İnsan memleketiNİn islâhi hakkinda iLÂHÎ tedbîrler



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə28/45
tarix02.12.2017
ölçüsü2,72 Mb.
#33540
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   45

Şimdi ey efendi, bu kâtibi idrâk et! Çünkü senin için imâmlık mevki’i varsa, onun için hitâb etme mevki’i vardır ki, o hitâb etmenin dışında bir şeyle bağımsız değildir. O hitâb etmede imâmdır. Eğer sen hitâb etmesinde onunla berâber olursan, ona hizmet içindir. Fakat senin ihâtandaki imâmlığa Hakk’ın yerleşmesi için, bu ve onun cemâatinde olan onun dışındakiler dâhildir. Bundan dolayı onun hürmetine riâyet et! O senin mühürdârındır; ve senden hitâb edilendir. Ve ona muhabbet et, yoksa senin üzerine mülkünü bozar. Çünkü yardımcı ona muhtaçtır. Senin ve yardımcının gâyesi meskeninin idâresidir. Ve onun yazdıkları, köyün hakkında, sen istesen de, senin istediğin şey sebebiyle değil, ona ulaşmış olan şey sebebiyle cereyân eder. Ve bilesin ki, muhakkak hazret için, ancak köyü sebebiyle ma‘nâ vardır. Şimdi eğer köy bozulur ve senin üzerine hücûm ederse, bu mülkün bozulmasına sebep olur. Ve senin için onun telâfisi nasıl olur? Ve o fücûr ve takvâ üzerine emîndir. Ve senin mülkün ise bu iki sıfatı berâberce kabul eder. Ben sana nasîhat ettim, buna sarıl!

Ya'nî ey efendi olan rûh! Yukarıda îzâh ettiğimiz kâtibin vasıflarını idrâk et! Bu idrâk sana pek lâzımdır. Çünkü halîfeliğin dolayısıyla senin için vücûd mülkünde imâmlık mevki’i varsa, onun için de hitâb etme mevki’i vardır.

Ve o kâtib hitâb etme mevki’inin dışında olan işlerde bağımsız değildir, belki sana tâbi'dir. Fakat hitâb etme işinde imâm olduğundan bağımsızdır.

Sen vücûdu harekete geçirici oluşun yönüyle eğer onunla berâber olursan, onun hitâb etme vazîfesini lâyıkıyla yerine getirebilmesine hizmet içindir.

Fakat Hakk’ın hükümlerini yerleştirmek için, bu kâtib ve onun cemâatinde olan o kâtibin dışındakiler, senin ihâtandaki imâmlığa dâhildir. Çünkü vücûd mülkü senin işlerinin açığa çıkması için sonradan olmuştur. Ve sen o mülkün hâkimisin. Şimdi mâdemki kâtib senin mülkünde hitâb etme işinde imâmdır ve bu vazîfe ona verilmiştir, sen ona hürmette kusûr etme!

O kâtib senin mühürdârındır. Ve idâren altındakilere olan hitâbı, senin tarafından ve sana izâfe edilerek gerçekleşir. Ve ona muhabbet et ve hoş tut, kabalık ile muâmele etme! Aksi halde senin üzerine mülkünü bozar. Çünkü yardımcın olan akıl işleri çevirmekte ona muhtaçtır. Oysa senin gâyen ile yardımcının gâyesi ve maksadı, meskeninin, ya‘nî mülkünün işlerini güzel bir şekilde idâre etmektir.

Ve kâtibin yazdığı şeyler, sen her ne kadar murâd edersen et, senin istediğin şey sebebiyle değil, ona görünme yeri olduğun isim hazretinden ulaşan şey sebebiyledir. Ve o köyün, ya‘nî senin tâbi’lerin olan a‘zâ ve organların hakkında bu kendisine ulaşan şeyleri yazar.

Bilesin ki, muhakkak hazret için ancak köyü sebebiyle ma'nâ vardır. Ya‘nî senin şehrin olan idâre merkezin için tasarrufun ma’nâsı, ancak köyün, ya‘nî tâbi’lerinin sâkin olduğu köyler sâyesindedir. Ve onlar senin a‘zâ ve organlarındır. A‘zâ ve organlar olmasa fiiller açığa çıkmaz ve tasarruf belli olmaz.

Şimdi eğer köyün bozulur ve isyân ederek senin üzerine hücûm ederse, bu hâl mülkünün bozulmasına sebep olur. Ve bu bozulma ve isyân karşısında nasıl işlerini tanzîm ederek yitirileni telâfî edersin?

Ve o kâtib günah ve takvâ üzerine emîndir. Ya‘nî bu şerhin başlarında geçtiği üzere, nefis günah ile değiştirme ve takvâ ile temizleme mahalli olup kâtib bunların her ikisini de yazar. Ve senin mülkün olan nefis bu iki sıfatı da berâber kabûl eder. Bundan dolayı yukarıdan beri ben sana nasîhat ettim. Bu nasîhatım içerisinde muâmele icrâ etmeye devâm et!



RABBÂNÎ TEZKÎRE (FERMÂN-HATIRLATIŞ)

Bu insânî halîfe, benliğim ve hüviyyetim arasında gidip gelici olan ulûhiyyet sırrım kendisinde yayılmış olan kendisine itâat edilen ilâhî emirdir. Ve ben vechimi irâdesiz olarak murâd eden kimseye mubâh kıldım. Ve perdeleri bir yırtış yırttım ki yama ve eklenti kabûl etmez. Ve kalblerden korku kaldırılır da gayb alâmetleri ile ziynetlenir. Hazretimde secde edici olarak sebât et! Çünkü sen devâm üzere müşâhede edicisin. Muhakkak secde etmede görme ve durmada perde vardır. Muhakkak ben kazandığı şey sebebiyle her bir nefis üzerine kâim olan kayyûmum. Şimdi yazdığım şeyi iyi anla; ve resmettiğim şeye bak! Çünkü görüşte hitâb ve hitâbda da görüş yoktur. Ve selâm ve müşâhede rahmeti ve vücûd bereketleri senin üzerine ve senden ayrılmayan kimsenin üzerine olsun; ve sana ulaşmayana değil!

Bilinsin ki, her bir ma‘nâ ilk önce kalbe gelir. Ve ondan sonra beyne yansıyıp akıl o ma’nâlarda tefekkür eder. Ve ma’nâların hatıra gelmesi insanın kendi irâde ve arzûsuyla gerçekleşen bir şey değildir. Bu ma’nâlar irâdesiz olarak kalbe gelir. Bu hâtıralar dört kısımdır:



  1. Rabbânî veyâ rahmânî hâtıralar

  2. Melekî hâtıralar

  3. Nefsânî hâtıralar

  4. Şeytânî hâtıralar.

Cenâb-ı Şeyh (ra) bu kâtib bahsinde “tevkî’” ismi altında bu dört çeşit hâtıranın esâslarını beyân buyururlar. Fakîr “tevkî’” kelimesini kâtibler arasında kullanılan “fermân” (hatırlatış) kelimesiyle tercüme ettim. Bu fermânlarda (hatırlatışlarda) her bir vücûd mertebesinin gereği üzerine esâs kâideler ve toplu emirler bulunmaktadır.

Rabbânî fermânın içeriği şudur:

Bu rabbânî fermân, insânî halîfe olan kâmile benliğim ile, ya'nî zâtî rütbem yönünden aynî vücûdumun tahakkuku ile, hüviyyetim ya'nî bütün hakîkatleri içine almış olan mutlak hakîkatim, arasında gidip gelici olan ulûhiyyet sırrım kendisinde yayılmış olan kendisine itâat edilen ilâhî emirdir.

Bilinsin ki, vücûd mertebeleri hakkında yukarıda geçen îzâhlardan da anlaşılmış olacağı şekilde Hakk’ın mutlak vücûdunun “taayyünsüzlük,” ya'nî “zâtî ahadiyyet ya’nî zâtî teklik” mertebesinde bütün nitelikler ve sıfatlar yok olmuştur.

Ne zamanki mutlak olan zât isimleri ve sıfatları dolayısıyla mertebelere tenezzül ederek görünme yerlerinin sûretleriyle taayyün edici olur, “vahdet mertebesinde” sâbit olan ulûhiyyet sırrı, bu taayyün âlemine ulaşan kendisine itâat edilen ilâhî emirde yayılır. Çünkü ilâh me’lûhu ya’nî ilâhı olanı gerektirir. Ve me’lûh ya’nî ilâhı olan onun taayyün mertebeleridir.

Bundan dolayı bu kendisine itâat edilen ilâhî emir “taayyün” ile “taayyünsüzlük” arasında gidip gelir.

