içerde komünistler boykot yapıyorlar... deyip seyre dalmışlardı.

Polisin tutumu, komandoların zorbalıklarını protesto için örgütlerine Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneğine, yürüyüşe geçen gene öğrenciler, panzerlerle kuşatıldılar. Beşer, onar arabalara doldurularak emniyete götürüldüler. Neden onlar götürüldüler? Benim öğrendime göre, bir onlar götürülmemişlerdi. Komandolardan da tek tük götürülenler olmuştur. Fakat, hangi işgüzarlıktan olursa olsun, "masum" yüzden fazla genç öğrenci, üç-dört gün emniyet salonlarında sabahlatılmıştır. Geceler ne kadar uzundur ve uzun gecelerde sabaha kadar yerlere uzanıp yatan genç insanlar neler düşünürler? İçişleri Bakanı Mukadder Öztekin, birkaç gece öyle orada yatsa, ne düşünür, ne tasarlar acaba? Polis tedbirleriyle hiç bir sorunun çözülemeyeceğini polisler anladı da, yöneticiler hâlâ kavrayamadılar. Nerede Millî Eğitim Bakanı? Eğer istifa edecek kadar da heyecan duymuyorsa, bu faşizm provasından hiç ortaya çıkmasın, ortalarda dolaşmasın Türk gençliğini eğiteceğim diye. 162 genç... Onbiri kız. Birkaçı komando, çoğunluğu devrimci gençler... Büyük çoğunluğuna bulunan suç, "dersi engellemek..." Çocuklar güler buna. Dersi engelleyen, saldırgan olan mıdır yoksa bir demokratik hak olan boykotu yapan mı? Boykotu yapanın bir düşüncesi var: Şöyle:

- Belki yöneticiler, bakanları, başbakanları, cumhurbaşkanlarını sorunlarına, gençliğin sorunlarına çekebelirim. Belki beni de çağırırlar da, "gel oturup konuşalım, ne istiyorsunuz?" derler.

İşçilerin tanıtma grevine benzer bir şey. Öylesine doğal bir hak.

Onu kırmak için, saldırmak faşistliktir işte.

14 Ekim'den bu yana yani bir yıldan beri ülkede birşeylerin değiştiğini, fakat faşizm özlemlerinin de uzaklaşmadığını yazar dururum ya, emniyete götürülen 162 gencin başlarına gelenler, bu özlemin bir provasıdır işte. Zorunlu olarak, kursakta kalacak bir prova...

Gazeteler de nasıl mal bulmuş gibi saldırıyorlar kendi çocuklarına:

- Öğrenci olayları başladı..

Yok bazılarında şöyle:

- Sol-sağ çatışmasında bilmem ne kadar yaralı var...

Neden bu yaralılar tek yandan olur, onu bile düşünmezler. Basın, halkın biliçlenmesinin, ne on yılı, yüz yıl gerisinde daha. Geçenlerde kendi kendimizi, gazetecileri de ele alayım, eleştireyim dedim ya, aman efendim dümenlerine taş atılanlar nasıl köpürdüler, ateş püskürdüler anlatanmam. Bunlar mı görecekler, gençliğin sorununu?

Bu "Ankara Notları"nı okuduğunuzda belki gençlerden bazıları emniyetten serbest bırakılmış olacaklardır. Bazıları da "elebaşı" ne diye, sıkıyönetime verileceklerdir.

İşgüzerlar, başlarını elleri arasına alıp düşünmeliler iyicene. Ne yaptıklarını iyi bilmeliler. Bir Amerikalı uzman bir gün şöyle demişti:


Yüklə 1,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin