İsim ve Sıfatlar Tevhidinde Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı



Yüklə 1,69 Mb.
səhifə66/92
tarix07.01.2022
ölçüsü1,69 Mb.
#83151
1   ...   62   63   64   65   66   67   68   69   ...   92
3- Gazzâlî:

“Tevhidin dört mertebesi vardır...:

İkinci Mertebesi: Müslümanların genelinin tasdîk ettikleri (doğruladıkları) gibi insanın kalbinin, Lâ ilâhe illallah lafzının mânâsını tasdîk etmesidir (doğrulamasıdır). Bu avam tabakasının inancıdır.

Üçüncü Mertebesi: İnsanın, keşif yolu ve hak nûrunun vâsıtasıyla, o mânâyı müşâhede etmesidir ki, bu (Allah’a yakın olan) Mukarrebûn’un makamıdır. Bu; insanın pek çok şeyi görmesi, fakat onları görürken, çoklukları üzere Tek ve Kahhâr olan Allah’tan sâdır olmuş bir halde görmesidir.

Dördüncü Mertebesi ise, insanın varlıkta birden başkasını görmemesidir ki, bu Sıddîklerin müşâhedesidir. Sofiler buna “el-Fenâ fi’t-Tevhîd” (Tevhidde yok olmak, kaybolmak) adını verirler. Çünkü insan, birden başkasını görmediğinden dolayı, kendini bile görmez. Tevhidle müstağrak (kaybolmuş, boğulmuş) olduğu için kendini görmediği zaman da, nefsinin tevhîdi hususunda kendi nefsinden de fâni olmuş olur. Yâni hem kendi nefsini görmekten, hem de halkı görmekten yok olur, demektir. ...

Dördüncü mertebesindeki şu mânâ ile muvahhiddir: Onun şuhûdunda (görülmesinde) birden başkası hazır olmamıştır. O bütünü çok olduğundan ötürü değil, tersine bir olduğundan ötürü görür. İşte tevhidde en yüce gâye budur. ...

Eğer “kişi; göğü, yeri ve çok olmalarına rağmen hissedilebilen diğer cisimleri gördüğü halde, nasıl olur da birden başkasını müşâhede etmemesi düşünülebilir? Nasıl olur da çok, bir olur?” dersen bil ki: Bu mükâşefe ilimlerinin gâyesi, son noktasıdır. Bu ilmin sırlarının herhangi bir kitapta yazılması câiz değildir. Ârifler şöyle demişlerdir: Rubûbiyyet sırrını ifşâ etmek küfürdür. ...

Nasıl ki bir insanın ruhuna, cesedine, uzuvlarına, damarlarına, kemiklerine ve iç organlarına (ayrı ayrı) baktığında (veya bakıldığında) o insan çoktur, işte aynı insan başka bir itibar ve başka bir müşâhede ile de birdir, öyle ki, o tek bir insandır, deriz...

İşte bunun gibi, varlık âleminde olan her şeyin, Yaradan’dan tut da yaratılmışa kadar, pek çok değişik itibar ve müşahedeleri vardır. Aynı zamanda o, itibarlardan bir itibarla da birdir. Başka itibarlarla ise, onun dışındakiler çoktur. Bu itibarlardan bazısı, çokluk bakımından bazılarından daha şiddetlidir. Bunun misali insandır. Her ne kadar bu misal garaza tam uymasa da. Fakat azda olsa genelde bu misal, müşahede hükmünde çokluğun bir olmaya dönüştüğünün keyfiyetine dikkat çeker! Bu konuşma ile, varmadığın bir makamı inkarı bırakıp ona inanmanın, bir iman ve tasdîk olduğu açıkça ortaya çıkmış olur. ...

İşte buna, el-Hüseyn b. Mansûr el-Hallâc, seferden sefere koşan el-Havvâs’ı gördüğünde O’na şöyle diyerek işaret etmiştir: “Sen neyin içindesin?” el-Havvâs: “Tevekkül hakkındaki halimi düzeltmek için seferlerde dolaşıyorum.” Oysa el-Havvâs tevekkül edenlerdendi. el-Hüseyn: “Sen ömrünü, iç dünyanı mamur etmek uğrunda tükettin. Acaba tevhid hususunda fenâ bulmak nerede kaldı?” Sanki el-Havvâs, tevhiddeki üçüncü makamı düzeltmek istemişti. Hallâc ise ondan dördüncü makamı istemişti.” İhyâu Ulûmi’d-Dîn (4/262-263).

“Ârifler gerçeklik semasına çıktıktan sonra Tek Gerçekten başka bir varlık görmediklerinde ittifak etmişlerdir. Şu var ki bunlardan bazıları bu hakîkati ilmi bir irfanla bulmuş, kimi bunu bir zevk ve hâl olarak yaşamış; çokluk tamamen onlardan gitmiş ve sırf tekliğe dalarak mest olmuşlar, o halde akılları zâil olmuş, o zevk içerisinde sanki bayılmışlar, artık kendileri de dâhil, Allah’tan başka hiçbir şeyi hatırlamaya güçleri kalmamış, her şeyi unutmuşlar, kendilerinde Allah’tan başka bir şey kalmamış, öyle sarhoş olmuşlar ki akıllarının otoritesi, hükmü aşağı düşmüş de bazıları “Ene’l-Hakk= Ben Hakkım” demiş, bazıları da “Sübhânî mâ A’zama Şânî= Kendimi tesbîh ederim, benim şânım ne kadar yücedir” demiş, diğeri: “Mâ fi’l-Cübbeti sivallâh= Cübbemin içinde Allah’tan başkası yoktur” demiş. Âşıkların sekir hallerindeki sözleri saklanır, söylenmez. Ama sekir halleri gidip de Allah’ın yeryüzündeki mîzanı (kriteryumu) olan akıl hükmüne döndükleri zaman, bunun hakiki birleşme olmadığını, fakat ittihada (birleşmeye) benzediğini anlarlar. Bu, âşığın fart-ı aşk halinde söylediği şu söze benzer:

Âşık olan da, âşık olunan da benim.

Biz bir bedene girmiş iki ruhuz.

İnsan birden bire bir ayna ile karşılaşır, kendini aynada görür, fakat aynanın farkında olmazsa aynada gördüğü görüntüyü aynanın resmi, aynaya bitişik sanabilir. Şişe içinde şarabı gören kimse, şarap renginin, şişenin kendi rengi olduğunu zanneder. Bu hal, kendisinde alışkanlık haline gelmiş, ayağı bu noktada takılıp kalmışsa o hale müstağrak olur, mest olur da şöyle der:

Şişe inceldi, şarap süzüldü.

Birbirine benzediler, iş güçleşti.

Sanki şarap var, kadeh yok;

Yahut sanki kadeh var, şarap yok.



“Ama şarap kadehtir” demekle “Şarap sanki kadehtir” demek arasında bir fark vardır. Bu hal galebe çalınca hal sahibine izâfetle FENÂ adını alır. Hattâ fenâül-fenâ (yok olmanın yok olması) denilir. Çünkü o adam hem kendinden geçmiş, hem de kendinden geçmekten geçmiştir. Zira o halde olan kimse kendini bilmediği gibi, kendini bilmediğini de bilmez. Eğer kendini bilmediğini bilseydi, kendini bilmiş olurdu. Bu hale dalan kimseye izâfetle, mecâz diliyle ittihâd (birleşme), hakîkat diliyle tevhîd (birleme) denilir. Bu hakîkatlerin ötesinde de öyle sırlar vardır ki onlara dalmak câiz değildir...