Şimdi insân-ı kâmil hüviyyeti i'tibârı ile Hak’tır; ve taayyünü i'tibârıyla da kuldur. Bundan dolayı bu emirler kâmilin kendi hakîkatinden kendi taayyününe iner ve ulaşır. Ve asâleten insân-ı kâmil (Sav) Efendimiz olduğundan “Beni gören muhakkak Hakk’ı gördü” yüksek kelâmı ile yüce hüviyyetlerinin Hakk’ın zâtı; ve taayyünlerinin de zâtıyla berâber sıfatlarının Hak olduğuna işâret buyururlar.

Ve Kur’ân-ı Kerîm, kendilerinin hüviyyetleriyle taayyünleri arasında gidip gelici olan kendisine itâat edilen ilâhî emirdir.

Ve Kur’ân-ı Kerîm’de kendi hüviyyetlerinin Hak olduğuna;



  • Ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” (Enfâl, 8/17) ya'nî “Attığın zaman sen atmadın, velâkin Allah attı” âyet-i kerîmesinde;

Ve taayyünlerinin kul olduğuna da;

  • Kul innemâ ene beşerun mislüküm“(Kehf, 18/110) ya'nî “Yâ Habîbim de ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim” âyet-i kerîmesinde işâret buyrulur.

Bu hakîkat bütün eşyâ hakkında da böyledir. Nitekim Hak Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin genelini içine alacak şekilde “Fe lem taktulûhüm ve lâkinnallâhe katelehüm” (Enfâl, 8/17) ya’nî “Onları siz katletmediniz, velâkin Allah katletti” buyurur.

Ve Hz. Şeyh-i Ekber (ra) Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinde: “O Allâh’ı tesbîh ederim ki, zâhir ettiği eşyânın ayn’ıdır(hakîkatidir)” tesbîhi ile bu hakîkate işâret buyururlar.

Ancak insan, isimlere âit toplayıcılığa mazhar olduğu için ve onun ahsen-i takvim üzere ya’nî en güzel kıvamda mahlûk olan taayyünü bu isimlerin hükümlerinin açığa çıkmasına müsâid olduğu için, diğer eşyâdan daha fazîletli ve mükemmeldir.

Bu sebeple rabbânî fermânda buyrulur ki:

Ben vechimi murâd eden kimseye irâdesiz olarak mubâh kıldım.”

Ya'nî mâsivâ sayılan sıfatlarıma ve isimlerime âit görünme yerlerinde ve eşyâda vücûdunu bağımsız zannetme vehminden yüz çevirip, bunların kayyûmu olan zâtıma yönelen kimselere, ilâhî irâdem ve meşiyyetim bağlanmaksızın vechimi ve zâtımı mubâh kıldım. Çünkü bu mubâh kılışım onun yönelmesinin tabîî ve zarûrî netîcesidir. Ve bu gibi netîcelerin oluşmasına tabi'ki irâde bağlanmaz, irâde yönelenindir.



Ve sıfatlara ve isimlere âit perdelerimi bir yırtış yırttım ki yama ve eklenti kabûl etmez.

Şimdi bu perde yırtılınca kalblerden, isimlere âit tecellîlerden hâsıl olan korku kaldırılır. Ve artık böyle kalbler gayb alâmetleriyle ziynetlenir. Ve benim vechime perde olan isimler ve sıfatlar perdeleri yırtılınca, benim i'tibârî olan gayb oluşum senin bakışından kalkar; ben senin karşında hâzır olurum. Bundan dolayı bu halde sen benim huzûrumda secde edici olarak sebât et! Çünkü sen artık benim vechimi devâm üzere müşâhede edersin.

Muhakkak secde etmede görme ve durmada perde vardır. Nitekim bir azîmü’ş-şân pâdişâhın huzûrunda bulunan kimse huşû’ ve tevâzu' hâlindedir. Bundan dolayı secde ve huşû' hâlinde görme vardır. Ve o pâdişâhın azametini bilmekle berâber, huzûrdan hâriç olanlar, huşû' ve secde işinde perde içindedir.

Muhakkak ben kulun bulunduğu bütün yurtlarında kazandığı şey sebebiyle her bir nefis üzerine kâim olan kayyûmum. Çünkü kulun ilk olarak isti'dâd lisânı ile taleb ettiği şey ilmim sûretinde; ve daha sonra rûhlar âleminde; ve daha sonra misâlde; ve daha sonra sâbit ayn’ı gereğince kazandığı şeyler şehâdet âleminde peydâ oldu. Bundan dolayı onun nefsi her bir yurdunda benim hakîkî vücûdum ve zâtım ile kâimdir. Ve ben onun bütün mertebelerinde ve yurtlarında kayyûmuyum. Şimdi bu fermânımda yazdığım şeyi iyi anla!

Ve senin izâfî vücûdunda ve hayâlinde ve fiillerinde ve amellerinde resmettiğim şeye dikkatle bak!

Ve bu müşâhede hâli içinde benden hitâb bekleme!

Çünkü görmede ve huzûrda hitâb olmaz; ve hitâb olan mahalde de görme ve huzûr bulunmaz. Ya'nî görülenin ve hâzır olanın vücûdundan ve vasıflarından bahsedilmez.

Ve vücûd ve vasıflarından bahsedilen şey de görülür ve hâzır değildir.

Ve Selâm ismi ile tecellîm ve müşâhede rahmeti ile zuhûrum ve mutlak vücûdumun bereketleri senin üzerine olsun; ve senden ayrılmayan kimselerin üzerine olsun. Ve sana ulaşmayarak huzûrumdan uzağa düşenler, bu tecellilerimden mahrûm olsunlar.

MELEKÎ TEZKÎRE (FERMÂN-HATIRLATIŞ)

Bu muhkem emir, kerîm olan meleğedir. İnsânî halîfenin kalbi üzerine nâzil ol! Muhakkak sen onu üç hâlin birisi üzerinde bulursun: Ya benim iledir; ya nefsi iledir; yâhut düşmanı olan İblîs iledir. Şimdi onu benim ile bulursan bu fermânda sana bildirdiğim şeyden bir şeyi ona nakletme! Çünkü ben ona nefsim ile yöneticiyim. Bana yönelen ve benim gayrım olan her bir kimse üzerine beni tercîh eden kimse bana ağırlık vermez. Bundan dolayı kulumun kalb idâresine yönetici olurum. Şimdi ey kerîm melek, edebli ol! Ve onu nüzûl edişine vâkıf kılma ki farka düşer. Ve onun bilgisi için senden öğrenmek ister. Çünkü sen isimlerden bir isim yönünden benim indimdesin. Ondan saklı ol; ve onu onun nefsinden ve şeytandan koru! Ve gücün yettiği kadar onlar ile mücâhede et! Ve eğer sen onu nefsi ile bulursan, kendi tarafından söyleyerek ona ihtâr eyle! Yakını olan düşmanı ve nefsi sana vâkıf olmaksızın, ki seni yalanlar; nefeslerin senin üzerine sayılı ve vakitlerin senin üzerine şâhiddir. Mubâhdan sakın ki, pişmân olursun. Ve mekrûh ve yasak olandan sakın ki, şakî olursun. Geniş yolu üzerine lâzım kıl! Ve farzları, ya‘nî Allah’ın sana farz kıldığı şeyi edâ et! Mubâh olanlardan yeme ve içme ve uyku ve bunun gibi mubâh bir fiili yapmayı istediğin vakit, onu herkesin yaptığı gibi yapma ki, pişmân veyâ şakî olursun. Velâkin onu tenzîh ve ibâdet ile yap! Tenzîh senin noksanının ve onun hakkında Hakk’a muhtâc oluşunun ve Hakk’ın buna ihtiyâç duymasından tenzihini görerek yapmaktır. Nitekim Hak Teâlâ “ve hüve yut’ımu ve lâ yut’am” (En‘âm, 6/14) ya'nî “O doyurur(yemek yedirir), doyurulmaz” buyurur. Şimdi sana tenbîh etti ve bildirdi. Ve ibâdete gelince, senin bunun hakkında lâyık olan yönden bakmandır. Şimdi onu ibâdetine yardımcı kıl! Namaz ve cihâd ve bunlar gibi farzların yerine getirilmesine kuvvet için yemek yemek gibi; ve gece kalkmaya kuvvet için uyumak gibi; ve şehvet için değil, fakat sâlih çocuk için, veyâhut harâma düşmekten korunmak için nikâh gibi; ve ibret almak için seyâhat etmek; ve ezâ veren şeyleri temizlemek ve dalâlette olanları irşâd ve mazlûma yardım ve bunun benzerleridir. İşte ilâhî fermân ile kerîm olan meleğin hâtıraları budur.

Yukarıda îzâh edildiği üzere insan, bütün ilâhî mertebeleri toplamıştır ve isimlere âit toplayıcılığı taşıyıcıdır. Bundan dolayı onun hüviyyeti yönünden hakkıyyeti olduğu gibi, melekiyyeti ve nefsâniyyeti ve şeytâniyyeti de vardır. Ve her bir mertebesinden kendisine hâtıralar ve nakiller olur. Râbbânî hâtıralar yukarıda geçti. Şimdi de melekî hâtıralar beyân buyrulur. Şimdi cem' makāmından melekî mertebeye gelen tezkirenin(fermânın) ya’nî hatırlatışın içeriği de şudur:

Bu emr-i hatm, ya'nî bu muhkem emir, kerîm olan meleğedir.

Ey kerîm melek, insânî halîfenin kalbi üzerine in! Bu inişinde sen, onu muhakkak üç hâlin birisi üzerinde bulursun. Ya'nî sen onu ya benim ile; veyâ nefsi ile; veyâhut düşmanı olan İblîs ile berâber ve meşgûl bir hâlde bulursun.

Eğer sen, onu bütün mâsivâdan yüz çevirip bana yönelmiş ve benim ile meşgûl olmuş bir hâlde bulursan, sana bu fermânda bildirdiğim şeylerden hiç bir şeyi ona nakletme! Çünkü ben ona nefsim ve zâtım ile yöneticiyim ve yöneliciyim. Ve bana yönelen ve beni, benim gayrım olan her bir kimse ve her bir şey üzerine tercîh eden kimseye benim devâm üzere yönelişim bana yorgunluk ve ağırlık vermez. Nitekim âyet-i kerîmede “vesia kursiyyühüs semâvâti vel arda, ve lâ yeûduhu hıfzuhumâ” ya’nî “O'nun kürsîsi gökleri ve yeri kaplamıştır. Ve o ikisini muhafaza etmek kendisine zor gelmez” (Bakara, 2/255) buyrulur.

Bundan dolayı ben kulumun kalbinin siyâsetine, ya'nî kalbinin idâresine, kesinti olmaksızın yönelici olurum.

Şimdi ey kerîm melek, benim yönelmiş olduğum kalbe karşı, edebli ol ve onu inişine vâkıf kılma! Çünkü eğer inişine vâkıf olursa, cem'den farka düşer. Ve senin naklettiklerinin ma'nâsını anlamak için sana yönelmek için acele eder. Osya sen asıl değilsin. Çünkü sen, benim isimlerimden bir isim yönünden, asıl olan zâtımın indinden bir fer'sin. Bundan dolayı ondan saklı ve örtülü ol! Ve onun bakışından örtünmekle berâber onu, onun nefsinden ve şeytandan koru! Ve gücün yettiği kadar onun nefsi ve şeytanı ile mücâhede et ve savaş; ve onları mağlûb etmeye çalış!

MENKIBE: Sadreddîn-i Konevî (ks) hazretlerinin mürîdlerinden birisi kendisinden izin almadan halvete girer. Ve tabi'ki bir kaç gün ortadan kaybolur. Hz. Şeyh onun nerede olduğunu çevresindekilere sorar. Halvette bulunduğunu haber verirler. Cenâb-ı şeyh onun halvet-hânesine gider. Bir çok yazılar yazmakla meşgûl bulur.


  • “Bu yazdığın nedir? diye sorar. Mürîd cevâben der ki:

  • “Şeyhim, ne zamanki halvete girdim, önümde birisi belirip Hz. Cibrîl olduğunu söyledi; ve “sana ledünnî ilimler nakledeceğim” dedi, ve ağzıma tükürdü. Bu hâli tâkîben bende bir çok ma’nâlar doğdu. Şimdi kaybolmaması için o ilimleri tesbît etmekle ve yazmakla meşgûlüm.”

Hz. Şeyh tebessüm edip buyurdular ki:

  • “Sen Cibrîl’in belirmesinden önce ne ile meşgûl idin?”

Mürîd:

  • “Allah zikri ile meşgûl idim” dedi. Hz. Şeyh irşâd için buyurdular ki:

  • “Hiç Hz. Cibril, Hakk’a yönelip edip Allah zikri ile meşgûl olan bir kimsenin kalbine ayrılık verir mi? Beliren Cibrîl değil, seni Hak’tan uzaklaştırmak için lânetlenmiş şeytân idi. Sen benim iznim olmaksızın halvete girdiğin için bu fitneye tutuldun. Şimdi halvetten çık; ve bu şeytânî nakilleri de imhâ et!”

Ey kerîm melek! İnsânî halîfenin kalbine inişinde, eğer sen onu nefsânî sıfatlarında gark olmuş ve onlar ile meşgûl bulursan, kendi tarafından ona gereken sözler ile ihtârda bulun! Seni yalanlamaması için, onun yakını olan düşmanı ve şeytanı ve nefsi vâkıf olmayacak şekilde bu ihtarını yap!

Ey insânî halîfe, nefeslerinin ne gibi inançlar ve ameller içinde harcanacağı sayılıdır;



  • Ve vakitlerin amellerin ve fiillerin üzerine şâhiddir. Mubâh olan fiillerin çokluğundan sakın ki, hesâbı olduğu için pişmân olursun.

  • Ve mekrûh ve yasak olan amellerden fiillerden sakın ki, onlarda ısrâr, şakî olmayı gerektirir.

  • Geniş bir yol olan şerîat caddesinde yürümeyi üzerine lâzım kıl!

  • Ve farzları, ya'nî Allah Teâlâ’nın sana farz kıldığı şeyi, edâ et!

  • Mubâh olan şeylerden yeme ve içme ve uyku ve buna benzer olan fiillerden mubâh olan bir fiili yapmak istediğin zaman, onu avâmın yaptığı gibi yapma ki, ya pişmân veyâ şakî olursun.

  • Velâkin onu seçkinler gibi tenzîh ve ibâdet kasdı ile yap!

  • Tenzîh sûretiyle yapmak budur ki, sen kendini yeme ve içme ve uyku olmaksızın yaşayamayacağın noksan bir hâl içinde ve Hakk’a muhtaç ve Hakk’ı bu ihtiyâçlardan münezzeh görerek yaparsın. Nitekim Hak Teâlâ “ve hüve yut’ımu ve lâ yut’am” (En‘âm, 6/14) ya'nî “O doyurur(yemek yedirir), doyurulmaz” buyurur. Ve bu âyette sana tenzîh ile yapmayı bildirir; ve seni îkaz eder.

  • Ve ibâdet sûretiyle yapmaya gelince o da budur ki, sen yeme ve içme ve uyku hakkında lâyık olan yönden bakarsın. Ya‘nî bu gibi mubâh olan şeyleri ibâdetine yardımcı edinirsin. Örneğin namaz ve cihâd ve bunlara benzer farzların edâsına kuvvet oluşması için yemek yersin. Ve gece kalkmaya kuvvet için uyursun. Ve şehvet için değil, ancak sâlih bir çocuk için veyâhut şehvetin gâlib gelmesiyle harama düşmekten korunmak için nikâh edersin. Ve ibret almak için seyâhat etmek; ve imâta-i ezâ, ya‘nî yollar üzerinde halkın geçmesine engel olan ve zahmet veren şeyleri temizlemek; ve yolunu şaşırmış olan kimselere doğru yolu göstermek; ve mazlûma yardım etmek ve bunun benzeri olan işlere kuvvet oluşması için yer içer ve uyursun.

İşte bu ilâhî fermân ile kerîm olan meleğin hâtıraları budur. Ve bunlar melekî hâtıraların esâsları olup teferruâtı sâlikin zekâsı ve kavrayışı ile açılır.

NEFSÂNÎ TEZKÎRE (FERMÂN-HATIRLATIŞ)

Berzâha âit nefse gelmeyen ilâhî emir geçerli oldu. Dünyâda kendisinin râhatı onda olan ve âhirette onun hakkında onun üzerine taleb olmayan ve onun için bizim indimizde mükâfât bulunmayan şeyi işlememeyi insânî halîfeye ihtâr et! Eğer sana icâbet ederse o senin içindir, benim için değildir. Ve eğer senden yüz çevirirse o benim içindir, senin için değildir. Yâhut vaktine göre onun için olan kimse içindir. Ve muhakkak sen onu, üçün biri üzerine bulacaksın. Ya benim ile; ya melek ile; yâhut şeytan ile. Şimdi onu benim ile bulursan ona git! Çünkü senin fariğ olman bir meşgâle olur ve perdesini kaldırır ve onu saîd eder. Eğer onu melek ile bulursan edebli ol! Ve melek azarlamayla ya onun gaflet ve hatâsı ile ayrılıncaya kadar, bekle! Ve bu durumda bunu ona ihtâr et! Ve eğer onu şeytân ile bulursan şeytana zahmet verip ikisinin arasına gir ve levm etme ile gel! Ve sen onun üzerine şeytanı gâlib kılma! Onun hakkında kuvvetini kullan ve ona hîle et! Çünkü onun hîlesi zayıftır. Ve getirdiğin şey üzerine sâbit ol; ve onun üzerine çeşitlenme! Çünkü o sana dönecektir.

Ya'nî bu nefsânî fermânda, latîf olan berzâha âit nefse değil, belki kesîf olan dünyevî nefse ilâhî emir geçerli oldu. O emir de şudur:

Ey nefis, sen insânî halîfeye öyle bir şey ihtâr et ki, o şey içinde onun dünyada râhatı ve lezzeti vardır. Ve insânî halîfe dünyâda kendisinin râhatı ve lezzeti olan o şeyi yaptığı zaman artık âhirette o şey hakkında ve onun yapılması üzerine bir bedel taleb edemez. Ve o şey için bizim indimizde aslâ mükâfât yoktur. Örneğin, insan ben dünyâda tam bir iştihâ ile lezzetli yemekler yedim; ve lezzetli şerbetler içtim; ve kaba döşeklerde rahat rahat uyudum. Bundan dolayı âhirette de bu fiillerimin bedelini beklerim, diyemez. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “Ve men kâne yurîdu harsed dünyâ nû’tihî minhâ ve mâ lehu fîl âhireti min nasîb” (Şûrâ, 42/20). Ya'nî “dünyâ kazancını murâd eden kimseye biz onu veririz. Ve onun için âhirette nasîb yoktur.”

Eğer o insânî halîfe, senin bu ihtârlarını kabûl ederse, o sana mahsûs olur; ve senin tasarrufun altında bulunur. Benim için değildir, ya'nî o kimse nefsin kuludur, Allâh’ın kulu değildir. Ve eğer senin dünyevî râhat ve lezzete olan da'vetine icâbet etmeyip de, şerefli rızâm için senden yüz çevirirse, o kimse bana mahsustur, senin için değildir. Ya'nî o, Allâh’ın kuludur, nefsin kulu değildir. Yâhut senden yüz çevirmesi ve senin ihtârlarını kabûl etmemesi ve yapmaması, bir kimsenin te’sîrinden dolayı olursa, bu insan kendisine te’sîri olan kimse içindir. Bu bahsi îzâh etmek için cenâb-ı Mevlânâ (ra) efendimizin Fî-hi Mâ-fih ismindeki yüce eserlerinden aşağıdaki yüksek beyânlar yeterlidir:

“Peygamber’imiz (sav) Efendimiz “Âlimlerin şerlisi emîrlerin ziyâretine gidenler; ve emîrlerin hayırlısı âlimleri ziyâret edenlerdir. Fakîrin kapısına giden emîr ne güzel emîrdir; ve emîrin kapısına giden fakîr ne fenâ fakîrdir!” buyurmuşlardır. Halk bu hadîs-i şerîfin zâhirini alıp âlimlerin şerlilerinden olmamak için, bir âlimin emîrin ziyâretine gitmesinin câiz olmadığını söylerler. Oysa bu yüksek sözün şerefli ma‘nâsı onların zannettikleri gibi değildir. Ve belki onun ma‘nâsı budur ki, âlimlerin şerlisi emîrlerden yardım uman ve salâhı ve doğruluğu emirler vâsıtasıyla olan ve onların korkusundan salâha gayret eden kimsedir. Ve onun emîrleri ziyâret husûsunda bildiği niyyet, emîrlerin kendisine ihsân etmesi ve hürmet eylemesi ve mevki’ vermesidir. Bundan dolayı o âlim, emîrler sebebiyle salâh kazanır ve cehâletten ilme gider. Ve âlim olunca onların idâresinin korkusundan dolayı edebli olur. Ve ister istemez bu hâle uygun olan yol üzerinde yürür. Görünüşte, gerek emîr onun ziyâretine gelsin ve gerek o emîrin ziyâretine gitsin; her şekilde o, emîri ziyâret eden ve emîr onun tarafından ziyâret edilen olur. Fakat bir âlim, emîrler sebebiyle ilim ile vasıflanmış olmayıp, belki onun ilmi evvelen ve âhiren Hak Teâlâ hazretleri için olmuş olursa, gidişi ve çalışması doğru yol üzerinde olur. Çünkü onun tabîatı ancak budur. Balıklar sudan başka bir mahalde yaşayamadıkları gibi, o âlim de o tavırdan başkasına kādir olamaz. Ve ondan o hâl gözükür. Böyle bir âlimin aklı tedbirli ve koruyucu olur. Çünkü onun zamanındaki bütün halk, gerek bilsinler gerek bilmesinler, onun heybetinden korunmuş olup yansıyan ışığından yardım isterler. Eğer böyle bir âlim, görünüşte emîrin ziyâretine gitse bile, emîr ziyâret eden ve o âlim ziyâret edilen olur. Çünkü bütün hallerde emîr ondan istifâde eder ve yardım görür. Ve o âlim ise emîrden ganîdir; güneş gibi nûr bahşedicidir. İşi lütuf ve bahşiştir.”

İşte yukarıdaki îzâhlar gereğince, böyle bir kimse salâh ve doğruluk yolunda sâlik olsa bile “Allâh’ın kulu” değildir; belki kendi üzerinde te’sîr edici olan kimsenin kuludur.

Şimdi ey nefs, sen insânî halîfeyi üç hâlin birisi içinde bulacaksın: Ya‘nî ya benim ile; veyâ melek ile; veyâ kendi şeytanı ile berâber bulacaksın.


  • Eğer onu benim ile berâber bulursan ona git ve yönel! Çünkü senin sıfatından fariğ olman bir meşgale teşkîl eder; ve perdeni kaldırır, ve o sebeple saîd olursun. Ve insânî yükselmeler nefs sebebiyledir. İnsan durmaksızın kendisine saldıran nefsî sıfatlar ile mücâhede ettiği için ilâhî yakınlığa nâil olur.

  • Eğer onu melek ile bulursan edebli ol; ve aralarına girme! Bekle ki, melek azarlamakla, ya‘nî “Bu fiilin hoş değildir, niçin yaptın, bu fiil sana lâyık değil idi?” tarzında nakillerde bulunsun; veyâhut dünyevî tantana gafletine dalsın ve işlerinde hatâlı olsun da melek ondan ayrılsın ve naklettiklerini katletsin. Bundan dolayı melek ondan ayrılınca, sen bu nakilleri ona ihtâr et; ve onu gaflet ve hatâdan îkaz eyle!

  • Ve eğer onu şeytan ile bulursan şeytana zahmet verici ol; ve ikisinin arasına gir! Ve levvâme sıfatı ile zâhir ol! Ya‘nî onun şeytânî nakillere uyarak işlediği fiilinden dolayı ona pişmanlık naklet! Ve onun üzerine şeytanı gâlib kılma! Ve onu şeytanın tasarrufu altında bırakma! Ve onun hakkında kuvvetini kullan ve ona hîle eyle! Çünkü şeytanın hîlesi ve tuzağı zayıfıtr. Nitekim “inne keydeş şeytâni kâne daîfâ” ya’nî “Muhakkak ki şeytanın hîlesi zayıftır” (Nisâ, 4/76) buyrulur.

Bilinsin ki, şeytan zâhir değildir ve onun fiili ancak naklettiklerinden sâbittir. Nefs ise zâhirdir. Bundan dolayı nefs amellerini şerîat hükümlerine uydurdukça şeytana üstün gelmesi muhakkaktır. Örneğin şehvete âit kuvvet kendisine gâlib olan bir kimseye şeytan zinâyı nakleder. Bu ancak bir hâtıradır. Nefs şehvetini nikâhlısıyla kazâ ettiği takdîrde, hem şeytana üstün gelir ve hem de mükâfât kazanır. Diğer fiiller de buna kıyaslansın.

Şimdi ey nefs sen bu şekilde insânî halîfeye getirdiğin şey ne ise onun üzerine sâbit ol! Onun üzerine çeşitlenerek ve halden hâle geçerek zâhir olma ki, ne yapacağını bilemeyerek şaşırıp kalmasın. Çünkü bütün mertebelerde onun dönüşü sanadır. Ya'nî senin nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülhime ve nefs-i mutmainne ve nefs-i râzıyye ve nefs-i marzıyye ve nefs-i kâmile mertebelerinde, o insânî halîfe hep seninle berâberdir.



Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   45




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin