TENBÎH
Şerefli rûhânî zâtının üzerine koruyucu ol! Ve onun kıymetine ve ne için vücûda getirildiğine ve ondan amacın ne olduğuna ârif ol! Ve mümkün olduğu kadar, ayakta ve otururken ve harekette ve sükûnda ve bütün fiillerinden bunun gibilerinde, onu ancak ilâhî ulvî işte tasarruf eyle! Şimdi tahakkuk edici ol! Hızır “ve mâ fealtuhu an emrî” (Kehf, 18/82) ya'nî “Ben onu kendi emrimden işlemedim” dedi. “Yıldızlara bir bakış baktı da ben hastayım dedi” (Saffât, 37/88-89) “Ve mâ yentiku anil hevâ” (Necm, 53/3) ya‘nî “Hevâdan söz söylemez.” Ve mülkünde bir işi hemen yerine getirmekten sakın, tâ ki onun hakkında yardımcınla istişâre et! Çünkü senin onunla istişâre etmen onun kalbinde senin dostluğunu tesbît eder. Ve dostluk şefkati verir; ve şefkat nasihatı verir; ve nasihat adâleti verir. Ve memleketin devamlılığı adâlet iledir. İşte imâmın sıfatlarının ve hallerinin böyle olmak lâzımdır; yoksa helâk olur ve helâk eyler.
Ey Hakk’ın halîfesi olan rûh! Şerefli ve rûhânî olan zâtını nefsânî te’sîrlerden koru ve zâtının kıymetini bil! Çünkü onu halîfe kılan Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri onu kendi cemâlini müşâhede için vücûda getirmiştir. Ve onun kesâfet âlemine bağlantısı ve cisme olan ve bir esâsa dayanmayan irtibâtı, vücûd mertebelerinin hepsinde ilâhî işlerin açığa çıkması ve bâriz olması içindir. Bundan dolayı onun vücûda getirilmesinden olan ilâhî murâd celâ ve isticlâdır ve "celâ" mutlak vücûdun bütün ilâhi ve varlıksal işlerde ezelen ve ebeden zuhûrudur. Ve "isticlâ" da mutlak vücûdun kendisini, bu işler dolayısıyla müşâhede edişidir.
Böyle olunca mümkün olduğu kadar, ayakta ve otururken ve harekette ve sükûnda ve bütün fiillerinden buna benzeyen şeylerde, zâtını ancak ulvî ilâhî işte tasarruf et! Yoksa süflî ilâhî işte tasarruf etme! Ve süflî ilâhî iş nefsânî iştir. Bundan dolayı nefsânî hükümler ile değil, rûhânî hükümler ile tahakkuk edici ol! Çünkü şerefli zâtın, hevâ emîrine kapılmış olan nikâhlı eşin olan nefse meyletmekten ve onun rengine boyanmaktan kaçınınca, aslî sâflığı ve temizliği sebebiyle ulvî ilâhî işi, ya'nî ulvî olan rûhânî hükümleri, kabûl eder.
Nitekim Kehf sûresinde hikâye buyrulan Mûsâ ve Hızır (aleyhime’s-selâm) kıssasında cenâb-ı Hızır yaptığı işleri, süflî nefsânî işten yapmadığını beyânen “ve mâ fealtuhu an emrî” ya’nî “Ben onu kendi emrimden işlemedim” (Kehf, 18/82) buyurmuştur. Ve aynı şekilde İbrâhîm (as)’in “Yıldızlara bir bakış bakıp da ben hastayım dedi”ği (Saffât, 37/88-89) Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılmaktadır. O hazretin bu sözü ise “Ve mâ yentiku anil hevâ” ya’nî “Hevâdan söz söylemez” (Necm, 53/3) âyet-i kerîmesi gereğince, hevâ emîrinin nefse aktardığı bir şey olmayıp “in huve illâ vahyun yûhâ” ya’nî “Ona sâdece vahyolunan vahiydir” (Necm, 53/4) âyet-i kerîmesi kriterine göre, nebîlere (aleyhimü’s-selâm) hâs olan ulvî ilâhî işten bir tasarruf idi.
Şimdi ey halîfe, mülkün olan cisimde bir işi yapacağın zaman, yardımcın olan akıl ile istişâre et! Onunla istişâre etmezden önce işi yapmaktan sakın! Çünkü senin akıl ile istişârede bulunman onun kalbinde sana karşı onun dostluğunu tesbît eder; ve dostluğun sâbitliğinden şefkat oluşur; ve şefkat nasîhati gerektirir; ve nasîhat adâlete sebep olur; ve mülkün devamlılığı adâlet iledir. Çünkü işlerin idâresinde vasatın üstünde aşırıya kaçmak ve vasatın altında kalmak intizâmı bozar. Ve idârenin intizâmı ancak işlerde i‘tidâl ile gerçekleşir.
İşte cisim mülkünde halîfe olan rûhun idâresi bu şekilde olduğu gibi, zâhir hükûmette kulların işlerini çevirmeye me’mûr olan imâmın sıfatları ve hallerinin de aynen böyle olması lâzımdır. Aksi halde o imâm helâk olur, ya‘nî imâmlık makâmı hükümsüz olur. Ve imâmlık makâmında kaldıkça mülkünü harâb ve idâresi altındakileri helâk eder. Adâletten ayrılan hükûmet reîslerinin gerek kendilerinin ve gerek teb'alarının maddî ve ma'nevî helaklarının eski tarihlerde yüzlerce örneği vardır.
FASIL
İmam dörtten biri olmaktan hâriç değildir. Ve mevcûd cömertlik ile açığa çıkar ve dâim olur. Hakîmler derler ki, melikler dörttür, onun beşincisi yoktur: Kendisine cömert, idâresi altındakilere cömert; ve kendisine cimri, idâresi altındakilere cimri; ve kendisine cömert, idâresi altındakilere cimri; ve kendisine cimri, idâresi altındakilere cömerttir. Ve bir melik bu vasıfların birinden hâriç değildir. Bunun gibi bu ilâhî halîfe de onların birinden hâriç olmaz. Ve i'tibâr iki nüshanın tashîhi içindir. Şimdi biz deriz ki, insanî vücûdda bizim için ilim zâhir oldu; ve o cem’ makâmıdır. Ve amel zâhir oldu; ve o ayrılık makâmıdır; o da Kürsî’nin sınırıdır. Ve önceki Arş’ın sınırıdır. Şimdi vitr ya’nî tek, iki ayak yerinden ibâret olan Kürsî’ye ulaşır. Yeryüzüne ikiliği yazar. Ve bu mülk mübârek gecedir ki, onda her bir hikmetli iş ayrılır. Şimdi ey efendi! Eğer sen ilim ve amel sâhibi isen kendine cömertsin, idâren altındakilere de cömertsin. Ve eğer ilim ve amel sâhibi değilsen, kendine cimrisin, idâren altındakilere de cimrisin. Ve eğer ilim sâhibi olup amel sâhibi değil isen kendine cömertsin, idâren altındakilere cimrisin. Ve eğer amel sâhibi olup ilim sâhibi değilsen kendine cimrisin, idâren altındakilere cömertsin. Ve burada bir sır vardır ki, onun açılmasından men’ edildik. Onu zevk ya’nî bizzât hakîkatini yaşayanlara ve tahakkuk ehline terk eyledik.
Ya‘nî zâhir hükûmette imâm ve halîfe dört nevi'dir. Bu dört nev‘in biri olmaktan hâriç değildir. Ve mevcûd olan görünme yerleri ilâhî cömertlik ile, ya‘nî isimlere âit verişler ile açığa çıkar ve dâim olur. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri isimleri dolayısıyla dâimî tecellîdedir. Bu ilâhî tecellîler bir ân devre dışı kalmayı kabûl etmez. Eğer bir ân kesilse görünme yerlerinin vücûdları yok olur. Ve ilâhî isimler birdîğerinin zıddı olarak karşılıklıdır. Bundan dolayı âlemde bu sebeple muhtelif zıdlar olur. İmâmın dört nevi’ olması da bu sebeptendir. Hakîmler derler ki, melikler ve hükümdârlar dört nevi'dir, onun beşincisi yoktur. Şöyle ki:
(1) Kendisine karşı cömert ve idâresi altındakilere karşı da cömerttir
(2) Kendisine karşı cimri ve idâresi altındakilere de cimdir
(3) Kendisine karşı cömert ve idâresi altındakilere karşı cimridir
(4) Kendisine karşı cimri ve idâresi altındakilere karşı cömerttir
İşte âlemde mevcûd meliklerden her hangi birisi bu sayılan vasıfların birinden hâriç değildir. Bunun gibi bâtın hükûmette bu ilâhî halîfe de bu vasıfların birinden hâriç olmaz. Bu ilâhî halîfe insanın cisim mülkünde tasarruf edici olan rûhdur.
Bu anlatılan sözdeki i'tibâr, iki nüshanın, ya’nî “büyük âlem” olan şehâdet âleminin tamâmı ile, “küçük âlem” olan insanın tashîh ve tesbîti içindir. Çünkü yukarıdaki şerhlerde geçtiği üzere büyük âlemde her ne mevcûd ise küçük âlemde de onun benzeri mevcûddur.
Şimdi biz deriz ki, insânî vücûdda bizim için ilim nisbeti zâhir oldu. Ve o ilim nisbeti cem’ makâmıdır. Çünkü ilim ilâhî sıfattır. Ve insân ferdlerinde gözüken ilmin o küllî ilme vâsıl olmasını ve onda toplanmasını îzâha gerek yoktur. Ve aynı şekilde insânî vücûdda amel zâhir oldu; ve o amel ayrılık makâmıdır. Çünkü amel için âlet lâzımdır. Ve âlet insânî madde bedendir. Ve eşyânın kesîf sûretleri gayrılık elbisesiyle Hakk’ın vücûdunun açığa çıkışından ibâret olup ayrılık mertebesidir. Ve bu ayrılık mertebesi Kürsî’nin sınırıdır, ya‘nî tabîattır ki, küllî nefs bu tabîat tezgâhında var edilmiştir. Ve önceki cem’ makâmı Arş’ın sınırıdır, ya'nî vahdet-birlik mertebesidir ki, o mertebede gayrılık yoktur.
Şimdi vitr ve tek olan Hakk’ın vücûdu, iki ayağın, ya'nî Cemâl ve Celâl’in, açığa çıkma yerinden ibâret olan Kürsî’ye, ya'nî küllî nefsin var olduğu tabîat sâhasına ulaşır. Ve yeryüzü dediğimiz izâfî vücûd âlemine ikiliği yazar. Ve bu mülk, ya‘nî izâfî vücûd mertebesi, mübârek gecedir ki, “Fihâ yufreku küllü emrin hakîm” ya’nî “Hikmetli işlerin hepsi onda (o gecede) ayrılır” (Duhân, 44/4) âyet-i kerimesi gereğince o mübârek gecede her bir hikmetli iş ayrılır. Çünkü nefis karanlıksal tabîî kesîflik içindedir. Ve Hakîm olan Hak Teâlâ hazretlerinin her bir ilâhî işi, ya'nî gerek cemâlî isimlerinin ve gerek celâlî isimlerinin hükümleri, o mertebede birdîğerinden ayrı bir sûrette gözükür. Ve vahdet-birlik mertebesi ahadiyyet mertebesinin istivâ ettiği bir Arş’tır. Ve o “hakîkat-i muhammediyye”den ibârettir. Ve bu mertebeye “ulûhiyyet” mertebesi de derler. Ve Arş ve Kürsî’ye âid olan diğer ayrıntılar üçüncü bölümün şerhinde geçti.
Şimdi ey zâhir hükûmette imâm olan efendi, veyâ ey insânî vücûd mülkünde halîfe olan rûh! Eğer sen ilim sâhibi olup idâren altındakiler üzerinde bu ilmin gereklerine bağlı olarak âdilâne amel icrâ edersen hem kendine ve hem de idâren altındakilere cömertsin. Ve eğer bunun aksi olarak, câhil ve âdilâne ve âlimâne amel sâhibi değil isen, hem nefsine ve hem de idâren altındakilere cimrisin. Ve eğer ilim sâhibi olup da bu ilminle amel edici değilsen, kendini ilim ile süslemiş olduğun için nefsine cömert ve idâren altındakilere cimrisin. Ve eğer amel sâhibi olup da ilim sâhibi değil isen nefsine cimrisin, fakat idâren altındakilere cömertsin.
Hz. Şeyh (ra) buyururlar ki: Bu dörlü kısımlandırmaya bağlanan bir sır vardır ki, o sırrı ehlinin dışındakilere açmaktan men’ edildik. Çünkü o sır hâl olarak ve zevk olarak ya’nî bizzât hakîkati yaşanarak idrâk olunabilir. Bundan dolayı onu zevk ehline ve ilâhî hakîkatlerle tahakkuk edenlere terk ettik. Çünkü hâle ve zevka âid ilâhî sırları söylemek ve yazmak ile anlatmak mümkün değildir.
Ve kısımlar sınırlandı. Ve belki bir i’tirâz edici der ki:
“İki kısmı kabûl edelim. Ve onlar senin ilim ve amel sâhibi sözündür. Şimdi o amel yapan âlimdir. Ve ilim ve amel sâhibi olmayan onun aksidir. Ve diğer iki kısmı kabûl etmeyiz.”
Şimdi biz ona deriz ki, kısımlama doğru ve açıktır. Ve beyânı budur ki: Muhakkak rûhların ni’metlenmesi ilimler ve açılımlar iledir. Ve cisimlerin ni’metlenmesi yiyecekler ve içecekler cinsinden hissedilebilir olanlarladır. Ve onların azâbı bunun zıdları iledir. Şimdi sen iki kısmı kabûl ettiğin zaman, sana diğer iki kısmı da kabûl etmek lâzım gelir. Ve beyânı budur ki, o kimse ki amel sâhibidir, ilim sâhibi değildir, o taklîd edicidir ve amel sâhibidir; ve onun rûhu için ilimler yoktur ki onunla lezzet duysun. O ancak hapsedilmiştir. Ve kendisine döneceği şeye bakış ile kayıtlıdır. Ve onun yeri cennet ni’metlenmeleri cinsindendir. Ve biz buna ilim sâhibidir demeyiz. Ve diğer kısma gelince: O ilim sâhibidir, amel sâhibi değildir. Şimdi o şehvetleri işleyen ve haramlar içinde kalmış olan âlimdir. Onun rûhu ilimlerden kendisine açılmış olan şey ile ni’metlenmektedir. Ve onun idâresi altındakiler helâk yurduna girmeye sebep olan haramlardan işlediği şey sebebiyle azâbtadır. Şimdi bu kısımları tefekkür et, apaçık hikmeti göresin!
Ya‘nî meliklerin kısımlanması dört ile sınırlandı; ve beşinci bir hal düşünülemez. Ve olabilir ki, bir i’tirâz edici çıkıp bu sayılan kısımlara i‘tirâz ederek der ki: “Bu bahsettiğin dört kısımdan ilk iki kısmı kabûl ve tasdîk edelim. Ve kabûl edebileceğimiz kısımlardan birincisi, meliklerden ba'zılarımn ilim ve amel sâhibi olduğu sözündür ve bu kısım ilmi ile amel eden âlimdir. Ve ilim ve amel sâhibi olmayan bu kısmın aksidir. Bunları kabûl ve tasdîk ederiz. Fakat diğer iki kısmı tasdîk etmeyiz ki, onların birisi ilim sâhibi olup amel sâhibi olmayan; ve diğeri de amel sâhibi olup ilim sâhibi olmayandır.”
Şimdi biz bu i’tirâz ediciye cevâben deriz ki: Bizim beyân ettiğimiz dört kısım doğru ve sâbit ve açıktır. Ve beyânı budur ki, muhakkak rûhlar ilimler ve açılımlar ile ni’metlenici olur.Çünkü kendisinin latîf oluşu yönüyle ni’metlenmesi de latîflik âleminden olur. Ve cisimlerin ni’metlenmesi de yiyecek ve koklayacak ve görülecek ve işitilecek şeylerden bir takım kendisine uyan hissedilebilir şeylerle olur. Çünkü kendisinin kesîf oluşu yönüyle ni’metlenmesi de kesîflik ve hissedilebilirlik âleminden olur.
Ve rûhun azâbı ilmin zıddı olan cehâlettendir. Ve cismin azâbı da yemenin zıddı olan açlıktandır. Ve fenâ manzaralar ve fenâ kokular gibi hissedilebilirler kendisine uymayanlardandır.
Şimdi ey i’tirâz edici, bahsedilen iki kısmı kabûl ettiğin zaman, diğer iki kısmı da kabûl etmen lâzımdır. Çünkü amel sâhibi olup ilim sâhibi olmayan kimse taklîdçidir; bu kimse ancak amel sâhibidir; ve onun rûhu için lezzet duyacağı bir ilim yoktur. O ancak taklîd içinde hapsedilmiştir. Ve döneceği şeye bakış ile kayıtlıdır. Ve o bakışın yeri cennet ni’metlenmeleri cinsindendir. Ya'nî amel sâhibi olan taklîdçi, sırlara vâkıf olmayıp gözünü ameller cennetine ve o cennetteki ni’metlenmeye dikmiştir. Ameli, ancak cennete gideceğim ve cennetin ni'metlerine kavuşacağım diye yapar. Biz amelin sırlarına ve cennetlerin sırlarına vâkıf olmayan bu taklîdçiye, ilim sâhibidir demeyiz.
Ve diğer dördüncü kısma gelince, o amel sâhibi olmayıp ilim sâhibi olan kimsedir. Bu kısma dâhil olan kimse sırlara vâkıf olmakla berâber henüz nefsinin hazzlarını terk edememiş olduğundan şehvetleri işleyen ve haramlar içinde kalmış olan âlimdir. Onun rûhu, ilimlerden kendisine açılmış olan şey ile ni’metlenmektedir; fakat onun idâresi altında olan kuvvetler ve a‘zâsı helâk yurduna girmeye sebep olan haramlardan işlediği şey sebebiyle azâbtadır.
Şimdi insânî mülkte ilim ve amel sâhibi olan kâmil, rûhen ve cismen mutlak râhat içindedir. Ve onun zıddı olan ilimsiz ve amelsiz kimse rûhen ve cismen azâbtadır. Ve amel sâhibi olup ilim sâhibi olmayan kimse rûhen azâbta ve cismen ni’mettedir. Ve ilim sâhibi olup amel sâhibi olmayan kimse rûhen ni’mette ve cismen azâbtadır.
Ve zâhir hükûmette imâmın ilim ve amel sâhibi olması hem kendisi ve hem de idâresi altındakiler için ni‘mettir. Çünkü kendisinin imâmlık makâmında bulunmasına ve mülkünün devamlılığına ve idâresi altındakilerin rahâtının devâmına sebeptir. Ve ilim ve amel sâhibi olmaması hem kendi ve hem de idâresi altındakiler için azâbdır. Çünkü kendisinin imâmlık makâmında devamlılığının olmamasına ve mülkünün yitirilmesine ve idâresi altındakilerin râhatının gitmesine sebeptir. Ve yalnız amel sâhibi olup ilim sâhibi olmaması, gördüğü kâideleri taklîd ederek hükümeti idâre ettiği ve yaptığı işlerin zevkine vâkıf olmadığı için şahsen zahmet eziyet içindedir. Fakat taklîd olarak sâlih ameli dolayısıyla mülkü bâkî ve idâresi altındakiler râhat olur. Ve yalnız ilim sâhibi olup amel sâhibi olmaması, meşrû’ ve gayr-i meşrû' olarak yaptığı işlerin zevkine vâsıl olduğu için imâmlık makâmında kendisine ma‘nevî zevk oluşsa da, sâlih amel olmaması yüzünden mülkü harâb ve idâresi altındakiler perîşan olur.
Daha sonra bu kitaba konulan bu âlem hakkında bu bahiste sehâ ve lü’m ve murâd ettiğimiz şeyi açıkça anlatmak bize vâcib oldu. Şimdi biz deriz ki, muhakkak “sehâ” “ihtiyâc ânında ne eksik ve ne fazla bir şeyin verilmesi”dir. Ve “lü’m” “ihtiyâc olmaksızın bir şeyin verilmesi”dir. Şimdi geçen ifrât etti ve kısan tefrît etti. Ve işlerin iki taraftan birine kastı zemmedilmiştir. Ve bunun hakkında ben derim:
“Zamanın akışı üzerine eskimiş olan bir mesel geçerlidir ki, ona akıl ile kulak vermek delîl olur. Şöyle ki: Bir şeyi istediğin zaman vasatlık üzere ol! Çünkü bir işin vasatının iki tarafı zemmedilmiştir.”
Şimdi Allah Teâlâ sana rahmet eylesin! Bu sınırlama indinde dur, bekle! Böyle olunca halîfenin zâhiri amel ve onun bâtını ilimdir. Ve zâhiri sınırı ve bâtını doğuş yeridir. Ve idâre altındakiler iki kısımdır: Köy ve şehirdir. Ve köy muhammedî tâbî olunan hakkında ayrılmış şehâdet âlemidir. Ve şehir iki kısım üzerinedir: Seçkinler ve avâmdır. Şimdi avâm insanda a'zâ ve organlar cinsinden bitişik şehâdet âlemidir. Ve o muhammedî tâbî olunanın gayrı hakkında köydür. Ve seçkinler iki kısımdır: Akıl âlemi ve nefs âlemidir. Nefs âlemi iki kısma ayrılmıştır: İtâatkâr ve âsîdir. İtâatkâra “ceberût âlemi” denilir. Ve âsî, bahsettiğimiz bu şehrin düşmanlarıdır. Ve akıl âlemi iki kısım üzerinedir: Perdeli ve perdesizdir. Şimdi vasıf sâhipleri perdelilerdir; ve onlar melekût âlemidir. Makām sâhipleri Allah Teâlâ’nın “Ve mâ minnâ illâ lehu makâmun ma’lûm” (Saffât, 37/164) ya'nî “Bizden her birinin ancak bilinen makâmı vardır” buyurduğudur. Ve perdesiz olanlar ashâb-ı selbdir ki, onlar Allah Teâlâ’nın gelinleri olup O’nun gayb hazînelerinde, O’nun indinde gizlenmişlerdir. Onların üzerine kıskanmaktan dolayı onları örtmüştür, tâ ki O’nun dışında kimse onları bilmez. Çünkü onlar ancak O’nu bilirler. Ve onlar bir makāmdadır ki, tahkîk ehli ona “küllî muhakkak üçüncü fenâ” derler.Ve onlar bu şehrin seçkinleridir. İşte bu kısımlar hakkında nazar et, inşâallah reşîd olursun!
Ya‘nî meliklerin kısımlarını beyân ettikten sonra bu Tedbîrât-ı İlâhiyye kitabına konulan bu âlem hakkında, bu bahiste “sehâ” ve “lü’m” ile ne gibi halleri kastettiğimizi açıklamak ve îzâh etmek bize vâcib oldu. Biz deriz ki,
“Sehâ”; “bir şeye ihtiyâç duyulduğu zaman o şeyin ne fazla ve ne de noksan olarak verilmesi”dir.
Ve “lü’m” “kendisine ihtiyâç olmadığı halde bir şeyin verilmesi”dir. Bunlar sûreti ve ma'nâyı içine alır.
Sûrete örnek: Bir ziyâfette misâfirlerin doyabileceği kadar yemek hazır edilmesi “sehâ”dır. Ve misâfirlerin ihtiyâcından daha fazla yemek hazırlanarak isrâf edilmesi; veyâhut onların aç kalmalarına sebep olacak kadar az yemek tedârik edilmesi “lü’m”dür.
Ma'nâya örnek:Henüz elifbâ öğretilen bir çocuğa harfleri onun anlayabileceği ta‘bîrler ile anlatmak “sehâ”dır. Fakat harflerin şekillerini öğretirken harflerden kelime oluşturmanın öğretilmeye kalkışılması; veyâhut harflerin şekillerinin kısa kesilmesi “lü’m”dür.
Bundan dolayı bir şeyin verilmesinde ihtiyâc derecesini geçen ifrât ve ihtiyâc miktârını azaltan tefrît etti. Ve her bir işin biri ifrât ve diğeri tefrît olmak üzere iki tarafı vardır. Bu iki taraftan birine kastetmek ve yönelmek zemmedilmiştir. Ve bunun hakkında ben nazmen şöyle derim:
Zamanın geçmesiyle eskimiş olan bir darb-ı mesel hâlen dahi geçerlidir ki, o darb-ı meseli kulak işitir ve akıl sıhhatine hükmeder. O da budur ki: Bir şeyi istediğin zaman vasatlık üzere ol, o işin ortasını seç! Nitekim “İşlerin hayırlısı vasat olandadır” buyrulmuştur. Çünkü bir şeyin ortasının iki tarafı zemm edilmiştir. Çünkü bir tarafı “ifrât” ve diğer tarafı “tefrît”tir.
Şimdi Allah Teâlâ senin anlayışına rahmeti ile tecellî buyursun. Yukarıda anlatıldığı üzere meliklerin dört sınıfla sınırlandırılması indinde dur! Başka bir sınıflandırma da var mıdır, yok mudur? diye fikrini yorma! Bu sınırlama tahakkuk edince anlaşılır ki, halîfenin zâhiri amel ve bâtını da ilimdir. Ve diğer ta’bîrle, zâhiri sınırı ve bâtını doğuş yeridir. Çünkü amel ilmin netîcesidir. Ve ilim amele sebeptir. Bundan dolayı amelin sebebi olan ilim bâtında doğmadıkça sınır olan cisimde amel ortaya çıkmaz.
Ve idâre altında olanlar iki kısımdır: Birisi "köy,” diğeri “şehir”dir. Ve köy muhammedî tâbî olunan hakkında ayrılmış şehâdet âlemidir “Muhammedî tâbî olunan”dan kasıt her bir zamanda mevcûd ve varlıkta tasarruf edici olan “kutb-i a‘zam”dır. Bütün mahlûklara ilâhî feyz onun vâsıtasıyla dağıtılır. Nitekim bu kitâbın baş taraflarında şerh ve îzâh edildi. Bundan dolayı bütün mahlûklar onun köy ehlidir. Ve onlar “ayrılmış şehâdet âlemi”dir. Çünkü sûret âleminde onların izâfî vücûdlarıyla kutb-i a'zamın izafî vücûdu birdîğerinden ayrıdır. Ve o zât muhammedî kemâlâtın vârisi olduğu için hepsinin tâbî olduğudur.
Ve şehir de iki kısmıdır: Birisi seçkinler, diğeri avâmdır. Avâm insânî vücûdda a‘zâ ve organ cinsinden “bitişik şehâdet âlemi”dir. Ya‘nî insandaki a‘zâ ve organlar kendi izâfî vücûduna bitişik olup onun hissî bakışından gâib değildir, dâimâ hâzırdır. Ve bu avâm muhammedî tâbî olunanın gayrı olan insân ferdleri hakkında köydür. Ya'nî muhammedî tâbî olunan olan kutub hakkında diğer insan ferdleri ayrılmış şehâdet âleminden olarak, nasıl ki köy ise, a‘zâ ve organlar da bitişik şehâdet âleminden olarak, diğer insân ferdleri için öylece köydür. Çünkü kutb-i a'zamın köylerine, nasıl ki kendi feyzi ulaşırsa, muhammedî tâbî olunanın gayrı olan insân ferdlerinde de kendi a'zâ ve organlarına öylece feyz iner. Ve onların muhammedî tâbî olunanın gayrı olması muhammedî kemâlâta mazhar olamayışlarından dolayıdır.
Ve seçkinler de iki kısımdır: Akıl âlemi ve nefs âlemidir. Çünkü gerek âlemde ve gerek âdemde bu iki âlem sâbittir. Nefs âlemi de iki kısma ayrılmıştır. Biri itâatkâr ve diğeri âsîdir. Ve nefs âleminin itâatkâr olan kısmına “ceberût âlemi” ismi verilir. Çünkü akıllar ve soyut nefsler mutlak vücûdun yedi küllî mertebesinden dördüncü hazrettir, ki ona “ceberût âlemi” denilir. Ve bu mertebede meleklerin nefsleri sâbittir ki, onlar itâatkârdırlar. Ve onlar hakkında Hak Teâlâ “lâ ya’sûnallâhe mâ emerehüm” (Tahrîm, 66/6) ya'nî “Onlar emrolundukları şeyde isyân etmezler” buyurur. Ve nefs âleminin âsî olan kısmı, yukarıda bahsettiğimiz bu medînenin ya’nî şehrin düşmanlarıdır. Onlar hevâ emîri ve onun yardımcısı olan şehvet ve onların tâbîleri olan kuvvetlerdir. Ve akıl âlemi akıl de iki kısım üzerinedir: Birisi perdeli olan kısımdır ki, onlar “vasıf sâhipleri” olup melekût âlemindendir.
Bilinsin ki, Mir’ât-ı Hakayık’da geçmektedir ki: “Âlem ya mülk âlemi veyâ melekût âlemidir. Bu ikiden hâriç değildir.” “Mülk âlemi”ne “zâhir âlem” ve “şehâdet âlemi” de derler. Ve “melekût âlemi”ne “bâtın âlem” ve “gayb âlemi” de derler. Bu iki âlemin her birinde dokuz en büyük âyet karar kılmıştır. Birisi “nefs-i küll”ün melekûtudur, ya'nî bâtınıdır. Ve dördü yakınlaşmış melek olan Cebrâîl ve Mîkâîl ve İsrâfil ve Azrâîl (aleyhimü’s-selâm)dır, ki dört unsurun bâtınıdır. Ve biri insanın bâtınıdır. Ve üçü mevâlîd-i selâseden (üç doğurganlar ya’nî mâden, bitki ve hayvanın) her birinin bâtınıdır.”
Ve bunların cümlesi “vasıf sâhipleri”dir. Şu halde “ceberût âlemi” “melekût âlemi”nin mertebelerinden bir mertebe olur. Ve bunlar makām sâhiplerinden olup bilinen makāmlarını geçemezler, ya'nî ilerideki makāmlardan perdelidirler. Nitekim Hak Teâlâ onlardan naklen “Ve mâ minnâ illâ lehu makâmun ma’lûm” (Saffât, 37/164) ya'nî “Bizden her birinin bilinen makāmı vardır.”
Ve akıl âleminin ikinci kısmı olup perdesiz olanlar “ashâb-ı selb”dir ki, onlar Allah Teâlâ’nın gelinleri olup, O’nun gayb hazînelerinde, O’nun indinde gizlenmişlerdir. Bir dâmâd kendi gelinini, kıskanmaktan dolayı, yabancılardan nasıl gizlerse, Hak Teâlâ da kendi gelinleri mesâbesinde bulunan “ashâb-ı selb”i, kıskanmaktan dolayı, öylece örtmüştür. Onları Hak Teâlâ’dan başka hiç bir kimse bilemez. Sebebi budur ki, bu “ashâb-ı selb” Hakk’ın dışındakileri unutmuşlardır, onlar ancak Hak Teâlâ’yı bilirler. Ve bu ashâb-ı selb bir makāmdadır ki, tahkîk ehli o makāma “küllî muhakkak üçüncü fenâ” derler. Ve onlar bu şehrin, ya‘nî şehâdet âleminin seçkinleridirler.
Ve şehâdet âleminden olan insânî mülkte melekût âleminin dokuz en büyük âyetinin benzeri beş duyudur ki, beş zâhir a’zânın bâtınıdır. Ve dördü de düşünce kuvveti ve hâfıza ve vehim veren ve hayâl veren kuvvettir. Şimdi bu anlatılan kısımlar hakkında akıl gözüyle bak, inşâallah doğruluk yolunu idrâk edip reşîd olursun!
Ey kerîm efendi! Bunu tahkik ettiğin zaman, her bir âleme, biraz evvel sana sınırlanan şey gereği üzere, muhtâç olduğu şeyi ver; ve kendin için de böyle yap! Bundan dolayı muhammedî makâmda ilim ve amel sâhibi olursun; ve o, kemâl ve cömertliktir. Her cömertlik insanların ellerinde olan şey hakkında zühddür. Şimdi idâre altında olanlar meliklerini, kendi indlerinde olan şey hakkında zâhidlik etmedikçe sevmezler. Ve cömertlik muhabbet verir; ve muhabbet yakınlık verir; ve yakınlık vuslatı verir; ve vuslat cem' verir. Ve burada kıskanarak perdeleme altında muhafâza edilen bir işâret vardır. İşte böylece bütün sözlerinde ve fiillerinde ve inanışlarında sana zâhidlik etmek lâzımdır. Beyti binâ et; ve lambayı yak; ve perdeyi indir; ve sûretleri ibraz et; sana ilâhî hakîkatler zâhir olsun! Ve hakîkatler sana olduğu hâl üzere âşikâr olsun! Ve Kitâb-ı azîzde bunun yeri “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Sizi ve amellerinizi Allah halk etti” (Saffât, 37/96)’dır. Şimdi insan insanlar için olan şeyi terk edince nasıl insanların en sevgilisi olursa, Allah için olan şeyi terk edince de Allah indinde böyle olur. Ve onun hakkında tama' etmez ve bütün fiillerinde bir şeyi nefsine izâfe eylemez isen, hakîkatte Allah üzerine zâhid ve tevhîd üzerinde de râşid olursun.
Ey kerîm efendi olan rûh veyâhut zamanın imâmı! Sehâ ve lü’mü tahkîk ettiğin zaman bitişik ve ayrılmış şehâdet âleminden ibâret olan köyüne ve şehrine muhtaç oldukları şeyi biraz evvel sınırlanan şey gereği üzere, ifrât ve tefrît olmadan ver! Ve kendin için de böyle yap! Eğer böyle yaparsan, muhammedî verâset makāmında ilim ve amel sâhibi olmuş olursun. Ve bu tarz, kemâl ve cömertliktir.
Ve her cömertlik insanların ellerinde bulunan şeyden zâhidliktir, ya'nî o şeylere tama‘ etmemektir. Ve idâre altında olanlar, hükümdârlarını ellerinde bulunan şeyden tama‘ını kesmedikçe sevmezler. Ve ellerinde ne var ne yok hepsini alan hükümdârlardan ahâlî nefret eder. Bundan dolayı sen idâren altındakilere karşı cömert ol; çünkü cömertlik muhabbet verir. Ve muhabbet de yakınlık; ve yakınlık vuslat; ve vuslat cem' verir. Çünkü kişi sevdiğine yakın olur. Ve yakın olunca da ona vâsıl olmuş olur ve vâsıl olunca da sevdiği kimse ile bir arada olmuş olur. Bu sözlerde kıskanma perdesi altında gizli olan bir işâret vardır ki, kula nâfilelerle yaklaşma mertebesinde açılır ve kul bunu hâl olarak ve zevk olarak ya’nî bizzât yaşantısını tadarak anlar. Bu da “Kulum Bana nâfileler ile, Ben onu sevinceye kadar, dâimâ yaklaşır. Ne zamanki Ben ona muhabbet ederim, onun işitmesi ve görmesi ve lisânı ve eli Ben olurum. Şimdi Ben’imle işitir, Ben’imle görür, Ben’imle söyler, Ben’imle tutar, ilh...” hadîs-i kudsîsinde beyân buyrulan haldir. Ve Hz. Şeyh-i Ekber (ra) bu işâreti ma'rifet yoluyla aşağıda beyân buyururlar. Şöyle ki: İşte böylece bütün sözlerinde ve fiillerinde ve inanışlarında, gerek Hakk’a ve gerek halka karşı zâhidlik et! Halka karşı olan zâhidlik beyân olundu. Şimdi de Hakk’a karşı olan zâhidlik anlatılır.
Şimdi kalb hâneni binâ et; ve ma'rifet lambasını yak; ve ayn’lar perdesini as; ve o perde üzerinde sûretlerin çeşitlerini göster! Nitekim hayâl oynatanlar önce oyuna mahsûs bir mahal binâ edip perdeyi asarlar ve arkasında kandîl yakarlar; daha sonra o perdede çeşitli sûretler ve oyunlar gösterirler. Sen de böyle yap ki, sana ilâhî hakîkatler âşikâr olsun; ve bu hakîkatler sana olduğu hâl üzere âşikâr ve zâhir olsun.
Şimdi Hak hakkında zâhidliğin Kur’ân-ı Kerîm’de yeri “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” (Saffât, 37/96) âyet-i kerîmesidir. Ya'nî “Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi halk etmiştir.”
Şimdi insanın gerek zâhiri olan cismi ve gerek bâtını olan rûhu ve onlardan ortaya çıkan eserler ve fiiller Hak Teâlâ’nın tecellîlerinden ibâret olunca, kul ortada bir hayâl mesâbesinde kalır. Ve kendi nefsini ve nefsine izâfe edecek bir şey göremez. Şimdi insan insanların tasarruf ettiği şeyi terk edince nasıl insanların muhabbetini kazanır ise, Allah Teâlâ’nın tasarrufunda olan kendi nefsini ve kendinden çıkan fiilleri, kendi nefsine izâfe etmeyip Hakk’a terk ettiği zaman, Allah Teâlâ’nın indinde de böyle olur. Ya'nî tasarruf işinde Hakk’a iştirâk etmekten vaz geçtiği için, Hak Teâlâ ona muhabbet eder. Eğer sen böyle yaparsan hakîkatte Allah Teâlâ hazretlerine karşı zâhid ve kendi nefsini ve fiillerini Hakk’ın tecellîlerinden ibâret bildiğin ve bu ilâhî bilgi ile çokluğu kaldırmış olduğun için tevhîd üzerinde de râşid olursun.
Dostları ilə paylaş: |