İşte bu kaynak, tek olan Allah’tır. O’nun ortağı yoktur... Bütün diğer nûrlar O’ndan istiâredirler. Hakîkî olan yalnız O’nun nûrudur. Hepsi O’nun nûrundandır. BELKİ HEPSİ O’DUR. Doğrusu, var olan O’dur. Gayrın varlığı ancak mecâz yoluyladır. O’ndan başka nûr olmadığına, bütün nûrların, tâbi oldukları nûrun zâtından değil, vechinden geldiklerine göre her şeyin vechi O’na yönelmiştir: “Nereye dönerseniz, Allah’ın vechi oradadır.” (Bakara, 115). O halde O’ndan başka ilah yoktur. Çünkü ilâh, vecihlerin (yüzlerin) ibadetle yöneldiği zâttan ibarettir. Yâni kalp yüzlerini demek istiyorum. Çünkü onlar nûrlar ve ruhlardır. O’ndan başka ilah olmadığı gibi O’ndan başka O da yoktur. Çünkü hüve (O) işaret edilen şeyden ibarettir. İşaret ancak O’na olduğuna göre artık başka O, nasıl olabilir? Ne zaman bir işâret etsek, hakikatte bu işaret O’nadır.... O halde “Lâ ilâhe illallâh= Allah’tan başka ilah yoktur.” kelimesi avamın tevhididir. “O’ndan başka O yok” sözü ise seçkinlerin tevhididir. Çünkü öteki daha genel, bu daha özel, daha kapsamlı, daha gerçek, daha ince bir sözdür ve sâhibini tek birliğe, sırf birliğe götürür. Mahlûkatın mi’racının (yükselişinin) son noktası ferdâniyyet (teklik) memleketidir. Çünkü bunun ötesinde daha bir merdiven yoktur. Zira yüksek ancak çoklukta düşünülebilir. Çokluk öyle bir izâfettir ki yükselmenin kendisinden başladığı ve kendisine yöneldiği şeylerin varlığını gerektirir. Çokluk kalkınca birlik gerçekleşir, izâfet (görelik) bâtıl olur, işaret kalkar. Artık yüksek, alçak, inen, çıkan kalmaz; terakkî (ilerleme) ve urûc (yükselme) imkansız olur. A’lânın ötesinde uluvv (yükseklik) yoktur. Vahdetle beraber çokluk yoktur. Çokluğun kalmasıyla urûc (yükselme) da kalkar. Eğer sonra, bir halden diğer bir hale değişme olursa bu, urûc ile değil, dünya semasına inmekle, yâni yüksekten alçağa doğmak sûretiyle olur. Çünkü en yükseğin daha yükseği yok ise de daha aşağısı vardır. İşte bu makam gayelerin gayesi, arzuların sonudur. Bunu bilen bilir, bilmeyen inkar eder. Bu ilim, ancak Allah’ı bilenlere verilmiş olan özel mahiyetteki gizli bir ilimdir. Onlar bunu söyledikleri zaman Allah’a karşı mağrûr (gururlu) olanlardan başkası inkâra kalkmaz. Âlimlerin: “Dünya semâsına inmek, bir meleğin inmesidir?” demeleri uzak görülmez. Âriflerin bazıları bundan daha garibini sanmışlar da şöyle demişler: “Ferdâniyyete (birliğe) müstağrak olan, en yakın semaya iner, bu iniş, onun duyuları kullanmaya, veya uzuvları hareket ettirmeye inişidir”. Salât ve selâm O’na olsun, Peygamber de şu sözleriyle buna işaret etmişlerdir: “Ben O’nun işiten kulağı, gören gözü, konuşan dili oldum”. Eh, kulağı, gözü, lisanı Allah olduktan sonra artık işiten, gören ve konuşan da O’dur. Çünkü O’ndan başkası yoktur ki... O’nun (Allah’ın) Mûsâ aleyhis-selâm’a söylediği şu sözüyle de buna işaret edilmektedir: “Hasta oldum, beni sormadın. Hadis...” demek ki bu muvahhidin hareketleri dünya semasındandır; duyarları, algıları bunun üstünde olan bir semâdandır. Bu kimse akıl semâsından mahlûkatın mi’racının sonuna, ferdâniyyet (teklik) memleketinden ta yedi tabakaya kadar yükselir. Sonra vahdâniyyet tahtında oturur ve oradan göklerinin tabakalarına emri tedbîr eder. Artık bakan, bu hale baktıkça dilini salıverir, “Allah Âdem’i Rahmân’ın sûretinde yarattı” der. Fakat bilinmelidir ki bu söz te’vîle muhtaçtır. Tıpkı “Ben Hakk’ım”, “Kendimi tesbîh ederim” sözleri gibi. Hatta Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in: “Hasta oldum beni arayıp sormadın”, “Ben O’nun kulağı, gözü ve dili oldum” sözlerinin de te’vîle ihtiyacı vardır. Artık burada beyanı durdurmak istiyorum. Çünkü senin bundan fazlasına tahammül edeceğini sanmıyorum.” Mişkâtü’l-Envâr (sh:12-15). Ayrıca bk. Mecmûu’l-Fetâvâ (2/24, 54-57); (4/62-66, 72); (6/54-55); (17/362); Abdurrahmân el-Vekîl, Hâzihi Hiye’s-Sûfiyye(sh: 47-56).


Yüklə 1,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   62   63   64   65   66   67   68   69   ...   92




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin